Haberin Devamı
Geçen sabah uyandığımda, o an değil de çok önceden uyanmış, başına tatsız bir şey gelmiş, şimdi de canı çok sıkkın biri gibiydim…
Aynaya baktım gerçekten de canı sıkkın gözüküyordum.
Ne oldu diye düşündüm önce, sonra “herhalde bir rüya gördüm” dedim ama hatırlayamadım ne gördüğümü.
Böyle uyanmam genellikle ama böyle uyanmışsam eğer, mutlaka aklıma takılmış, beni içimden, kimselere söyleyemediğim bir yerimden üzmüş bir şey vardır, hatta bazen ben bile üzüldüğüm an üzüldüğümü bilmem, öyle küçük bir an bile olabilir bu ama sonra böyle uyanırım.
Size de olur bu, değil mi?
Sizi neyin yaraladığını bilmediğiniz yara sızıları.
Gençliğimde böyle uyandığımda paniklerdim.
İçim daha da sıkılırdı, sevdiklerime ihtiyaç duyardım, onlar da uzağımdaysa işte o zaman gerçekten başıma en büyük felaketlerden biri gelmiş gibi canım yanardı…
Yaşlanmayı bu yüzden seviyorum, en azından artık ne zaman ne yapacağını biliyorsun… Her zaman olmasa da.
Ben canım sıkkın olduğunda kendime bir film sahnesi seçiyorum…
Sevdiğim bir müzik… Birkaç kitap…
Rahiyasıyla evi ele geçirecek bir tütsü...
Bir fincan çay…
Kendime bir film seti kuruyorum aslında.
Canım sıkkın olduğunda beni iyileştirecek filmlerim, kitaplarım, müziklerim, kokularım, çaylarım, koltuğum var artık…Yaşlandıkça sevdiğin şeyler de birikiyor, sanırım yaşlanmayı en çok bu yüzden seviyorum.
Hayat da seninle birlikte birikiyor.
Önce Dean Martin Frank Sinatra 42 Classic Hits albümünü koydum Cd’ye..
Sonra çay için suyu ısıttım…
Adaçayı tütsülerimden birini yaktım…
Kitaplıktan eskimiş kitaplarımdan birkaçını seçip sevdiğim koltuğun yanındaki, sehpa yaptığım minik taburenin üzerine dizdim…
Ve canım Casablanca’yı seyretmek istedi… Gelmiş geçmiş en iyi aşk filmi bence…
Hep aynı filmi seyretmekten, hep aynı kitabı okumaktan bıkmayan hatta buna bayılanlardanım ben de… Hızlıca filmi sevdiğim o son sahneye getirdim.
Rick ve Ilsa, Humprey Bogart ve Ingrıd Bergman, İkinci Dünya Savaşı sırasında Paris’te tanışır tanışmaz birbirlerine aşık olurlar.
Unutulmaz bir haftanın sonunda Almanların Paris’e doğru geldiklerini öğrenip şehirden kaçmak için tren garında buluşmak üzere sözleşirler...
Rick, Ilsa’yı bekler...
Bekler... Ama Ilsa gelmez...
Yıllar sonra Ilsa, yanında çok ünlü bir direniş kahramanı olan kocasıyla birlikte Casablanca’ya gelir.
Amacı Lizbon’a geçmek, oradan da ABD’ye iltica etmektir.
Bütün umutları, Casablanca’nın en meşhur gece kulübünün sahibi olan Rick’e bağlanmıştır. Rick, kaçış için gerekli olan evraklara sahip tek kişidir.
Rick, sahibi olduğu gece kulübünde ünlü direnişçi ve onun “karısı” ile karşılaşır...
Bir zamanlar kendisini terk ettiğine inandığı ve kalbinin derinliklerine gömdüğü büyük aşkını bir direniş kahramanının karısı olarak görünce sarsılır ve çok zor bir ikilemin içinde kalır.
Ya Victor’un yakalanmasına ve ölmesine izin verecek ya da hala sevdiği kadının kocasıyla gitmesini izleyecektir.
Ilsa Rick’den, kocasını kurtarmasını isterken ‘ikimiz için de düşün’ der. Rick de düşünür ve Ilsa’nın kocasıyla birlikte Casablanca’dan kaçmasının en doğrusu olduğuna karar verir.
Dışardan beni izleyen biri için o an biraz tuhaf gözüktüğümü kabul ediyorum…
Sesi kısık izlenen bir film, cd’de çalan bir müzik, filmin repliklerini ezbere bilen, koltuğuna gömülmüş bir kadın…
Tütsü kokan bir ev… Dumanları çıkan, kitapların üzerine bırakılmış bir fincan çay.
Kendimi iyi hissetmeye başlamıştım bile.
Artık düşüneceğim bir başka şeyim olmuştu: Bir aşk ne zaman bir gerçekten bir aşktır?
Gitmesine izin vermek mi, seninle kalmasını istemek mi?
Casablanca’yı unutulmaz bir aşk filmi yapan, Rick’in sevdiği kadından, onu delicesine severken vazgeçmesi sanırım. Aşk, bazen “vazgeçebildiğinde” aşk oluyor…
Ve insan sormadan edemiyor; “kendinden
ve sevdiğinden vazgeçmeyi göze almadan bunu göze alacak kadar sevmeden” bir aşk gerçek bir aşk, bir hayat gerçek bir hayat olamıyor mu diye?
Ne zalimce bir soru…