Dün 1 Mayıs’tı... İşçi Bayramı, Emek ve Dayanışma Günü.Sokakları siz de benim gibi seyrettiniz, kiminiz de o ateşin içindeydiniz… 2010 yılında, 1977’deki kanlı 1 Mayıs’tan 33 yıl sonra, ilk kez 150 bin kişinin katıldığı yürüyüşle kutlanmıştı 1 Mayıs… 2011 yılında “Umarım geçen seneki gibi halay ve davullarla kutlanır, bakalım nasıl geçecek, insan bu ülkede pek çok şeye kolayından güven duyamıyor. ‘Her an her şey olabilir’ gibi hissediyor” diye yazmışım. Bu ülke hiç yanıltmıyor insanı, değil mi? Gerçekten her an her ey kötü olabilir gibi hissediyor insan ve oluyor da…*** Bu başına gelmedik kalmayan 1 Mayıs yeryüzünde 1890’dan beri kutlanıyor. Osmanlı’da ise ilk kez 1906 yılında kutlanmış. Sonra da 12 Eylül Cuntası, 134 ülkede kutlanan bu bayramı bizde yasaklamış. Uzmanlar 10 sene içinde dünya nüfusunun yarısından fazlasının “orta sınıflardan” oluşacağını söylüyor… Üretim tarzının “kol gücünden beyin gücüne” geçtiği bu çağda “işçi sınıfı” neredeyse yok oluyor ama Türkiye’de işçi olmak hâlâ her anlamda sorun. Dün olanlar bir yana, hâlâ 1 Mayıs 1977 olayları karanlık...***O aydınlatılmadan da sadece Taksim’e davulla yürümek, izin bile verilmiş olsa beni tam mutlu etmiyor doğrusu. 1 Mayıs 1977 katliamı aydınlanmalı, bu ülkenin her karanlık noktası gibi… O dönemin en yetkili ismi Başbakan Demirel’di… 1 Mayıs Katliamı’nı anlatan bir röportaj yapsa ve anlatsa bize.Dönemin Emniyet Genel Müdürü Metin Dirimtekin de yanılmıyorsam hayatta. O bilmiyor mudur? İşin ilginç tarafı, Dirimtekin’den hemen sonra, 22 Ekim 1977’de Vecdi Gönül, geçtiğimiz senelerin Milli Savunma Bakanı, bu göreve gelmiş. Vecdi Gönül o dönem göreve geldikten sonra “5 ay önce ne oldu?” diye merak etmemiş midir? Etmez mi insan?*** Dönemin İstanbul Valisi Namık Kemal Şentürk de yanılmıyorsam hayatta; herhalde bu olayla ilgili bir şeyler biliyordur. Dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar... O aramızda artık yok ama askeriyede bu olayın bir dosyası vardır. Dönemin İçişleri Bakanı Sebahattin Özbek de bugün aramızda yok; ancak, görevi devraldığı Oğuzhan Asiltürk hayatta ve muhtemelen konuya dair bir bilgiye sahiptir. Dönemin MİT Müsteşarı Hamza Gürgüç ve MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas bugün aramızda yok ama MİT tabii ki o gün Taksim’de ne olduğunu biliyordur.***Hiç kimse neden bugüne kadar anlatmadı bize ya da neden şimdi anlatmıyor, 1 Mayıs 1977 günü kalabalıkların üzerine ateş açanlar kimlerdi, kim öldürdü onca masum insanı? 37 senelik bu sırrı niye çözemiyoruz… Bugün o acının yıldönümünü neden anamıyoruz! 37 yıldır hâlâ “yakalanamayan” devlet içindeki bir çete, Türkiye’yi 12 Eylül darbesine götürmek için 1 Mayıs 1977 yılında büyük bir katliam düzenledi,bu açık... Ama bunu kimler yaptı, bilmiyoruz... 2014 yılına geldik... Dün birçok insan yaralandı, çatışmalar yaşandı… 1977 karanlığına 2014’ün yasakları, ayıpları, acıları karıştı.*** AK Parti, 5 katliamın dosyası açmıştı bir zamanlar… 1977’deki Kanlı 1 Mayıs... Çorum... Sivas... Kahramanmaraş ve Başbağlar katliamları için araştırma komisyonu kurulmasını istemişti, bugün 1 Mayıs kutlamalarını yasaklayan hükümet… Ne oldu acaba bu komisyon? Ergenekon Davası’nın iddianamesinde 404’üncü klasöründe sanırım, “1 Mayıs 1977 Katliamı’nı Kontrgerilla Düzenledi” başlığı altında, 36 kişinin öldüğü o güne ışık tutacak telsiz konuşmalarına yer verildiği ortaya çıkmıştı. Sheraton Otel’in çatısından kalabalığın üstüne ateş eden kişinin, telsiz konuşmalarında “Ocak” kodunu kullanan Binbaşı Alaattin Sezginkurt olduğu anlaşılmıştı. Ne oldu peki sonra?*** Dün 1 Mayıs’tı işte... Taksim’in yolları yine işçilere kapalıydı…Yine biber gazları, yine plastik mermiler vardı sokaklarda… Taksim’in sırrı bize kapalı 37 yıldır, şimdi bir de bugünün acıları eklendi öfkemize…
Şanslı bir kuşağız aslında...Türkiye’de olmasa bile bütün inançların, alışkanlıkların değiştiği, tabuların kırıldığı, yeni bir düzenin oluştuğunu dönemden geçiyoruz...Dünyada olan, pek çok şaşkınlık verecek değişime tanıklık ediyoruz.Gördüklerimizi, olup biten her şeyi, özgürce düşünüp değerlendirebilir, bu geçiş çağının tüm eğlencesini, heyecanını yaşayabiliriz biz de istersek.Türkiye olarak bu eğlenceli oyunun içinde olabiliriz... Ama nedense bizler bir inancın içine kıvrılıp yatmaktan çokça hoşlanıyoruz ya da kolay nutuklarla işi idare etmeye bayılıyoruz...Değişim... Özgürlük... Yenilik... Baş düşmanlarımız gibi...Hiçbir şey değişmesin istiyoruz...Bu hâlimizle çok şanssız bir zamanda dünyada yaşıyoruz...En çok, korktuklarımızın gerçekleştiği bir dünya bu, insanlar özgürleşiyor, bireyleşiyor, iletişim, ulaşım kolaylaşıyor, sınırlar kalkıyor, tabular yavaş yavaş siliniyor...***Çevremdeki bazı insanlara bakıyorum da değişim onları heyecanlandırmıyor.Hatta korkuyorlar. Dünya korkutuyor onları, Türkiye’nin karanlığı içinde büzüşmüş vaziyette duruyorlar.Ne o karanlığın parçası olmaktan memnunlar, ne de dünyanın aydınlığından yararlanmaya uğraşıyorlar.Kötürümleşmiş gibiyiz.Doğrusunu isterseniz bazen karanlık kozasının içinde dertop olmuş tırtılsı bir toplumda yaşadığımızı düşünüyorum ben.Hep aynı eksiklik hep aynı eskilik...Şöyle silkinip canlanamıyoruz bir türlü. Kozasını karanlık, bunaltıcı, sıkıcı bulan, o kozayı delip çıktığında ipek böceği olacağını bilmeyen tırtıl gibiyiz işte...Ülkemizde çok sıkıcı şeyler var.Haksızlıklar var, dünyanın gidişatını algılamayan politikacılar var; kuşkuyla baktığımız hukukçular, gazeteciler, akademisyenler, iş adamları var...Ama kozayı delip bir ipekböceği olabileceğimizin işaretleri de var.Korkmamak lazım...Değişim oyununu sevmek lazım...Bu değişimi izlemeyi, parçası olmayı heyecanlı bulmak lazım.Bunları yaparsak bir süre sonra o bunaldığımız karanlık, ipek böceği olarak terk edeceğimiz kozanın içinde kalacak çünkü...Bizi aydınlık, özgür, mutlu bir dünya bekliyor ‘dışarıda’. İstersek kanatlanıp arasına katılacağımız aydınlık dünyanın şartları var ama o dünyaya katılabilmek için cesaret ve istek gerekiyor.***Hem yaşadığın şartlardan sıkıl, hem o şartları değiştirmek için uğraşma.Hem içinde yaşadığın karanlıktan bunal, hem de ‘dışarıdaki’ aydınlığa katılmak için bir çaba gösterme.Hem ‘bu hayat çok sıkıcı’ de, hem de hayatı daha eğlenceli kılacak değişimlerin parçası olma.Hem yakın, hem kımıldama.Böyle yaşayan insanlar mutsuz olmazlar da ne olurlar.***Türkiye’de, Türkiye’nin karanlığı içinde yaşasak da aslında hepimiz aydınlık bir dünyanın parçasıyız.Tarihin en büyük değişimlerinin yaşandığı bir çağ bu.Karanlıkta başımızı bir uzatsak aydınlığı göreceğiz. Ama bizi bunaltan karanlığa o kadar alıştık ki artık aydınlıktan da korkar olduk.İnsanlığın bu en şanslı döneminde bizim şanssızlığımız da bu işte.Tırtıllığı sever olduk...Kelebek olacağımızı bilsek yine de korkar mıydık değişimden merak ediyorum?Siz etmiyor musunuz?*****PS: Dün yeni ay zamanıydı... Ve yeni ay zamanında aynı anda güneş tutulması oldu... Yenilenme ve yenilik zamanı olduğunu söyledi astrologlar bu birleşim için... Gökyüzü bile yanınızda, daha ne bekliyorsunuz kozadan çıkmak için? Değişin, değişimin parçası olun...
‘Acının usta, insanın çırak’ olduğunu söyleyen şaire hep inandım ben.Acı usta, bizler çırağız.Ama acı hep acı, hep usta olmasına rağmen çıraklar hep kötü çıkıyor, ustadan neredeyse hiçbir şey öğrenmiyor.Bizler, insanlar yani bir türlü acılardan bir bilgelik, bir ustalık çıkaramıyoruz.Ne tuhaf değil mi, acılarla bile yontulamıyoruz.O yüzden mi acaba başkalarının acılarına, başkalarının fikirlerine, başkalarının mutluluklarına tepkiliyiz, acının çırağı olamadığımız için mi?Neden mi böyle düşünüyorum, bu topraklardaki gelmiş geçmiş hiçbir acı yeni acılardan bizi koruyamadı da ondan…Gençken, çocuğunu kaybetmiş askerler, politikacılar beni şaşırtırdı, nasıl olur da bu ülkede Kürt savaşının devam etmesini isterler kendi yaşadıkları acıya rağmen, bunu bir türlü anlayamazdım.Ölümü tanıyan, ölümü bilen başkalarının çocuklarını nasıl ölüme götürür diye hayret ederdim…Acının ustalığını görür, çırağın kötülüğüne şaşardım.Bugün çıraklık da, aynı acemilik de devam ediyor bu ülkede…Ezilmiş, itilmiş, hakları zapt edilmiş bir partiiktidar olduğu anda kendine yapılmışı daha da fazlasıyla başkasına yapabiliyor.Yaşadığı acılar, başkalarının acılarını dindirmeye yetmiyor.***Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın Anayasa Mahkemesi’nin 52. Kuruluş yıldönümü töreninde yaptığı konuşmayı izledim.Hükümet, bu konuşmadaki demokrasi, hukuk, eşitlik çağrılarını‘azarlanmak’ olarak algıladı ve ‘bu tavır kabul edilemez’ dedi.Söylenenlerin içeriğiyle, Anayasa Mahkemesi Başkanı’ndan gelen hukukla ilgili çok ciddi uyarılarla ilgili hiç bir şey söylememeleri, ‘üsluba’ takılmaları tuhaf gözüktü bana.Anayasa Mahkemesi’nin ‘hukuk’ uyarılarını bir hükümet daha ciddiye almalı diye geçirdim aklımdan.Neticede, bir hükümetin üyelerinin hukuksuz davrandıklarına karar verildiğinde gidip yargılanacakları yer Anayasa Mahkemesi.O mahkemenin başkanı ‘hukuka uyun’ diyorsa durup bir düşünmek gerekir.***Ama benim daha da ilgimi çeken, Ermeni soykırımının yıldönümü olduğu hafta Haşim Kılıç’ın da konuşmasında katledilen Ermeni gazeteci Hrank Dink’in ‘ürkek güvercin’ tanımlamasını kullanması oldu.Bana bu toplumun yaşadığı acıları düşündürdü yeniden…Çıraklığını yapamadığımız acıları.Hükümetin, bütününe itiraz ettiği konuşmanın içinde geçen bu küçücük cümleyle bile sarsılabilecekken, üstelik de başbakanın beklenmedik bir şekilde 1915’deki ölümleri için taziye mesajı yayınladığı hafta, o konuşmadan yeni kavgalar yaratması beni bir kez daha şaşırttı.İnsan neye inanacağını bilemiyor.Hangisi gerçek…1915’e uzatılan el mi, yoksa Anayasa Mahkemesi başkanının konuşmasına bile tahammül edemeyen o baskıcı ruh mu?***Kendi kişisel hayatlarımızda içinden geçtiğimiz acıları usta kabul edebilsek yine aynı insanlar mı olurduk merak ediyorum.Olmamız mümkün değildi sanırım, öyle değil mi?Acıların ustalığından geçen, çırak olmanın hakkını bütünüyle veren biri en azından başkalarının acılarına saygı duymasını bilir.Peki bunca acıya rağmen bu ülkenin siyasetçileri neden acılardan bir şey öğrenmiyor, neden hep acılarla dolu aynı yola sapıyor?Ne kötü bir çıraklık bu böyle...Hiç ders almamak, nasıl bir aymazlık?Bu yüzden herhalde burada acılar hiç bitmiyor.Acılar usta olmaya devam etse de çıraklar hep kötü çıkıyor işte…
1 Mayıs geliyor.Birçok ülkede bu basit cümlenin dehşet verici bir anlamı yok eminim, artık solmaya başlamış eski acıların hatırasıyla birlikte bayram havasında kutlanan bir takvim günü, bir şenlik.Bizim ülkemizde ise “1 Mayıs geliyor” dendiği zaman acılar, tedirginlikler, öfkeler, haksızlıklar, kızgınlıklar akla geliyor.Ve gerçekten 1 Mayıs yaklaşıyor işte...1 Mayıs işçi ve emekçiler bayramı.2009’da çıkan yasadan beri de 1 Mayıs resmi tatil bizim ülkemizde.Tedirginlikleri ve tartışmaları neredeyse bir ay öncesinden başlayan, o gün neler olacağı hakkında hepimizde büyük endişeler yaratan, “kan dökülmesin” diye dua ettiğimiz bir gün...Ama bizi bu kadar endişelendiren gün aslında bir bayram.Bayramdan korkan bir toplum olmamız, sanırım nasıl bir toplum olduğumuza dair kuvvetli ipuçları veriyor hepimize.***2010 yılında, tam 32 yıl süren bir yasaktan sonra Taksim meydanı işçi bayramı kutlamaları için açılmıştı.Geçen sene “inşaat var” denerek, bu sene de çeşitli sebeplerden kutlamalar yeniden yasaklandı...Taksim, işçilere ve bayramına kapandı yine.Başbakan ‘Taksim’den umudunuzu kesin, devletle gerilime girmeyin’ dedi.Sendikalar ise 1977 katliamının Taksim’de anılmasını ve bu geleneğin sürmesini istediklerini, yasaklayıcı tavra karşı olduklarını söylüyor.Kutlamalar başka bir yerde yapılamaz mı?Yapılabilir. Böyle bir ısrar ve inat belki anlamsız.Ama bu ülkenin insanlarına bir meydanın kapatılması, devletin her türlü çatışmayı göze alarak böyle bir yasakta direnmesi, daha da anlamsız.***Geçenlerde İstanbul’u çok seven İrlandalı bir arkadaşım, ‘bu kadar güzel bir memlekette bu kadar çirkinlik akıl almıyor, coğrafya bile mutlu olmanızı söylüyor size’ dedi.Doğru söylüyor, diye düşündüm.Coğrafya bile bize mutlu olmamızı söylerken biz nasıl her şeyden kavga ve mutsuzluk yaratıyoruz, gerçekten inanılmaz.Bu ülke bana her şeye rağmen mutluluk veriyor, başka hiçbir yerde yaşamak istemem doğrusu.Her türlü rezilliği, edepsizliği, kepazeliği var ama biraz uzaklaşsam ona tekrar kavuşmak için yanıp kavruluyorum.Çünkü öyle bir cilvesi, kokusu, rengi, güzelliği var ki bu ülkenin ve bu şehrin, insanın burnunda tütüyor uzaklaştığı zaman.Ama içindeyken de bir türlü o güzelliklerin tadını hak ettiğimiz kadar çıkaramıyoruz.Baksanıza, yeryüzünün en güzel kentinde ağız tadıyla bir bayram bile kutlayamıyoruz.***Ne zaman bu ülkeyi düşünsem, mutluluk bu diyara bir gün gelirse hiçbir yere gelmediği kadar güzel ve görkemli gelecek diye geçiyor aklımdan.Çünkü hem şakacı, hem hüzünlü, alabildiğine bitirim, alabildiğine hergele, aşk fısıltılarını ve ezan seslerini aynı hevesle bağrına basan, klarnet ritimleriyle coşup ayrılık şiirleriyle ağlayan bu memlekete yeryüzünün hiç bilmediği, hiç tatmadığı bir mutluluk yakışıyor.Ama bir de bugüne bakın.Bizans’tan, Arap’tan, Ermeni’den, Rum’dan, Yahudi’den, Kürt’ten, Türk’ten, Çerkez’den, Balkan’dan, Kafkas’tan süzülüp gelmiş, Anadolu’nun topraklarında demlenmiş şarkılarımızla, türkülerimizle bir bayram yaratamıyoruz.“Yok etme” isterisini,“var etme” şehvetine bir türlü çeviremiyoruz.Ülke güzel ama biz çirkiniz.Biz de bir gün bu ülkeye layık bir hâle geleceğiz umarım.İşte o zaman bütün dünyanın gerçekten hayran olduğu bir cennete dönecek buraları.En azından bayramlardan, mutluluktan, coşkudan bu kadar korkmayacağız...
Geçen sabah yürürken hiç beklenmedik bir anda, kendini göstermek isteyen küçük bir kız gibi hiddetli tıpırtılarla başlayan bir Nisan yağmuruna yakalandım.Sokak tıpkı benim gibi beklemediği bir anda yağmura yakalanan insanlarla doluydu...Nedense pek çoğumuz epeyce ıslanacağımızı görmemize rağmen yağmurdan kaçmadık. Etraf yağmurda yürüyen insanlarla doluydu.Ben de yürümeye devam ettim. Yağmur hızlanmaya, sokaktaki insanlar azalmaya başladı, etraf tenhalaştı, yağmurda yürümek tuhaf bir şey haline dönüştü bir anda.On dakika içinde değişmişti durum.Aniden yağmur bastırmış, insanlar önce yağmura aldırmamış ama biraz sonra yağmurda olmak tuhaf bir şey haline dönüşmüştü.Sokakta tek başıma kalmıştım neredeyse.Bir de ilerdeki saçağın altında duran üç liseli genç vardı... İki oğlanla bir kız.***“Hayat da böyle” diye düşündüm.Her saniye başka bir anlam taşıyor, her saniye başka bir durum yaşanıyor.Her anın hayat içinde karşılığı başka.Böyle kendi düşüncelerimle oynaşıp eğlenerek yürümeye devam ettim.Islanıyordum ama üşümüyordum, hoş bir duyguydu.Küçük, anlamsız ve eğlenceli bir meydan okuma gibiydi başkaları yağmurdan kaçarken ıslanarak yürümeye devam etmek.Kendi halime gülümseyerek liselilerin yanına kadar geldim.Bir tartışma vardı aralarında.Anladığım kadarıyla genç oğlanlardan biri genç kızı kıskanmıştı, bunu tartışıyorlardı.arkadaşları ise ne yağmur varmış, ne de arkadaşları kavga ediyormuş gibi telefonuna dalmış, dünyadan kopmuştu.Tek bir cümle duydum yanlarından geçerken, genç oğlan genç kıza “Şimdi sen kıskançlığı küçümsüyor musun, o zaman aptalsın... Aşk bu, bilgiç olunmaz” dedi.Dönüp onlara doğru baktım, bir an onlara kahve içmeyi teklif etmeyi geçirdim aklımdan, hem kurur, hem de kıskançlık üzerine sohbet ederdik.Oğlanın söylediği cümle ilgimi çekmişti, “Sen şimdi kıskançlığı küçümsüyor musun, o zaman aptalsın. Aşk bu bilgiç olunmaz.”***Kıskançlık benim de küçümsediğim, aşağıladığım, ‘sıradan’ insanların acınacak bir hastalığı olarak gördüğüm bir duyguydu çünkü gençken.Sonra kıskançlıktan bahsettiğimiz bir gün babam “Ben Nazım Hikmet okuduğumda kıskançlığı küçümsemekten vazgeçtim” demişti:“Sevdiğin kadını kıskanabilirsin bunu anladım, önemli olan bunu nasıl söylediğin, Nazım bunu çok iyi söyler, hatta o kadar iyi söyler ki kıskançlığa imrenebilirsin.”Bir erkeğin sevdiği kadını kıskanmayı ‘küçümsememeyi’ Nazım Hikmet’in mısralarından öğrenmesi galiba beni çok etkilemişti.O günden sonra ne zaman kıskançlıkla ilgili bir şey duysam Nazım Hikmet gelir aklıma, farkında bile olmadan.***Hayatın küçük eğlenceleri işte...Kendimi bir anda yağmurun altında sokakta tek başına Nazım Hikmet’i ve aşkı düşünürken bulmuştum.Oldukça tuhaf bir şeydi hayat, her anın karşılığı başkaydı... Aynı yağmurda bir dakika önce romantik ve cesur gözükürken bir dakika sonra tuhaf ve ıslanmış gözükebiliyordunuz.Bir cümle bir anda bütün düşüncelerinizi değiştirebiliyordu.Birden bir şiir aklınıza gelebiliyordu.Artık neredeyse eve gelmiştim, sıcak bir şeyler içmeyi hayal ediyordum.Bir yandan da “Aşk bu, bilgiçlik olmaz” sözünü düşünüyordum.Doğru söylüyordu çocuk, aşk acemi bir şeydir...Bilgiçsen, tecrübeliysen, yaralı yerlerini zırhlarla örtüyorsan, yaşadığını ilk aşk zannedecek kadar kendini bırakamamışsan bu bir aşk olmaz.O genç oğlan, sevdiği kıza aşkı anlatmaya çalışıyordu yağmurun altında.Nazım Hikmet “Kıskanıyorum” diye şiir yazıyor, babam Nazım’dan sevdiği kadını kıskanmanın utanılacak bir şey olmadığını öğreniyordu.Ve yağmur başladığında hiç aklımda olmayan duygularla ve düşüncelerle dönüyordum eve.Sıcak bir çay koydum kendime.“Hayat eğlenceli” diye düşündüm.
Ne zaman canım yazıyla ilmek ilmek uğraşmak istemese, hızlı yazı yazmak istesem, hızlı bir yazının konusu politikacılardan bahsetmek olur diye aklımdan geçiyor...Oysa politikadan çok uzaklara kaçmak istediğim bir dönemdeyim...Ama dün sabah öyle şeyler başıma geldi ki kaçtığım yere sığınmak zorunda kaldım.Teknolojiyle bağlarım koptu...Evdeki ve elimdeki her şey aynı anda bozuldu.İnternet çalışmadı, vınn bilgisayarı açmadı, telefon nedense telefon etmez oldu ve uğraşıp yazdığım yazım da ben bunları tamir etmeye çalışırken ortadan kayboldu.Uzunca bir zamandır ilgilendiğim epigenetikle ilgili “biz neden böyleyiz” başlıklı bir yazı yazmıştım.Hayatın kodlarının çoğunun bize atalarımızdan miras kalan davranışlarda olup, genetik olmayanda saklı olduğunu söyleyen bir yazı... Yani DNA yoluyla bize aktarılmamış ama kuşaktan kuşağa geçerek yerleşmiş olan davranış kalıplarımız.Bizde neden var olduğunu bilmediğimiz ama varlığını hissettiğimiz her duygunun neden olduğunu söyleyen bir dal epigenetik.Anlayacağınız size tam hayatın ‘sırrını” verecekken yazı ortadan kayboldu, teknolojiyle bağlarım kesildi. Umarım bir süre daha hayatın sırrını öğrenmemeye dayanabilirsiniz.***Bu maceralı sabahın ardından vakit iyice daralıp da,hiç oyalanmadan bir yazı yazmak zorunda kalınca tabii ki aklıma sadece politikacılar geldi.Kahramanlarının hep “aynı günü” yaşadığı çok ünlü bir film vardır ya…Aynı günün içine hapsolurlar ve tekrar tekrar aynı günü yaşarlar hani…Burada da hayat ona benzediği için,biz de onlar gibi olduğumuz için kolay yazı politik yazıdır diye düşünmek beni şaşırtmadı doğrusu.Hayat hiç değişmiyor çünkü burada …Bu ülkede hep aynı günü yaşıyoruz sanki.***Yıllar önce şunu yazmıştım...“Bazı tuhaf renkler vardır. Ne renk olduğunu tam anlayamazsınız. Bilinen bir renge benzer ama aslında o renk değildir. Başka bir renk de değildir.Ne olduğu tam belli olmayan bir renktir o.Ve o renklere isimler takarız... Sarımtrak deriz mesela ya da mavimsi...Sarı değildir, tam bir sarı olamamıştır ama sarıya benzer.Ya da mavi değildir, başka renk de değildir... Ama maviye benzer.Böyle renkler kendilerine özel bir isim verilecek kadar kişilikli değildir.Ancak bir başka renkten çağrışım yapan bir isimle anılırlar.Ara renklerdir işte.Hayatta da, mesleklerde de insanlarda da vardır böyle ‘ara’lar.Adam hayatı boyunca politikayla ilgilenmiştir.Hep iktidardan bir pay alabilmek için uğraşmıştır. Ama politikacı değildir.Politikadan uzak da değildir.Politikacımsıdır...Ya da adam yazı yazıyordur.Yıllardır yazıyordur belki. Ama yazar değildir.Yaratıcılığı yoktur. Yeni bir fikir üretmez. Kendine özgü bir biçim geliştirememiştir. Yazı yazar yalnızca!Yazar olmadan yazı yazmak gibi garip bir iş peşindedir...Yazarımtraktır...Bunlar çok da kurnaz oldukları için yaptıkları işlerde tepeye kadar çıkarlar bazen ama mesleklerinin tehlikelerinden uzak dururlar.Başlarına pek bir şey gelmez onların...O çok istedikleri gücü elde etmek için harcayacak ne enerjileri, ne de yetenekleri vardır ama ‘ara’ yollardan oraya varırlar işte...Ara yolların meşru olduğunu anlatırlar sonra yıllarca.Ne politikacı, ne yazar, ne asker, ne dindar olmadan iktidar sahibi olmak isterler...Olurlar da bazen...Ama tek başlarına istedikleri gücü temsil edemedikleri için hep bir başka gücün çatısı altına girerler.Bu bazen bir parti olur, bazen bir ordu.Ama böyleleri hiçbir zaman iktidar olamaz.Olmuş gibi gözükebilirler bazen ama gerçekte olamazlar.İktidarımtrak bir hayâl peşinde ömürlerini geçirip sonunda yok olup giderler.Hiçbir şeyi ‘tam’ olamamış bir ömrü, ‘tam’ olarak elde ettikleri tek şeyle, tam bir ‘yok’lukla kapatırlar.Tanırsınız böylelerini...”***Ne diyorsunuz epigenetik bize atalarımızdan değişmeden gelenleri söylerken, Türkiye deepigenetik’in iddialarını kanıtlamak için uğraşıyor sanki.Öyle değil mi?Hayatımızı, geçmişten miras aldığımız davranış kalıpları belirliyor.O kalıplar hiç değişmiyor.Türkiye’nin “sırrı” da bu herhalde.
Ne yazacağımı bilmeden mutlu ve amaçsızca dolandım dün sabah evde. Balkonda küçük tahta kutular içinde büyüyen soğanlarımı, nanelerimi seyrettim uzun uzun sonra gazetelere baktım biraz, televizyona bir göz attım, internette şöyle bir dolaştım, olmadı; aklıma yazmak isteyeceğim hiç bir şey takılmadı...Sanki istesem ne yazacağımı çarçabuk bulabilirmişim de istemediğim için bulamıyormuşum gibi de bir his yerleşti içime.Önce biraz tedirgin oldum bu histen ama sonra aldırmadım çünkü bazen Türkiye’nin siyasi kaosuyla aramdaki bağ neredeyse kopmuş gibi hissediyorum...Arada bir Türkiye’yi yok saymak beni öyle dinlendiriyor ki... Sanki hiç bitmeyen cızırtılı bir radyo yayınını aniden biri kapatmış gibi oluyor, sessizliğin huzuru kaplıyor içimi. Sonra Twitter’da “Perinçek’ten sonra Tuncay Özkan’dan da Başbakan’a destek” diye bir şey gördüm.Uzunca bir süre linki tıklamadım okumak için... Gülümsedim sadece...Başbakan’a söverek hapse girenler Başbakan’ı destekleyerek özgürlüklerini yaşıyorlar... Tuhaf bir yer burası.***Çadır tiyatroları vardı eskiden, belki siz görmüşsünüzdür... Ben hiç gitmedim, sadece filmlerde gördüm. Filmlerde hep acıklı yerlerdir çadır tiyatroları. Uyduruk, basma perdeler... Derme çatma bir sahne... Tozlu, talaşlı pis döşemeler...Kırık sandalyeler, zavallı bir orkestra, orası burası yamalı, eprimiş tülden eski tuvaletleriyle yaşlı ve yeteneksiz şarkıcı kadınlar. Fındık fıstık yiyerek yerlere tüküren seyirciler... Bağırtılar çağırtılar... Islıklar... Şarkıcı kadınların hakarete alışmış bakışlarında zaman zaman gizli bir hüzün...Arada sırada kavgalar...Havada uçuşan sandalyeler...Filmlerden aklımda kalan çadır tiyatrosu böyle bir yer.Bizim ülkemizin de genelde bir çadır tiyatrosu acıklılığı var nedense. Öyle değil mi?Sessizce gülümsediğimiz çoğu şey o çadır tiyatroları acıklılığında...Gelişmemiş, fakir, estetik değerleri olmayan çadır tiyatroları gibi sahnedekiler yeteneksiz, seyirciler umursamaz, hep bir manasız uğultu, hep en olmadık ‘gösteri‘ler.***Geçtiğimiz hafta sonu Alaçatı Ot Festivali’ne gittim. Tüm bunlara sırtımı dönüp yüzümü doğaya döndüğüm üç gündü.Neredeyse artık böyle üç günleri çadır tiyatrolarında beklenen o mucizeler gibi algılıyorum... Hani bazen bir mucize oluverir de o sefil dekorun içinden muhteşem bir ses yükselir ya filmlerde...Yolunu şaşıran genç bir yetenek yanlışlıkla bir çadır tiyatrosuna düşmüştür.Önce tiyatrodaki gürültüler hafifler, ağır ağır bir sessizlik yayılmaya başlar.Alaycı ve küçümseyici tavırlarını bir anda değiştiremeyen seyirciler ne yapacaklarını şaşırırlar. Sonra tam bir sessizlik çöker her yere, o harikulade sesi dinler herkes. Aslında hep özledikleri ama buralarda bulamayacaklarını düşündükleri sestir işte o.Ve böyle mucizeler pek sık olmaz.***Gündemden kopabilmek de bir mucize olmaya başladı buralarda...Ben bunu doğayla başarıyorum... Doğanın sesi, tüm o acıklı uğultuyu bastırıyor... Doğanın gerçeği tüm yalanları yok ediyor. Ona sığınıyorum ben yoruldukça.Huzurla dolaştım Alaçatı’da, çadır tiyatrosundaki muhteşem bir ses gibiydi “ot festivali”.Delice koşan bir siyasetin kölesi olmadığını, hayatın içinde çok daha başka şeylerin bulunduğunu da hatırlamak iyi geliyor doğrusu insana.Doğaya sığının, size de iyi gelecek inanın...
Ne zaman spor dünyasından bir süre uzak kaldığımı düşünüp tekrar yakından ilgilensem hep aynı şey oluyor... Kendimi, “Bu ülkede siyasetin dili ne kadar uygar düzeyden uzaksa, sportif kültür de aynı derecede ilkel” diye düşünürken buluyorum.Türkiye’nin gurur duyması gereken muhteşem bir sportif başarı hikayesinin yazıldığı Ekaterinburg’daki Kadınlar Basketbol Şampiyonlar Ligi finalinin öncesi ve sonrasında yaşananlara bakarsanız; neyi kast ettiğimi kolaylıkla anlayabilirsiniz aslında...Yarı finalde 20 milyon dolarlık bütçesiyle kupanın favorisi olan Ekaterinburg’u elemeyi başaran Galatasaray ile bu kupada oynadığı 18 maçın hepsini birden kazanan Fenerbahçe pazar günü final oynadılar...Galatasaray, Türk spor tarihinin en büyük başarılarından birine imza atarak şampiyon oldu. Buraya kadar her şey harika...***Peki bu büyük zafer nelere ‘şahitlik’ etti aynı zamanda?- Galatasaray taraftarları ile Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım arasında maçtan önce küfürleşme yaşandı... Kendisine edilen galiz küfürler üzerine çok sinirlenen Yıldırım, Galatasaraylı taraftarlara “Bana tek söz edenin...” diye başlayan sinkaflı küfürler savurdu. Bu anları kameraya kaydeden Galatasaraylı taraftarlar, twitter ve facebook aracılığıyla bunları yayınladı.- Aynı Aziz Yıldırım, maçın devre arasında Galatasaray soyunda odasının kapısına kadar gidip “Sizin taraftarlar bana küfrederken, yöneticileriniz niye buna engel olmuyor?” diyerek ortalığı birbirine kattı. Özel güvenlikçilerle tartıştı, yine küfürlerin havalarda uçuştuğu bağrışmalar ortalığı iletti.- Şampiyon Galatasaraylı basketbolcuları Atatürk Havalimanı’nda karşılayan takım otobüsünün üzerine Fenerbahçe’yi hedef alan “Akıllı Ol Aziz” ve “Hunharca” yazılı pankartlar asıldı. Olaydan haberi olmayan kadın basketbolcular, Florya’ya kadar o otobüsle gitti. Bu sefer de Fenerbahçeliler ayağa kalkıp “Bize küfürbaz diyenler asıl kendilerine baksın” diye tepki gösterdi...Bir şampiyonluk daha hızlıca yokedilip herkesin kendini nedense çok iyi hissettiği kavgalara geçildi böylelikle...***Türkiye’deki sportif anlayışın bu duruma gelmesinde Aziz Yıldırım’ın saldırganlığının ve “herkesi düşman ilan ederek” Fenerbahçeliler’i kendi etrafında kenetleme anlayışının büyük etken olduğuna inananlardanım ben.Buna karşın şunu da kabul etmek gerekiyor ki, kulüpler arasındaki üslup farkı giderek kapanmaya başladı... Galatasaray da, diğer kulüpler de şikayet ettikleri bu nobran “Aziz Yıldırım zihniyeti”nin anaforuna kapıldılar ne yazık ki...Artık tribünlerde kadın-erkek-çocuk farketmeksizin herkes küfrediyor, renk ayırt etmeksizin her takımın sahası bu küfürler yüzünden kapanıyor, kimse para veya kapatma cezasından korkmuyor.***Dün 15 Nisan 1989’da yaşanan Hillsborough faciasının 25’inci yılıydı... Stadları kana ve nefrete boyayan holiganizm belasıyla bizden çok daha evvel karşı karşıya kalan İngiltere, o olayı hâlâ unutamıyor.Bilenler bilir; Sheffield’daki Hillsborough Stadı’nda oynanacak Liverpool-NotinghamForest Federasyon Kupası yarı finali öncesi yaşanan izdihamda çoğu Liverpoollu 94 taraftar ölmüş, 170 kişi de yaralanmıştı.O olaydan ders çıkaran İngiltere, tribünlerde çok katı polisiye tedbirler alarak bu yarayı temizlemeye çalıştı... Bu sayede de Premier Lig’i dünyanın en saygı değer, ekonomisi en yüksek ve çok izlenen ligi haline getirebildiler.Bizde aynı şey olur mu, bilemiyorum...Pek umutlu değilim. Kulüpleri Aziz Yıldırım zihniyetinin yönettiği, diğer kulüplerin hızla aynı tavra yaklaştığı, polisiye tedbirlerin holiganlara karşı aciz kaldığı bu düzende insan umudunu kolay kaybediyor doğrusu. Spor müsabakalarında kan dökülmesinden de korkuyorum ben açıkcası.Çünkü spor sahalarında karşılıklı nefret ve düşmanlık tırmandıkça tehlike de büyüyor.