Mazlumu gördünüz mü hemen onun kimliğine bürünmek gelir içinizden, tıpkı Subcommandante Marcos’un Hitler Almanyası’nda Yahudi, İsrail’de Filistinli olduğu gibi...Gerçekten ben de böyle olurum...Parasızlığın, açlığın, işsizliğin, baskının, korkunun kıskacına hayatını kaptırmış, zalimin pençesini ciğerinde hisseden insanları görünce, insanın yüreğinin kanamaması, üzülmemesi, acı çekmemesi, böyle bir düzende yaşamanın utancını içinde hissetmemesi pek kolay değildir zaten.Ama bu kederli görüntünün ardında, aklın soğukluğunu taşıyan bir başka soru saklıdır benim için .Ezilenler, zulüm görenler, sırf ezildikleri için haklılar mıdır gerçekten yoksa hem mazlum hem haksız olmak mümkün müdür?***Bu soru, yıllarca baskı altında ezildikten sonra iktidara yerleşmeyi başaran muhafazakârlarla ilgili olarak aklıma çok takılmıştı.Mazlumluğu sırtlarında ağır bir yük gibi taşıyanlar, aslında her zaman zulüm sistemine kızmıyorlar, zulüm sisteminin değişmesini istemiyorlar...Onlar mazlumlar arasında olmaya kızıyorlar sadece bence...Bu çok net degil mi?Zalimlere kıskançlıkla beslenmiş bir öfke duyuyorlar ama zalim olmaktan korkmuyorlar.Zalimle mazlum aynı sistemi savunuyorsa...Aynı sistemi savunan zalimle mazlumu birbirinden ayıran, zalimlerin mazlumlardan daha kurnaz, daha akıllı, daha şanslı olmasıdır sadece...Öyle degil mi?Mazlumların perişan hayatı göreni kederlendirir ama o mazlumlar, başka mazlumların ıstıraplarına sırtlarını dönüyorlarsa, haksızlığa değil de yalnızca kendi başlarına gelen haksızlıklara isyan ediyorlarsa, aynı çökmüş sistemin parçalarıdır...Mazlumlar mazlumdur ama onlar bize mazlumların da bazen zalimler kadar haksız olabileceğini gösterir.***Böyle düşününce...Zalimle mazlumu aynı zulüm terazisinde tartıp, birbirlerine benzediklerini görünce...Hayat zorlaşıyor.Çok zorlaşıyor hem de...Mazlumu, sadece ona sahip çıkıp destekleyerek değil, zulmün her türlüsüne, her zaman karşı çıkıp dövüşerek, zulüm sistemini ortadan kaldırmak için mücadele ederek koruyabileceğini anlıyorsun.Mazlumu mazlumlaşarak savunamazsın, zulüm olduğu sürece hep biri mazlum olur çünkü.Zulüm sistemini yok etmek gerekir ki kimse mazlum olmasın.Kimse mazlum olmasın ki, mazlum görünce içim titrer gibi kolaycı,rahat ve çabuk söylenebilen,düşüncenin soğukluğunu taşımayan,alkışı hazır bekleyen insanlar da türeyip durmasın!
Geçen gün çok güldüm sohbet ederken arkadaşımın dediğine, kendi hayatının çok basit sıradan bir olayını anlatırken ‘bu Tayyip Erdoğan’a yapılmış bir darbe girişimidir, kabul edemem’ dedi...Şu sıralarda bu söz yerleşik bir espriye döndü, ne olsa, kimin başı sıkışsa ‘bu Tayyip Erdoğan’a yapılmış bir komplodur’ diyor...***Hani hepimiz suçsuz insanlar içeri atılıyor, herkesin hakkı yeniyor diyoruz ya hukuk bittiği için bu ülkede, buna kesinlikle katılıyorum, çok masumun canı yanıyor….Ama bir de bu hukuksuzluğun içinde gerçek suçluların masum gözükmesi gerçeği var.Pek kimselerin aldırmadığı...Cemaat diye bir suç makinası yaratıldı her suçlu bunu kanundaki bir maddeymiş gibi kullanıyor...“Cemaat yaptı”, “Tayyip Erdoğan’a komploydu”diyen adam öldürmekten bile suçsuz bulunuyor neredeyse...***Neden bu ülkede hiçbir şey gerçek olamıyor çok merak ediyorum...Korkumuz bile gerçek değildir bizim mesela, öyle değil mi?Korkmmız gereken hiçbirşey den korkmaz,korkmamamız gereken herşeyden korkarız...Olmayan bir darbeden korkarız da, olan bir hukuksuzluktan korkmayız.Gençlerden korkarız, şeriatten korkarız,komünizmden korkarız, Kürtlerden, Ermenilerden korkarız, işçilerinden, memurlarından korkarız, yeni fikirlerden korkarız, kahkahadan, sevişmelerden korkarız daDepremden, insanları üzmekten,elektrik kaçağına dokunmaktan, yalan söylemekten korkmayız...***Korkmaktan bıkmaz buraların ahalisi. Ama çoğunluk da yanlış şeylerden korkarız işte...Günlük hayatımızda da öyle değil mi? İnsanları kırmaktan hiç korkma-yız ama sevdiğimizi söylemekten ödümüz patlar.***Belki de “düzelebilmek” için önce korkularımızı düzeltmemiz gerekiyor diye düşünüyorum.Nelerden korkmamız, nelerden korkmamamız gerektiğini öğrenmeliyiz önce.Generallerden, başbakanlardan değil yalanlardan korkmamız gerekiyor…Eşitlikten değil, eşitsizlikten korkmamız gerekiyor.Sevmekten değil, nefret etmekten korkmamız gerekiyor. Korkmaktan değil, yanlış şeylerden korkmaktan korkmamız gerekiyor…***Kağıt üstünde her şey kolay aslında.Neden korkuyorsanız ondan korkmayacak, neden korkmuyorsanız ondan korkacaksınız.Ama yılların çarpılmışlığı kağıt üzerinde kolay düzelse de hayatın içinde o kadar kolay düzelmiyor ne yazık ki.Herhalde en çok da bundan korkmak gerekiyor.***Ama belki de bizim toplumun böyle olması Tayyip Erdoğan’a yapılmış bir komplodur!Şu sıralarda çok gözde olan “sosyolojik analizlere” bakarsak sanırım en doğru saptama da bu olur...
Birkaç gündür gerçektenbahar havası var sanki dışarda... Güneş bir yaz günü gibi ısıtıyor bazen..Renkler, ışıklar öyle birahenkle salınınıyor ki insanı neredeyse huzursuz ediyor bugüzellik kış gününde.***Park’ta dolanıyorum,insanlara ağaçlara bakıyorum...Hatta bir ağaçlara, birinsanlara bakıyorum...Tuhaf iki canlı türü diyeaklımdan geçiyor, birbirine hiç benzemeyen iki kudretlicanlı türü...***Doğanın entresan bircömertliği ve tekdüzeliği var insanı sarsan, öyle değil mi?Hep aynı şeyi hep aynıgüzellikte yapabiliyor...Mesela o ağaç her defasında o en güzel çiçeği açıyor.Sürprizsiz ama her defasındaaynı çarpıcı güzellikle yapabiliyor bunu...***İnsan doğaya bakınca çok şeygörüyor aslında hayatla ve kendisiyle ilgili...Biz asla ağaçlar gibi olamıyoruzhayatımızı ne olursa olsun aynısakin güzellikte yaşamaya devam edemiyoruz...Bir ağacın kendini bildiği gibibiz kendimizi bilip güvenmiyoruz...Her fırtınada önce hayatasonra kendimize güvenimizi kaybediyoruz...Ama şu baktığım ağaç öyle mi,neler geliyor başına yine de sırası geldiğine o en güzel çiçeği açıyor.*** Her şey o ahenkte saklı sanırım, doğanın bir ahenki var bizim ruhumuzda hiç olmayan.İçine doğduğu tabiatı değiştirmek isteyen tek canlı biziz herhalde...Sanırım tüm huzursuzluğumuzun, mutsuzluğumuzun ve muhteşem başarımızın sebebi de bu, sahip olduğumuz koşulları asla kabul edemeyişimiz...***Babam söylemişti bir keresinde, ‘ahengi bozmakiçin yaratıldık biz, hayatımızda ahengi nasıl bulabiliriz ki?’Doğanın sahip olduğu ahengi istesek deyaratamıyoruz gerçekten...Onun sahip olduğutekdüzeliğin mükemmeliyetiyok bizde...Çünkü güzel de olsatekdüzeliğe karşı bizim ruhumuz...İnsanoğlu hayatı kendineverildiği gibi kabuletmek için değil onu değiştirmek için yaratılmış.Bunu yapabildiği için gelişiyor.Bunu yapabildiği için mutsuzoluyor.***Sanırım sır da tam burada işte...Biz doğanın da, Tanrı‘nın dahuzursuz parçasıyız...Belki de ağaçlardan o tekdüzemükemmelliğin gücünü öğrenmemiz gerekiyor...***Bunları düşünürken birdendaha önce okuduğum o öğüdü hatırladım, iki kolunuzu açın ve bir ağaca sarılın, huzur bulursunuzAğaçların enerjisi insanların enerjisini dengeleyip arttırıyormuş...Ve güneşli bir kış günündeönce çoraplarımı çıkarıp toprağa bastım sonra da gözümekestirdiğim en güzel ağaca sarıldım...
Bazen büyük sorunları olan bir toplum olduğumuza seviniyorum...Neden mi?Çünkü aklını ve vicdanını kullanan herkesin kahraman olabilme şansı var da ondan...Düşünsenize; ya her şeyi yerli yerinde, tıkır tıkır işleyen bir devlet olsaydık, hangimiz neyi düzeltip kahraman olabilecektik ki!Tabii bütün bunları kahraman olmayı çok seven bir toplum olduğumuz için söylüyorum.Her an her konuda sonsuz fırsat var ülkemizde kahraman olmak için.Hangi konu ilginizi çekiyorsa...***Sorun konusunda bereketli bir toplumuz…Ama aynı zamanda “sahte kahramanlar”cennetiyiz de...Bir sorunu çözüyormuş gibi yapıp da çözmeyen kahramanlar ülkesi...Dediğim doğru değil mi ama?Ülke karıştıkça…Gerçek kahramanlara ihtiyaç arttıkça sahte kahramanlar da artıyor...***Hani eskiden tahta maşaların ucuna kartondan yapılmış resimleri yapıştırırlar, o resimlerin arkasında dabir mum yakarlar, önüne de perde koyarlardı.Küçücük resimler o perdeye kocaman yansırdı.Yıllarca biz bu tür bir gölge oyunu seyrettikTürkiye’de.Küçücük figürler bize hep kocaman gözüktü.Dünya standartlarına göre sıradan “okuryazarlar” çok meşhur gazeteci, orta halli bir esnaf sayılabilecek insanlar büyük zengin, dünya ölçülerine göre düpedüz cahil olanlar allame-i cihan, uluslararası bir toplantıda seyirciliği zor kıvıracak siyasetçiler önemli devlet adamı olarak göründü gözümüze.Mumlar ve perdeler yüzünden, önemsiz olayları çok önemli olaylar, neredeyse gülünç olan saplantılarınızı çok kutsal fikirler sandık.Gerçek sorunlar ise hep perdenin ardında saklı kaldı.***Hâlâ da aynı şey devam ediyor...Dedemin dediği gibi bu Türkiye don lastiği gibi,çektikçe uzuyor ama bir bırakıyorsun aynı yere dönüyor...Türkiye’de gerçek, güçlü bir değişim rüzgârı esmesi ve bu gölge oyununun perdesini uçurması lazım.Tahta sopaların ucundaki küçücük resimler tüm çıplaklığıyla görünmeli artık...***Ortaya çıkan ve çıkacak gerçeklerin yanında, iç politikadaki itiş-kakış sıkıcı bir horoz dövüşüne dönmeli…İnançların yerini düşünce,kavgaların yerinitartışma,uydurmanın yerini yaratmanın aldığı bir döneme girmeliyiz...Sahneye sahici insanların çıkma vakti geldi.***Sahte kahramanlardan bıktık…Sahici kahramanların zamanı şimdi…Kahramanlığa bu kadar meraklı bir topluma tarihin büyük bir hediyesi bu…Kahraman olmak isteyen herkese yol sonuna kadar açık…Yeter ki cesaretin olsun.
Ne zaman kendi içimizde bir karışsak hep aynı duyguya kapılırım, acaba şu an dünyada neler oluyor?İnsanlar ne konuşuyor?Neyi keşfediyor?Ne kutluyor?Bizim bilmediğimiz hangi gelişmeleri biliyor?***Biliyor musunuz biz yeryüzündeki bütün devrimleri atladık...Ne sosyal devrimler, ne de teknolojik devrimler bizim ülkemizde bir etki yaratmış.Geçmişe şöyle bir bakınca o devrimler yaşanırken o sırada burada yaşayanların, bütün o devrimlere hiç aldırmamış olduklarını görüyor insan.Ne tuhaf değil mi?***Dünya sanayi devrimi, Fransız devrimi, proletarya devrimizi yaşarken Türkler kendi dünyaların küçük gerçeklerini büyük gerçekler gibi yaşamaya devam etmişler...Tıpkı bugün gibi...18. yüzyılın ikinci yarısında,İngiltere’de dokuma tezgahlarının buharla çalışmasıyla birlikte sanayi devrimi gerçekleşmiş...Birçok ülke bu devrimi kendi bünyesine uygulayıp çağ atlamış.Biz aldırmamışız bile…***1789’da bizim tarih derslerimizde Fransız ihtilali olarak okuduğumuz burjuva devrimi birçok ülkeyi etkilemiş, yeni düşünce ve yeni anlayışlar ortaya çıkarmış.Küçük bir zümre dışında biz bunu da atlamış, aldırmamışız. ***1917’de Rusya’da Proletarya Devrimi olmuş..Bütün dünya bundan etkilenmiş.Bütün kapitalist ülkeler bundan etkilenmiş.Yeni düzenlemeler, yeni dengeler oluşmuş.Biz bu devrimle de ilgilenmemişiz.***Gelişmiş dünyayı etkileyen bütün bu hareketlerin dışında içine kapalı, gelişmemiş bir toplum olarak kalmışız.Ve sanırım öyle kalmaya da yemin etmişiz...Ülkenin yapısını değiştirecek büyük atılımlar yerine, küçük grupların arasında geçen iktidar kavgalarıyla uğraşmayı tercih etmişiz hep...Yıllarca, arayı kapamamız, gelişmişlerin çizgisine ukaşmamız imkânsız gibi gözükmüş hepimize.Hala da öyle aslında, biz ve diğerleri gibi bir sınır hep var kafamızda...***Gerçi geçmiş birkaç yılda bir mucize oldu, önümüze gelişmiş ülkelere yaklaşma ihtimali çıktı.Dünyanın seksenlerin sonundan beri yaşadığı teknolojidevrimini, adına bilgi çağı denen dönemi, biraz biraz yakaladık gibi.Zaten bana sorarsanız bu devrim daha önceki devrimlerden nasibini almamış olanlara da bir şans tanıyor.Bilgisayarı tanıdık... En basit haliyle... Artık her yerde bilgisayar var.Tek tuşla dünya ile birleşiyoruz ama hala dünyada olan gelişmeleri politika dünyamıza uygulayamıyoruz.***Teknolojik devrimin günlük aletlerini kullanıyoruz ama dünyadaki zihinsel gelişmişlik hâlâ bizi ilgilendirmiyor.Hâlâ küçük iktidar kavgaları bize çok çekici geliyor.Ama artık kavgalarımızı bilgisayar aracılığıyla yapıyoruz.Şimdi kim bize “Siz teknoloji devrimini kaçırdınız”diyebilir ki, değil mi?Bilgisayarlarda kavga edebiliyoruz en azından.Bana sorarsanız bilgisayarla bile kavga edenlerimiz vardır aramızda!***Bilgisayarları yakalayabildiğimize göre yeni devrimler de yapabiliriz belki, ne dersiniz?Hukuk ve barış devrimi yapalım mesela.Evrensel hukukun ilkelerini ülkemizde de uygulayalım.Bunu kendimiz için yapmasak bile bu yazının benzeri 50 yıl sonra da yazılmasın diye yapalım.Arkamızdan gelenlere ihanet etmeyelim bari...
Hrant Dink cinayetinin dosyaları yeniden açılmaya başlandı...Karanlık gündemin içinde insana ümit veren bir gelişme bu.Yıllardır korunan, hatta korunmak bir yana terfilerle ödüllendirilen bürokratlar sanık sandalyesine oturtulacak.Düşünün bugün suçlanan emniyet ve istihbarat bürokratları sekiz yıldır savcı ve hâkim karşısına çıkarılmamıştı...Bu insanı çarpan ve çok derinden düşündüren bir durum aslında, öyle değil mi?***Bu dosya, devlet içindeki bir hesaplaşmanın sonucunda yeniden açılıyor gibi görünüyor.Eğer gerçek katiller ve bütün bağlantılar ortaya çıkacaksa, davanın yeniden açılma sebebinin ne olduğunun önemi yok.Ama bu hesaplaşmada, gene eskisi gibi cinayet organizasyonun bir tarafı korunup, diğer tarafı suçlanacaksa…Bu dava, adalet için değil de intikam için açılıyorsa, o zaman gerçekleri gene bütünüyle göremeyeceğiz demektir.Katillerin bir kısmı gene gölgede kalacaktır.***Dink cinayetinin bütün failleriyle ortaya çıkması için ülkenin cesur siyasetçilere ihtiyacı var...Çünkü bu cinayet devletin içinde neredeyse her yana ağlarını uzatmış bir örgütün işine benziyor…Devletin her kurumundan birileri bu şebekenin içinde yer almış.Cesur bir siyasi irade, bu cinayetin gerçeklerinin ortaya çıkması için kararlı bir şekilde davranamazsa, biz gene gerçeği bütünüyle öğrenemez, faillerin hepsini yakalayamayız.***Ama sonra cesaret ve siyaset birbirinden nasıl da ayrı düşmüş iki kavram diye düşünüyorum.Dünyanın her yanında siyaset, cesaretten epey uzak.Amerikalı romancı Fletcher Knebel’in çok çok uzun yıllar once Aday isimli bir romanını okumuştum, Amerika’daki başkanlık seçimlerini anlatan...Bir kamyon şoförü, seçimde aday oluyor ve hiçbir politikacının söylemeye cesaret edemeyeceği şeyleri söylemeye başlıyor...Önce adama kimse ilgi göstermiyor...Sonra, çarpıcı gerçekleri şaşırtıcı bir açıklıkla söylemesi dikkat çekmeye başlıyor.Yeni aday kamyon şöförü, seçimde nasılsa seçilemeyeceğini düşündüğünden, hiçbir politik kaygıya kapılmadan sarsıcı gerçekleri büyük bir kararlılıkla açıklamaya devam ediyor...Zamanla taraftarları artıyor ve popüler bir başkan adayı haline dönüyor.***Ve büyük bir partiden adaylık teklifi alıyor...Kabul ediyor...Ve herşey değişmeye başlıyor o andan itibaren...Seçilme şansını hisseden kamyon şöförünün önce konuşmaları değişiyor.Öteki politikacılar gibi konuşmaya başlıyor.Ve seçimi de tabii ki kaybediyor.İktidarın ihtimali siyasetçileri değiştiriyor, iktidar tabii ki değiştiriyor.Hrant Dink davasını düşündükçe aklıma o kamyon şöförünün politik bir kaygı duymadan nasıl da cesur olduğu geliyor...Bizde de öyle bir siyasetçi ya da öyle bir parti çıksa ve bütün cinayetlerin, suçların arka planını anlatsa…Bir hayal tabii…Ama güzel bir hayal.***Dink cinayetinin içyüzü bütün açıklığıyla ortaya çıkacak mı?Hrant Dink davası, bu devletin temizlenmesi için önemli bir köşe taşı.Bütün gerçek ortaya çıkarsa devletin içinde ciddi bir temizlenme de olur.Bizdeki siyasi kadroların ve yargının gerekli cesareti gösterip gösteremeyeceğini göreceğiz.Umarız bu cesareti gösterirler ve büyük bir cinayet şebekesi bütün üyeleriyle birlikte adaletin önünde korkunç cinayetin hesabını verir.
Yeni yıl geliyor...Her yer ışıklı, her yer renkli, her yer hareketli şu günlerde...İnsanları izliyorum.....Her birini durdurup, o klişeyi tekrarlamak , ‘bugün geri kalan hayatınızın ilk günü’ demek istiyorum...Bu gerçek, onları irkiltir mi ya da irkilseler bile bu hayatlarında neyi değiştirir acaba diye düşünüyorum...Her yer ışıklı ama geçen insanlarınyüzlerinde bir gölge var sanki...Zorluklardan ve acıdan kaçmaya çalışmanın gölgesine benziyor.***Zor ve acılı zamanlardan geçiyoruz.Bu hiç bitmiyor, eskiden de böyleydi…Galiba acıdan korktuğumuz ve acıyıhissetmek istemediğimiz için de gerçeklerle yüzleşmek yerine,içimize kapanmaya, acıdan kaçınmaya uğraşıyoruz.Kendimizi uyuşturmaya çabalıyoruz.Bizi uyaracak, irkiltecek, kendimizi sakınmamızı sağlayacak acıyı duymuyor, kendimizi de, insanlarımızı da fedaediyoruz...Yaşıyor ama kendi hayatımızı kucaklayamıyoruz.Kendi hayatımıza bile yabancı gibiyiz.***Acının her türü korkutuyor bizinedense...Neredeyse hayatımızın önemli bir bölümünü acılardan sakınabilmek için bir şeylerden kaçmakla geçiriyoruz..Sonunda belki acı vardır endişesiyle bize sunulan birçok zevkten kendi isteğimizle vazgeçiyoruz...Dileğimiz acının varolmaması.“Keşke acı hiç olmasa” deyip duruyoruz...Acı kaybolduğunda dünyanın nasıl bir yer haline gelebileceğini düşünmüyoruz pek...***Çok ender rastlanan bir hastalık vardır ya bu hastalığa yakalananlar hiçbir fiziksel acı hissetmezler...Parmakları kopsa hiçbir şey duymazlar ya da ateşle yanıp kavrulsalar bunu fark etmezler ya da bir yere çarpsalarirkilmezler.Acı duymadıkları için kendilerini tehlikelerden sakınamaz bu insanlar.Vücutları parça parça olur o yüzden.***Bizler de bugün ‘acısını’ kaybetmiş insanlar gibiyiz...O yüzden her yanımız parçalanıyorama fark etmiyoruz.Gençlerimiz ölüyor, işçilerimizölüyor...Hayallerimiz ölüyor, umutlarımızölüyorAşklarımız, hayatlarımız ölüyor...Acılarını duymuyoruz.Acı çekmekten bu kadar korkarkenacı çekmediğimiz için her şeyimizi kaybediyoruz.***Acı orada duruyor.Ya onu hisseder ve o acıdan kurtulmaya çalışırsın…Ya da o acıyı hissetmez ve acı dolu gerçeklerin seni paramparça etmesini izlersin.Biz yüzlerce yıldır ikinci yolu seçiyoruz galiba.Bu yüzden de başımıza gelmedik kalmıyor.Acı hiç bitmiyor.***Yeni bir yıl geliyor…Yeni bir yıl gelirken bütün insanların acılarını farkedebilmelerini diliyorum.Herkese karşısındakine duygusu aşkın büyüklüğünü hissetirecek aşk acıları diliyorum...Hayatın, değişimin, mücadelenin tadını ancak bu acıyı duyduklarında yaşayabileceklerine…Ancak acıyı hissettiklerinde acıdankurtulabileceklerine inanıyorum çünkü.
Yıllar önce dinlediğimbir hikayeyi hatırlıyorum yaşadıklarımıza baktıkça.Komünist olan ama Sovyetler Birliği’nde olanları pekde komünistçe bulmadığı için partisinden atılan Kapinsk’ininbir röportajında anlattığı bir hikayeyi dinlemiştim bir gün eve gelen bir dostumuzdan.Bir ülkede insanların hepsi iki kere ikinin altı olduğuna inanıyormuş.Matematikçiler bu durumu araştırmışlar ve araştırma sonucunda iki kere ikinin dört olduğunu keşfetmişler.Durumu hemen krala anlatmışlar.“Biz yıllardır yanılmışız, iki kere iki dört ediyormuş.”Kral da biraz düşünmüş ve sonra:“Halk yıllardır iki kere ikinin altı olduğuna inandı. Şimdi bunu birden değiştiremeyiz, önce alıştıralım. Siz ikikere ikinin beş olduğunu açıklayın önce” demiş.***Nedense bu ülkede ne olsa, nedinlesem, ne görsem bu hikaye aklımdan bir geçiyor...Bizim ülkemizde de sanki tam bu durum yaşanıyor.Artık kimse kolay kolay “İki kere iki altı eder” diyemiyor ama hala iki kere ikiyi de dört ettiremiyoruz bir türlü.“İki kere iki beş”te sıkışıp kaldık.***Eski ve saçma inançların ezberlenmiş konforu bozuldu, çoğunu unuttuk bile hatta ama hala kesin doğrulara da bir türlü ulaşamadık.Kafamız hep karışık nedense...Bir işin doğrusunu hep beraber bir türlü bilemiyoruz sanki... Düşünmüyor musunuz sizde bazen neden kafamız bu kadar karışık diye..Neden bu kadar karmakarışık duygular içindeyiz çoğumuz?Ne kendimizi tanıyoruz doğru dürüst, ne hayat hakkındabir şeyler biliyoruz, ne de ülkede aslında ne oluyor anlıyoruz...***Bunun sebebi sanırım bilmemiz gereken en temelşeylerin bile bize söylenmiyor olması.Bir durup düşünün, bugüne kadar devletin aldığı hangi kararların nedenlerini biliyoruz ya da hukukun verdiği hangi hükümlerin...Size de olmuyor mu bu,tuhaf şaşkın bir suratla uzak-lar baktığınız duyduklarınız ya da yaşadıklarınız karşında...Sanırım şeffaf olmayan bir ortamda olduğumuzu hep biliyoruz aslında ve bu hep o aynı kuşkuyu yaratıyor içimizde...Bir haksızlık var ve kandırılıyoruz kuşkusunu.***Oysa ki bazen de haksızlıkyok ve kandırılmıyoruz.Ama öyle hatalar yapılıyorki artık kim haklı, kimhaksız birbirine karışmış durumda. Kafalarımızın içi allak bullak işte.Bütün kavramlar birbirinegirdi. Bazen bir haksızı savunmak, bazen de bir haklıya karşı çıkmak zorunda kalabiliyoruz.Bu durum bazılarımızı suskun, bazılarımızı yalancı, bazılarımızı öfkeli, bazılarımızı dakorkak yapıyor.İnandığını bu kafa karışıklığı içinde bir başka şeye dönüşmeden anlatmak giderek zorlaşıyor.Ne desen aslında düşündüğün şeyi diyememiş oluyorsun, öyle değil mi?***İki kere iki altı değil, bunu öğrendik.“Şimdi galiba sıra iki kere iki beş de değil”i öğrenmekte…Ama “iki kere iki altı”dan yola çıkıp “iki kere ikibeş”ten geçerken insan “iki kere iki dört”-ten bile kuşkulanır hale geliyor işte.