Hepimizin bir gizli dili var öyle değil mi?Hepimiz çoğu zaman bir şey söylediğimizde aslında bir başka şey daha söylüyoruz...Sanırım istediklerimizi, düşündüklerimizi, aklımızdan geçenleri açıkça söylemeye korktuğumuz için böyle yapıyoruz...Ama hepimizin bir gizli dili var.Ve hepimiz ne dediğimizin değil ne demek istediğimizin anlaşılmasını istiyoruz...Ve anlaşılmasın diye yerine başka cümleler kuruyoruz...Kavranması güç bir çelişki değil mi bu...***Neden gizli bir dilimiz var, neden bir şey söylerken aslında başka bir şey söylüyoruz?Niye açık ve net konuşmuyoruz ki?Niye isteklerimizi ve duygularımızı, başka cümlelerin arkasına saklıyoruz?Neden, söylenen cümlelerin arkasındaki gizli manaların anlaşılmasını bekliyoruz?Neden?***Ben birbirine benzemeyen iki ayrı duygunun içiçe geçip buna yol açtığını sanıyorum.Birincisi, utanmak herhalde.Duygularımızdan, isteklerimizden utandığımızda bunu açıkça dile getirmekten çekiniyoruz ama istiyoruz ki karşımızdaki bunu biz söylemeden anlasın…Ve bizi utandırmadan isteğimizi gerçekleştirsin.***İkincisi ise kurnazlık sanırım...İsteklerimiz gerçekleşsin istiyoruz ama o isteklerin sorumluluğunu üstlenmiyoruz.Gizli dilimizle isteğimizi sezdiriyoruz ama bunun sorumluluğunu o isteği gerçekleştirecek olanın sırtına yüklüyoruz.Olaylar istediğimiz gibi gelişmezse, “ben öyle bir şey istememiştim ki sen kendiliğinden yaptın” demek için kendimize yer açıyoruz. Sorumluluktan kurtuluyoruz.***Ve bütün bu karmaşa içinde insanlar birbirini seviyor, aşık oluyor, ülkeler yönetiliyor, iş ortaklıkları kuruluyor, dostluklar yaşanıyor ve kimse kimseyi tam anlamıyor!Düşünüyorum da gerçekten biz nasıl anlaşıyoruz aslında? Ya da insanlar ne olduğu zaman anlaştıklarını düşünüyor acaba?Bunun konuştukları dil olmadığı kesin çünkü...***Konuşmanın tek anlaşma yolu olmadığına inananlardanım ben... Ya da ‘yabancı diliniz’in çok iyi olması gerekiyor... Ne dinlediğinizin değil, aslında ne söylendiğini duyabildiğiniz bir yabancı dil ustası olmanız gerekiyor gerçekten anlaşmak için...Öyle değil mi?Hem ne istendiğini anlayacaksınız o “yabancı ve gizli dil” sayesinde, hem de o isteği gerçekleştirdiğinizde sorumluluğu alacak cesaretiniz olacak.***Ve hepimiz aynı şeyi arayıp aynı şeyden korkmuyor muyuz, ya biri anlarsa beni, ya biri çıkar ‘aklından geçirdiğin her şeyi biliyorum’ derse?İşte tam burada o cevaplaması güç soru çıkıyor karşımıza ‘aşk karşındakini anlamak mıdır, yoksa karşındakini anlamadığın zaman mı aşk olur?’***Belki de anlayacak bir zekaya ve dikkate sahip olmak, anladığını hissettirmeyecek bir zarafetle davranmak ve onun istediğini sorumluluğunu onun üstüne yıkmadan gerçekleştirip sorumluluğu yüklenecek bir cesaret göstermek.Aşık biri böyle davranır diye düşünüyorum bazen. Tabii o zaman da şu sorunun cevabını bulmamız gerekiyor:Böyle biri var mıdır?***Herhalde çok yoktur.Aşk sadece böyle insanlara mahsus olsaydı aşık insan bulmakta zorlanırdık.Öyleyse bu karmaşa içinde insanlar nasıl seviyor birbirini, birbirinin gizli dilini nasıl anlıyor?Sanırım kimse diğerini yüzde yüz anlamıyor ama bir şeyler denk geliyor, bazen aynı isteklere sahip oluyorlar, bazen de karşısındakinin isteklerini yerine getirmemesini hoşgörüyorlar.Hiç bir zaman hiçbir şey tam olmuyor.Ama kimbilir, aşkın mükemmeliyeti de belki bu eksiklik içinde bütünleşmekte yatıyor.
Geçen gün bir arkadaşım öylesine aniden sordu, “kim bir aşkı ölümüne yaşamak istemez ki?”“Herkes ister bence” diye de ekledi.Sonra da bana bir film karesini anımsatan bir ses tonuyla, “sana bir şey söyleyeyim mi, mutsuz insanların hepsi yalancı, hatta annem bile... ‘Ben aşk için hayatımı mahvetmem’ diyor ama mutsuz bir aşk için ediyor...” dedi.Ben de o gördüğüm film karesine layık olabilmek için gülerek “daha çok roman okusun” dedim.Sonra sessizce yürümeye devam ettik.***Ve düşündüm, büyükbir aşk yaşamayı, aşkından vazgeçmemek için her şeyinden, hatta hayatından bile vazgeçen tutkulu bir kadın olmayı hangi kadın istemez ki gerçekten?“Ben olmak istemem, ben aşk için hayatımı mahvetmem, ben aşk için ailemi bırakmam” dese bile bir roman kahramanının bedelini hayatıyla ödediği aşkı “İstemem” diyecek kadın var mıdır?Bence de yoktur.***Çok mutsuz kadın var.Hayatını değiştirmeyi hayal eden ama değiştirmeye korkan…Mutsuzluk neredeyseözenle tasarlanmış kocabir bencillik diye düşünüyorum bazen.Mutlu olmak için hiçbir şey yapmayan ve mutsuzluğuyla çevresindeki herkesi etkileyen bir bencillik.***Kadınlar, her defasında aynı yerde tıkanıyorlar…. Güvence arayışı ve aşk isteğinin çatıştığı noktada...Doğanın kadına verdiği iki içgüdünün çarpışması...Hayatın devamı içinkadınların doğurması, doğurduğu çocuğu koruması ve onu koruyabilmek içiniçgüdüsel bir şekilde “güvence”araması gerekiyor.O güvence arayışı, doğanın kadının içine yerleştirdiği bir içgüdü,hayatın devamı için gerekli bir korkaklık...Ama belki de kadının hayatını mahveden bir zaaf.*** Ama kadının içinde, aynı şekilde en iyi erkeği seçmek, en iyi erkeğe aşık olmak gibi bir başka içgüdüdaha var.O da hayatın devamı için gerekli...Kadın en iyiyi, en güçlüyü, en sağlamı seçecek insanlığın güçlü bir şekilde devam edebilmesi için.Öyle birini bulduğunda ya da öyle olduğuna inandığı birini bulduğunda aşık olacak.O erkek için her şeyigöze alacak.*** Arkadaşım sürekli babasından şikayet eden annesinin bile istese hayatını değiştirebileceğini, mutsuzluğun yalanbir şey olduğunu anlatıp durdu o gün...Bence haklıydı da...Ben de çoğu mutsuzluğun kökeninin cesaret eksikliği olduğuna inananlardanım...Hayatını değiştirecek cesaretin yoksa mutsuzluk kaçınılmaz gibi neredeyse...***Bütün kadınlar aşık olmak ve o aşk için mahvolmak isterler...Ama çok az kadın bunu yapabilir...Onun için romanlar kadar çok okunuyor, filmler bu kadar seyrediliyor...Cesur olamayan kadınlar, olmak istedikleri kadının hayatını okurken ya da seyrederken onun gibi yaşayabiliyorlar.Aslında çok istedikleri bir heyecanı ve macerayı“güvenceli”koltuklarında yaşamayı tercih ediyorlar.***Kadını yaşayamadanöldüren o “güvence” isteğinin zehri onları zehirliyor...Ölü cesur kadınlarla dolu kadınların ruhları...Belki de onun için bu kadar çok ağlıyoruz.İçimizde taşıdığımız cesaretimiz ve o cesareti korkusuzca öldürdüğümüz için yas tutuyoruz.Belki de romanlar aslında bize o hiç bitmeyen ikilemimizi ve o hiç bitmeyen yasımızı anlatıyor...Kimbilir...
Sizce, adam öldürtmemiş lider var mıdır? Gerçekten hiç kimseyi öldürmemiş ‘büyük lider’ var mıdır yoksa adam öldürmeyene ‘büyük lider’ denmez mi?Ne dersiniz?Siz de düşünmüyor musunuz bunu, sık sık benim aklıma takılıyor nedense. Lider tam olarak kimdir gerçekten, kime gerçek lider denebilir? Aklınıza kimler geliyor lider deyince...***‘Büyük lider’leri düşünün...İçlerinde adam öldürmemiş biri, neredeyse yok gibi değil mi? Mesela düşünsenize, Enver Paşa, Talat Paşa, CemalPaşa...Lenin, Stalin...Musolini, Hitler… Napolyon… Robespierre…. Jül Sezar…Büyük İskender…Kimdi bu adamlar, haklarında ne biliyoruz mesela?***Enver Paşa biraz sinirli, küstah, kendisinden fazlasıyla emin gözüken, Sarıkamış’ta uğradığı bozgunun gizli utancını üzerinden atamamış biri.Talat Paşa daha sohbete yatkın biri.Daha zeki ama daha kaypak. Birinci Dünya Savaşı’na girmenin iyi olacağına inanan biri.***Stalin hemen etrafta kim varsa kurşuna dizmek isteyen biri. Lenin devrimin bir cennet yaratacağını inananlardan. Robespierre dürüstlüğü vahşet haline getirmiş biri. Devrimin geleceğine dair parlak nutuklar atan ama öldürülen binlerce insandan bahsetmeyen biri. Milyonları peşisıra sürükleyen Musolini ile Hitler’i anlatmaya bile gerek yok.Büyük İskender sinirlendiğinde gözü hiçbir şey görmeyen bir tür psikopat.*** Ülkelerinin ve dünyanın kaderini etkilemiş bu “liderlerin” arkasında kanlı bir iz var.Çok adamın ölümüne neden olmuşlar.Zaten tarihte adam öldürtmemiş lider yok gibi….*** Peki bugün?Hala büyük liderler, adam öldürten birileri mi?Yoksa çağ değişti, adam öldürtenler cellat diktatörler, insanların hayatlarını kurtaranlar “büyük liderler “mi oldular?Sanırım artık ‘büyük lider’ tanımı değişti. Eskiden en çok savaşana, en çok öldürene “büyük lider” diyorlarmış, şimdi en çok insan kurtarana “büyük lider” diyorlar.***Artık büyük lider olmak eskisinden zor. Neden mi?Çünkü yaşatmak öldürmekten daha zor da onun için. Ama bence insanlık asıl ne zaman gelişecek biliyor musunuz? “Büyük lidere” ihtiyaç kalmadığı zaman...
Ünal Aysal’ın G.Saray’ı bırakma şeklini nedense bir türlü içime sindiremiyorum.Külübünü değil, kendi çıkarlarını gözeterek gittiğini düşünüyorum hep...Ve sanırım doğru düşünüyorum çünkü Aysal’ın böyle bırakıp gitmesinin ardından 109 yıllık kulüp sapır sapır dökülmeye başladı.Futbol takımının her gelenden 3-4 gol yemesine bakarak söylemiyorum bunu...Abdürrahim Albayrak’ın “Biz aslında Prandelli’yi göndermek istiyoruz ama tazminatını ödeyecek paramız yok” demesini de çok ciddiye almıyorum.Benim tüylerimi esas ürperten geçen sene şampiyonluğunu son maça çıkmayarak F.Bahçe’ye hediye eden basketbol takımında olanlar...***Sezon başından beri muazzam bir mali kriz içinde olan “şampiyon” G.Saray Basketbol Takımı’nın başarılı koçu Ergin Ataman diyor ki:“Ben buraya eski başkan Ünal Aysal’ın sözüyle,desteğiyle geldim. Ama o ayrıldıktan sonra takım ortada kaldı. Carlos Arroyo ve 1-2 isim dışındaki oyuncularımız alacaklarını tahsil edemedikleri için hukuken serbest kalmış durumda. Ama kendilerine teklif olmadığı için bizde oynamayı sürdürüyorlar.Ben de paramı alamıyorum ama kulübü zor durumda bırakıp gitmem; 1 kuruş almasam da göreve devam edeceğim.”***Avrupa ve ligde büyük hedefleri olan, çok iddialı basketbol takımı kulüp tarihinin en büyük krizini yaşıyor.Kulübün kasası bomboş olduğu için oyuncuların parası ödenmiyor ve onlar da G.Saray’ıbırakıp gitme aşamasında...Bugün basketbol takımında yaşananların yarın futbol takımına da sirayet edeceğinden korkuyorum.Çünkü G.Saray’ın iflas noktasına geldiği çok fazla konuşulmaya başlandı.Bunu en yakından bilen kişi de Ünal Aysal’dı şüphesiz ... Bu durumda bırakıp gitmesinin ‘bilemediğimiz’ öyküsünü de fazlaca merak ediyorum doğrusu!***Yakında Galatasaray ile ilgili gerçek durumu bütün rakamlarıyla öğreneceğiz herhalde. Yapılacak mali kongrede tablo ortaya çıkacak.Ama Galatasaray’ın mali durumu böyle konuşulurken, asıl imajı çöktü.Galatasaray, bugün ligde Beşiktaş’ın veFenerbahçe’nin sadece bir puan gerisinde üçüncü durumda.Ama kendi iç çalkantılarının yansıması,alınan yenilgilerin spektaküler skoruyla birleşince Galatasaray neredeyse lig sonuncusu gibi algılanıyor.Sadece Galatasaray’ın bugünkü yönetiminin değil Galatasaray’ın bütün üyelerinin öncelikle bu imajı düzeltecek bir çaba göstermesi gerekiyor sanırım.***Benim görebildiğim kadarıyla Galatasaray,yönetim tarzı konusunda bir karara varamıyor öncelikle...Batılı anlamda şirketleşip net ilişkiler mi kuracak yoksa babadan kalma alaturka ilişkilerle mi kulübü yönetecekler?Eğer Avrupa’yla rekabet edeceklerse çağdaş futbol kulüpleri ne yapıyorsa onu yapmaları,şirketleşmeleri, netleşmeleri, gelirlerini giderlerini ayarlamaları, “tek adam” yönetimlerine itibar etmemeleri gerekiyor.***Galatasaray yeniden eski gücüne, imajına kavuşabilecek mi?Yeniden on beş yıl öncesinin örnek takımı haline gelebilecek mi?Galatasaray’ın toparlanmasını çok istiyorum…Galatasaraysız bir lig Fenerbahçe taraftarını bile mutlu etmez, öyle değil mi? Ama bunun böyle kafa karışıklığıyle olmayacağını da biliyorum.O yüzden takımın geleceği için endişeleniyorum dogrusu.Yoksa Galatasaray yok mu oluyor gerçekten...
Bitişler insanı ne çok ürkütür değil mi? Her bitiş kendi aldatmacasıyla gelir çünkü...Akşamın alacasıyla değişen gölgeler gibi her ayrılıkta biraz daha değişir gördüklerimiz.Çöken karanlığın ışığı bizi nasıl aldatırsa her bitiş de öyle aldatır bizi.Çevremizdeki her şey olduğundan başka bir şeye benzer.Dostu düşmandan ayırmak iyice zorlaşır…Her bilge fısıltı, her dostça dokunuş, bize yol gösteren her işaret irkiltir…Yeni kuşkulara düşeriz.Yeniden sevmek zor gelir öyle zamanlarda. Ne geçmiş, ne gelecek yakındır bize artık.Öyle zamansız ve yalnızdır hayat.Yeni bir hayat, yeni bir sabah çok uzak gözükür.Bitişler korkutur hepimizi...Bilirsiniz o bitişten bir başlangıç çıkaracak sizden başka kimse yoktur çünkü...İçinizde bir yerde saklı olan o cesarete ihtiyacınız vardır.Daha da Korkarsınız.... Ama içinizdeki o sesi de duyarsınız:‘Yapabilirsin’Size de olur değil mi? Aslında yapabileceğinizi bilirsiniz herzaman ama herzaman yapamayacağınızı düşünürsünüz...Ama Alaca karanlıklarda dağılan aklını toplayabilirsiniz aslında..Kırgınlıklarınızı sarabilirsiniz…Adımlarınızı ağırlaştıran o geçmişi bırakabilirsiniz…Geçmişin günahlarından sıyrılabilirsiniz..Bir aydınlık varsa çünkü o, gördüğünüz karanlığın ardında.Her bitiş kandırıyor bizi sadece…Korkutuyor…Gölge oyunları gibi her şey olduğundan farklı bir şeye benziyor.Eğer çıkacaksak bu alaca karanlıktan, içinden geçerek çıkacağız…Önce girmeye, sonra çıkmaya korkuyoruz sadece…Girmeden, bilmediğimiz için….Çıkarken, bildiğimiz için korkuyoruz.Akşam alacaları bitişlere, bitişler akşam alacalarına benzer.Akşam alacasını sever misiniz?Gün bitişlerini?Akşam üstünün ihtişamlı gün batımı, yerini gölgeli bir belirsizliğe bırakır önce.Gölgeli bir belirsizlik, tütsülü bir hüzün sarar ortalığı.Çökmekte olan karanlığın yarattığı ışık oyunları sarar her yanı.Telaşlandırır biraz…Ne olduğunu bilemediğiniz bir tedirginlik yalar geçer teninizi.Yalnızsanız akşam çökerken daha da yalnızlaşırsınız.Yalnız değilseniz, ya gelecekte yalnız kalırsanız diye korkarsınız ya da yalnızlığı özleyecek kadar kalabalıklarda yalnız hissedersiniz kendinizi.Akşam çökerken sebepsiz bir hüznün tütsülü kokusunu duyarsınız.Karanlık çökmeden de geçmez.Karanlık, yaralarınızı da gizlediğinde geçer belki… Belki de karanlıkta kendinizi daha rahat avutursunuz.Ama sonra…Yine sabah gelir aydınlığıyla...Tüm yaralarınızı iyileştirir...Sadece korkma...
Futbolu ve arka dünyasını yakından takip eden biri olarak, stadlardaki küfür ve şiddetten birçok insan gibi ben de çok rahatsızım.Kazakistan milli maçından önce F.Bahçe kalecisi Volkan Demirel’e küfür edilmesini de çok çirkin ve anlamsız buluyorum..Gerçekten bu saldırganlık kültürüne elbirliğiyle son vermemiz gerekiyor.Bu şiddet, bu ülkede futbolu da öldürüyor çünkü...***Tam da bu noktada küfürlere hedef olan futbolcunun çizdiği portreyi de gözardı etmemek lazım, en azından ben böyle düşünüyorum...Çünkü son yıllarda hangi olaya bakarsanız karşınıza; faili veya mağduru Volkan Demirel çıkıyor...Merak ettim ve üşenmedim, araştırdım.Ve bunları buldum; - 27 Şubat 2008- G.Saray maçında Lincoln’ün boğazını sıkarak, saha içinde kovalarak ve tekme atarak kırmızı kart gördü...- 15 Haziran 2008- Çek Cumhuriyeti maçında Koeller’i iterek kırmızı kart gördü; 3 değişiklik hakkını kullanmış olan Milli Takım’da kaleye Tuncay Şanlı geçti.- 28 Mart 2010- G.Saray derbisinde F.Bahçe öndeyken maçın son dakikalarında kendisine gelen boş bir topu poposuyla kontrol etti; ortalık yine ayağa kalktı.- 2 Haziran 2012- Milli Takım kampında foto muhabiri Vedat Danacı ile tartışarak “Ben seni yazdım oğlum, evinden aldırmazsam adam değilim” diyerek tehdit etti.- 14 Mayıs 2013- Yine G.Saray derbisinde Sabri Sarıoğlu ile kavgaya karıştı; saha karıştı; yine kırmızı kart gördü.- 10 Mart 2014- Trabzon maçında F.Bahçe 1-0 öne geçtikten sonra tribünlere doğru kayarak edebe aykırı hareket yaptı. Trabzonlular sahayı yabancı madde yağmuruna tuttu, direkleri yıkarak sahaya inmeye kalktılar.- 25 Ağustos 2014- G.Saray’la oynanan Süper Kupa maçında penaltıyı kaçıran Melo’yla tartıştı. Maçtan sonra Melo’ya ithafen yaptığı “Bazı sokak köpeklerini belediye zehirlemezse ben gerekeni yaparım” açıklaması nedeniyle 3 maç ceza aldı.***Volkan bu tuhaf sabıka dosyasıyla belki F.Bahçe tribünleri için kendini kahraman haline getirmiş olabilir... Ama bunun bedelinin diğer kulüp taraftarları açısından “persona non grata” ilan edilmek olduğunu hesap edebilseydi keşke...Bir futbolcu için bir takıma değil ‘ futbolun kahramanı’ olmanın daha önemli olduğunu görebilseydi keşke...Volkan’ın takım arkadaşı Gökhan Gönül de F.Bahçe tribünleri açısından “kahraman” görülen bir futbolcu. Ama Gökhan’ın bu seviyeye ulaşmasını sağlayan unsurlar rakipleri tahrik ve tahkir etmesi değil; omzunda kırık olmasına karşın 4 maç üst üste oynaması, sahada gösterdiği cengaver mücadele, yeteneği ve sportmenliği...Volkan meselesini salt G.Saray-F.Bahçe düşmanlığı veya tribün terörü olarak okumak bana bu nedenle yanlış geliyor.Eğer tribün terörü ve küfürü hep beraber lanetleyeceksek, bunlara sebep olan yöneticilere, futbolculara, taraftarlara da aynı hassasiyeti göstermemiz gerekiyor.Dikkat edin, Aziz Yıldırım “Ben istediğim yeri basarım” dedikten bir hafta sonra Volkan Demirel küfürlere kızarak milli maçtan önce stadı terkediyor.Tesadüf olabilir mi bu sizce!Volkan eğer milli formayı hiçe sayarak milli takımı yalnız bırakacak kadar hassas bir yapıya sahipse; bundan sonra yaptıklarında ve söylediklerinde de aynı hassasiyeti sergilemeli...Kulüpler Volkan olayında Fenerbahçe’nin yaptığı gibi her olaydan sonra haklı olup olmadığına bakmadan futbolculara sahip çıkmayı sürdürüp gereken uyarılarda bulunmazlarsa kaybeden hem Türk futbolu olacak hem de tribün terörü dediğimiz şey kolay kolay bitmeyecek.
“Sanırım ilk kez bir firarinin yakalanmasına bu kadar çok üzüldüm...Belki suçsuz olduğuna inandığım için, belki de bildiğim tüm suçlular serbest olduğu için...”Deniz Seki’nin yakalandığı gün bu mesaj düştü telefonuma, duygularına çok güvendiğim bir arkadaşımdan geliyordu...Bundan daha gerçek, duygularımı bundan daha iyi anlatan bir cümle olamazdı doğrusu...Mesajı okuduğum an öğrendim Seki’nin yakalandığını ve gerçekten sadece acı hissettim...İçim sıkıştı, haksızlık gibi geldi.***Hiçbirimiz Deniz Seki’yi tanımıyoruz ama belki şarkılarını sevdiğimiz için, belki neler yaşadığını gördüğümüz için, belki artık adalete hiç güvenmediğimiz için konuştuğum neredeyse herkes acı ve öfke hissediyor Deniz Seki’nin başına gelenlere...‘İçerde olması haksızlık’ inancı insanın içini kemiriyor.Bu duyguyu, Seki suçlu mu suçsuz mu bilmeden hissediyoruz üstelik.Onunkinden çok daha ağır suçlar işlemiş, kanıtları ortaya çıkmış olanlarınserbestçe dolaştığını görünce, insanın vicdanı Seki’nin mahkum olup hapsedilmesine isyan ediyor.‘Gücünüz bir ona mı yetiyor’ sorusu kaçınılmaz olarak içinizde çınlıyor.Bir politkacı olsaydı, bir politikacı yakını olsaydı, bir futbol kulübü başkanı olsaydı, bir general olsaydı şimdi dışarda olacaktı ama bir şarkıcı olduğu için hapiste.Bu gerçeği kabullenip sindirmek kimse için o kadar kolay değil doğrusu...***En azından etraftaki konuşmaları dinlediğimde Seki’nin mahkumiyetinin, polislerin onu yakalamak için o kadar uğraşmalarının,tutuklanmasının, insanların vicdanlarını rahatsız ettiğini görebiliyorum.Aynı duygulara sahip olduğum için de bunu çok da iyi anlayabiliyorum.Adalet bize “Seki’nin suçlu olduğunu” anlatamaz, onun suçlu olduğunu kanıtlasalar bile şu sorunun cevabını veremedikleri sürece Seki’nin hapsedilmesi herkesin vicdanını yaralayacak:“Peki diğer suçlular niye dışarda ?”Bu soru sorulabildiği zaman sanırım bir ülkede adalet sistemi iflas etmiş, adalete duyulan güven sıfıra inmiş demektir.***Bir mahkumun takip edilip yakalanması bir topluma, o ülkede adaletinne kadar iyi işlediğini kanıtlamalı,öyle değil mi?Peki, niye Seki’nin yakalanıp tutuklanması o duyguyu yaratmıyor bizde?Neden tam aksine bir haksızlık olduğu duygusuna kapılıyor insanlar?Cevap çok basit..Artık adaletin adil olmadığına inanıyoruz hep birlikte de ondan.***Seki, hepimize “burada adalet var”gösterisinin bir kurbanı olarak görünüyor.Ama Bu gösteri, adaletin varlığına inandıramadı kimseyi ne yazık ki...Aksine, adaletin yokluğunu ve eşitsizliğini daha fena hissettirdi.Vicdanları daha da fena yaraladı.Benim de tıpkı pek çok insan gibi dualarım seninle Deniz Seki...