Sıradışı işler yapan sıradan bir insan...

19 Şubat 2015

Günlerdir evlere kapanmak zorunda kaldık,kar yağdı diye.Karla başa çıkamadık...Ama bu beklenmedik zorunluluğun benim için hoş bir yanı oldu doğrusu...Harika filmler seyrediyorum.Oscar adayı filmleri tamamlıyorum bir yandan, diğer yandan canım ne çekerse onu izliyorum...***Bir Woody Allen belgeseli seyrettim...Woody Allen A documentary...Gerçekten çok iyiydi.Sıkı bir Woody Allen hayranı olmama rağmen daha önceden bilmediğim pek çok yeni şey öğrendim bu belgeselden...Beni en etkileyen, Woody Allen’ın ruhunda barındırdığı tüm çelişkilerin çok sade bir şekilde var olmasıydı hayatında...Onca tuhaflığına rağmen çok normal olması hatta fazla normal olması insanı hayli şaşırtıyor gerçekten...***Hiçbir film eleştirisini okumuyor Allen. Hatta varlıklarından bile haberdar olmuyor.Her sene bir film çekiyor, biri bittiği an diğerine başlıyor, senaryoyu bitirdikten sonra bir kere bile tekrar okumuyor senaryoyu.Sete gelirken o gün ne çekileceğini bile bilmiyor sadece o sahnede ne istediğini biliyor.Oyuncularıyla neredeyse hiç konuşmadığı gibi, film çekmeye başlamadan sadece 3 gün önce ilk defa görüyor çoğunu ama casting işinde bir deha diyorlar onun için.Çok iyi oyuncu seçimi yapıyor.Senaryoyu elden ulaştırıyor, okumalarını bekliyor ve geri alıyor.***Hiç prova yapmıyor, hızlı çekmeyi tercih ediyor çünkü eve gidip Knicks maçlarını seyretmeyi seviyor.Oyuncularına hiç karışmıyor, senaryoda beğenmedikleri her repliği değiştirebileceklerini, isterlerse yeni cümleler ekleyebileceklerini söylüyor.Neredeyse onun filmlerinde oynayıp Oscar almamamış tek bir oyuncu yok ve hepsi aynı şeyi söylüyor, “müthiş bir oyuncu yönetmeni...”***Bunlar sadece aklımda kalanlar...Dünyanın en utangaç adamlarından biri ama en iyi komedi yazarlarından. Sayısız iyi film yapmasına rağmen iyi film yapmayı bir türlü başaramıyorum diyen bir derviş...O sakin görüntüsü altında sadece kendi istediğini yapmak isteyen bir isyankar...Hatta çok sıkı bir huysuz...***Özel hayatındaki tuhaflıklar, kendisiyle ilgili rahatsız edici iddialar da vardı belgeselde...Boşanma süreci, evlâtlık kızına aşık olması...O kadar kendi gibi anlatılmış ki belgeselde, bunu çok sevdim...Böyle bir dahinin sanata yansıyan parlaklığına odaklanmak, onun kişiliğinin karanlık yanlarıyla ilgilenmekten daha ilgi çekici geldi bana.***Her aydınlığın bir de karanlığı var, bunu özellikle Allen gibi dahilerin hayatlarına baktığında görüyorsunuz.Ama bu tür yaratıcı adamların parıltısı bütün dünyayı aydınlattığından, kendi kişisel dünyalarındaki karanlık yanları haliyle daha geride kalıyor.Sanırım gerçek özgürlük de bu zaten...***Ben özellikle öyle filmler yapan birinin mütevazi duruşuna bayıldım.Sanki hiç bir şey yapmamış gibi…Unutulmaz filmler çekerken futbol maçlarını da kaçırmamasındaki sıradanlık da çok çekici geldi bana.Sıradışı işler yapan sıradan bir insan hayatı.Ve muhteşem bir tevazu.Bundan daha mükemmel bir bileşim sanki olamaz gibi geldi bana.

Devamını Oku

Kadınlar özgürleşmeli erkekler kendine güvenmeli...

17 Şubat 2015

Kadınları güçsüz bir toplumuz biz... Daha doğrusu kadınları güçsüz bırakılmış bir toplumuz.Erkeğin kadından da, kadın bedeninden de korktuğu bir toplumuz...Hatta kadın kahkahasından bile...Peki bu toplumun kadınları nasıl hakettikleri özgürlüklere kavuşacak, erkekleri ise nasıl kendilerine daha güvenli olacak?Bu nasıl olacak gerçekten?Olabilecek mi?***Erkeklerin neredeyse büyük bir çoğunluğu, sahip olamadıkları her değeri kadın üzerinden kazanmaya kalkıyor bu ülkede...Sonra da kadınları kaybettiklerinde her şeylerini kaybettiklerini sanıp güçsüz ve zavallı kalıyorlar...Vahşileşiyorlar...Kaybettiklerini sandıkları gücü cinayetle,dayakla, kaba kuvvetle, tecavüzle, tacizle,küçümsemeyle, hakaretle yeniden kazanacaklarını sanıyorlar sonra da...Kendi ahlaklarını ve onurlarını kendi başlarına kazanacak kadar güçlü olduklarında öldürmekten,hakaret etmekten, vahşileşmekten de vazgeçerler belki...Öyle değil mi?***Ama ülkenin kadın politikasına bakınca insanın bu konuda umutlanabileceği bir durum çıkmıyor ortaya...İnanması zor ama gerçek böyle.Gençlerin birlikte olmasını bile yasaklamak istiyor bu ülke...İnsan doğasına hükmedebileceğini sanacak kadar gözünü karartıyor.“Devlet, vatandaşlarının özel hayatına karışma hakkına sahip midir?” gerçekten bize yutturdukları gibi...Cevabı basit…Değildir.***Ama bu ülkede yöneticiler buna “Evet, devletin karışmaya hakkı vardır” dedi yıllarca...Çünkü “halkın” eğitilmesi gereken bir cahil sürüsü olduğuna yüzde yüz inanıyorlardı…Düşünmeyen bir insan sürüsüydük biz onlar için.Şimdi ‘demokrat muhafazakarlar’ da hayatlarımıza karışabileceklerini sanıyorlar…Sadece “neye karışacakları” değişti.Kemalistler kadınların saçlarına akıllarına takmışlardı, illa açık olsun istiyorlardı, muhafazakaların ilgi alanı bunun tam tersi çıktı.Hem cumhuriyetçiler hem de muhafazakarlar, kadını kendi başına karar verebilecek biri olarak görmüyor ne yazık ki.Kadının yerine ne “yapması gerektiğine” devlet karar verir ‘erkek’ karar verir gibi fikirleri var.***Güzellikleriyle güvenilmezlikleri hep bir arada anılan kadınlar ise erkeklerin bataklığa döndürdüğü bir toplumda gün geçtikçe daha da ezilip gitti işte böylece...Kadınlı bir toplum yaratamadık biz türlü bu ipe sapa gelmez devlet politikaları yüzünden...Kadını hep özleyen ama ondan hep korkan, bu korku yüzünden de ondan nefret eden bir “erkekler” toplumu olduk ola ola...***Sonuç ortada...Insana başka hiçbir sebebe ihtiyaç duymaksızın “ben nasıl bir ülkede yaşıyorum Tanrım” dedirtiyor.Cinayetleri durdurmak mı istiyorsunuz?Küçük kızları daha büyümeden evlendiren zihniyetten kurtulmak mı istiyorsunuz?Bu ülkenin medeni bir seviyeye gelmesini mi istiyorsunuz gerçekten?O zaman kadınla erkeği “barıştırmamız” gerekiyor …Kadınları özgürleştirmeniz...Erkeklerin kendine güvenini arttırmanız gerekiyor...Erkeklerin her türlü sahtekarlığa, ahlaksızlığa bulaşıp, kadının bedeni üzerinden kendine “namus ve ahlak” devşirmesini engellemeniz gerekiyor.***Gururlarını, namuslarını, ahlaklarını, kimliklerini, kişiliklerini kendi varlıkları üzerine bina etsin erkekler, kadının bedeni üzerine değil.Bunu gerçekten yapabilir misiniz peki?Bunu yapmaya gücünüz yeter mi?

Devamını Oku

‘Erkek millet’

14 Şubat 2015

İşte yine o günlerden birinden geçiyorum...Kapkara bir boşluğa düşmüş, çaresiz duruyorum...Özgecan... Henüz 20 yaşındaymış...Bizim yaşadığımız, ülkemiz dediğimiz coğrafyada tecavüz edilip yakılarak öldürülen bir genç kız...Herkes gibi, hepimiz gibi benim de çığlıklarım boğazıma düğümlendi...İsyan dolu bir karanlığa yuvarlandım duyduğum andan beri...***Bir toplum kendine “erkek millet” diyerek yola çıkarsa, sonunda iş bu sapıklığa varıyor işte…Yarısı kadın, yarısı erkek olan bir toplum nasıl “erkek” oluyor?Neden “erkek” oluyor?Erkek olup da ne oluyor bu toplum?Bu “erkek millet” çok mu övünülecek bir durumda sanki?Her türlü ahlaksızlık, yolsuzluk, korkaklık, dalkavukluk, soytarılık var…Bunları yaptıkları yetmiyormuş gibi bir de kadınlara saldırıp öldürüyorlar.***Kadınları evlere kapatmak istiyorlar...Gülen kadın görmek istemiyorlar, hamile kadın görmek istemiyorlar, kadının saçını, yüzünü, vücudunu görmek istemiyorlar.Neden?Söylemedikleri ama ima ettikleri şey şu: Görünce dayanamıyorlarmış…Dayanamayınca saldırıyorlarmış, bıçaklıyorlarmış, vuruyorlarmış, ırzına geçiyorlarmış, öldürüyorlarmış.Kadınları değil bu hayvan sürüsünü evlere kapatmak gerekiyor aslında…İnsan olmayı öğrenene kadar kapalı dursunlar bir yerde…Erkek olmakla hayvan olmak arasındaki farkı kavrayıncaya kadar evlerinden çıkmasınlar.***Nefsine sahip olmayan, saldırgan, vahşi bir sürü, bu barbarlığı erkekliğin bir parçası sanıyor herhalde.Yeryüzündeki tek erkek grubu bu coğrafyada yaşıyor sanır duyan da…Uygar insanların dünyasında, kadınlar özgürce yaşarken neden erkekler, “biz erkeğiz, dayanamayız, saldırırız, evlerinize saklanın” demiyor.Neden bu coğrafyanın erkeklerinde bu saldırma isteği ve eve kapatma arzusu var?***Buraların erkekleri insan olmayı öğrenemediği için kadınlar evlere kapanıp saklanacak, öyle mi?Hayatı, erkekler nasıl istiyorsa kadınlar öyle yaşayacak.Her şeye erkekler karar verecek.Hayatın merkezi erkekler olacak.Kadınlara ne yapacağını erkekler söyleyecek. Sonra da saldırıp öldürecekler.Öyle mi!Bazen öfkeden ve acıdan delirecek gibi oluyorum.Gencecik bir kızı öldürdüler.Bu öldürülen kaçıncı kadın?“Erkek milletin” kurbanı olan kaçıncı kadın bu?***Bu toplumun erkekleri, buranın “erkek millet” değil, bir millet olduğunu…Erkek olmakla hayvan olmak arasında ciddi bir fark bulunduğunu…Onların saldırgan ve ilkel vahşetinin hayatın doğal bir parçası olarak kabul edilemeyeceğini…Ne zaman öğrenecek?Ve bu “erkek” devlet ne zaman bu toplumun kadınlarının haklarını korumak zorunda olduğunu kavrayacak?***Daha kaç kadının öldürülmesi gerekiyor?Bu “erkek millet” daha kaç kadın öldürdükten sonra “insan millet” olacak?

Devamını Oku

Hiç kimse gerçekten özgür olmak istemiyor!

12 Şubat 2015

Hepimizin hayatımızda en zor vazgeçeceğimiz şey sanırım özgürlüklerimizdir...Aşklar bile bu özgürlük tutkusu yüzünden biter çoğu defa... İnsan kendi hayatını belirleyen sınırlar içinde sahip olduğu özgürlükten hiç kimse için vazgeçmeyi kolay kolay göze almaz, alamaz... Bu söylendiğinde herkesin hemen evet diyeceği bir söz ama gerçekler böyle mi peki?***Özgür olmak, gerçekten özgür olmak insan için çok da zordur.Güven ihtiyacı doğar özgürlüğün hemen yanıbaşında...İşte hukuk, devlet, toplum dediğimiz kavramlar bu özgürlükle güven arasında kendiliğinden ortaya çıkar...Disiplini olmayan bir özgürlük özgürlük değildir çünkü… Güçlünün güçsüzü parçaladığı bir orman da özgürlük vardır ama sadece güçlüler için…Biz güçsüzün haklarının korunduğu bir özgürlükten bahsettiğimizde zaten kendiliğinden hukuk, devlet, toplum kavramları da ortaya çıkar...***Gelişmiş dünya bizim hiç tatmadığımız, hatta nasıl olduğunu hiç bilmediğimiz bir özgürlüğe sahip.Bireylerin özgürlük alanları genişlerken, devletlerin, iktidarların özgürlük alanları daraltılıyor.İlkel toplumlarda devletler her istediklerini yapabilecek bir özgürlüğe sahipken, gelişmiş toplumlarda devlet kısıtlanıp toplumların düşünme, yaşama, yaratma özgürlüklerinin sınırları geriye doğru itiliyor.***Devlet, iktidar, sınırlar gibi kavramlar yeniden tarif ediliyor artık.O kavramlar yerine yerine insan, teknoloji, vicdan gibi kavramların güçlendiği bir dönemi yaşıyoruz...Peki, hiç düşündünüz mü dünya üzerinde son 20 senede kavramlar değişirken bizde neler oluyor? Bizim hikayemiz şu tekerlemeye benziyor: “Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de baktık, bir arpa boyu yol gittik.”***Devlet hâlâ herkesi korkutuyor.Devlet özgürlüklerin önünü açmıyor, aksine, önünü kapatıyor. Bilgi ise hâlâ halktan özenle saklanıyor.Bilgilenme özgürlüğümüz yok.Bilgilenme özgürlüğü olmadığında haliyle seçme özgürlüğü de kısıtlanmış oluyor, neyi neden tercih edeceğini net bir biçimde bilemiyorsun çünkü.***Hâla dünyanın tek tuşla hakkımızda öğrendiği bilgilere biz ulaşamıyoruz.Ordunun harcamalarını, devletin içinde neler olduğunu, paraların nerelere harcandığını biz hala ve hiç bilmiyoruz. Neler olduğu hâlâ bizler için sır.***Bilgilenmek, düşünmek, yaratmak, istediğimiz gibi yaşamak için gerek duyduğumuz özgürlüklere yeterince sahip değiliz. Ama bu özgürlükleri talep de etmiyoruz. O özgürlükleri kullanacak iradeye ve güce sahip olmadığımızdan belki…Devletin keyfince davranma özgürlüğüne sahip olduğu bir toplumda, o devlete yanaşarak yaşamak, bize hukukun güvencesi altında tek başımıza, kendi güzücümüzle yaşamaktan daha kolay ve avantajlı gözüküyor.***Sanırım özgürlüğümüzden bu yüzden vazgeçiyoruz. Kullanabildiğimiz tek özgürlük, yapabildiğimiz tek tercih de özgürlüklerimizden vazgeçmek oluyor. Özgürlüktem konuşmayı seviyor ama özgür bir hayat kurmak için uğraşmayı sevmiyoruz.

Devamını Oku

Bu bir siyasi manevra mı yoksa gerçek mi?

10 Şubat 2015

Geçen gece, uzun hatta çok uzun bir aradan sonra, televizyonda tartışma programlarına baktım...Epeydir, iktidarı destekleyen akademisyenlerle gazetecilerin gerçekleri neredeyse tümüyle yok sayan, gördüklerimizin aslında gerçek olmadığını anlatmaya uğraşan, yaşanan olumsuz olaylar hakkında yorum yapmaktan “hep iktidarı eleştirmeyelim, muhalefeti de eleştirelim” diyerek kaçan, çok sıkıştıklarında da “ama halk bu iktidarı seçti” mazeretine sığınan tavırlarından yorulmuştum.Ama MİT başkanı Hakan Fidan niye istifa etmiş, belki birileri akıllı bir şey anlatır hayaliyle kanallar arasında dolanmaya başladım...Hayaller ve ümitler işte... Sanırım yıkılmaları için varlar, en azından bizim ülkemizde.***Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Hakan Fidan’ın istifasını olumlu bulmadığını” açıklamasından sonra AKP’lilerin ne söyleyeceklerine tam karar veremeyen şaşkınlıklarını gördüm sadece.Fidan’ı destekleyecekler mi, karşı mı çıkacaklar bir türlü bilemiyorlar.Onlar da cumhurbaşkanının “desteklemiyorum” sözlerinin gerçek bir karşı çıkış mı yoksa politik birmanevra mı olduğunu kestiremiyolardı.***Anladığım kadarıyla şu anda Fidan olayının gerçeğini çok az insan biliyor.Cumhurbaşkanının karşı çıkmasına rağmen Fidan’ın siyasete girebileceğine inanan pek yok gibi ama Erdoğan bu konudaki eleştirelerini ısrarla sürdürüyor.***İki ihtimal var herkesin de gördüğü gibi.Ya bu “tasvip etmiyorum” sözleri politik bir manevra ya da Fidan, Erdoğan’ın tavsiyelerini dinlemeden AKP içinde bir kariyer arıyor ve bir anlamda cumhurbaşkanına meydan okuyor.***Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu tür bir “manevra” yaptığını pek görmedik, zaten ihtiyacı da olmadı.AKP’ye tümüyle hakim, arkasında ciddi bir oy desteği olan bir lider olarak hep kendi istediklerini açıkça söyledi.Eğer sözleri bir “manevraysa”, bilebildiğim kadarıyla ilk kez böyle bir “manevra” yapmak mecburiyetinde hissediyor kendini.Bu, onun özellikle son dört yıl içinde ilk defa kendini manevra yapmak zorunda hissedecek kadar güçsüz gördüğü bir durum var demektir.***Yok bu sözler manevra değil de gerçekse, Babakan Davutoğlu ve Hakan Fidan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a rağmen böyle siyasi bir tavır alıyorlarsa, bu da AKP içinde ilk kez Erdoğan’a karşı bir meydan okuma olacak.***Her durumda, çok uzun zamandan beri ilk kez AKP’de bir liderlik zaafı ortaya çıkmış oluyor.Son “yüce divan” oylamasında AKP’nin verdiği fireyi de düşünürsek, parti içinde bir şeyler olduğunu söylemek gerçekçi olur.Doların 2.50’yi geçtiği, AKP içinde anlaşılmaz bir hareket yaşandığı, seçimlere de beş ay kaldığı bir zaman diliminde, bizim gibi kulis bilgilerine sahip olmayanların çıkartabileceği tek bir sonuç var.2015 çok ilginç ve hareketli bir yıl olacak.Daha önce görmediğimiz çok şey göreceğiz.

Devamını Oku

Bugünkü politikacılardan ne kalacak geriye?

7 Şubat 2015

Dünyanın en kıyıcıları, kan dökücüleri, insanları ölüme sürükleyenleri,ikiyüzlüleri, alçakları bile insanları yönetmek için tırmandıkları merdivenlerin üst basamaklarına, zekalarından, kişiliklerinden, nüktelerinden, cesaretlerinden bir şeyler bırakarak ulaştılar.Geriye anlatılacak tekrarlanacak unutulmayacak hayatlar bıraktılar...Ne mi anlatmak istiyorum?Sanırım şunu;Almanlarla işbirliği yapan Fransız başbakanı Lavalle daha sonra ölüme mahkum edildiğinde, idam mangasının karşısına Fransız bayrağına sarınarak çıkmış ‘Yaşasın Fransa’ diye bağırarak ölmüştü...Mussolini konuştuğu zaman İtalya vecde gelirdi... Romalıların koynuna giren Kleopatra yenildiğini anladığında ölüme ulaşmak için üzüm sepetinin içinde getirilen yılanı seçmiş, üzüm yiyerek ölmüştü.Atilla ardında hala dikkatle incelenen yönetim dersleri bırakmıştı.Makyavel ikiyüzlülüğü unutulmaz bir kitaba dönüştürmüştü.‘Kendini satın alan herkesi satan adam’ olarak tarihe geçen Talleyrand bütün imparatorlarla alay etmişti.Edebiyat tarihinin en büyük faşitlerinden biri olan Mişima ayaklanmaya çağırdığı harb okulu öğrencileri onu dinlemeyince, yarı beline kadar soyunup öğrencilerin gözü önünde harakiri yapmıştı...İnsan nasıl etkileniyor değil mi?İkiyüzlü alçak kan dökücü olduklarını unutup nasıl da cesur olduklarını düşünüyor insan...Oysa adı geçen herkes diğerlerinin canını gözünü kırpmadan yakmaktan çekinmeyen insanlardı...Ama cesaretleri acımasızlıkları kadar büyük...Bir de bizi yönetmeye talip olanlara bakın... 20 seneyi bir tarayın...Ne kaldı onlardan?Ya da bunlardan ne kalacak geriye?Kandan ve acıdan başka ne bıraktılar ya da bunlar ne bırakacaklar...Hırsından başka hiçbir şeyi olmayan insanların yönetime gelebileceğinin kanıtı olmaktan başka ne işe yaradılar ya da bunlar ne işe yarayacaklar?Dünya politika adına ne rezaletler gördü, ne alçaklara rastladı, hainlerle, faşistlerle,katillerle, canilerle, cellatlarla karşılaştı ama bütün bu rezilliğin içinde gene de insanlığın unutamadığı pırıltılar vardı.Öyle değil mi?Ben bu ülkenin siyasetçilerine öfkeyle bakıyorum...Tırmandıkları yerlere zekalarından, cesaretlerinden bir şey bırakamadıklarına kızıyorum... Hatta çok kızıyorum... Politikayı kişisel hırs, hınç ve nefretten başka bir şey olarak görememelerinden tiksiniyorum.Özür dileyemiyor, istifa edemiyor, acı çekemiyorlar...Hatta tüm ikiyüzlü acımasız yalancı olanlar siyasete merak sarıyor...Olanlar umurlarında bile değil... Ama canımı en sıkanı, umurlarında olmamasını yalanlarla,içi boş öfkelerle, sahte gözyaşlarıyla saklamaya çalışmaları.Bir an bile, bir nebze utanç geçmiyor gözlerinden...Kendi ihtiraslarıyla kendi yolculuklarını yapıyorlar, arkalarında bıraktıkları acılara aldırmadan...Yeter ki bu ülkeyi onlar yönetsin...Yeter ki bu ülke onları birşey sansın... Bazen politikacı bazen yazar bazen sanatçı bazen sadece insan...Bir gün bizim ülkemiz de özgürlüğe, mutluluğa, barışa, kardeşliğe ulaştığında...“Kana da bulaşsa bu bir çiçektir” diyeceğimiz ne bir nükte, ne bir yiğitlik gösterisi, ne bir kitap, ne bir jest kalacak kan dökmeyi durduramayan bu politikacılardan... Bir kum fırtınasındaki ayak izleri gibi silinip gidecekler... Bize yalnızca o fırtınaların acıları kalacak anı diye... Bunu bu kadar net bilmek ne fena değil mi!Ve bir şey yapamamak...

Devamını Oku

Kusurların tılsımı...

5 Şubat 2015

Bazen Tanrı, bir hayatı hayat yapmak için herşeyi verir de ama bir türlü o verdiklerinden bir hayat çıkartamayız biz...Oysa sadece bize verdiğini olmamızı istiyordur Tanrı, yani en azından benim hayatı oyun olanı olarak düşünmemin sebebi bu.Doğduğumuz anda neler olabileceğimiz, bir hayatı nasıl kuracağımız belli aslında, bakalım onu yapabilecek miyiz...İşte hayat tam bu oyun gibi geliyor bana bazen.***“Sana verdiğimi ol” diyen bir Tanrı’nın kullarıyız biz...Ve pek çoğumuz bu sınavı geçemiyoruz.Bize sunulandan bir hayat çıkartmayı beceremiyoruz.Ve bir yanımız bunu hep bildiği için çoğu zaman kendimizden bile sakladığımız koca bir ızdırapla yaşıyoruz.Beceremediğimiz bir yana, kimse eksiğimizle bizi sevmez diye inanıyoruz...Bu ızdırabımızı daha da harlıyor tabii...***Ama bir hayatı hayat yapamamanın, Tanrı’nın bana verdiğini olamamanın ızdırabını yaşamama rağmen “eksiklikle sevgi” ilişkisi konusuda biraz daha farklı düşünenlerdenim ben..Ben kusursuzluktan çok kusurların çekici olduğuna inananlardanım.“Ancak birbirimizi kusur ve eksiklerimizle gördüğümüzde birbirimizi gerçekten sevebiliriz” diye düşünüyorum.***Bir kadınla bir erkek en keskin biçimde birbirlerinin kusurlarını görseler sevemezler mi birbirlerini gerçekten?“Beni ancak tüm gerçeğimle, eksiklerim,kusurlarımla gören bir erkek beni sevebilir” diye inanıyorum.Kusurlarımı sevmeyen biri beni nasıl sevebilir ki?***Ama nasıl da, biri bizi tüm gerçeğimizle görse hiç sevmez zannediyoruz, değil mi?Hatta zannetmiyoruz, hayatta en çok buna kuşku duymadan inanıyoruz.‘Gerçeğimizi’ saklanacak en büyük parçamız diye biliyoruz.Oysa benzer zayıflıkların, benzer kötülük planlarının, benzer çocuksu incinmelerin, benzer kıskançlıkların, benzer korkuların sahibiyiz hepimiz.Sevmenin ve sevilmenin kaynağında kusurlarımızın yattığını niye bize kimse öğretmiyor, bilmiyorum.Kusurların tılsımından niye hiç kimse bahsetmiyor?***Bir hayatı hayat yapamamak çok fena biliyorum ama bunu yapamayışımız belki de en çekici kusurumuz..Eksiklerin yerini sahte erdemlerle doldurmak ve karşımızdakinin de bunlara inanıyormuş gibi yapması, insanların gerçekten birbirini sevmesini engelleyen en önemli barikatlardan biri bence.Kusurları değil de sahte erdemleri seven insanları anlayamıyorum.Gerçekten soruyorum, hiç mi çekici gelmiyor yara bere içinde, eksikleri olan gerçek insanlar?***Kusurlarını saklamaya çalışan bir erkek mi yoksa kusurlarını açıkça söyleyen bir erkek mi daha çekici?Aynı soru kadınlar için de geçerli, kusurlarını saklayan kadın mı yoksa kusurlarını söyleyen kadın mı daha çekici?Hepimiz doğru cevabı biliyoruz.Ama kusurlarının değerini bilecek kadar akıllı, bunları söyleyecek kadar cesur olmak da, öyle birini bulmak da kolay değil.Belki de onun için hep birlikte yalan söylemeyi, saklanmayı tercih ediyoruz.Belki de onun için, Tanrı bir hayatı hayat yapmak için herşeyi verdiği halde biz ondan bir türtürlü bir hayat çıkartamıyoruz...

Devamını Oku

Dışarda yapayalnız içerde bölünmüş vaziyetteyiz...

3 Şubat 2015

Geçenlerde Obama’ya yakın bir Türkiye uzmanı olan Michael Werz’in Cansu Çamlibel’e verdiği röportajı okurken ‘Amerika Türkiye’den vazgeçmiş, acaba bu Türkiye’yi nasıl etkiler’ diye düşünmüş sonra da hızlıca unutmuştum bu sorumu... Türkiye’de neredeyse herşey gerçekliğini kaybettiği için ne siyasete, ne futbola, ne aşka, ne hukuka, ne gazetelere inanmadığımdan dünyada olanlara da aynı refleksle bakıyorum istemeden de olsa... Hayat bana çizgi film gerçekliğinde gözüküyor uzun zamandır... Sanki ölsen bile, diğer sahnede canlanır hayata devam edebilirsin gibi geliyor... Tıpkı Tom ve Jerry’deki gibi işte..***O yüzden de Amerika Türkiye’den vazgeçmiş dedim ve unuttum röportajı ta ki Mehmet Altan’ın yazısını görene kadar...Meğerse hayat gerçekmiş!Ve hayatı unutmak pek mümkün değilmiş. Bir Amerika varmış, bir Türkiye varmış ve işler hiç de parlak değilmiş. Üstelik röportajı yapan Cansu Çambel de, Werz’in dediklerinin Beyaz Saray’ın meselelere bakış açısını anlamak için adeta ‘dekoder’ niteliğinde olduğunu söylüyor.***Michael Werz, Obama’dan sonra ister Hillary Clinton, ister Cumhuriyetçi bir başkan gelsin, ABD yönetiminin Türkiye’ye karşı bugünkünden daha sert olacağını iddia ediyor.Türkiye’nin kapasitesine dair güveni zedeleyen üç olayı da şöyle özetliyor:“Birinci deneyim Gezi Parkı protestolarıydı. İstanbul’un göbeğindeki son derece meşru, demokratik ve kontrol edilebilir bir protesto, hükümetin olan biteni okuyamamasından ve polisi ölümlere neden olacak, daha fazla öfkeyi provoke edecek şekilde kullanması nedeniyle kontrolden çıktı.İkinci olay ise Musul oldu. Şehrin düşeceğine ilişkin bariz emareler varken O zaman Dışişleri Bakanı olan Davutoğlu, Musul Başkonsolosu Yılmaz’ın kaçırılmasından sadece bir gün önce Türk diplomatların güvende olduğunda ısrar etti. Bütün bunlar Türkiye’nin Kuzey Irak’ta olup bitenlerle ilgili kaliteli istihbarat toplama kapasitesine dair soru işaretlerine neden oldu.Üçüncü siyasi referans noktası ise Kobani’dir. IŞİD önemli bir hedef haline getirdiği için stratejik bir önem kazanan bir Kürt şehrinden bahsediyoruz. Türkiye’nin kendi içindeki barış süreci belki de ilk kez öncelikli olarak dış dinamikler tarafından yönlendirilirken Türk hükümeti sadece seyirci kaldı ve Kobani’yi kurban etmeye hazır bir görüntü verdi. Bu da son 1,5 sene içinde tanık olduğumuz üçüncü yanlış hesaptı.”***Türkiye, Avrupa Birliği’nin desteğini epeydir kaybetmişti, şimdi Amerika’nın desteğini de kaybettiği anlaşılıyor. Batı dünyasında bir desteği yok artık Türkiye’nin. Ortadoğu’da da artık dostumuz bulunmuyor. ‘Değerli yalnızlık’ görülüyor ki artık ‘değerli yapayalnızlık’ olmuş.***Türkiye’deki iktidarı anlayan ve destekleyen tek lider Putin gibi gözüküyor.O da hızla batıyor.***Dışarda yapayalnızız… İçerde de tam anlamıyla bölünmüş vaziyetteyiz.Halkın en azından yarısı iktidara kuşkuyla hatta nefretle bakıyor.***Kalkınmak ve gelişmek zorunda olan ve bunun için dışardan gelecek paraya muhtaç bulunan bir ülke bu şartlarda yoluna devam edebilir mi? Bu, çok mümkün gözükmüyor.Eğer hayat bir Tom and Jerry filmi değilse, gerçekse, bir sahnede ölüp öbür sahnede dirilmiyorsan… Türkiye’nin kendine süratle çeki düzen vermesi gerekiyor.***Ya vermezse? O zaman bizim hikayemiz ‘kısa’ bir çizgi film olur.

Devamını Oku