Sanırım astroloji gerçekten her şeyi belirliyor...Bilgisayarım kitlendi, tek bir komut almıyor... Sebepsiz, öylesine, aniden bozulmak istedi...Çünkü onu kimse bozmadı, başına hiçbir şey gelmedi... Düşmedi, bir virüse maruz kalmadı...Ama beni dinlemiyor artık...Koca birgün onunla uğraştım ama olmadı...Sonra internet kesildi ya da çok yavaşladı...Yazıyı gönderme vaktim yaklaştıkça sanki her şey daha da karıştı...En sonunda ‘bir giriş yaz mesaj at altına da eski yazılarından birini koyalım’ dedi gazeteden aklına güvendiğim bir arkadaşım...Ben de size bu yazıyı seçtim... Aradığı gücün kendinde olduğunu unutanlar için...***‘İnsan kendisini inşa eder’ dedi babam geçen gün bir deniz kenarında buluşup sohbet ederken…‘Kendini yaratır, kendisi karar verir nasıl biri olacağına’ dedi.‘Kendini yaratacaksın başka hiç bir çare yok, tembelliği bırakıp inşaata girişeceksin ve istediğin hayatı kuracaksın. Bunu yapmazsan, bütün hayatını el değmemiş inşaat malzemelerinin ortasında, senden nasıl bir bina çıkabileceğini bilemeden üşüyerek geçirirsin. O malzemeler orada durur, sen de çamurlu bir şantiyede ümitsizce oturursun.’Hayatın en eğlenceli oyunu bu belki de… Bizden ne çıkacağını, içimizde ne tür bir “bina” için yeterli malzeme olduğunu bilmiyoruz.Bilmiyoruz hangi yeteneklerin başında sessizce beklediğimizi…Aslında neler yapabileceğimizi… Gücümüzü, dayanıklılığımızı,cesaretimizi… Bilmiyoruz. Bilmeyi istiyoruz belki…Ama bunun için uğraşmayı istemiyoruz…Çoğumuz bir inşaata girişmek, kendini inşa etmek yerine, bir şantiye yerinde sızlanarak oturuyor.***İnsanın kendini doğurması herhalde bu hayatın en zor işi.Hiç kıpırdamadan kadere boyun eğmek hatta bunun için büyük acılar çekmek bu oyunun en kolay parçası… Belki de o yüzden bulamıyoruz bizde saklı olanı.Geçenlerde Muhammed Ali’nin bir belgeselini seyrettim… Muhammed Ali’nin dövüştüğü boksörler Muhammed Ali’yi anlatıyor… 10 eski rakibi.Belgeselin tamamında hayatla ilgili sayısız akılda kalacak ‘an’ vardı…Beni en fazla etkileyenlerden biri, o boksörlerden birinin gençken babasıyla yaptığı konuşma oldu.Karısından ayrıldıktan sonra, çocuğuyla parasız ve mutsuz bir hayat süren ve sıkıntılar dayanamayacağı kadar zor bir hale gelince babasını arayıp yardım istemeye karar veren çaresiz boksörün hikayesi oldu beni en fazla çarpan.Babasına ‘baba çok zor durumdayım, yanına gelmek istiyorum’ dediğinde babası ona ‘oğlum şimdi sana yardım edersem hayatın boyunca sana yardım etmek zorunda kalırım… Sen şimdi erkek ol, ayaklarının üstünde dur ve hayatını kur ’ diyor.Aradan iki sene geçiyor, o çaresiz hayat yaşayan genç boksör dünya şampiyonu oluyor.Mecbur kaldığında içindeki o büyük yeteneği keşfeden boksör, babasını aradığında hangi büyük yeteneğin kenarında durduğunu, kendinden nasıl bir bina inşa edebileceğini bilmiyordu.Bizim gibi…Aradığı gücün kendisinde olmadığına inanıyordu.Bir “dünya şampiyonu” yaratacak malzemenin yanında ağlayarak oturuyordu. Hayat onu zorlayıp da inşaata giriştiğinde ise, kendisinden bir şampiyon inşa etti.***Çoğumuz, belki de hepimiz o boksör gibiyiz işte, bilmiyoruz kendimizden neler yapabileceğimizi.Bilmiyoruz, gücümüzün hangi dertlerimize deva olabileceğini.Ve hayat bunu size siz hareket etmeden söylemiyor ne yazık ki…İnşaata girişmeden bunu öğrenmek mümkün olmuyor.Kendinizle ilgili gerçeği bilmek mi istiyorsunuz?Öğrenmek için, kolları sıvayıp kendini inşa etmeye girişmekten başka çare yok…Siz bir şey yapmadan hayat size bir şey yapmıyor çünkü…
Entresan bir kitap okuyorum uzun zamandır... Uzun zamandır diyorum çünkü gerçekten okuması uzun sürüyor, Levh-i Mahfuz...Bir Kur’an tefsiri bu...Her sayfasından sayısız yazı yazılacak bir kitap...Ama son günlerde geldiğim bir bölüm var ki gerçekten ilgimi çekiyor...Kuran’da geçen ve günlük hayatta sık sık kullanılan tövbe, aslında Tanrı‘nın bizi değil insanın kendisini bağışlamasını anlatan bir kavrammış...Kendi iç barışını sağlamakmış...Eski yaşanmışlıkların ruhumuzda bıraktığı izleri silmekmiş...Tövbe etmek, kendimizi affetmemiz, kendimizle barışmamız demekmiş...***Doğu mistizmindeki karma temizliğini andıran bir yanı var.İç barışını tesis ettiğin, yaşadıklarınla barışmayı başardığın an tövbe devreye girmiş demekmiş...Geriye dönük hayalmiş...Bu anlatımı çok sevdim doğrusu...Ve diyor ki kitap, insanlığın en büyük sorunu,insanlığın kendini ve karşısındakini affedememesidir...***Bunları okurken aklımdan şu geçti hemen, bizim toplumun tövbe etmesi ne kadar güç, değil mi?Kendini sevmesi ve bağışlaması...Hayatın bütün inceliklerinden teker teker kopmuş bir milletiz...Hiçbir şeyin beğenilmediği, her şeyin küçümsendiği, kimsenin kimsedeki farklılığı hoş karşılamadığı hayatlar yaşıyoruz.Sanki insani olan ne varsa akıp gitti ruhumuzdan...Kör ve zekasız bir nefretle başbaşa kaldık...Başkasına duyuluyormuş gibi duran ama kendimize duyduğumuz bir nefret...***Korkarım bu toplumun, dürüstlükle, açıklıkla, gerçek duygularla barışması, Kürtlerle Türklerin, dindarlarla laiklerin, kadınlarla erkeklerin barışmasından bile zor...Yıllarca küçük ve dünyaya kapalı bir köy gibi yaşamanın sonuçları belki de bunlar.Dürüstçe yaşamayı günah ve ayıp gören ortak bir köylülük.***Kendimizle, gerçeklerimizle, duygularımızla nasıl barışacağız, duyguları, arzuları, mutluluğu ayıp sayan bu köylülükten nasıl kurtulacağız acaba bilmiyorum...Öyle çok düşmanlıklarla kuşatmışız ki kendimizi yapmamız gereken çok barış var.En zoru da, kendimizle ve gerçeklerimizle barışmak....Kendi yaptığımız her şeyi, başkası yaptığında lanetleyerek mutlu olmaya çalışıyoruz. Hayatı bir ikiyüzlülüğün üstüne kurmuş, yaşıyoruz...***İşte tam Şolohov’un romanında anlattığı gibi...Savaş zamanı çok az erkek vardır köyde… Şehvet şeytanı dolaşır köyün içinde…Ama gündüz vakti herkes tanımamazlıktan gelir onu… Geceleri ise gizli gizli erkekler girer yalnız kadınların evlerine…Herkes bilir ne olduğunu ama hep birlikte görmezlikten gelirler.Yalnızca genç bir delikanlıyla evli bir kadın açıkca yaşarlar yasadıklarını…Ve bütün köy onlara düşman olur, yaptıklarını ahlaksızca bulur, suçlarlar onları.Kendileri de aynı şeyi yaparlar ama o ikisine kızarlar.Solohov der ki ‘çünkü sadece o ikisi açıkca yapıyordu yapacaklarını.’***Böyle yalanlarla yaşarken ve yalanlardan asla vazgeçmezken tövbe edip kendinle barışmak mümkün mü?Bu kadar yalanla huzura kavuşulabilir mi?İkiyüzlülükle yaşadığımızı bile bile kendimizi affedebilir miyiz?***Sizce bir gün, toplumca tövbe edebilecek bir düzeye gelebilecek miyiz?Yoksa bu toplum tövbesiz yaşamaya mı mahkum?iPad’imden gönderildi
Zaman zaman hayat çok gelir bana, ölmek zordur ama yaşamak çok daha zor görünür bazen nedense...Yaşamanın bir kuralı var ve onu kaçırıyor muyum diye düşündürür..Hep bir hayalle hakikat arasında kaybolmuşum gibi bir duyguya kapılırım.Ve bir türlü bilemem yaşamak nedir gerçekten?***Cuma gecesi sabaha karşı gözlerimi açtım aniden… Uyandım.Pencereye doğru baktım.Dışarda kimse yoktu ama hiç bilmediğim bir yerden, ne olduğunu anlamadığım bir sesler geliyordu...Ne olduğunu anlamaya çalıştım önce...Sonra ne kadar çalışırsam çalışayım aslında ne olduğunu anlayamayacağımı fark ettim.O sesleri gerçekten duyup duymadığımı bile anlayamadım, uykuyla uyanıklık arasındaki bir rüya parçası mıydı diye kuşkulandım.***Sonra iyice uyanıp kendime geldim.Bir kahve koyup bir sigara yaktım.O kısacık zaman parçasında ne oldu diye sordum kendime, gerçekten bir ses duydum mu yoksa rüyadaki bir sesi gerçek mi sandım yoksa gerçek bir ses rüyamın arasına mı karıştı?Nedense gördüğümüz hiçbirşeyin aslında gördüğümüz şey olmadığı geçti aklımdan birden gecenin içinde.***O an, en bildiğimiz kendimizin bile gerçeğini bilmediğimizi düşündüm…Duygularımızın bile biz farkında olmadan değiştiğini, içimizde aslında neler olduğunu hiç bilmediğimizi...Ve koca bir hayatı aslında ne olduğunu anlamadan geçirdiğimizi...***Gördüğünün anlamını kim anlayabilir ki gerçekten?Hangimiz hakikati görebiliriz?Hangimiz aslında kim olduğumuzu bilebiliriz?Hangimiz aslında ne oluyor bilebiliriz...Sadece düşünürüz, varsayımda bulunuruz, sonuçlar çıkarırız ve buna bilmek deriz...***Platon’un mağara hikayesini ilk duyduğumda hayatın bir ‘kandırmaca’ olabileceğinden ve gerçeği görmenin hatta sezmenin sandığım kadar kolay bir iş olmayabileceğinden kuşkulanmıştım.Hangisine inanacağız?Düşündüklerimize mi, gördüklerimize mi yoksa hep bir bilinmeyen olduğuna mı?Yoksa hepsine birden mi?***Platon’un mağara mitinde anlattığı o karanlık mağarada duvara dönük oturan zincirli insanların, mağaranın kapısından giren ışıkla dışarıdan duvara yansıyan gölgelere bakarak hayatı anlaması gibi belki de bizim de hayatımız.Duvardaki gölgeler var, bir de mağaranın dışındaki hakikat.Dışarda sesler var...Bir gördüklerimiz var…Bir de gördüklerimizin ötesindeki gerçekler var...***Gerçeklerin ne kadarını gördüğümüzü ya da gördüklerimizin ne kadarının gerçek olduğunu anlamamız neden bu kadar zor sizce?Tanrı burada ne demek istiyor?Rıza Tevfik’in eşi öldüğünde kızı Selma’ya yazdığı şiirindeki o ünlü mısralar gibi belki de…“Varlık budur benim için, hatta senin için de;‘Bir hakikat var mı? ‘ derken bir hayale döneriz.”***Ne olduğunu tam da anlamadan yaşayıp gidiyoruz…“Bir hakikat var mı” derken yavaş yavaş bir hayal olmaya doğru yol alıyoruz...Belki de budur bizim maceramız.Hayalle hakikat arasında bir yolculuk işte…***Bazen hayat çok gelir bana…O zaman böyle şeyler düşünürüm.Sırtı hayata dönük bir insanın çaresizliğine ve kuşkularına kapılırım.
Artık neredeyse parçamız haline gelen bitkinliğimizi, ezikliğimizi, burukluğumuzu ışıklarıyla silip yok eden bir kış güneşi bu ülkede bile insanı umutlandırıyor doğrusu.Dün neredeyse yaz güneşini andıran bir kış güneşi vardı dışarda...Erkenden sokaklara çıktım...Sevinçliydim.***“Bir sabah vakti ışıyıveren kış güneşinin yaptığını biz kendimiz yapamaz mıyız?” diye düşündüm...Neşelenmek için güneşe ihtiyaç duyanların memleketiyiz biz...Sanki güneşi aylarca doğmayan bir kuzey ülkesi gibiyizKasvetliyiz, sıkıntılıyız, umutsusuz…Bir parça sevinç duyabilmemiz için bile sıcak bir kış güneşi gibi “olağan dışılıklara” muhtacız.***Olağan olanlar çok bunaltıcı çünkü…İyi bir habere hasretiz…Bize güven verecek, yaşadığımız ülkeye, bu ülkenin adaletine, toplumuna, geleceğine dair içimizi aydınlatacak bir gelişme arıyoruz her yanda.Bulamıyoruz.Toplumun bir yarısı sevindiğinde, diğer yarısı kan ağlıyor.***Ülke, nefretle dolu, ülkeyi şöyle bir sıksan nefret patlayıp fışkıracak.Nefretin böylesine somutlaşıp, canlı bir organizmaya döndüğü bir dönem ben hiç hatılamıyorum.Böylesine öldüresiye bir nefret ürkütüyor insanı, umutsuz kılıyor.***Sanki toplumun bütün duygusal çizgileri silindi.Nefret bütün duyguları ezdi geçti.Toplumca sevinip, toplumca üzüldüğümüz bir olay hatırlıyor musunuz?En korkunç facialarda bile, o faciaya üzülebilmek için kurbanların ve sorumluların kimliklerine bakıyoruz.Sorumlu “bizden” biriyse, üzülmek yerine “kurbana” kızıyoruz.***Böyle bir toplumun hayırlı,umut verici bir geleceği olabilir mi?Bu kadar öfke ve nefret bir toplumu zehirlemez mi?Zaten zehirlenmiş gibi değil miyiz?***O kadar neşeye aç bir haldeyiz ki bir kış güneşinde bile bir sevinç bulabiliyoruz.İçimiz ışıyor.Neşeleniyoruz.Ama bu neşeyi kendimiz yaratamıyoruz, bu kasveti kıramıyoruz…***Dün o parlak kış güneşi sevindirdi beni, neşelendirdi.Sokaklarda dolaştım.Sonra güneş battı.Karanlık çöktü....
Pazartesi günü Hrant Dink’in katledilişinin sekizinci yılıydı...Sekiz yıl oldu bu cinayetin karanlığı üzerimize çökeli... Hrant Dink öleli...Ve Hrant Dink ‘hâlâ ölüyor.’***Biz, ‘sessiz duran’ gerçekleri görmeye pek alışkın değiliz... Bizim gerçekleri görebilmemiz hep o gerçeklerin bağırması gerekiyor. “Ruh halimin güvercin tedirginliği” dediğinizde kimse dönüp bakmıyor. Size bakmaları için önce ölmeniz gerekiyor bu ülkede...Ve bazen bir kere ölmek de yetmiyor bu topraklarda gerçekleri görmek için.Defalarca ölmeniz gerekiyor gerçeği anlatmak için...***Hrant Dink dendiğinde hep aynı iki isim aklıma geliyor benim nedense, Yaşar Büyükanıt ve Tayyip Erdoğan...İktidar, katili yakalıyor ama gerçeği sorgulamayı bir türlü yapmıyor çünkü...Cinayetin hemen ardından “Hrant Dink’i devlet içindeki güçler öldürdü. Siz belgelere, bilgilere sahipsiniz, ne düşüyorsunuz?” diye sorulduğunda eski başbakana, Başbakan “Beni de tehdit ediyorlar” demiş. “Kim?” diye sorduklarında da “Kim olduklarını iyi bilirsiniz” diye eklemişti..***Genelkurmay’ın 27 Nisan muhtırasından sanırım bir ay önce olan bir açıklamaydı bu... Bana hep şunu düşündürmüştü bu, Hrant Dink’i öldürmek için planlar yapılırken, bir başka tarafta da darbe planlarının yapıldığı, ülkeyi ‘düzeltmek’ isteyenlerin harekete geçmeye hazırlandığı bir dönemdi o...Hrant Dink’in ve iktidarın düşmanları ortak gözüküyordu.***Cumhurbaşkanının hala tehdit edildiğini sanmıyorum... Bunu kimse sanamaz zaten sanırım değil mi gelinen noktada, o zaman bu cinayet niye hala karanlıkta duruyor?En büyük soru bu işte...Burada devreye Orgeneral Yaşar Büyükanıt giriyor benim okuduklarımı alt alta yazdığımda...Hâlâ içeriğini bilmediğimiz Dolmabahçe görüşmesi, sanki çok şeyin karakutusu gibi...Orada ne konuşulduysa...***Hrant Dink’in avukatı Fethiye Çetin’in Utanç Duyuyorum kitabında vardı, diyordu ki Çetin, “Dolmabahçe buluşması 2007 Mayıs’ında. Hrant Dink cinayeti 2007 Ocak’ında. Ergenekon soruşturması da Dolmabahçe görüşmesinden hemen sonra başladı. Bir ihbarla Ümraniye’deki el bombaları bulundu. İşte bu tarihten başlayarak acaba Dolmabahçe görüşmesinde bir uzlaşmaya varıldı ve bu uzlaşmada Hrant Dink dosyası pazarlık malzemesi olarak kullanılıp Hrant Dink dosyası iktidar savaşına feda mı edildi? Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde Özel Harp Dairesi’ne bağlı Seferberlik Tetkik Kurulu’nun şube sayısının arttırıldığı, görev tanımının genişletildiği, asıl görevinden ziyade ülke içindeki muhaliflere yönelik faaliyetlere izin verildiği, ‘iç tehdit’ belirleme yetkisi ile belirlenen hedeflere karşı mücadele yetkisi verildiği yazılıydı. Elde bunca bilgi ve iddia olmasına rağmen niye Büyükanıt’a dokunulmadı?”***ABD’nin Ankara eski büyükelçisi Pearson‘ın “Genelkurmay Başkanı Özkök’e karşı olan yedi general var. Büyükanıt’ın ise ikili oynadığı söyleniyor” diyordu Wikileaks notlarında...Orgeneral Büyükanıt büyük bir gururla ve hiç endişe etmeden 32.günde ‘O muhtırayı evde televizyon izlerken kalktım ve ben yazdım‘diyordu..***Belki de ilk başlarda Orgeneral Büyükanıt darbeye inanıyordu ama Orgeneral Şenuygur, onun genelkurmay başkanlığını engellemeye, ailesi hakkında dosyalar tutmaya başlayınca fikrini değiştirdi...Ve Dolmabahçe’de bir anlaşma yapıldı gerçekten.. Hatırlayın, Ergenekon soruşturması sırasında Eruygur’un evinde ve işyerinde yapılan aramada Büyükanıt’ı engellemek için hakkında yaptırdığı çok geniş araştırmalar çıkmıştı.***Darbecileri engellemek için yapılan anlaşma karşılığında Hrant Dink cinayetinin karanlıkta kalması ortaklaşa kabul edilmiş olamaz mı?Fethiye Çetin, “olabilir” diyor.Siz ne dersiniz?
Viyana’da 21 yıldır palyaçoluk yapan Hakan Yavaş, yıllar önce Şehir Tiyatroları’ndan gelen teklif üzerine oyuncular için palyaçoluk atölyesi kurmuştu.Atölye, oyuncular içindi ama 50’nin üzerinde doktor, ressam, avukat, mühendis, işadamı, garson ve yönetici katılmıştı bu atölyeye...Atölyeye kimse palyaço olmak için gitmiyormuş aslında.Palyaço eğitimi, insanların kendilerinde eksik buldukları noktaları güçlendiren, zayıf yönlerimizin aslında güçlü taraflarımız olduğunu ortaya çıkaran kişisel gelişim metoduymuş.İnsanların kendini doğru ifade etmesini ve duygularını açığa çıkartmasını sağlıyormuş.***İnsanları “güldürmeyi” öğrenmenin eksik noktalarımızı güçlendirmesi, zayıf yönlerimizin aslında güçlü taraflarımız olduğunu ortaya çıkarması çok ilgimi çekmişti.Güldürmek, insanı güçlendiriyor demek ki… Halbuki bizim kültürümüz, güldüreni hep küçümseyen bir kültürdür.“Palyaço” sözcüğü bir hakarettir mesela.***İnsanları ağlatmak için bir zekaya ihtiyaç yok.Zorbalık, kabalık, terbiyesizlik yeter insanları ağlatmaya…Ama güldürmek için mutlaka zekaya ihtiyaç vardır.Kahkahayla zeka arasında ciddi bir ilişki bulunur her zaman.Belki de palyaçoluk atölyesi, insanlara zekalarını kullanmalarını ve zekalarının farkına vararak güçlenmelerini öğretiyordur.Gülmenin, güldürmenin küçümsenmesi aslında zekanın da küçümsenmesi anlamına geliyor bence.Hatta zekanın korkulacak bir düşman olarak görülmesi demek oluyor.Bizim kültürümüz ise güldüreni, zekayı değil, korkutanı, ağlatanı önemli buluyor ne yazık ki...***Bizim siyasi tarihimize baktığınızda, siyasetçilerimizden bize kalan kaç espri hatırlarsınız mesela?Sanırım Batı’yla aramızdaki en büyük farklardan biri de bu.Onların siyasi tarihi esprili anektodlarla dolu, espri onlar için bir avantaj.Biz ise espriyi, kahkayı bir tür “hafiflik” olarak görürüz.Bugün Selahattin Demirtaş dışında Türkiye’de esprili bir lider yok.Şöyle bir düşünün…Bizim siyaset dünyamız da zeka ve espri üzerinden kendine bir kanal açabilseydi, yaşadıklarımız daha farklı olmaz mıydı?Daha güvenli siyasetçilerimiz, zayıf noktalarını güçlendirmiş liderlerimiz bulunmaz mıydı?Öyle insanların siyaseti de daha olumlu yönde etkilemez miydi toplumu?Deli gibi birbirimizden nefret etmek yerine, daha hoşgörülü, daha sevecen bir toplum haline gelmemizde önemli bir mesafe kat etmez miydik?***Ama ne insanlarımızın, ne siyasetçilerimizin öyle bir talebi yok.Onlar korkutucu olanı, korkutmayı seviyorlar.Zekayı değil korkuyu saygıdeğer buluyorlar.Zekayı, kahkahayı küçümseyerek bir toplum mutlu olabilir mi?Bu sorunun cevabı belki başka bir soruda saklı.Biz hiç mutlu bir toplum olabildik mi?***Belki genç siyasetçiler şu palyaçoluk atölyesiyle ilgilenirler.Belki siyasete zekanın da katıldığı yeni bir siyasi iklim gelişebilir.Gezi’deki esprilere, twitterda karşılaştığımız şakalara baktığımızda, zekadan o kadar da korkacak bir toplum olmadığımızın ipuçlarını görüyoruz.Zeka ve espri toplumun içinde duruyor, onları yücelten bir anlayış belki de toplumun “zayıf noktalarını” güçlendirmesini öğretir bize.Niye olmasın...
Cumhuriyet kurulduğundan bu yana koskoca doksan bir yıl geçti...Hala Kürt sorunu var, hala Alevi sorunu var, hala fikir özgürlüğü sorunu var, hala demokrasi sorunu var.nlarO kadar var ki hatta 2015 yılında gazete matbaası bakabiliyoruz rahatlıkla...Herhalde bu sorunlardan fayda sağlayan birileri bulunuyor ki çözmeye niyeti yok kimsenin...Artık öyle düşünüyorum ben...***Her türlü hükümeti gördük ama sorunları kökten çözene, çözmek isteyene rastlamadık.Sorunlarımıza aşık gibiyiz.Çünkü yönetenler için hayatı ‘kolaylaştırıyor‘sorunlar.Demokrasi sorunumuz olmasa bir gazete matbaası nasıl basılabilir ki ya da bu nasıl bu kadar kolay kabul görebilir?Her geçen gün biraz daha inanıyorum artık, biz sorunları bilerek çözmüyoruz...Ama bir yandan da artık daha fazla ölemeyeceğimizi, daha fazla alçalamayacağımızı, daha fazla düşemeyeceğimizi düşünüyorum…Çünkü artık gerçekten zilletin dibine vurduk.***Siyaset, aşklar, dostluklar, iş hayatı, her şey, her şey kirli, her şey hoyrat, her şey vahşi.Bir gün iyileşmek hayal değil, zorunluluk artık.Kendimizi kirlettiğimiz, aşağıladığımız ve kendi rezilliğimizden çamurla oynayan bir çocuk gibi tuhaf eğlenceler çıkardığımız yolculuğun sonuna geldik.Gelmiş olmalıyız en azından...Kirlenmekten, aşağılanmaktan bıktığımız, sıkıldığımız ya da utandığımız için değil…İçine atladığımız o uçurumda geçirdiğimiz uzunyıllar sonunda daha düşecek bir yer, daha alçalacak bir çukur kalmadığı için bitecek bu zavallı yolculuk bence.***Alçalmanın her türlüsünü yaşadık.Öyle değil mi?Her gelen aşağıladı bizi, her gelen sorunlarımızı çözecek gibi yapıp bizimle alay etti, her gelen başımızı çamurun içine biraz daha bastırdı, her gelen hayatımıza kariştı her gelen kendini çoban bizi koyun olarak gördü.***Sakin bir hayatım var benim…Kalabalıklara karışmayan, kendi kalabalığını kendi odasında, kendi başına yaratan biriyim genellikle...Ama penceremin dışındaki hayattan içime, evime, hayatıma hep acı ve isyan akıyor.Keder ve karanlık sızıyor evime.Artık kapalı kapılarım, kapalı pencerelerim işe yaramıyor , delip geçiyor dışarının kiri, pası, öfkesi, yalanı, riyası…***Gırtlağa dayanan acı, kir pas, yalan, riya hepimizi birden öldürecek sonunda diye korkuyorum...Çözülmeyen sorunlara öyle büyük bir aşk görüyorum ki...Kimsenin çıkıp da bunları çözeceği yok bana sorarsaniz...Ben artık enseyi iyice kararttım.***Geçen gün fulyalarla simitler alıp gelenarkadaşım, beni alışık olmadığı biçimde umutsuz görünce, ‘ bu kirlenmişlik, bu aşağılanmışlık, bu utanç, bu arsızlık, bu pespayelik, bu fütursuz, bu rezillik beni umutlandırıyor doğrusu, senin dediğin gibi dibe vurduysam artık yukarı çıkacağımız kesin demek ki’ dedi...Ona aydınlığı düşündürüyor, içinde olduğumuz bu karanlık.Belki de doğru söylüyor bilmiyorum ama THY da Cumhuriyet Gazetesi’ni yolcularına vermeyi durdurmuş.***Artık sadece mide bulantısıyla gelen bir yorgunluk var üzerimde sanki...Yoksa havalardan mıdır bu!