Vicdanını kaybeden toplum...

15 Kasım 2014

Bir toplumu toplum yapan sadece onun bayrağı, sınırı, toprağı değildir bence...Bize hep öyle öğretilmeye çalışılsa da ben bunun böyle olduğunu pek düşünmem doğrusu...Bir toplumu toplum yapan asıl onun ortak ve tartışılmaz vicdani ölçüleridir bana sorarsanız...Ve, bence bir toplum için en tehlikeli şey de bu ölçülerin çürümesidir.***Bizde daha da tehlikeli bir durum var, bu ölçüleri ezip geçenleri reddedecek bir reflekse de sahip değiliz...Bu refleksi olmayan toplumların vicdanlarında bir zayıflık, ahlaklarında bir çürüme başlıyor ki bu kaçınılmaz bir çöküşün başlangıcı oluyor ne yazık ki...Böyle şöyler söylediğimde söylediklerime kızanlar genelde şunu söylerlerbana ‘bu ölçüleri kim belirliyor peki?’Bu ölçüler yasalarda yazmıyor diye kabul etmekte zorlanırlar...Ben de Onlara ‘bunlar yazılı olmayan yasalardır tıpkı kadınve erkek arasında olanlar gibi’ derim...Ne çok yasa var kadınla erkek arasında düşünsenize yazılı olmayan ama mutlaka uyulması gereken...***Bunların pek çoğu efsanelerde, masallarda, filmlerde, kitaplarda anlatılır...Toplumun kültürüne,geleneğine, dokusuna yerleşir.Babam yazmıştı bunu bir kere, birlikte oldukları kadınların fotoğraflarını videolarını yayınlanan erkeklerin dünya üzerinde sayısı tuhaf bir biçimde arttığında:‘Bir kadının mahremiyetine ihanet eden herşeye ihanet edeceğine inanırım ben.Ben, bir erkeğin kendisine emanet edilen kadın mahremiyetinin hayatı pahasına koruması gerektiğine inanan kuşaktanım.Bizim kuşak, cinayetten yargılanırken geceyi birlikte geçirdiği kadının adını vermemek için cinayet saatinde nerede olduğunu açıklamayan ve idama razı olan erkeklerin hikâyelerini anlatankitaplarla, filmlerle büyüdü.Kadının mahremiyeti bizim için kutsaldır.O mahremiyete ihanet eden bir erkekten daha aşağılık biri olamaz bizim kuşağın gözünde.Bu ölçünün, bir toplumu sağlam tutan değerlerden biri olduğuna da inanırım’ demişti.***Çok sevmiştim bu yazdıklarını...Çünkü bir toplumun yazılı olmayan yasalarının en temel ölçüsüdür kadın veerkek ilişkisi bana sorarsanız...Bizde de aynen öyle olmadı mı?Fark ettiniz mi toplum çürümeye başladıkça en hızlı yara alan alanlardan biri kadın erkek ilişkileri oldu...Hukuk çiğdendikçe mahremiyet, adalet çiğnendikçe asalet, vicdan çiğdendikçe güven azalıyor sanki.***Bir ülke siyaseten çürüdükçe insan ilişkilerinde de çürüyor...Belki de o yüzden bütün dertlerimiz.O yüzden zaten vicdani ölçülerden uzaklaşanlar toplumun tepkisinden çekinmiyor.Aforoz edilmekten, ayıplanmaktan, isimlerini lekelemekten, ailelerini utandırmaktan korkmuyorlar.Toplumun sert bir tepki göstermeyeceğine güveniyorlar.Çünkü biliyorlar bir toplumda yazılı olmayan yasalar çiğnenirse çürüme başlar ve bir toplum çürümeye başlamışsa ortak değerler etrafındaki birlik de kaybolur.***Ortak vicdanlarını ve değerlerini kaybeden toplumlar, toplum olma özelliklerini de kaybederler.Önce manevi, sonra maddi dağılma başlar.Vicdanını kaybeden toplum da eninde sonunda eriyip gider.Türkiye için belki de en büyük tehlike budur işte...

Devamını Oku

Yirmi saniyenin adaletçileri!

13 Kasım 2014

Galiba ben de koşmaya başlayacağım...Her sabah yüyüş yaparken bunu düşünüyorum yanımdan koşarak geçen insanları görünce... Bilmiyorum siz de benim gibi farkediyor musunuz ama koşan ve bisiklete binen insan sayısı nasıl da arttı, değil mi?Ne kadar çok insan artık koşuyor sahilde, ne kadar fazla bisikletli insan geçiyor yanımızdan? Açık hava sporları nasıl da hayatların değişmez parçası haline geliyor...Buna çok özeniyorum.Pazar günü 36. Vodafone İstanbul maratonu var... Katılanlar 5,5 saatte 42 km koşacak... Ne kadar çok katılan var, haberleri okuduysanız bilirsiniz, 118 ülkeden yaklaşık 25.000 sporcu... İnanılmaz değil mi?***Yürüyüş yaparken yanımdan koşarak geçen insanlara baktıkça düşünüyorum, koşmak ne anlaşılması zor bir spor aslında...Hem herkes yapabilir gibi, hem neredeyse imkansız... Mesela “100 metreyi 20 saniyede koşacak olan insanlar buraya toplansın” desem, 3 milyar insan rahat çıkar bu mesafeyi bu sürede koşacak... 20 saniyede 100 metre... Daha önce hiç koşmamış olsanız bile koşulabilir... Ama “100 metre dokuz saniyede koşulacak”desem, 3 milyar insanın sayısı bir anda yüze düşer sanırım...*** Hayat, genelde 20 saniyede koşulan 100 metre gibidir... Kalabalıklar eşittir...Herkes çağdaşlıktan yanadır, herkes akıllı, herkes açık fikirli, herkes kibar, anlayışlı, sevgi dolu, ilerici, uygardır...Ama işler birden karışırsa 100 metrenin dokuz saniyede koşulması gerekirse, işte orada insanların birbirlerinden farkı çıkar ortaya... İnsanlar arasındaki gerçek fark yani...***Ben bunları düşünürken yanımdan renk-li kıyafetleri ile koşucular geçiyor...Sanırım maraton antremanı yapıyorlar.Yanlarından başlasam koşmaya sanki ben de 15 km koşar mışım gibi geliyor, sonra biraz deniyorum ve öleceğimi sanıyorum nefesim kesilirken... İşte hayat da tam böyle bizim ülkemizde... Herkes sanıyor, herkes konuşurken yapıyor...***Bazen hayat aniden 100 metrenin dokuz saniyede koşulacağı bir döneme girer ya , ezilenlerle ezenler arasında bir seçim yapma zorunluluğuyla karşılasırsınız ve o güne kadar ilericiliği bir kulüp rozeti gibi yakalarına takanlar birden ezenlerin yanında yerlerini alıverirler hani, ve çok şaşarsınız...‘Daha düne kadar birlikte koşuyorlardı, şimdi ne oldu’ diye merak edersiniz...Olan basittir aslında, 100 metreyi dokuz saniyede koşmaya nefesleri yetmemiş, yarışın yarısında taraf değiştirmişlerdir...***Demokrasi için dövüştüğünü söyleyenler, sosyal adalete inananlar, ülkelerinde gençler ölürken suspus olur birden...Barışa inandığını söyleyenler savaşı körükler,silahı olanlar silahsızları ezer... İşte 20 saniye politikacılarıdır onlar, dokuz saniyelik yarışta tık nefes olur kalmışlardır...***Haksızlığa tahammül edemeyenler, haksız yere hapishanede yatan insanlar olduğu-na inananlar,bunlar için naralar atanlar, işçi hakları için canlarını verenler, başkaları için yürüyüş yapanlar, en çığırtkanlar, haksızlıklar için ölürüz diyenler, 100 metre 20 saniyede koşulurken en keskin mücadeleci geçinenler, haksızlıklar işçilerin, Kürtlerin, tanımadıklarının başına geldiğinde seslerini çıkartmaz olurlar...Onlar 20 saniyenin adaletçileridir çünkü. Dokuz saniyeyi çıkartamazlar.***İnsanların gücü, nefesi, donanımı, birikimi, cesareti, dayanıklılığı, 100 metre 20 saniyede kovulduğunda neredeyse birbirine eşittir... Herkes birlikte koşar ama işler keskinleşip de ‘100 metre dokuz saniyede koşulacak’ dendiğinde asıl farklar çıkar ortaya, kimin, nerede, nasıl döküldüğü,taraf değiştirdiği, yarışı terk ettiği ve yarışa devam edenlere nasıl da çılgınca öfkelendiği anlaşılır...***Türkiye 100 metrenin dokuz saniyede koşulduğu bir dönemden geçiyor.Herkes kendi kararını kendi verecek, yarışı kaç saniyede koşacağına...Ama bundan sonra yirmi saniyede koşup, dokuz saniyede koştuğunu söyleyenler öyle kolay kandıramayacaklar insanları...***Sanırım ben de koşmaya başlayacağım...

Devamını Oku

Acıyı, acıklılığa tercih et...

11 Kasım 2014

Zarafeti çok severim, her zaman etkiler beni.Zarif olabilmek bir sanat bana so-rarsanız, sanki öğrenilen bir şey değil de olunan bir şey gibi, ya olabiliyorsun ya olamıyorsun çünkü...Zarif olmak için bir prenses olma-nıza gerek yok, sokakta yaşayan, hayatın zor virajlarından geçen ama yine zarif olan insanlar tanıdım ben...Ve zarafetin yaşadığın hayatla çok da ilgili olmadığını o zaman daha iyi anladım.***Geçen gün boşanmak üzere olan bir arkadaşımla sohbet ediyordum.Acıları, üstelik aşk acılarını anlatmakzordur biliyorsunuz.En azından benim için...Ben öyle düşünürüm, böyle durumlar-da susmak en doğru şeydir diye inanırım...Sanırım bu, benim acının gerçek kişiliği ortaya çıkardığına olan inancımdan kaynaklanıyor. Aşk acısı karşısında, yenildiğin zaman, kaybettiğin zaman, çaresiz kaldığın zaman ne yapıyorsun?Nasıl duruyorsun?***Bence insanlar acılar karşısında verdikleri tepkilerde birbirinden ayrılıyor.Yoksa hepimiz birbirimize benziyoruz ilkel yanlarımızla aslında.Hepimiz kaybedince bağırıp çağır-mak istiyoruz ama bazılarımız bağırıyor, bazılarımız hayranlık uyandıracak bir sakinlikle sadece gülümsüyor...Birini bağıra bağıra ağlatan acı, diğerini de aynı yerinden vuruyor ama o sessizce, kimselere acı çektiğini belli etmeden, hatta bundan utanarak gizlice ağlıyor.***Ben bu farklılıkların insanları ayıran en esaslı şey olduğunu düşünüyorum..Yoksa yok ki birbirimizden farkımız...Arkadaşım da anlatmak da zorlanı-yordu, acısını ‘bağırmak’ istemiyordu...Sadece ‘onu Allah’a havale ediyorum’ dedi...Arkasından da gülerek ekledi, ‘ bu sağlam bir bedduadır, hafife alma.’***Arkadaşım terk edildi, gerçekten içi yanıyor biliyorum, birçoğumuz bunu biliyoruz...Ama yine de hayat şu soruyu çıkarıyor karşımıza öyle değil mi;Terk edilen biri sustuğu zaman mı çok seviyordur, yoksa acısını bağır-dığı zaman mı?Hangisi gerçek sevgidir sizce?Susabilmek mi, çığlık atabilmek mi?Kendi vakarından ve zarafetinden vazgeçebilmek midir sevginin işareti yoksa çelik bir kın gibi acıyı içine hapsedilebilmek mi?Seni sen yapan ölçülerden vazgeçebilmek mi yoksa sen olarak kalabilmek mi?***Bence, bir aşk yaşanırken insan her şeyden, kendisinden, ölçülerinden vaz-geçebilir, belki vazgeçmelidir de...Hatta mutlaka vazgeçmelidir belki...Ama aşk geride keskin bir acı bırakarak bittiğinde insan kendine ve değerlerineihanet etmemeli, kendine sadık kalmalı bana sorarsanız...Bu benim inandığım en temel aşk ölçülerinden biridir...Bir aşk seni başkalarının gözünde utanacağın hallere sokabilir ama ask acısı insanı kendinden utanacağı bir hale sokmamalı.***Herşey bittiğinde insana kendisinden başka hiçbir şey kalmaz çünkü...Acıya dayanamayıp onu da kaybet-tiğinde ise acı da acıklılığa döner.Başkalarını bilmem ama acı bana hep saygıdeğer görünmüştür...Acıklılık ise hep acıklı gelmiştir.Öğüt verebilecek durumda olsam, öğüt verebileceğim herkese aynı şeyi söylerdim:Acıyı, acıklılığa tercih et.İnan, bu daha iyi bir şeydir...

Devamını Oku

Öfke değil… Kuşku değil… Korku değil… Keder değil... Keskin bir küçümseme!

8 Kasım 2014

Babam söylemişti, unutamadığım sözlerinden biridir:‘Annesini küçümseyen kendini küçümser.’Bugünlerde hissttiklerime bakınca babamın söylediği bu söz geliyor aklıma…İçinde yaşadığı toplumu küçümseyen kendini de küçümsüyor kaçınılmaz olarak çünkü...Ve o derin iç sıkıntısı düşüyor insanın içine.Hiçbir şeyin yenilenmediği çorak bir toprak gibi kuruyup gidiyoruz.Sanırım o yüzden aşkların adı değişse de hüsranları, kederleri, bizi yönetenler değişse de de zulümleri, ‘en iyi ben bilirim’ böbürlenmeleri hep aynı kalıyor…O yüzden her defasında yeniden yeniliyoruz.Her yeni tuhaflıkla bir kez daha kopuyoruz kendimizden…Topluma kızdıkça kendimize olan öfkemiz de artıyor…Toplum çirkinleştikçe çirkinliğin gölgesi bizim de üzerimize düşüyor…Topluma güvenmekten vazgeçtikçe kendimize olan güvenimizi de kaybediyoruz.Hayatı yaratacak güçleri olmayanlarla hayat yaşamak canımızı sıkıyor…‘Bağzıları’ yalan söyledikçe, diğerleri o yalanları tekrarladıkça o tarifi zor derin küçümseme içimizi yakıyor.Bazen benim canım çok sıkılıyor iste böyle…Umutsuz, huzursuz, bıkkın oluyorum...Önceleri tarif etmek de zorlanıyordum hissettiklerimi…Öfke değil… Kuşku değil… Korku değil… Keder değildi çünkü…Büyük bir sıkıntı, nedeni varmış gibi gözükmeyen bir iç daralması gibiydi çokca.Zamanla buldum hissettiğim şeyin ne olduğunu…Büyük, keskin bir küçümseme...Önce kendimi, sonra yaşadığım hayatı, sonra da gördüğüm her şeyi…Yaşadıklarıma, yaşananlara, olanlara, olmayanlara karşı büyük bir küçümseme.***Çok da şaşırtıcı değil aslında bu…Yaşadığı ülkede hayatın, insanlığın, mutluluğun nereye gittiğini bir türlü kavrayamayan, hep aynı kavgalarla ve tartışmalarla uğraşan, entelektüel düzeyi böylesine düşük bir toplumun parçası olmak insanda bu küçümsemeyi yaratıyor doğrusu.Bize sunulan hayata bakınca insanın içinde tarifi zor bir sıkışma oluyor…Bundan daha fazlasını hak ettiğimizi biliyoruz.Üstelik bunu yanınızdaki de biliyor… Onun yanındaki de, onun yanındaki de…O yüzden okuduğumuz, gördüğümüz her haksızlıkla, her zekasızlıkla kafası naylon torbaya sokulmuş gibi çaresiz ve havasız kalıyoruz.***Bir türlü kendi kendini temizleyen, kendi içindeki karanlığı aydınlatabilen bir toplum haline gelemiyoruz biz.Kötülük, bir anda büyüyen ve yayılan bir çamura…Haksızlık, insanı çok hızlı yutan bir bataklığa dönüşüyor bizim toplumda.Olmaması gerekenler olduğunda bir türlü onu ezip geçen büyük bir ırmak olamıyoruz…Kirli bir su birikintisi olarak hayatlarımızın kıyısında kalıyoruz.Ve önce kendimizi sonra herşeyi küçümsüyoruz.

Devamını Oku

Dinden de dindardan da korkmam ben...

6 Kasım 2014

Bazen insanlarla ayaküstü sohbet ederken, gazete yazısı yazmak için masama otururken, birilerinin yazılarını okurken hep aynı şey oluyor; o andan sonra ‘eksilmiş, sığlaşmış, aptallaşmış’ olarak hayata devam edeceğim gibi bir his sarıyor her yanımı…Biliyorum…Bunun mantıklı bir açıklaması yok.Ama gazeteleri okudukça, insanlara değdikçe çoğalan bir duygu bu… Yükseklik korkusu -benzeri bir sığlık korkusu.Zekasız bir sığlığın, yazıyı da, beni de, hayatı da parçalayıp yutuvereceğine dair iç karartıcı bir endişe.***Dorian Grey portresi gibi, “çevremizdeki kötülüklerden eskiyecek cildim, içim kalınlaşacak,ışığa kapanacak gözlerim” diye bir korku…Hepimiz böyle olacağız diye korkuyorum aslında… Ölmekten beter olacağız sonunda diyekorkuyorum.Yazmak suç, konuşmak suç, sevişmek suç, mutlu olmak suç, herhangi bir hayattalebi suç…Kötülükleri ve zekasızlıklarıyla boğacaklar bizi diye bir endişe işte.Sizde de var bu biliyorum...***Bir de bunun tam tersi duygular var.Bazen de bir insanla konuşurken, bir yazıyı okurken, bir filmi seyrederken, bir sohbeti dinlerken o duyguların varlığını yeniden keşfediyorum.Çölde bir vahaya kavuşmuş gibi oluyorum.Ferahlama…Gülümseme…Huzur… Mutluluk… Umut…***İnsanların yaratıldıkları günden beri, hayatın bir yıldırım gibi çarparak ruhlarını parçaladığını, ağır darbeleri karşısında acze düştüklerini, bu acıları tevekkül ve tahammülle karşılayabilmek için bir sığınak aradıklarını, sonunda da dini ve tanrıyı bulduklarınıdüşünüyorum ben.Dinde, ruhunun acılarına bir çare değil de, şekilci bir gösterişçiliği bulanların dinin yolundan saptığına inanıyorum.Her yanımız dini bir silah gibi kullanan insanlarla doldu.Din vasıtasıyla Tanrı’yı değil, iktidarı arayan insanlar.Dini de, hayatı da sığlaştırıyorlar gibi geliyor bana.***Dinden de, dindardan da korkmam ben, hiç bir zaman korkmadım.Ama dini bir ‘araç’ gibi kulallananlardan korkuyorum.Kötülüklerin en büyüğü gibi gözüküyor bazen bu bana. Buna cüret eden, bunu yapan, herşeyi yapar diye geçiyorum aklımdan.Tanrı’yı arkasına saklanacağı bir perde gibi kullanmaya kalkışan, o perdenin ardında en büyük suçları işlemekten kaçınmaz.***Müslüman bir ülkede din daha fazla konuşulmalı,daha fazla tartışılmalı bence.Derinliğine, dinin ve dindarlığın ne olduğu, ne olmadığı masaya bir konmalı.Müslümanlık Müslümanlar tarafından tarif edilmeli.Birbirine uymayan tarifler ve fetvalardan hangisinin daha sahici olduğu halkın önünde konuşulmalı.Belki de bu bizi içinde yaşadığımız sığlıktan bir nebze kurtarır.***Ya dini toplum hayatında tümüyle bir yana bırakıp bireysel dünyanda yaşamalısın, ya da bunu toplumsallaştırıyorsan o zaman bunu derinliğine tartışmalısın...Hem toplumsallaştırıp, hem konuşulmazbir tabuya çevrilince din, sığlığın ve suçun barınağı haline geliyor bana sorarsanız..***Aslında bunca lafın yekununda söylemek istediğim basit.Ya dini sonuna kadar konuşup tartışın…Ya da susun, dini kendi içinizde yaşayın…Üçüncü yol din olmuyor, her türlü yalana açık bir siyaset oluyor çünkü…Bu da herkesi boğuyor.Korkutuyor...***Dindar ya da dinsiz…Galiba ikisinin de sahicisi insana iyi geliyor…Aradığımız ne o, ne bu, aradığımız sanırım sadece sahicilik...

Devamını Oku

Kasabanın Sırrı...

4 Kasım 2014

Bugünlerde kime rastlasam ya mutsuz, ya bezgin, ya sıkkın, ya umutsuz, ya şikayetçi ya da kendini köşeye sıkışmış hissediyor. Gazetelere bakıyorum.Sayfalardan mutsuzluk fışkırıyor.Neredeyse mutlu tek bir resim yok.Toplumumuz inanılmaz bir uyum içinde.Tarihimizde az görülmüş bir şekilde birlik ve beraberlik içinde, sınıfsız-imtiyazsız kaynaşmış birlikteyiz şu anda.Herkes birbirine karşı ama herkesbirlikte mutsuz...***Mutlu olan var mı?Hiç kimse yok sanırım...Mutlu bir azınlık bile yok.Peki bu büyük mutsuzluk uyumu nasıl sağlandı?Bu muhteşem toplumsal uyum nasıl gerçekleşti sizce?***Hiçbir kesim, hiçbir zümre, hiçbir sınıf mutlu değil... Herkes bir şeyleri kaybettiği için üzgün ama kimsenin kaybı öbürüne yaramıyor.Öyleyse ortak kaybettiğimiz bir şeyolmalı... Hepimizi tedirgin eden ortak bir şikayet noktası olmalı, öyle değil mi?O nedir?Ortaklaşa kaybettiğimiz şey nedir?***Geçen gün bunları düşünürken aklıma birdenbire o film geldi, hiç vakit kaybetmeden oturup tekrar setrettim...Kasabanın Sırrı.Aslında Robert Crichton’ın kaleme aldığı bir roman bu... 1969 yılında da filmi çekilmiş, Anthony Quinn ve Anna Magnani oynuyor baş rollerinde...Film şunu anlatıyor, 2. Dünya Savaşı yıllarında Mussolini iktidarını kaybeder ve bunun kasabada duyulması üzerine de ayaklanma sayılmayacak bir isyan sonucunda kasaba yönetimi düşüp kasabanın ayyaş şarap yapımcısı Italo Bombolini(Anthony Quinn) kasabanın lideri olur...***Ama ciddi bir sıkıntı beklemektedir kasabayı; o da Almanlar’ın çok kısa bir süre içinde kasabaya gelip kasabanın tüm şarap stokuna el koyacak olmasıdır.Kasabada 1.317.000 şişe şarap vardır ve bunun birkaç gün içinde gizlenmesi gerekir... İşte film tam bu öyküyü anlatıyor.***Seyrederken, Santa Vittoria Kasabası’nın masum olduğu kadar güçlü, daima işbirliği içindeki sade yaşantısına; hayatı üzüm bağlarında geçen ve bundan başka türlü bir hayatı düşünmeyen, köylü halkına dahil oluyorsunuz...Onların hasat zamanı, yüce bir görev duygusuyla gerçekleştirdiği gelenekleri- dansları, türlü oyunları,müzikleri- ile masumiyeti görüyorsunuz...Ve bu masumiyetin, Nazi Almanyası’nın askerleri ile gölgelenişini izliyorsunuz... Ve kasabanın o ortaklaşa kararlılığını...***Kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere tüm halk, Almanlar kasabayı işgal etmeden evvel, gizli bir duvar örerek şarapların çok büyük bir kısmını gizlemek için ellerinden geleni yapıyorlar...Ve her ne olursa olsun, bu sırrı açık etmeyeceklerine de yemin ediyorlar...Şaraplarını da sonuna kadar koruyorlar... Üstelik bir de Almanlarla harika dalga geçerek yapıyorlar bunu...***Nefis cümleler var filmde ;“İnsanlar büyük şeylerde kendilerini kandırmaya hazırdırlar ama ayrıntılarda ender olarak böyle davranırlar.”“Aptalları alkışlamak topluluğun huyudur.”“İyilik yapıldıktan sonra, kötülük yapılmadan önce anlaşılır..”“Bir gün aslan olarak yaşamak, yüzyıl kuzu olarak yaşamaktan iyidir.”“Her insanı yağlamayla elde etmek mümkündür,hatta Tanrı’yı bile. (Zaten dua nedir ki?)”***O filmi seyredince şunu düşündüm…Biz, kasabalarını ve şaraplarını ortaklaşa koruyan o kasabalıların sahip olduğu şeyi kaybettik işte.“Burası bizim ve biz burayı koruyacak zekaya ve güce sahibiz” duygusunu, bu duygunun yarattığı ortak sevinci.Bilmem siz ne dersiniz….

Devamını Oku

Herşey küçük ama sahici...

1 Kasım 2014

Ücra kasabaları merak eder misiniz hiç?Hani arabayla bir sehirden birsehire giderken önlerinden geçersiniz...Köyler, kasabalar, küçükşehirler...Merak eder misiniz oralarda yaşayan insanları?Ben çok ederim.Oralarda hayat daha farklıdır çünkü büyükşehirlerden...Hersey küçük ama sahicidir.***Büyük kentlerde neler olup bittiği, oralarda insanların neler konuşup neler tartıştığı, “kahvedeki amcalardan” başkasını pek ilgilendirmez oralarda mesela.Büyük şehirlere kıyasla dahaküçük, daha dar ama daha sahici birhayat yaşanır oralarda.Herkes herkesi tanır, herkes herkesi bilir, kimse her gün yeniden kanıtlamaya uğraşmaz kendisini,kimse olduğundan başka biriymiş gibi davranmaya çabalamaz.Herkes neyse odur.Hatta herkes biraz fazla neyse odur...***Ben severim böyle hayatları.Oralarda hayatın gerçeklerine dahasık rastlarsınız çünkü.Şehirdeki yapaylıkların çoğu yoktur orada.İnsanlar birbirlerini severler, birbirlerine kızarlar ve beraber yaşarlar.Bu sahicilik nefes aldırır insana.***Yol boyu önünden geçtiğim her evde, yaşadığımı hayal ederim ben, o küçük hayatların bu kadar ilgimi çekmesineşaşırarak biraz da...Aslında biliyorum bu sahiciliği neden bu kadar sevdiğimi, hayatı kendilerine karşı zannetmemeleri, hayatı her şeyden şikayet edecek kadar kolay bulmamaları...Dikkat etmişsinizdir mutlaka, oradakiler çocukları öldüğünde ‘bizim oğlan öldü’ diye anlatırlar, sonra da durur başka bir şey anlatırlar…Canları acımadığından değil, canlarının yanmasını hayatın bir komplosu olarak algılamadıkları için,olduğu gibikabul ettikleri için böyle anlatırlar...Ve hep onların çocukları ölür nedense ve onlar bunu hep ‘ normal’ bulur.İşte bu acı beni oralara doğru çeker hep...***Şehirli insanın egosundan kaynaklanan uydurma dertler yoktur oralarda...Gerçek acılar ve gerçek hayatlar vardır...Bilmem siz de o kasabaları, o köyleri merak eder misiniz?Bence edin...Aklınızda büyüdükçe büyüyensahte dertlerden kurtulmanıza yarar.***Her şey çok önemli şehirliler için.Her şey dert.Onlar kendi küçük kasabalarında oturup küçük, sıradan cümleleriyle konuşurken, bizler sehirde“neden hayat bu kadarkasvetli, ben kimim” türü dertlerimizle egolarımızı her gün biraz daha kabartırız.Bunları şehirlileri küçümseyelim,köylüleri kasabalıları önemseyelim diye söylemiyorum tabii ama sular altında kalan evlatlarını arayan anneleri gördükçe isyanım büyüyor kendimize karşı.***Şehirlerde sahte bir şey var.Hepimizi biraz sahteleştiren, sahte sorunlar yaratan bir sahtelik sızıyorsanki şehirlerin sokaklarından içimize.Kasaba insanlarının da birçok ‘olumsuz ve zayıf’ yanları var elbette ama sorun, şehirlilerin onlardan güçlü gözükmesine rağmen onlara benzeyengüçlü yanlarının olmaması sanki.***Ama siz aldırmayın bana, belki deyanılıyorum...Yine canım canıyor çünkü..İçimi döküyorum size...Güzel bir pazar günü olsun hepinize, belki de söylenecek en güzel sözbudur, kimbilir...

Devamını Oku

Ne saklıyorsun kim bilir içinde...

30 Ekim 2014

İnsan kendisiyle çelişemez diye öğretiyorlar bize... Ne tuhaf... Oysa ki farklı farklı birçok kişiyizdir biz tek bir bedende ve değişir dururuz...İnsan kendisiyle çelişir o yüzden, birbirinden farklı hatta birbirine zıt birçok isteği, duyguyu bir arada barındırır içinde.Korkarız sadece bunlardan.O duyguları, toplumun ahlak anlayışına göre, bize öğretilenlere göre, inançlarımıza göre kendi içimizde bir sıraya koymaya çalışırız.En korktuklarımızı da bir daha asla çıkmayacaklarına inandığımız derinliklerimize kapatırız.***Hepimizin içinde pek çok kimlik var…İnsan, kaç insandan meydana gelir diye düşündünüz mü hiç?İnsanın içinde kaç tane daha başka başka kendisinden var ya da?Çoğumuz kendimizi tek bir insan zannederiz ama için için biliriz bir başkası daha olduğumuzu aslında.Gerçeği sezeriz yani...Bunu bilmeyi istemeyiz sadece...***Oysa düşünmekten korktuğumuz ya da zaman zaman düşündüğümüz ya da hiç düşünmediğimiz seyler de biziz...Evet o düşünmeye korktuğunuz herşey sizsiniz...Tıpkı en dindar olanımızın içinde birgünahkar, en hanımefendinin içinde bir yosma, katilin içinde merhamet, dolandırıcının içinde adalet olduğu gibi...İnsanın içinde insan var.En derinlerinizde saklı olan da sizsiniz…Bütün o çelişkiler de sizsiniz...Hatta her şeyden fazla sizi siz yapan o çelişkiler.***Düşününce ne çok sessiz kalmış, hiç kafasını kaldıramamış kimlikler var içimizde, değil mi?O kimlikleri yok saymak için de uydurduğumuz pek çok yalan yer alıyor hayatımızda.Ne düşünüyorum biliyor musunuz, özgürlük Dediğimiz şey, o kimliklerin hepsinin istediği zaman diğer kimliklerin önüne geçip yaşam bulmasında bence.Kendinizi bir düşünün, “yapmam” dediğiniz, “yapmamalıyım” dediğiniz ne çok şeyi yapmak istiyorsunuz aslında ya da “keşke yapsam”dediğiniz ne çok şeyi yapmaktan korkuyorsunuz.***Daha da beteri, hepimiz korkuyoruz içimizi görmekten kendi gerçeğimizle yüzleşmekten.Bunu bir yapsak, Türkiye’nin birçok sorunu çözülür bana sorarsanız...Kendini kabul eden başkası reddetmeyi aklından geçiremez çünkü...Kendisini bütün halleriyle seven biri, başkasını beğenmemeyi küçümsemeyi aklına bile getiremez.O yüzden ne zaman başkalarını küçümseyen,reddeden, kızan birilerini görsem hep aynı şeyi düşünürüm ben, ‘ne saklıyorsun kimbilir içinde, neyi kabul etmeye bu kadar zorlanıyorsun…’***Ülkenin heryeri acı dolu yine...İşçilerimiz ölüyor, çocuklarımız ölüyor, babalarımız, ağabeylerimiz ölüyor...Toplumsal acıların bile bizi o kadar yakmamasının, kolayca ‘hayat devam ediyor’dememizin bile altında kendi yalanlarımızın yarattığıacılarla kavrulmamız var belki de…Kendimizi, duygularımızı, aşklarımızı, çoşkularımızı, isteklerimizi, çelişkilerimizi küçümsüyor hayatı susukunlaştırıyoruz.Kendi sahte hayatlarımızından utanacağımıza, içimizde kıpırdanan gerçek kimliklerden utanıyoruz...Ve gerçek acılara duyarlılığımızı kaybediyoruz içimizde yanan bu acıdan...***Ölümleri bile önemsemiyoruz...‘Hayat devam ediyor’ diyoruz...Hayat devam ediyor evet, ama istediğiniz hayat mı o devam eden?İçimizden geçtiği gibi değil, olması gerektiğini düşündüğümüz gibi sahte bir hayat o...Hepimizin içinde tek tek bulunan o sahtekarlıklar sonunda birleşip büyük bir sahtekarlığa ve duyarsızlığa dönüşüyor işte sonunda...Bu mu hayat Dediğimiz şey!

Devamını Oku