Erkekler sefilleştikçe kadınlar yiğitleşiyor…

6 Mart 2014

Ben hayatı kadınlar erkekler diye ikiye ayırmayı sevmiyorum. Kendimi de, bir başkasını da hiçbir zaman sadece kadın ya da erkek diye diğerlerinden aşağıda ya da yukarıda görmedim.Aklıma gelmedi bu… Ama kadın olmayı hep çok sevdim…Eminim erkekler de kendi hallerinden memnunlardır.Memnunlardır belki ama herhalde kendilerini bir sorgulamaları da gerekiyor öyle değil mi?Çünkü politikacılar, köşe yazarları, polisler derken erkeklerin bataklığa döndürdüğü bir toplumda yaşadığımızı görmek zorunda kaldık ne yazık ki…Ortadaki şiddetle birlikte erkeklerin sefilliğine maruz kaldık hep beraber.Erkekler şiddetin ve zulmün parçası olamaya gönüllü bu ülkede ne yazık ki…Küçük çocuklara tecavüz eden hasta bünyeleri serbest bırakan hakimler, kadınlarını öldüren adamlar, insanların acılarını küçümseyen politikacılar…Bizim bilmediğimiz neler oluyor bu erkeklere, bilmediğimiz hangi dertlerle örseleniyorlar da bu kadar vahşi oluyorlar acılara, kadınlara, gençlere hatta kendilerine bile, bilemiyorum…Bilmeyi gerçekten isterdim…***Güzellikleriyle güvenilmezlikleri hep bir arada anılan kadınlar ise erkeklerin bataklığa döndürdüğü bir toplumda en güvenilen, zor anlarda kuşku duyulmadan sığınılacak limanlara dönüştü.Gerçekten öyle oldu…Erkekler sefilleştikçe kadınlar yiğitleşiyor bu toplumda farkında mısınız?Üstelik her alanda, her ülkede neredeyse böyle.Geçen sabah Turkcell’in davetlisi olarak bu yıl üçüncüsünü yaptıkları Türkiye’yi Büyüten Kadınlar Buluşmasında Güler Sabancı’yı dinledim.Gerçekten etkilendim.Sanırım hem pembe gözlükler takıp, hem de erkeklerin dünyasında başarılı olan, güçlü ve zarif bir kadını uzun zamandır dinlememiştim, çok hoşuma gitti.***Güler Sabancı dedi ki, “günümüzde dünyadaki en kuvvetli üç trend, iklim değişikliği, şehirleşme ve kadının iş hayatına katılımı. Bu yüzyıl kadınların yılı olacak. Buna çok inanıyorum.”Bu inancının somut temelini gösteren rakamlar da verdi.FED’in raporlarına göre, Amerika Birleşik Devletleri’nde varlığın %51.3’ü halen kadınların elinde bulunuyormuş.Bugün varlığın %51’ine sahip olan kadınların, 2020 yılında ise varlığın 2/3’üne sahip olacakları öngörülüyormuş. Bu artışın sebebi ise, kadınların uzun vadeli ve daha iyi kazandıran kararlar verebilmeleriymiş.10 yıl önce Fortune 500 şirketlerinin sekizinin CEO’su kadınken şimdi bu rakam 23 olmuş.Türkiye ise 2012 rakamlarına göre Birleşmiş Milletler “toplumsal cinsiyet eşitsizliği endeksinde” 68. sıradaymış.Dünya Ekonomi Forumu’nun 2013 yılında hazırladığı Gender Gap Raporu’na göre ise 136 ülke içinde 120. sırada yer alıyormuşuz.Sabancı, Türkiye’de 2012 yılı itibariyle kadınların iş gücüne katılım oranının %30 olduğunu belirterek “Kadınların daha çok ekonomik katılımı sağlanmazsa Türkiye’nin bu şartlarla, 2023 hedeflerini gerçekleştirmesinin mümkün olamayacağını” da söyledi.Birleşmiş Milletlerin Kadınların Siyasete Katılım Raporu’na göre 96 ülke içinde de 90. sıradaymışız.***Sabancı’yı dinlerken bir kez daha anladım, “kadınları küçümseyen, onları yönetime katmayı” reddeden her anlayış Türkiye’nin aleyhine olacak…Biliyor musunuz, bugüne dek kadınlarını da harekete katan hiçbir örgüt mücadelesini kaybetmemiş….Başı açık ve başı kapalı kadınların bir arada huzurla yaşayıp, enerjilerini ve zekalarını hayata katmalarına engel olan her yaklaşım bu ülkeyi bir belaya sokacak çok belli…Şu anda iktidardaki erkeklerin yaptığı da bu gibi geliyor bana…Kadınlarıyla yürüyen toplumlar kazanıyor…Direnmeye gerek var mı?

Devamını Oku

Kim kazansa mı kim kaybetse mi iyi olur!

5 Mart 2014

Biliyorum herkesin kafası çok karışık…Hele seçimlere bu kadar az kalmışken birçoğumuz ne yapacağımızı bilmez bir halde öyle bakıyoruz olanlara.Kime oy vereceğiz?Özellikle hukuka saygılı demokratik bir ülkede yaşamak isteyenler bu soruyu cevaplamakta zorlanıyor.Kime oy vermeyeceklerini biliyorlar ama kime oy vereceklerini bilmiyorlar.Bu ülkenin siyaseten nasıl kısır, sığ ve donanımsız olduğunun göstergesi bu işte.Hukuk ve demokrasi isteyen biri oyunu iç rahatlığıyla bir siyasetçiye veremiyorsa o ülkede aslında siyaset çürümüş demektir...***Bir seçim yapmak zorundayız yirmi gün içinde.Geçenlerde politikayla ilgili bir dostuma ‘sen ne yapacaksın’ dedim, ‘seçimlerde kime oy vereceksin, hangi mantığı takip edeceksin?’O da bana güldü ‘ben genellikle kazanması değil kaybetmesi iyi olana göre verdim oyumu bu ülkede’ dedi.‘Çünkü neredeyse kazanması iyi olacak kimse yönetmedi bizi’ diye ekledi.***Türkiye gerçekten acı çekiyor.Bu acıyı kim dindirecek, kim Türkiye’yi Avrupa Birliği standartlarına taşıyacak?Kim, hukukundan, siyasetinden, yönetiminden utanmayacağımız bir ülke kurmamız için öncülük edecek?Kim güçler ayrılığını destekleyecek?Eşitliği, özgürlüğü, barışı kim sağlayacak?Gönül rahatlığıyla ‘şu parti” diyebileceğimiz bir parti yok ne yazık ki...***Görebildiğim kadarıyla en kararlı olanların kafasında bile “iyi bir parti” yok, herkesin kafasında “en beteri” var.AKP’ye oy verecek olanların çok büyük çoğunluğu olup bitenin farkında ama ‘CHP’nin gelmesinden daha beter bir şey olamaz” diye yapıyorlar tercihlerini.Geçmişte karşılaştıkları aşağılayıcı davranışlarla CHP’yi özdeşleştirdikleri için sırf o gelmesin diye AKP’nin bütün yolsuzluklarına razılar.CHP’ye oy verecek olanlar da CHP’nin demokrasi, barış, özgürlük için sağlam adımlar atacak bir yapıda olmadığının bilincindeler.Ama AKP’nin hukuka müdahalelerine, insanları birbirine karşı kışkırtmasına, yolsuzluklarına tahammül edemedikleri için CHP’nin kazanmasını istiyorlar.MHP sadece milliyetçilikle ve Türklükle ilgileniyor, BDP kendini bölgesine kapatmış gerisine aldırmıyor.HDP, iktidardan ziyade muhalefete muhalefet ediyor.Yalan ve hukuksuzluğun, ölüm ve fakirliğin, şiddet ve korkunun içinden geçtiği bu dönemden Türkiye güvenilir bir parti bulmadan nasıl çıkacak?Bazılarımızsa yerel seçimler diye aldırmıyor bu seçimlere, ‘belediyeciliğe bakmak gerekiyor’ diyor ama ne yazık ki bu gerçek bizim için oldukça uzak ve komik bir gerçek… ***‘Kazanırsa bizim için iyi olacak” diye değil de, ‘kaybederse bizim için iyi olacak” çaresizliğiyle, kimsenin tam anlamıyla güvendiği bir parti olmadan seçimlere giriyoruz.Tuhaf utanılacak sevinçler peşindeyiz…Kimin kazanacağını bilmiyorum.Ama kim kazanırsa kazansın bu şartlarda Türkiye daha uzun süre dertlerini çözmeyi beceremeyecek, bunu kestirebiliyorum…Yeni, yepyeni, yenilenmiş en azından buna gönüllü bir kahraman yok mu bu ülkede…Sanırım şimdilik yok…

Devamını Oku

Abdullah Gül aslında ne düşünüyor?

1 Mart 2014

Sanki hayat hep aynı kısırdöngünün içinde dönüyor bu ülkede…Sanki her şey değişse de hiçbir şey değişmiyor.Sanki kobay fareler gibi hep aynı fırıldağın içinde dönüyoruz.Çözümünü bildiğimiz halde çözmediğimiz sorunları konuşmayı hayat sanıyoruz…Çözmeyeceğimiz konularda yaptığımız tartışmalarla demokrat ya da tutucu sayılıyoruz.Zekamızı, entelektüel derinliğimizi, neredeyse cinsel çekiliğimizi, çözmekten hoşlanmadığımız konulardaki konuşma biçimlerimizin üstüne bina ediyoruz.Bir şey söylüyor gibi gözüksek de aslında hiçbir şey söylemeden geçip gidiyoruz hayattan.Küçük çıkarlarımız için koca bir hayatı yalanlarla boğuyoruz.***Bugünlerde Abdullah Gül’ü düşünüyorum.Bir şey söylüyor gibi gözüküp aslında yok olmayı göze olacak kadar susuyor olanlara.Cumhurbaşkanı’nın gerçeğini göremiyorum ben…Siyasal iktidarın yargı darbesine sessiz kalması, “İnternet yasakları yasasına” onay vermesi, HSYK yasasına karşı sesini fazla yükseltmemesi.Acaba aslında ne düşünüyor tüm bu olanlarla ilgili?Onun da mı açıkları var, o yüzden mi susuyor aslında?***Erdoğan’ın karşısında olmaya cesaret edemiyor anlaşılan... Ama cesaret edemedikçe onunla beraber yok olmayı göze alıyor.Bunun farkında mı?Ya da o da Tayyip Erdoğan gibi kendisine bir şey olmaz mı zannediyor?Önünde cumhurbaşkanlığı seçimi var.Merak ediyorum bu suskunluğuyla AKP’nin cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmasını sağlayabilecek mi? Yoksa bu suskunluk onu bu kirliliğin parçası haline getirecek ve hem kendisi hem Ak Parti cumhurbaşkanlığını kaybedecek mi?Bunları düşünüyordur mutlaka Abdullah Gül, değil mi?***Artık kimin ne düşündüğünü, neyi neden yaptığını pek anlayamıyoruz.Bütün ölçüler, ahlaki değerler, hukuki kriterler kayboldu.Galiba sorunu çözecek enerjiyi ve kararlılığı göstermek zorunda kalmaktansa kör ve sağır olmayı seçiyoruz.Hep aynı çamurlu suya parmağını sokup çıkarmaya hayatın en önemli anlamını yüklüyoruz.Ama ben şunu merak ediyorum, o çamurlu suyumuzu kaybedersek, yani bir gün gerçek cevaplarla, gerçek çözümlerle konuşursak her birimiz aslında ne deriz?Ne düşünüyoruz ülkede olanlarla ilgili?***Her politikacıya rahatlıkla sorabiliriz ‘aslında ne düşünüyorsun’Bu ülkede her politikacı aslında düşündüğünü söylese, bu ülkede neler olurdu acaba?Ak Partililer… En çok onlar aslında ne der acaba başbakanlarıyla ilgili?Ya da onu körü körüne destekleyenler, ahlaksız olmayı bilerek seçen gazeteciler aslında ne der?Günlük çıkarlar için bütün geleceklerini lekelemeyi acaba neden göze alıyorlar?***Bir gün gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalacak herkes.Bunun kaçınılmaz olduğu artık açıkça gözüküyor.Belki de asıl soru, gerçeklerle yüzleşmemize yol açacak o kaçınılmaz olayın nasıl belireceği karşımızda?Bir yıkım mı olacak, büyük acılardan mı geçmemiz gerekecek, ülke nefret ekseninde ikiye mi ayrılacak, birbirimizle mi çatışacağız?Gittikçe bize yaklaşan gerçek nasıl çıkacak ortaya acaba?Gerçeğin ortaya çıkmasını geciktirmenin bedeli hepimiz için ne olacak?O bedeli ödeyebilecek miyiz?Şu küçük sorudan başlayabiliriz cevaplamaya ‘aslında gerçekten ne düşünüyorsunuz?’

Devamını Oku

Cemaat hükümetten çok mu güçlü?

27 Şubat 2014

Çözemiyorum… Daha doğrusu gördüğümü anlamak da zorlanıyorum.Basit, çocuk zekasında bir algıyla baştan başlayalım, belki bu sefer anlayabiliriz…Şu an bir savaş var ülkede, iki güçlü grup birbiriyle kavga ediyor.Onlar kavga ettikçe bilmediğimiz, bizden saklanan tüm yalanlar, kirli işler ortaya çıkıyor.Buraya kadar anlaşılır.Ben şunu merak ediyorum; bu bir kavgaysa, bu bir dövüşse neden sadece tek bir taraf kazanıyor gibi gözüküyor?Cemaat güçlü yumrukları atan, hükümet de ayakta kalmaya çalışan…Ama hükümet bir türlü “tek suçlu onlar” dediği cemaate hasar veremiyor?Cemaat hükümetten çok mu güçlü? Ya da cemaat gerçekten masum mu? Ki hükümet hepimizi sarsacak bir belge çıkaramıyor bu kadar kirli dediği grupla ilgili.Hükümetten bile kirliyse cemaat nasıl oluyor da kimse hiçbir belgesini yakalamıyor?Ben buradaki tuhaf, karanlık noktayı çözemiyorum.***Ama şu çok net gözüküyor tabii, hükümet tıpkı asker gibi başına bir şey gelmeyeceğine, kimselerin onlara karışamayacağına o kadar inanmış ki hiçbir önlem almadan işlemiş bütün günahları…İşte o padişah sendromu, bana kim bir şey yapabilir ki!Beni kim yakalayabilir ki…Askerin de, hükümetin de en zayıf yanı burası galiba…Kendilerine baktıkları dev aynaları.Bu yüzden belgeleri ortaya dökülüyor…Peki, cemaat nasıl hiç yakalanmıyor?Bunu anlayamıyorum…O bilmediğimiz eksik parçada neler var merak ediyorum doğrusu.*** Aslında şu an yaşananlar karşısında bu merakı çok aşan büyük bir öfke hissediyorum.İçim alıp alıp veriyor, hayatın güzel hiçbir yanına ayak uyduramayacak kadar bir öfke kabarmasıyla sarsılmaktayım.İçinde yaşadığım topluma, insanlara, mesleğime, kendimi yabancı ve uzak hissetmenin öfkesi bu…Kendimi ortak bir yalanın, ortak bir seviyesizliğin, ortak bir palavracılığın parçası olarak hissediyorum.Hala hiçbir gerçeği bilmiyoruz sanki…Onca kir pas ortaya çıkıyor ama sadece daha fazla kirleniyoruz sanki temizleneceğimize…Bize yalanlar söyleyenler kadar zavallıyız bence bu yalanları böyle dinlerken.***Ama yalan sadece iktidarın bize söyledikleri değil, tek yalanın o olduğunu söylemek de bence bir yalan, sistemin köküne sinmiş yalandan kurtulmamız gerekiyor…Herkesin yalan söylediği bir sistemde yaşıyoruz…İş adamı, gazeteci, politikacı, patron, asker, bizler, sizler…Herkesin yalan söylediği bir düzen bu.***Bu son yaşanan kavga, bu ülkede hiçbir kesimin diğerinden daha temiz olmadığını gösterdi.“Dindarlar dürüst olur” diye bir umut bağlayanlar olmuştu ama 28 Şubat’ta bankaları soyan darbecilerden pek de farklı olmadıkları ortaya çıktı.Darbeciler çaldı, sosyal demokratlar İSKİ skandalında kirlendi, dindarlar da milyonlarca doların pisliğine bulandı.Anlaşılıyor ki sorun “sistemin” kendisinde, sen bu tarafından “dürüst adam” koyuyorsun öbür tarafından “hırsız” çıkartıyor.Hukuku sağlam bir sistem kurmadıkça da hırsızlık, yolsuzluk, arsızlık devam bitmiyor.Belki de bu gerçeği görmek, bütün bu rezaletler arasında tek kazancımız…

Devamını Oku

Kasetler ve sesler…

25 Şubat 2014

Seslerin maceraları var…Bazı ülkelerde bu maceralar, sanatla, aşkla, mutlukla, mutsuzlukla, ölümle, ölümsüzlükle ilgili oluyor…Bazı ülkelerde de bizim gibi “kasetlerde” dolaşan sesler sadece kirlilik ve utanç getiriyor.Geçtiğimiz cumartesi akşamı İtalyan tenor Bocelli’yi dinlerken aklımdan ucunu tutamayacağım kadar fazla şey geçiyordu…Sesler ve hayatlar…12 yaşında futbol oynarken kaza geçirip iki gözünü de kaybeden Bocelli, sahnede mikrofonla mesafesini anlayabilmek için öne doğru eğilip burnunu mikrofona çarptıkça onu eğlendiren bir şey oluyormuş gibi sessizce gülümsüyor, ona baktığımızı bildiği için de o gülümseyişine bir mahcubiyet karışıyordu.Küçücük anlardı bunlar, belki de çok az kişinin farkettiği.Ama ben burnunu mikrofona çarptıkça öyle gülümseyebilen bir adamın acılarını merak ederek başladım onu dinlemeye.***Sustuğu zaman herkese benzeyen, mahcup gülümsemesiyle izleyende de bir mahcubiyet yaratan bu adam, ağzını açtığı anda gırtlağından kimseninkine benzemeyen bir ses çıkarıyordu…Yumuşacık ve sakin gözüken bir tenor Bocelli…Sesinde mucizenin tınısı taşıyan bir adam.Dünyanın aydınlığını göremeyen ama şarkı söylerken dünyanın aydınlığına bir şeyler katan bir sanatçı.***Konser boyunca hiç konuşmadı Bocelli…Bir ara, ‘işte size küçük, ekstra bir şarkı, ailem için önemli bir gün bugün’ dedi ve Happy Birhday şarkısını söylemeye başladı… İçerden oğlu geldi, elini tuttu babasının, sarıldılar ve delikanlı selam vererek sahneden ayrıldı.Sanki aniden bir perde açılmış, sahnede sadece şarkı söyleyen bir adam gibi duran tenorun sahne dışındaki hayatından bir parça kalabalığa yansımıştı. Sonra o perde kapandı ve Bocelli o muhteşem sesiyle yeniden şarkı söyleyen bir tenor oldu. O zaman, böylesine görkemli sesi olan bir adamın hayatının nasıl olduğunu düşündüm, sesi diğer insanlardan bu kadar farklı olan birinin hayatı da bu kadar farklı mıydı acaba?***Babamın çok ünlü bir tenor olan Caruso ve aşık olduğu kadınla ilgili anlattığı hikaye aklıma geldi sonra…Caruso da tıpkı Bocelli ve diğerleri gibi bütün dünyayı dolaşıp, konserler verir, şan, şöhret, para ve sahne kapısında sıra sıra bekleyen hayranlar kazanır ve bir gün bu koşuşturma içinde bir kıza rastlayıp aşık olur.Kız, zengin bir ailenin kızıdır. Babası “sesi” küçümseyen biridir, önemli olanın para olduğuna inanıyordur. Gergin ve zor günler yaşarlar.Bir gün uzun süren bir turneden sonra Caruso hemen koşup sevgilisini görmek ister.Ama onu hemen durdururlar ‘konsere yetişmen gerekiyor’ diyerek.Ve Caruso, belki de hayatında ilk kez, kendini diğer insanlardan ayıran o olağanüstü sesinden yakınır: Ben ne zaman bir yerde olmak istesem, sesimin başka bir yerde olması gerekiyor.
 ***New Yorklu zengin bir kızı, Napolili bir köylü olan Caruso’ya aşık eden sesle, sevgilisini görmek istediğinde buna engel olan ses aynı sesti.Bu yüce ses, birleştiren ve ayırandı… Kendi sesi Caruso’yu esir alıyor, bu eşsiz tenorun hayatını istediğince yaşamasına izin vermiyordu.Bocelli’nin hayatında sesinin etkileri neydi diye merak ettim Çocuğuna muhteşem bir hediye vermesini sağlayan ses onun hayatında neleri eksiltiyordu? Doğanın bazı insanlara bağışladığı o büyük ses, sahibine her zaman mutluluk getiriyor muydu yoksa bazen o da aynı ses yüzünden Caruso gibi mutsuz oluyor muydu acaba?Sanırım bu kadar büyük bir sesi taşıyan bir beden hiçbir zaman tam anlamıyla özgür olamayacak…Bu da sanırım Tanrının dengesi... ***Ben Bocelli’yi dinleyerek bizim ülkenin ‘seslerinden’, o kirlenmişlik duygusundan birkaç saatliğine kurtuldum… Ve o sese minnettar kalarak, arabamda çalan Bocelli CD’sinin sesini açıp kendi hayatımın seslerine geri döndüm…

Devamını Oku

Bir aşk ne zaman gerçek bir aşktır?

22 Şubat 2014

Geçen sabah uyandığımda, o an değil de çok önceden uyanmış, başına tatsız bir şey gelmiş, şimdi de canı çok sıkkın biri gibiydim…Aynaya baktım gerçekten de canı sıkkın gözüküyordum.Ne oldu diye düşündüm önce, sonra “herhalde bir rüya gördüm” dedim ama hatırlayamadım ne gördüğümü.Böyle uyanmam genellikle ama böyle uyanmışsam eğer, mutlaka aklıma takılmış, beni içimden, kimselere söyleyemediğim bir yerimden üzmüş bir şey vardır, hatta bazen ben bile üzüldüğüm an üzüldüğümü bilmem, öyle küçük bir an bile olabilir bu ama sonra böyle uyanırım.Size de olur bu, değil mi?Sizi neyin yaraladığını bilmediğiniz yara sızıları.***Gençliğimde böyle uyandığımda paniklerdim.İçim daha da sıkılırdı, sevdiklerime ihtiyaç duyardım, onlar da uzağımdaysa işte o zaman gerçekten başıma en büyük felaketlerden biri gelmiş gibi canım yanardı…Yaşlanmayı bu yüzden seviyorum, en azından artık ne zaman ne yapacağını biliyorsun… Her zaman olmasa da.***Ben canım sıkkın olduğunda kendime bir film sahnesi seçiyorum…Sevdiğim bir müzik… Birkaç kitap…Rahiyasıyla evi ele geçirecek bir tütsü...Bir fincan çay…Kendime bir film seti kuruyorum aslında.Canım sıkkın olduğunda beni iyileştirecek filmlerim, kitaplarım, müziklerim, kokularım, çaylarım, koltuğum var artık…Yaşlandıkça sevdiğin şeyler de birikiyor, sanırım yaşlanmayı en çok bu yüzden seviyorum.Hayat da seninle birlikte birikiyor.***Önce Dean Martin Frank Sinatra 42 Classic Hits albümünü koydum Cd’ye..Sonra çay için suyu ısıttım…Adaçayı tütsülerimden birini yaktım…Kitaplıktan eskimiş kitaplarımdan birkaçını seçip sevdiğim koltuğun yanındaki, sehpa yaptığım minik taburenin üzerine dizdim…Ve canım Casablanca’yı seyretmek istedi… Gelmiş geçmiş en iyi aşk filmi bence…Hep aynı filmi seyretmekten, hep aynı kitabı okumaktan bıkmayan hatta buna bayılanlardanım ben de… Hızlıca filmi sevdiğim o son sahneye getirdim.***Rick ve Ilsa, Humprey Bogart ve Ingrıd Bergman, İkinci Dünya Savaşı sırasında Paris’te tanışır tanışmaz birbirlerine aşık olurlar.Unutulmaz bir haftanın sonunda Almanların Paris’e doğru geldiklerini öğrenip şehirden kaçmak için tren garında buluşmak üzere sözleşirler...Rick, Ilsa’yı bekler...Bekler... Ama Ilsa gelmez...Yıllar sonra Ilsa, yanında çok ünlü bir direniş kahramanı olan kocasıyla birlikte Casablanca’ya gelir.Amacı Lizbon’a geçmek, oradan da ABD’ye iltica etmektir.Bütün umutları, Casablanca’nın en meşhur gece kulübünün sahibi olan Rick’e bağlanmıştır. Rick, kaçış için gerekli olan evraklara sahip tek kişidir.Rick, sahibi olduğu gece kulübünde ünlü direnişçi ve onun “karısı” ile karşılaşır...Bir zamanlar kendisini terk ettiğine inandığı ve kalbinin derinliklerine gömdüğü büyük aşkını bir direniş kahramanının karısı olarak görünce sarsılır ve çok zor bir ikilemin içinde kalır.Ya Victor’un yakalanmasına ve ölmesine izin verecek ya da hala sevdiği kadının kocasıyla gitmesini izleyecektir.Ilsa Rick’den, kocasını kurtarmasını isterken ‘ikimiz için de düşün’ der. Rick de düşünür ve Ilsa’nın kocasıyla birlikte Casablanca’dan kaçmasının en doğrusu olduğuna karar verir.***Dışardan beni izleyen biri için o an biraz tuhaf gözüktüğümü kabul ediyorum…Sesi kısık izlenen bir film, cd’de çalan bir müzik, filmin repliklerini ezbere bilen, koltuğuna gömülmüş bir kadın…Tütsü kokan bir ev… Dumanları çıkan, kitapların üzerine bırakılmış bir fincan çay.***Kendimi iyi hissetmeye başlamıştım bile.Artık düşüneceğim bir başka şeyim olmuştu: Bir aşk ne zaman bir gerçekten bir aşktır?Gitmesine izin vermek mi, seninle kalmasını istemek mi?Casablanca’yı unutulmaz bir aşk filmi yapan, Rick’in sevdiği kadından, onu delicesine severken vazgeçmesi sanırım. Aşk, bazen “vazgeçebildiğinde” aşk oluyor…Ve insan sormadan edemiyor; “kendindenve sevdiğinden vazgeçmeyi göze almadan bunu göze alacak kadar sevmeden” bir aşk gerçek bir aşk, bir hayat gerçek bir hayat olamıyor mu diye?Ne zalimce bir soru…

Devamını Oku

Ne yaparlarsa yapsınlar, sonunda kaybedecekler

20 Şubat 2014

Tarih hep devlete karşı ayaklanan halklardan söz eder. Filmler, kitaplar hep bunu anlatır. İsyankar olan, söz dinlemeyen halktır hep. Tarihçiler kralların padişahların döneminde biçimlenen bu anlayıştan kendilerini kurtaramadıkları için olsa gerek, devleti kendisine karşı ayaklanılan, halkı da ayaklanan olarak görmeyi kolayca benimsemişler. Nasıl oluyor da ülkenin asıl sahibi olan halk, kendisine hizmet etmekle görevli bir kuruma karşı ayaklanıyor diye sormamışlar hiç. “Devletin efendi, halkın kul” olduğu anlayış, tarihi yazanların da dokusuna derinlemesine sızmış ne yazık ki…. Ama tarih bir gün tersinden yazılacak…Buna inanıyorum. Büyük bir ihtimalle de bugünleri anlatmak için olacak bu. Tarih, devlete karşı ayaklanan halktan değil, halkına karşı ayaklanan devletten söz edecek.*** Bugün Türkiye’de bir ayaklanma var. Devlet, efendisine yani halka karşı ayaklanıyor… Neredeyse bütün kurumlarıyla devletin ayaklandığını, halkın elini ayağını bağladığını, sesini kısmaya, televizyonunu, gazetesini susturmaya, yaşama alanlarını sürekli daraltmaya, kendi geleceğinden söz etmesini yasaklamaya çalıştığını hep beraber görüyoruz. Politikacılar işin başında. Ekmeğini halka gerçekleri anlatarak kazanması gereken medya ise mesleğin en peşmürde dönemini yaşıyor… Medya kendisinin de içinde olduğu halkı tutmuyor. Medya halktan yana değil… Saf değiştirmişler, ayaklananlara katılmışlar ve halkın sesini duyuracak en önemli yolu da bu ihanetleriyle böylece tıkamışlar... Göz göre göre yalan söylüyorlar. Ve en şaşırtıcısı da hâlâ medyadalar ve kendilerine gazetecidiyorlar. Bunu diyebiliyorlar!*** Dün Kerem Altan T24’de medyanın gerçekleriyle ilgili gerçekten insanı sarsan bir yazı yazmıştı. Medyada tanıdığı bazılarının neden sansür yaptıklarını, niye demokrasi savunuculuğundan kullanışlı aptallığa yatay geçiş yaptığını merak ediyordu… “Keşke”, diyordu “o gazeteciler her şeyi açıkça yazsalar da ‘dürüst’ duran adamlardan üç ayda yalancı şahit yaratabilen bu alo Fatih rejiminin iç yüzünü herkes görse.”*** Ve şimdi karşımızda bir de internet yasası ve MİT yasası var… Her anımızı fişleyerek ayaklanıyorlar. İzleyecekler, dinleyecekler, dosyalayacaklar, yasaklayacaklar, özel hayat diye bir alan bırakmayacaklar, istediklerinin konuşulmasını, istemediklerinin susturulmasını sağlayacaklar.Bazılarıyla isteyerek susacak… İsteyerek susacak… İnsan karar veremiyor hangisi daha kötü susturulmaya çalışılmak mı yoksa herşeyi bilerek bile bile susmak mı?***Halkın sesi yok, basını yok, temsilcisi yok ve bir ayaklanmayla karşı karşıya. Bir tek şu an gelişmiş dünya bizim halktan yana… Devletin baskısını durdurmaya uğraşıyorlar. Bugün halka karşı ayaklanan, Türkiye’yi sığ bir çukura gömmek isteyen “yöneticiler” sadece kendi halklarına karşı değil dünyaya ve çağa karşı da ayaklanıyorlar.Neresinden tutsan elinde kalıyor Türkiye… Ama 75 milyonluk bir halkı uzun süre tutsak almalarının, dünyaya karşı ayaklanmalarının başarıya ulaşması mümkün değil.Şu an çıkarılan yasalar, medyanın ve hukukun içler acısı hali, yalanın, iftiranın bu kadar kolay dile getirilmesi ümidimizi kırıyor biliyorum ama insanoğlunun tecrübeleri sonunda daima halkın galip geldiğini gösteriyor.Bugün de böyle olacak…Hangi tuhaf hukuksuzluğu yaparlarsa yapsınlar sonunda kaybedecekler.

Devamını Oku

Ali İsmail Korkmaz ve Aziz Yıldırım!

18 Şubat 2014

Karıncaları gördüm geçen gün. Nisanda gelmesini beklediğim karıncalar, şubatın ortasında uzun bir uykudan uyanıp ince belleri, titrek adımlarıyla dışarıdaki bahara kanıp çıkıp gelmişler.Bir süre izledim onların bahara alışmaya çalışan o ürkek hallerini, “Doğanın bu erken bahara uyanışı, doğanın her köşesinde huzursuz bir kıpırdanma yaratıyor” diye düşündüm.Sonra “ama kalabalıkların huzursuzluğu izin vermiyor bizim hakkımız olan, sadece kendimize ait bu huzursuzluğu yaşamamıza” diye aklımdan geçti.Karıncaları şanslı buldum.***Bu ülkedeki insanlar ortak bir huzursuzlukla kıvranıyor.Bitmeyen, ivmesi gittikçe artan yalanlar bizi şaşırtıp kör ediyor, gerçekleri bulmamıza imkan tanımıyor.Gerçekleri içgüdülerimizle bulmaya uğraşıyoruz.Sokaklarda insanlara bakıyorum, endişeliler... Hangi inançtan, hangi fikirden, hangi partiden olurlarsa olsunlar, gelecekle ilgili endişeleri var sanki.Nereye doğru gittiğimizi, bizi neyin beklediğini kestirmeye uğraşıyorlar.*** Hepimiz endişeliyiz hepimiz tedirginiz ama tepkilerimiz, yorumlarımız bazen birbirinden gerçekten çok farklı oluyor.Aynı olaylara bakıyoruz ama çok farklı sonuçlara ulaşıyoruz.Ali İsmail Korkmaz, henüz 19 yaşındayken Eskişehir’de Gezi eylemleri sırasında aralarında polislerin de olduğu vandalların saldırısına uğrayarak beyin kanaması geçirip, 39 gün komada kaldıktan sonra da hayata gözlerini yuman bir öğrenciydi...Gezi’nin, direnişin, barbarlara karşı verilen mücadelenin simgelerinden biri olmuştu.Pazar günü F.Bahçe TV’nin iddiasına göre 450 bin kişinin katıldığı “Türkiye İçin Adalet” yürüyüşünün bayrak ismi de Ali İsmail ve onun ailesiydi.Fenerbahçe taraftarının Korkmaz’a sahip çıkması, onun adına marşlar yazması herkesi etkiledi, büyük bir Fenerbahçe sempatisi yarattı, Fenerbahçe’yle belki de hayatında ilk defa duygusal ortaklık kuranlardan biriyim ben de.O yürüyüşte Fenerli olmak, bütün Fenerlileri alkışlamak istedim. Çarşı’dan sonra Fenerbahçeliler de vahşete karşı direnenlerin bayraktarlığını yapmalarına hayranlık duydum.Ama iş orada bitmiyordu...***Korkmaz ailesinin orada olma nedenlerini ve oğullarına o kalabalıklarla ‘değme’ isteklerini hissetmemek mümkün değilken Fenerbahçe yönetiminin bu acıyı kendileri için adalet arayışına çevirmelerini hayretle izledim.Ali İsmail Korkmaz ile Aziz Yıldırım isimlerinin nasıl yan yana geldiğine şaşırdım.Şike Davası’nda suçlu olduğu mahkeme tarafından sabit görülmüş, Yargıtay tarafından onanmış Aziz Yıldırım, kendini başka bir davanın sahibi yapıyor, bir Gezi şehidinin mağduriyetini paylaşıyordu.Aynı Aziz Yıldırım’ın yürüyüşten sadece günler önce hakem Yunus Yıldırım’a neler söylediği resmi gözlemci raporlarında şöyle yazıyordu:“...Bu sene şampiyon olamazsak bunun hesabını sorarım... Bak beni kızdırmasınlar... Penaltı vermezmiş, vermezse bıraksın hakemliği gitsin... G.Saray’ın köpeği oldunuz hepiniz be... Ben 1 sene hapis yattım, 2.5 sene daha yatacağım, bunlar için mi yatıyorum, ayıp maç satıyorlar ayıp... Bana polis molis bulaştırmayın, ortalık darmadağın olur... Haftaya bırakmam ben bunu, federasyon mederasyon hiçbir şey dinlemem... Hoca bak Trabzon’da anamızı s....n, şampiyonluğu kaybettim. Seninle hesaplaşacağız haberin olsun. Seni elimden Türkiye alamaz...”***Bu tehdit dolu konuşmaların sahibinin Ali İsmail Korkmaz’la yanyana durabileceğine inanmakta zorlanıyorum ben.Fenerlilerin samimiyetine, öfkesine, direnişine inancım tam ama futbolu politikaya çeviren yöneticilerin samimiyetinden şüpheliyim.Bu tür sahneler beni şaşırtıp huzursuzlaştırıyor.Ali İsmail’e sahip çıkarken, Fenerlilerle dayanışırken, onları alkışlarken Aziz Yıldırım’a da sahip çıkmak zorunda kalmak istemiyorum.Bu ülkedeki her türlü “yöneticinin” gerçekleri kendi çıkarı için kullandığını, gerçekleri çarpıttığını, bizi kandırdığını düşünüyorum.Çok fazla yalan var.Bu kadar çok kandırılmak, bu kadar çok yalan duymak, gerçeklerden bu kadar sapmak, bu ülkeyi huzursuzlaştırıyor.Ne bahar kalıyor, ne karıncalar, sadece kaygılarla dolu bir şaşkınlık.

Devamını Oku