Geçmişe dönebilecek olsan neleri düzeltirdin hayatında? Bu soruyla meşgulüm bu aralar...Belki yeni bir yılın ilk ayında olduğumuz için belki havalar içimizi olduğumuz anı yaşayamayacak kadar kararttığından belki de bu sorunun peşimizi hiç bırakmayan o sorulardan biri olduğundan..Geçmiş ağır bir yük insana, öyle değil mi? Aramızda geçmişinin yükünden kurtulabilen birileri belki vardır ama genellikle geçmiş dediğimiz şey yüklerin en büyüğü ...Hele de yanlışlar yaptığını düşünüyorsan…Geçmişten kendini severek gelmek, giderek zorlaşıyor nedense...Geçmişten kurtulmak çok kolay olmuyor pek çoğumuz için...Ne yaşarsak yaşayalım geçmişin gölgesi hep üzerimizde kalıyor...Ancak yaşadığın gibi değil hayal ettiğin gibi yaşarsan geçmişi, kurtuluyorsun ondan…Sanırım yani...Ve gerçekten Kurtulabilirsen ruhundaki geçmiş tutsaklığından daha mutlu bir hayat sürdürmen mümkünleşiyor...Zamanda Aşk filmini seyretmiş miydiniz bilmiyorum...İngiliz yönetmen Richard Curtis’in hem yazıp hem yönettiği filmi. Çağdaş İngiliz romantik komedisinin en önemli adamı derler ki ona,bence de öyle gerçekten..Film babasının, çekingen ve mutsuz oğluna 21 yaşına geldiğinde ailenin sadece erkeklerinin bildiği bir sırrı vermesiyle başlıyor; “Bizim ailenin erkekleri zamanda yolculuk yapma gibi bir yeteneğe sahip.”Başka hayatlara, başka geçmişlere gidemiyorlar ama kendi hayatlarında geriye doğru yolculuk yaparak, geçmişte istedikleri her ana gidip, o anı tekrar kusursuz biçimde yaratıyorlar.Tüm yanlışları, hataları, korkuları, acıları tekrar o an’a giderek düzeltebiliyorlar.Tim, aşık olduğu kızı elde etmek, kırdığı potları tamir etmek, havalı olmak ya da daha iyi sevişmek için sürekli geçmişe gidiyor.Ve film o sırada size şunu anlatıyor, egonuzu, korkularınızı, endişelerinizi, kontrol etmeyi bıraktığınızda hayatın tadını çok daha iyi çıkartabilirsiniz.Hayatınızı güzelleştirmek için geçmişinizi değiştirmek değil bugünü iyi yaşamak gerekiyor.Kusursuzluk, bu anı kusursuz yaşamakta.Filmin en sevdiğim yanı ise o genç oğlanın mutlu olmak için yaptığı geçmişe yolculukları bırakması.“Geçmişe dönebilecek olsan neleri düzeltirdin hayatında” sorusunun cevabının “bu anı iyi yaşardım, yaşadıklarımla o anda yüzleşirdim” olması filmin en çarpıcı yanı.O küçük, eğlenceli film “geçmişi bırak” diyor, “kurtul geçmişten, bugünü iyi değerlendirmeye bak, geçmişin panzehiri bugünde saklı.”Ben ikna oldum, ya siz?
Paris’te mizah dergisi Charlie Hebdo’ya yapılan saldırının ardından yeni bir alışkanlık geliştirdim; aşırı sağcı, radikal dindar gazeteleri okuyorum.Gerçekten merak ediyorum çünkü...Sarkacın diğer yanında neler deniyor bilmek istiyorum.Bu dünya üzerinde düşmanlık denen kavramı derinleştiren öfkeleri ve intikam isteklerini anlamamı sağlayan bir denek olabilir diye düşünüyorum.***Farkındasınız siz de değil mi, herkes kendini neye ve kime düşman olduğunu söyleyerek tarif etmeye çalışıyor bu ülkede...Birini düşman kabul edip öfkelenerek yaşamanın, onun üstünden kimliğini tarif etmenin bir konforu, ezberlere sığınmanın bir rahatlığı, hak etmeden bir kimlik edinmenin kurnazlığı fazlasıyla var bu topraklarda...Zaten bunlar olduğu için ağır bedeller ödüyoruz hep beraber...Bir türlü gelişememek, barış içinde yaşayamamak,huzura erişememek, güvensizlik içinde yaşamak, sürekli birbirimizi kanatmak, birbirimizi öldürmek...Ağır bedeller bunlar.***Ama düşmanlığın, zekasız bir kötülüğün, kızgınlığın,öfkenin, nefretin ortaya çıkması için birilerinin ölmesine gerek bile yok...Ama bir de ölürse, işte o zaman bütün olmayan kimliklerimizi, düşmanlıklarımızla oluşturmaya çalışıyoruz.Radikal İslam denilen kesimin, kendi dışındaki herkese düşman olduğunu düşünüyorum artık.Kimliklerini bu düşmanlık belirliyor sanki.***Aslında sedece radikal dindarlar da değil, bir çok kesim böyle düşmanlıklarla dolu.Her şeyin aydınlık ve açık olacağı bir dünyada,yalanlardan, eskimiş, anlamsızlaşmış düşmanlıklardan,yersiz böbürlenmelerden yaptığımız mevzilere saklanmaya çalışıyoruz biz...Düşmanlarımızla değil düşmanlıklarımızla övünüyoruz....O düşmanlığı kaybedersek sanki bizi hayata bağlayan köklerimizi kaybedeceğiz.***Bazen o kadar hızlı değişiyor ki her şey...İnsafsız gündem bazen bütün düşmanların da yerini öyle bir değiştiriyor ki korkuyla çırpınan bir kör gibi artık yerindeolmayan düşmanlara da ateş ediyoruz...Bir şeyi vurduğumuz yok ama ateş etmek bizi varolduğumuza inandırıyor.Ancak düşmanlıklarımız kadar varız bu yeryüzünde sanki...Düşünsenize, “düşmana” duyduğu öfkeye bağımlı hale gelen, kendini, ırkıyla ve başka bir ırka duyduğu düşmanlıklabiçimlendiren kaç kişi kimliksiz kalır Kürt sorunu bitse...Kaç kişi hayattaki mertebesini, makamını kaybeder,kendisiyle, kendi kişisel gerçeğiyle yüz yüze gelir “Müslümanlar ve diğerleri” anlayışı sona erse.***“Ben kimim” sorusuna sadece kendisini tarif ederek cevap vermeye zorlanacak milyonlar var belki de bu ülkede...Hepimiz onlardan biri oluyoruz zaman zaman işin kötü tarafı...Kendimizi düşmanlıklarımızla tarif etmeye alışıyoruz…Ve düşmanlarımız gittikçe artıyor.Hepimiz dört yanı düşmanlarla çevrili bir savaş cephesinde yaşar gibiyiz…Ama şu soru da karşımızda dağ gibi duruyor:Bir hayat bir mevzinin içinde yatarak geçer mi?Geçerse ona hayat denir mi?
Paris’te peygambere hakaret edildi diyerek, dini tabuları çizgileriyle ti'ye almayı seven mizah dergisi Charlie Hebdo'ya saldırıp 12 kişi öldüren 'Müslümanlar'...Ya da,İslam adına mizah dergisi basıp karikatüristleri öldürerek, yerde aman dileyen yaralı polisi gözünü kırpmadan kafasından vurarak katlederek Müslümanlığı koruyan Müslümanlar...***İnsan merak ediyor değil mi;Her canlıyı gözünden bile sakınacaksın diyen bir dinden beslendiklerini iddia eden Müslümanlar nasıl bu kadar kolay insan öldürüyor diye...Sorun Müslümanlıkta mı, Müslümanlarda mı?***Bildiğim kadarıyla Charlie Hebdo aklını Müslümanlara takmış aşırı sağcı bir yayın organı değil,Fransa’nın bu meşhur mizah dergisinin aklını taktığı şey tabular.Katoliklikle de dalga geçiyorlar...Takip edenlerin söylediğine göre rahatsız edici karikatürler de yayımlayan bir dergi.Ama nedense onca rahatsız ettikleri dinin arasından sadece İslam adına hareket edenler tarafından öldürüldüler...***Dünya siyasetinin bilinmeyenlerini de dikkate alırsak belki de çabuk karar vermemeliyiz neler olup bittiği hakkında ama yine de şunu merak edebiliriz, Müslümanlar neden kolay insan öldürüyor?Ahmet Altan bunu yazmıştı da sanırım,gençliğimde din fikrini ilk öğrendiğim yıllarda uzun uzun sohbet ederken söylemişti; Müslümanlık daha ortaçağına yeni geldi çünkü... Henüz 1500 yaşında,Hristiyanlık da kendi orta çağından geçerken insanları yakıyordu...Neden Müslümanlık bu kadar kolay kışkırtılabiliyor diye sorduğumda.***Her kışkırtıcı filmin veya karikatürün cevabını ancak “cinayetle” verebileceğine inanan bir öfkesi ve ezilmişlik kompleksi var Müslümanların ya da aşırı İslamcıların.Tahammülsüz, kızgınlığını hemen birilerini öldürerek gösteren, dalga geçilemeyen, ilkel, hayattan uzak , intikamcı bir görüntüsü var bu çağda Müslümanların...Bu “öldürme” isteği, IŞİD gibi örgütlerin İslam adına kafa kesmesi, bu dinmeyen öfke, her günahın“Müslümanlık” adına işlenebileceğine olan inanç,Müslümanlığın Ortaçağı’nı yaşıyor olmasından kaynaklanıyor olabilir gerçekten.Hele Hristiyanların kendi ortaçağında neler yaptıklarını düşünürseniz.***İnsanları din adına meydanlarda yakan, “cennetten arazi satıp” insanları dolandıran Hristiyanlık girdiği korkunç çıkmazdan, Rönesans ve Reform’la kurtulup kendine yeni bir gelecek kurmayı başardı.Müslümanlık kendi rönesansını ve reformunu yapabilecek mi peki?Yapamazsa ne olacak?***İnsanlara huzur vermesi beklenen İslam’ın olduğu yerde huzur olmuyor günümüzde. Bu garip çelişki ne kadar sürebilir?İnsanlara iç huzuru vermeyen bir anlayış insanları cezbedebilir mi?İslam, sadece öfkeli, ezik, kindar insanların dini mi olacak?***Batı dünyası, Müslümanların saldırılarıyla şok yaşıyor…Ama bence dinlerinin bir huzur ve barış dini olduğuna inanan Müslümanlar da bu şoktan payını alıyor.Sanırım ve umarım, İslam adına dünyaya yayılan bu şiddet dalgası, Müslüman dünyadan da cevabını alır.İslamın, insanları korkutan, sindiren, öldüren değil “cezbeden” bir din olması için Müslümanlar harekete geçer.“Bir insan öldüren insanlığı öldürmüş gibi olur” anlayışı yeniden kuvvetle yankılanır İslam aleminde. Aksi takdirde bu din sadece şiddetle birlikte anılır olacak…Ve huzur isteyen milyonlarca Müslümanı da huzursuz edecek.
Uzun zamandır hep o aynı tarifi zor çaresizliği hissediyorum yazı günlerinde...Daha yazıya başlamadan kıvranmaya başlıyorum...Kelimelerle aram iyidir oysa ki...Ama ne zaman onlara dokunmak istesem bu aralar içimi tuhaf bir sıkıntı kaplıyor, kelimeler manalarını yitirmiş, elimden kaçıp giden balonlar gibi uzaklaşıyor benden...Harfler beyaz bir sayfa üzerinde çaresiz lekelerden başka birşey değiller bugünlerde...Yanyana geldiklerinde hiçbir istediğimi anlatmıyorlar...***Oysa yazı yazınca çekilir biri oluyorum ben...Hatta çoğu zaman tek bildiğim bu oluyor...Sayfalarca yazmak...Bazen size, bazen kendime, bazen ona...Yani şu hayatta topu topu yirmi dokuz arkadaşım var bütün sırlarımı bilen, onlar da terkediyorlar beni bu günlerde...***Hakkımızı vermiyorsan seninle oynamıyoruz der gibi direniyorlar....Yanyana geleceklerse haklarını istiyorlar...Mesela, Anayasa Mahkemesi’nin, AKP’li olmayan her yargı mensubunun ‘darbeci’ olduğunu söylemeye başlayanlarla ilgili bir şey demeyecek miyiz diyorlar?Hukukun bu kadar gözle görülür bir şekilde çiğnenmesine rağmen yan yana gelmeyecek miyiz biz diyorlar?***Her türlü suçu işleyerek mahkemeden kaçmayı‘paralel darbe’ başlığında topluma yutturmaya kalkanlar var , hiç mi bundan söz etmeyeceğiz gerçekten diyorlar...Soma’da kömür diye taş satıp devleti 49 milyonTL zarara sokanları anlatan Sayıştay raporundan hiç mi bahsetmeyeceğiz diyorlar.***Devlet, PKK’nın lideriyle İmralı’da resmen görüşürken, bütün yandaş gazeteciler Öcalan’ı alabildiğine överken, Hollandalı gazetecinin Diyarbakır’da “terror örgütü propagandasından” gözaltına alınmasının saçmalığına değinmeyecek miyiz diyorlar.***Başbakan Davutoğlu, “yolsuzluk yapan kardeşim de olsa kolunu koparırırım” derken dört eski bakanın komisyonda “aklanması” konusunda bir sözümüz olmayacak mı diyorlar?***Güreşçiden tiyatro müdürü, hayvanat bahçesi yöneticisinden bilim kurulu başkanı yapan bir anlayıştan 21. Yüzyıl ülkesi çıkmaz demeyecek miyiz diyorlar.***Harfler isyanda.Her yazı günü aynı isyanı, aynı çaresizliği yaşıyorum.Ne diyeceğim ben bu harflere?Fuzuli’nin meşhur bir dizesi dönüp duruyor aklımda:“Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.”***Ve harflerin isyanını biraz olsun yatıştırmak için, “biz güçlüyüz, her istediğimizi yaparız”diyenlere Fuzuli’nin aynı şiirinden bir üçlükle seslenmek istiyorum….“Mal-ı emlakım var deyu güvenme!Arkam var deyu dayanma!Sırt üstü insanı yere varan vardır.”
Bir pusulanın içine minicik bir mıknatıs parçası atın da bakın neler olacak...Kuzeyi göstermesi gereken ibre, birden çılgına dönecek... Kuzeyi güneyi, sağını solunu şaşıracak.Son zamanlarda ülkede söylenen her söz, alınan her karar, çıkartılan her yasa, keskin bir düşmanlığın yayılması, utanma duygusunun kaybolması, adaletin yok olması, pusulasına mıknatıs atılmış acemi keşşafadöndürdü hepimizi...Ne yana döneceğimizi, ne diyeceğimizi şaşırdık.***Ama bu ülkede bir büyük sorun daha var.Kendi inandığımız değerlere benzer bir değer sistemi olan partiyi bulmanın zorluğu...Kaç kişi gönül rahatlığıyla, herhangi bir partiyi fikriyle, duruşuyla, açıklığıyla, ahlakıyla benimseyip, “bu benim partim” diyebiliyor?***Neler var elimizde diye düşündüm geçen gün…CHP ve MHP çok tutucu...Ama tutuculukları bile eski model, yeni hiçbir şey yok.Zevksiz, renkleri solmuş, kirli, üstümüze küçülmüş, tek özelliği anneannemizden kalmış olması olan eski bir kazak gibiler...Bir türlü kendilerini yenileyemiyorlar, topluma heyecan verecek öneriler geliştiremiyorlar.Toplumsal sorunlara inandırıcı çözümler getiremiyorlar.***HDP, “Türkiyeli” bir parti profili çiziyor zaman zaman.Özellikle Selahattin Demirtaş, güven veren bir muhalefet lideri olarak gözüküyor.Demokrasiyi, adaleti, özgürlüğü, dürüstlüğü ön plana çıkartıyor.Ama ne yazık ki,“yarın Kürtlerin çıkarı içinTürklerin haklarını korumaktan vazgeçer mi,iktidarla gizli anlaşmalara girip kendisine güvenen Tüekleri yarı yolda bırakır mı” sorusunun cevabını inandırıcı biçimde veremiyor HDP.Demokrat Türklerin çoğu, HDP’nin kendisini yarı yolda bırakıvermesinden korkuyor hala.HDP, “Kürtlerin partisi” olmakla “herkesin partisi” olmak arasında biraz fazla zikzak çiziyor,kararsız gözüküyor.***AK Parti ise , elinde cesur ve yenilikçi olabilmek için bütün imkanlar varken bunları kullanmayıp, oyverenlerin yarısından fazlasını kızdırarak kendine küstürmeyi başarmış bir parti...Kendisine oy vermeyen herkesi neredeyse“hain” ilan ediyor.Gittikçe daha derin çizgilerle, “Ak Partili olanlarla olmayanlar” arasında sınırlar çiziyor.Düşmanca ve saldırgan bir üslupla, kendisine benzemeyen herkesi tehdit edip korkutuyor.Üstelik “Ak Partili olma” ölçüsü gittikçe gündelik hayatttan örneklerle belirleniyor; kadın için tek kariyerin annelik olduğunu kabul etmiyorsan, yılbaşında eğleniyorsan, üç çocuk doğurmuyorsan, televizyonda herkesin kendi istediğini seyretmesini savunuyorsan Ak Partili olamıyorsun....***Laik, demokrat, özgür, eşit, huzurlu, barışçı,zenginleşen bir ülkede yaşamak isteyenler ne yapacak?Böyle bir ülke isteyenlerin partisi hangisi?Böyle bir ülke istemeyenler nasıl bir ülke istiyor?Onların desteklediği partiler nasıl bir ülke kurmanın peşinde?***Bu cevapsız sorular da pusulamıza atılmış mıknatıs parçaları.Bizi, çaresiz, ümitsiz ve pusulasız bırakıyor.
Yılbaşı akşamlarını giderek doğruplanlamayı beceriyorum...Son senelerde geçirdiğim her yılbaşı akşamından memnun ayrılıp, ertesi sabah yeni yılın ilk gününe mutlu uyanıyorum.Bu sene de aynısı oldu... Yorulmadım, sıkılmadım, koşturmadım veeğlendim.***Ve dün, yeni yılın ilk günü mutlu vedinç uyandım.Son yıllarda büyük bir kahvaltı masası ve arkadaşlar yeni yılın ilk sabahının vazgeçilmez ayini oldu benim için.Yaşlandıkça yılbaşı akşamlarını değil de yeni yıl sabahlarını daha çok sevmeye başlıyor insan sanki...En azından benim için öyle olmaya başladı...***Erkenden kalktım dün.Kahvaltıya kadar yalnız kalmak istedim...İçimde bir huzur olmasına rağmen nedense aklım geçmiş yıllara gitti, neler olmuştu yılın ilk günlerinde onu düşündüm...Biraz gülümsedim, biraz hüzünlendim düşünürken...***Kimseler uyanmadan pencereyi açıp kahvemle birlikte camın kenarına oturdum ve bir gece öncenin yorgun sokaklarının, hiç dinmedin yağan yağmurun altında ısssızlığını seyrettim.Diri bir serinlik vardı.Berrak bir gökyüzü.Sokaklarda hazırlıksız bir sevinç, yapraksız kalmış ağaçlarda sessiz bir heyecan vardı sanki...***Belki de bu benim içimdeki heyecandı,nedense 2015 bana bu heyecanla geldi...Yeni yılın yarattığı bir umut var içimde sanırım.Hayaller kurdum...İnsanların mutluluğuna dair hayaller.Tüm acılara kederlere ıstıraplara korkulara endişelere ihanet etmek istedim, inadına mutlu olmak geçti içimden...***Bazen öyle bir şeyler anlatmak istersiniz ki kaleminize üşüşen kelimeleri sıraya sokmakta zorlanırsınız…Hangisini seçeceğinizi bilemezsiniz…Bütün kelimeler önce kendisinin yazılmasını ister,telaş ve heyecan vardırhepsinde.İşte bu yıl öyle başlıyor benim içimde...***Ne desem bilmem ki, iyi olacak diyoriçim...Her şey iyi olacak....Yılın ilk gününün ümidi…Umarım 2015’in geri kalan günleri, ilk gününün yarattığı umuda ihanetetmez.Umut işte...
Bugün 2014 yılının son günü...Geleceğini bildiğimiz halde bize çok uzak gözüken Yirmibirinci Yüzyıl’ın ilk on dört senesi bittibile işte...Bugün yılbaşı...2014 bitiyor... 2015 başlıyor.İnanılmaz değil mi?***Yılbaşları, bana her zaman çok ilginç gözükür.31 Aralık’ın bittiği ve 1 Ocak’ın başladığı o tek saniyenin içine 365 günlük bir değişimi sığdırıveriyoruz çünkü.“Bir yıl bitti,” diyoruz, “başka bir yıl başladı.”365 gün tek bir saniyenin içinde bitiyor.***Bir zaman diliminin bittiğini ve bir başka zaman diliminin başladığını böyle somut biçimde algıladığımız bir başka olay yok herhalde.Zamanın geçtiğini hep biliyoruz ama bunu böylesine kesinlikle algılayıpkabullendiğimiz tek saniye, 31 Aralık’ıno son saniyesi.Bir saniyede bir yıl değişiyor.***Zamanı insanın algılaması çok kolay değil.Üstünde yaşadığımız dünyanın içinde yer aldığı bir evren var ve o evrenin zamanı bizim kavrama yetneklerimizin çok dışında.Geçen gün bir belgeselde izledim, bizim içinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisine en yakın büyük galaksi olan Andromeda galaksisinin ışığı dünyaya 2,5 milyon yılda ulaşıyor.Dünya’dan Andromeda Galaksisine baktığınızda, 2,5 milyon yıl öncesini görüyorsunuz.Bugün Andromeda Galaksisinde ne olduğunu, 2,5 milyon yıl sonra dünyaya gelecek insanlar görecek.***En yakın galaksinin ışığının dünyaya iki buçuk milyon yılda geldiği bir evrende yaşıyoruz. Ve bizim yaşamımız taş çatlasa yüz yılı geçmiyor.Bu rakamlara baktığınızda, bir insanın zamanı algılaması mümkün mü?Yüz yıllık bir hayata sahip canlı, milyon, hatta milyar yıllara sahip bir evreni ve zamanı anlayabilir mi?Algılayabilir mi?***Biz kendi “küçük dünyamızda” yaşıyoruz ve bizim zaman boyutlarımızda kendimize göre.Küçük zamanlar.O “küçük zamanlara” büyük değerler atfediyoruz, kendimizi çok önemsiyoruz.Önemsizliğimiz, uzaya baktığımızda ortaya çıkıyor.Bazen, insanın anlamsız ihtiraslarından “uzay bilincine” vardıkça kurtulacağını düşünüyorum.***Bizim “küçük dünyamızda” bir yıl daha bitecek bu akşam.Zavallı bir 365 günü gönderip, zavallı bir 365 güne hoşgeldin diyeceğiz.Gene kendimizi çok önemseyeceğiz, gene birbirimizi öldüreceğiz, gene kendimizi evrenin merkezi sanacağız.***Her şeye rağmen, gelen yeni yılın, eskisinden daha iyi geçmesini umalım.Şu “küçük dünyada” kısa hayatlarımızı biraz daha iyi yaşamayı dileyelim.Sandığımız kadar da önemli olmayabileceğimizi aklımızın bir kenarında tutalım.Herkese iyi yıllar.
“Sevmeden sevilmek, dokunulmadan dokunmak,yaralanmadan yaralamak, acı çekmeden acı çektirmek,zırhlarımızı, akıllarımızı, hesaplarımızı bunları elde etmek için mi kuşanıyoruz?Onun için mi deneyip duruyoruz insanları?Her sınamada onlar biraz daha fedakâr, biz biraz daha mı güçlü oluyoruz.Güçlü olmak isteğinin aslında nasıl bir korkaklık olduğunu fark edememek kaç aşka mal oluyordur insana.Acaba kendimizi en çok savunduğumuz sırada mı alıyoruz en büyük yaralarımızı, en büyük budalıklarımızı en akıllıca davrandığımızda mı yapıyoruz acaba, rahatı ve güvenceyi en çok istediğimizde mi kaybediyoruz en büyük mutluluklarımızı, en çok korktuğumuzda mı acaba korktuğumuz başımıza geliyor?Kendimizi bu kadar savunmasak, bu kadar akıllı olmasak, rahatın peşinde bu kadarkoşmasak ve bu kadar çok korkmasak, yaralarımız, pişmanlıklarımız ve acılarımız daha mı az olurdu acaba?***Biz, herkesi her zaman deniyoruz, emin olmak,güvenmek istiyoruz, sevgisini ve bağlılığını her an kanıtlasın, hayatını ve herşeyini tehlikeye atsın ve bunu binlerce kez yapsın istiyoruz.Kendimizle ve korkularımızla o kadar doluyuz ki, hiçbir duyguyu, hiçbir insanı, hiçbir nesneyi olduğu gibi bütün gerçekliğiyle göremiyoruz, her şey kendimizle ve korkularımızla oluşturduğumuz prizmalardan kırılarak ulaşıyor bize, her şeyi olduğundan başka bir biçimde ve olduğundan başka bir yerde görüyoruz, belki de bu yüzden aradığımız şeyleri aramamız gereken yerlerden başka yerlerde arıyoruz.Mutlulukla aramıza korkularımızı ve kendimizi sokuyoruz. Aragon’un dediği gibi eğer ‘mutlu aşk yoksa,’ bu aşkın suçu değil.Aşkı, acısından, kederinden, tedirginliğinden,ayrılığından, üzüntüsünden, yarasından ayıklamaya çalışanların aşkı, mutlu olmayan aşklar.‘Ben acıya, aldatılmaya, kedere razıyım,’diyenlere verilebilecek bir armağan mutlu aşk...Aşk ikieli dolu bir eski ilahe, birinde mutluluğu birinde acıyıveriyor. Acıyı almadan öbürünü almak mümkün değil.Çok mu korkuyoruz acıdanve yaradan ve kederden?Korku bizi acılardan koruyor mu peki?***Hayat seçimlerle dolu ve Pascal’ın dediği gibi‘her seçim birkaybediştir,’ bir şeyi seçer, birbaşka şeyi kaybedersiniz.Ya da hiçbir şeyi seçemez ve her şeyi kaybedersiniz.Bu da bir seçim... Bir şeyi seçip bir başka şeyi kaybetmek mi, hiçbir şeyi seçmeyip her şeyi kaybetmek mi?Zırhlarımız, korkularımız, savunmalarımız,hesaplarımız bizi hep bir şeyi seçmemeye götürüyor,aklımız ‘öbürünü kaybetmemeliyiz’ diyor... Ve en akıllı, en güç, en zırhlı, en hesaplı olduğumuz zamanda, herşeyi kaybediyoruz, en çok istediğimiz bizden en uzağa düşüyor.Kendi seçimimizi yapamadığımız için de insanları sınayıp duruyoruz.”***Yazıya babamın o müthiş yazısı Ten veHüzün’den oldukça uzun bir alıntı ile başlamamın bir sebebi var elbette.Yazının muhteşemliği kısa bir alıntı yapmama engel oldu her şeyin başında, bunun içinkendimi mahçup da hissetmiyorum doğrusu, yazı bu özrü hissetmeyeceğim kadar etkikeyici...Ama asıl hikaye başka.Geçen gece sevdiğim ama sık görüşmediğim bir arkadaşımdan gecenin oldukça geç birsaatinde bir mesaj aldım...Diyordu ki “bu saatte damdan düşer gibi olacak ama bugün benim doğum günüm ve keyifsiz geçti biraz.Kuzenim bu yazıyı gönderdi bana, çok hoşuma gitti ve aklıma sen geldin, sana da yollamak istedim.”Verdiği linki tıkladığımda karşıma bu yazı çıktı,Ten ve Hüzün.“En büyük yaraları kendinizi en çok savunduğunuzda alıyorsunuz, en büyük budalalıkları en akıllıca davrandığınızda yapıyorsunuz, en güçlü olmayı en çok korktuğunuzda istiyorsunuz ve mutluluk hep uzaklarda kalıyor.Savunmasız, güçsüz ve hesapsız olmak belki de mutluluğun kapısını açacak.”***Yazı insanoğlunun en büyük buluşlarından biri, belki de en büyüğü.İyi bir yazı insanı hem yaralayabiliyor, hem sağaltabiliyor.Sıkıntılı bir doğumgününde, kederli ve yalnız bir gecede sana hayatla ilgili başka bir gerçeği gösterebiliyor, seni olduğun yerden alıp başka bir yere götürebiliyor.Mutluluk ve mutsuzlukla ilgili sorularına cevap bulabiliyor.Sana bir yol gösterebiliyor.***Bu yazı Sinem’in doğumgünündeki hüznüne iyi gelmiş, ne güzel...Benim de yazıya olan güvenimi tazeledi.İkimize de beklenmedik bir gece yarısı iyi bir armağan oldu. Hayatın karmakarışık coğrafyasında en iyi pusulanın yazı olduğunu bir kez daha anladım.Ne güzel...