İçimizdeki ‘bonzailer’ büyüyor…

19 Kasım 2013

Japonlar toprak döşedikleri tahta tablaların içinde yalnızca kendilerinin bildiği yöntemlerle küçücük bahçeler yaparlar, üç dört parmak boyunda serviler, kiraz ağaçları, çınarlar yetiştirirler o minik bahçelerde.Bonzai denir o minik ağaçlara, o küçük bahçelere.Şimdilerde dolaştığım çicekçilerde çok güzellerini görmeye başladım.Ve ne zaman bonzailere rastlasam Japonların ağaçlara uyguladığı yöntemi biz hayata uyguluyoruz diye düşünmeye başladım…Her ağaç var bizim bahçemizde de, hukuk var, eşitlik var, demokrasi var, dürüstlük var, politika var, siyasetçi var, aşk var, hayat var ama her biri gerçeğinin yanında bonzai ağaçları gibi.Gerçek bir çınarın yanında bir bonzai çınarı neyse gerçek hukukun, demokrasinin, adaletin yanında da bizimkilerin boyu da o kadar.Bizi yönetenler, yalnızca kendilerinin bildikleri yöntemlerle 90 yıl uğraşıp her şeyi küçültüp minicik bir hayatın içine yerleştirmeyi başarmışlar.***Her şey oluyor ama hayatımız hep bonzai kalıyor sanki bu ülkede.Zaten şimdilerde yaşadığımız o ‘delirme’ de küçük süs ağaçlarımızı büyütmek istememizin yarattığı öfkeden.Gerçek ağaçlar ancak gerçek duygularla, gerçek mücadelelerle büyüyor çünkü.Kendi ülkemizde artık ‘azınlık’ olduğumuzu da söyleseler acılarımızla, öfkelerimizle, şiirlerimizle, şarkılarımızla, gençlerimizle, çığlıklarımızla ağaçlarımızı büyütüyoruz.Bir de sanırım sanatla…Ne olursa olsun, bu ülkenin sanat damarının hiç kopmaması beni umutlandırıyor.Dünyayla bütünleşilen tek yer sanki sanat.Yarın Joan MIRÔ sergisi başlıyor İstanbul’da.Katalan ressam ve heykeltıraş…Dünyaca tanınmış Mourlot ve Maeght koleksiyonlarında yer alan altmış eseriyle 19 Ocak 2014’e kadar Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde olacak. İspanya’nın en önemli sanatçılarından biri Mirô…Merak edip biraz araştırdım, çok hoşuma giden şeyler okudum hakkında.***“Kırsalda geçen ömrümün özeti ve peşinden gideceğim şeyin başlangıç noktası” dediği ilk önemli eseri “Çiftlik”i ünlü yazar Ernest Hemingway almış ve bu tablo için “Çiftlik’i dünyadaki hiçbir tabloya değişmem” demiş. 1924 yılında Andre Breton Sürrealist Manifesto’yu yayınladığında, Andre Masson, Max Ernst, Louis Aragon ve Paul Elouard ile birlikte akıma ilk katılanlardan biri olmuş Miro.Hatta Andre Breton ‘aramızda en sürrealist oydu’ diyormuş Miro için.Paris’te geçen yıllarında en yakın dostlarından birisi Pablo Picasso’ymuş.***En ilginç bilgi, bunu duymamıştım, 1974 yılında Dünya Ticaret Merkezi için yaptığı duvar çalışması 11 Eylül saldırılarında yok olan en değerli sanat eserlerinden biriymiş. Katalan kimliğinin sembolü Barcelona futbol takımının 75. yılı ve 1982’de İspanya’da düzenlenen Dünya Kupası’nın afişlerini Miro tasarlamış.***Yaklaşık otuz yıl önce Joan MIRÔ ile yapılan bir görüşme, bir turizm markası olma yolunda İspanya’daki devrimi başlatmış.General Franco’nun ölümünün ardından, 1980’lerin başında İspanya, dış dünyada artık şiddet, ölüm ve baskı ile hatırlanmak istemez ve ülkenin imajını düzeltmek, İspanya’yı yabancılar için bir cazibe merkezi haline getirmek için bir şeyler yapmaya karar verir.Uzun çalışmalar sonucunda bir slogan bulurlar: “İspanya, güneşin altındaki zenginlik.”Ve bunu bir logoyla birleştirmek isterler ama kimse iyi bir şey yapamaz.O dönem yaşayan en büyük sanatçılardan biri olan Joan MIRÔ ’nun kapısı çalarlar, 89 yaşındadır MIRÔ ve hastadır. MIRÔ diğer sanatçıların aksine kendisinden tam olarak ne istendiğini anlar ve siyah, kırmızı ile sarı güneşten oluşan o meşhur çalışmasını hazırlar.O günden beri İspanya’nın turizm logosu Miro’nun o eseridir.***Sanat insanı hayatın karanlığından nasıl kurtarıyor değil mi?İçindeki tüm bonzaileri büyütüyor.Bugün başlıyor sergi.Boşverin her şeyi, bir ağaç daha büyütün, imkanınız varsa Miro’yu görmeye gidin.

Devamını Oku

Kürdistan’a Kürdistan deme cesaretini gösteren başbakan…

17 Kasım 2013

Cumartesi günü Diyarbakır’da yaşananlar, Türkiye’de yeni bir yapı oluşturmak isteyen her politikacının sırtını ‘merkeze’ dönüp uçlara doğru hareket etmesi gerektiğini gösterdi. Yeni bir devlet yapılanmasının Diyarbakır olmadan sadece Ankara’da kurulamayacağını bir kere daha gördük.Türkiye’nin ihtiyacı olan çağa uygun, eşitliğe inanan, özgürlükçü, barışçı gelişmenin önünü açık tutan, insanlarına vatandaş, vatandaşlarına insan muamelesiyapan devletin kilidi, devletin ‘merkezinde’ değil, Türkiye’nin uçlarında gizli çünkü…Tayyip Erdoğan, Diyarbakır’da uzun zamandır ucunu bıraktığı büyük liderliğin elini tuttu bana sorarsanız…Gerçek iktidarı, iktidar merkezinden uzaklaşarak buldu.Komadaki hastanın o ‘yalancı’ uyanışı gibi bir uyanış da olabilir bunlar tabii ki…Hasta tekrar uyanmaktan vazgeçip bizi yarı yolda bırakabilir de.Ama tükenmiş, haksız, öldüren bir savaşın yıprattığı ülkenin, demokratik, eşitlikçi, özgürlüklerden yana barışçı bir yapılanmaya ihtiyacı olduğunu anlayıp, o hayal ettiği büyük liderlik için attığı adımı devam ettirebilir de.***Epeydir Türkiye Erdoğan’ın duygusal gel-gitleriyle yönetilen bir ülke.Ortada devlet diye bir şey kalmadığından ülkenin bütün geleceği artık Erdoğan’ın duygularına bağlı, onu akla davet edecek bir çevresi, yakını, partisi de bulunmadığından başbakanın duyguları iyiye ya da kötüye doğru öyle akıp gidebiliyor.Sanırım bunu dizginleyip, belli bir çerçevenin içine yerleştirebilen tek güç Amerika.Çığrından çıkıp bir felakete doğru dolu dizgin giden Ortadoğu politikası da Amerika’nın hayli sert uyarılarıyla yeniden değişip yeni bir raya oturdu.Amerika’nın zorlamasıyla dış politikasını değiştiren Erdoğan, Diyarbakır şölenindeki coşkudan etkilenip duygusal dünyasını da bu yeni duruma uygun bir hale getirebilir.Bu yeni rotada kendi isteğiyle, sevinç duyarak ilerleyebilir.***“Her toplum layık olduğu biçimde yönetilir” diyen o ünlü sözü bilirsiniz, biz de demek ki böyle bir “tek adam” yönetimine layığız.Tek adam belirliyor geleceğimizi. Durumumuz acıklı ama gerçek bu.Şimdi dış politikasını değiştiren Erdoğan’ın iç politikasını da değiştirip değiştirmeyeceğini görmek için bekleyeceğiz.Diyarbakır’da “sürecin Kürt aktörleri” yerine Barzani ile yapılan gösteriden sonra bakalım süreç için gerekli somut adımlar atılacak mı?***Tabii, başımızda sadece Kürt meselesi yok “kızlı erkekli evler” türünden tehlikeli zırvalar da var.Kürdistan’a Kürdistan deme cesaretini gösteren başbakan, bu cesaretini “biz evlerin içine de gireriz” diye mi sürdürecek yoksa “biz insan haklarına saygılıyız” diye mi?Bunu bilmiyoruz.Sadece Diyarbakır’daki coşkunun Erdoğan’ın ruh alemini olumlu yönde etkilemesini umuyoruz.Büyük liderliğin özgürlüklerden geçtiğini anlamasını diliyoruz. Elimizden de başka bir şey gelmiyor.

Devamını Oku

Çok cesur bir siyasi gösteri...

16 Kasım 2013

Geçen gece ortak bir arkadaşımızın doğum gününde Şafak Pavey’le beraberdik.Uzun zamandır oturup uzun uzun konuşamamıştık Safak’la, hayattan, siyasetten, aşktan, yaşlanmaktan…Kasım ayında üşümediğimiz, dostlarımızla birlikte olduğumuz bir gece bulmuştuk kendimize konuşmak için, sanslıydık.Şafak’a “tek bir konuşmayla hem Ak Partiyi hem CHP’yi sarstın, ben kırmızıları giymek diye buna derim” dedim.Alfred De Vigny, askerlik anılarından oluşan hikayelerini yazdığı Askerliğin Kulluğu ve Büyüklüğü kitabında anlatır bu hikayeyi, eski aristokratlar savaşa giderken kırmızı elbiseler giyerlermiş. Dostlar kahramanlıklarını daha iyi görsünler, düşmanlar kendilerine daha iyi nişan alsınlar diye.***Şafak çok güldü bu söze.Ben gerçekten de Şafak’ın Meclis’teki son konuşmasıyla Ak Parti’yi sarstığı kadar CHP’nin kendi içine doğru depremlere yol açtığına inananlardanım.CHP sanırım ilk defa, nasıl bir muhalefet yapması gerektiğini gördü, nasıl bir muhalefet tarzının ses getirebileceğini öğrendi,düşmanlarına ve dostlarına kendini açıkca gösteren CHP’li genç güzel bir kadından. Bütün özgürlüklere bir arada sahip çıkmak, sadece belli bir kesimin özgürlüğünü savunup diğerlerini yok saymanın haksızlık olduğunu göstermek büyük bir cesaret, CHP için de büyük bir yenilik doğrusu.Kırmızıları giymek.Bütün eleştirilere rağmen ben Şafak’ın o konuşmasıyla siyasette yeni bir kapıyı açtığına gerçekten çok inanıyorum.***Siyasetçilerin “kamuflaj giysileriyle” mevzilerine saklandıkları bir dönemde “kırmızılarını” giyenler çok hedef olsa da çok da taraftar bulur.Bu cesaretin ödülü mutlaka vardır…Bugün başbakan Erdoğan “kırmızılarını” giyme cesaretini gösterebildiği için partisinde “tek adam”, karşısında aynı cesarete sahip tek bir kimse yok.Kimse ama…Diyarbakır’da Barzani’yle, Şivan Perwer’le, İbrahim Tatlıses’le unutulmaz bir Kürt şöleni düzenlemek, Abdullah Öcalan ve PKK’nın hazırlanmasındaki rollerinin reddedilemeyeceği büyük bir “zaferi” Kürtlere teslim etmek de “kırmızılarını” giymenin bir başka örneği.Çok cesur bir siyasi gösteri.Bu gösterinin “getirilerini” fazlasıyla hak eden cesur bir hamle.Dün Diyarbakır’da gerçekten eşine az rastlanacak bir gelişme yaşandı bana sorarsanız…***Elbette Erdoğan, bu büyük gösterileriyle “süreçteki” başarısızlıklarının, Kürtlere haklarını vermekteki isteksizliğinin üstünü örtmeye çalışıyor ama bunu unutulmaz, tarihe geçen bir hamleyle yapıyor.Bu olay, süreçteki tıkanıklıkları ortadan kaldırmasa da Kürt tarihinin en büyük zafer günlerinden birini yaratıyor.Irak Kürtlerinin “kahramanı”, Kürtlerin başkent olarak gördükleri Diyarbakır’da devlet başkanı olarak selamlanıyor.Erdoğan, “kırmızılarını” toplumun özgürlük yolunu açmak için değil kendi siyasi geleceğinin yolunu açmak giyiyor ama kendi yolunu açarken başka yolları da açmak zorunda kalıyor.Barzani’nin Diyarbakır’da ağırlanması kaçınılmaz olarak yeni gelişmelere sebep olacak.Belki de Erdoğan’ın hiç istemediği gelişmelere…***Toplumu “tek başına” biçimlendirmek, bu gücü ele geçirmek için çok ağır baskılar yaparken çok cesurca hamleler de gerçekleştiren Başbakan Erdoğan’ın karşısına etkili bir siyasi rakip olarak çıkmanın tek yolu “kırmızılarını” giyerek muhalefet etmek.Erdoğan’ın sahiplendiği özgürlükleri kabullenirken, onun reddetmeye çalıştığı özgürlükleri de savunmak.Şafak Pavey’in yaptığı gibi…Özgürlüklerini savunmak için kırmızılarını giyme cesaretini göstermeyenlerin özgürlüklerini kaybedeceği bir dönemden geçtiğimizi herkesin aklında tutması gerekiyor sanırım.

Devamını Oku

Buluşmanın kaderini Rojava belirler…

14 Kasım 2013

O Kafkayen karabasan bizim hamurumuzda, masallarımızda, tekerlemelerimizde, her yanımızda var; az gittik uz gittik dere tepe düz gittik, bir de baktık bir arpa boyu yol gittik.Biz de az gittik uz gittik bir de baktık ki “ben istediğimi yaparım, istediğimi keserim’’ yanılgısından bir arpa boyu yol gitmemişiz.Kürt korkusuyla Kürtlere, din korkusuyla dincilere baskı yapa yapa sonunda Kürt meselesini içinden çıkılmaz bir toplumsal yaraya çevirdik, din meselesini de dincilerin “biz çoğunluğuz herkesin yatak odasına bile karışırız” dediği noktaya getirdik.Şimdi Kürtlerle “demokrasiden hiç hoşlanmayan” iktidar barış sürecini yürütmeye uğraşıyor. Ama süreç de pek yürümüyor, olduğu yerde yalpalıyor.*** Bu hafta sonu bu gidişatta önemli bir kavşak olabileceği söylenen bir gelişme yaşanacak. Barzani, Tayyip Erdoğan’la buluşmak üzere Diyarbakır’a geliyor.Kürtler açısından tarihi değer taşıdığını söyleyenler var bu durumun.Tabii ki Barzani’nin ilk defe gelişi değil Türkiye’ye, başbakanla ilk buluşması da değil ama bu seferkinin dokusunda ve zamanlamasında bir farklılık var.Ben de herkes gibi büyük bir ilgiyle takip ediyorum.Bu buluşma ardında neler saklıyor?Tayyip Erdoğan bu buluşmadan neler umuyor?Bu, PKK’ya “Kürt siyasetinde tek aktör siz değilsiniz” demek mi, Öcalan’la ilgili bir ciddi bir mesaj mı yoksa bu sadece Güneydoğu’da alınması gereken oylar için bir hamle mi?Diyarbakır 30 Mart seçimleri için önemli bir yer AK Parti için… Barzani’yle, Şivan Perwer’le bir gövde gösterisi olacağı kesin. Muhafazakar Kürt seçmeninin Barzani’nin gelişinden etkileneceği de bir sır değil.BDP ise Ahmet Türk’ün siteminden de anlaşılacağı gibi bu buluşmadan hoşlanmadı. Çünkü Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı Barzani’nin gelişi hem Ak Parti’ye destek gibi gözüküyor hem de çözüm süresinde Öcalan’a bir meydan okuma gibi...*** İçerde çözüm sürecinin tıkandığı, Ak Parti’nin adım atmaktan kaçındığı, dışarda ise Türkiye’nin Amerika’nın bastırmasıyla politikasını değiştirmeye uğraştığı bir dönemdeyiz.Türkiye, İran ve Irak’la ilişkilerini düzeltmeye, Suriye’de ise El Kaide’den uzaklaşmaya çalışıyor.Rojava’da ise PKK destekli bir Kürt devleti kurulması adım adım gerçekleşiyor.Erdoğan da Barzani de Rojava’daki yeni Kürt devletine mesafeli.Türkiye oradaki Kürtlerin yolunu kesmeye epey uğraştıktan sonra bunu başaramayacağını anladı.Ben, gerek Türkiye’deki süreç için gerekse bölgedeki yeni dengeler için Rojava’daki oluşum karşısında alınacak tavrın hayati önem taşıdığına inananlardanım.***Erdoğan ile Barzani buluşmasında en çok Rojava konusundaki ortak tavırlarının ne olacağını ya da böyle bir ortak tavrın olup olmayacağını merak ediyorum.İkisi de Rojava’yı kendileri için bir tehdit olarak görüyorlar ama ne Erdoğan Rojava’yı reddederek barış sürecini sürdürebilir ne de Barzani Rojava’ya karşı çıkarak Kürtler arasındaki liderlik iddiasını pekiştirebilir.İki lider de zorlanıyor.Bu buluşmanın kaderini Rojava’nın belirleyeceğini sanıyorum ben.Herkesin reddedip küçümsemeye çalıştığı Rojava şimdi herkesin siyasi geleceğini belirleyecek bir güce ulaşmış gibi gözüküyor.Bu buluşmanın nasıl bir sonuç yaratacağını Rojava için söyleyecekleri ya da söylemeyecekleri sözler anlatacak bize.Çünkü sanırım bundan böyle Rojava’yı içermeyen hiçbir denklem anlamlı bir sonuç vermeyecek bu bölgede…

Devamını Oku

‘İslam’a aykırıdır’

12 Kasım 2013

Şirazesinden çıktı mı bir toplum, orada yalancılıkla kahramanlık, dolandırıcılıkla yiğitlik, sahtekarlıkla vatanseverlik birbirine karışır…Önemli konular yerlerini saçma tartışmalara bırakır, yeteneksiz sığlıklar sahte pullarla işlenmiş kutsallıklara bürünür.Şaşırır kalırsınız… Ne yana bakacağınızı bilemezsiniz… Dört bir yandan çıkagelirler.Sanki bela kayalıklarına doğru pupa yelken gitmiyormuş gibi Türkiye, vatandaşa “gavat” diyen valiler, “İslam’da evler basılabilir” diyen köşe yazarları, gençleri ihbar eden komşular ortalıkta dolanır.Her şeyi bir kenara bırakıp bunlara bakakalırsınız…İstediği her şeyi yasaklayabileceğini düşünen bir iktidar var karşımızda, yasaklamayı utanılacak bir iş olmaktan çıkarıp “dinin, namusun” bekçileri olduğunu söyleyen insanlar arasında şan şeref sağlayan bir erdeme dönüştürmeye çabalıyor.İnsanlar, ‘bu kızlar, bu erkekler, bunlar, bunlar’ diye birbirlerinin gırtlağına basarak muhbirlik yarışına çıkıyor.“Muhbirlik” muhafazakar değerler arasına giriyor. “İhbarcılık” haysiyet kırıcı bir iş değil onlara göre.Belli ki ahlak anlayışımız taban tabana zıt, bizim ahlak anlayışımıza göre “muhbirlikten” daha haysiyetsizce, daha ahlaksızca bir iş olamazken onlara göre “ihbarcılık” çok ahlaklı bir davranış.İhbar yarışına giren, bu yasağı normal bulan herkes Müslümanlıklarını vurguluyor…Gençleri ihbar etmeyi, gösterilerde gençleri öldürmeyi, kendine benzemeyeni yok etmeyi Müslümanlık olarak sunuyorlar.Müslümanlık bu mu gerçekten?Komşunu ihbar etmek, cinayetler karşısında sessiz kalmak, yolsuzluklara ağzını açmamak mı?Ya bize Müslümanlığı yanlış anlattılar ya da bunlar Müslümanlığı kökünden saptırıyorlar. Bize bu işin gerçeğini anlatacak kimse yok mu bu ülkede?***Yeni Şafak yazarı Hayrettin Karaman’ın iki yazısını okudum geçen hafta. Hayrettin Karaman İslam hukuku profesörü…Başbakan’ın akıl danıştığı üç kişiden biri olduğunu söyleyenler de var.Diyor ki bir yazısında “Liberallere göre 18 yaşını doldurmuş insanlar evli olmasalar bir mekanda evli gibi yaşayabilirler. Diyelim toplum içinde azınlık da olsalar demokrasi bunlara bu hakkı tanır. Çoğunluğa göre bu durum ahlaksızlık, rezillik, onursuzluk, ayıp, günah (zina), düşüklük…Müslüman milletimizin ahlak, gelenek ve göreneğine göre bu durum meşru değildir. Bana göre birinci çare, yüzde yüze yakını Müslüman olan bu toplumda İslam’ı temel referans alan bir demokratik düzen’dir.”Bir başka yazısında da “Eğer bir evde nikahsız bir çift yaşıyorsa veya kızlı erkekli öğrenciler birlikte kalıyorlarsa, İslam’a göre devlet bu evi denetler, basar, gayr-i meşru olan fiilleri engeller, failleri cezalandırır. Değil mi ki İslam’a aykırıdır, değil mi ki mevcut iktidarın istikametine zıttır onlar elbette bir ‘cihad’ duygusu içinde tezlerini savunacaklardır.”***Karaman bir İslam alimi söylenenlere göre.“Meşru ve gayrı meşru” kavramlarını medeni kanuna göre değil İslam hukukuna göre topluma yerleştirmeyi öneren bir düşünür…Cinsellik konusunda doludizgin yazdığını görüyoruz, ne meşrudur, ne gayrı meşrudur, hangi evler basılır hemen söylüyor.Tabii insanın aklına Müslümanlıkla ve İslam yasalarıyla ilgili bir iki soru geliyor.Faiz meşru mudur yoksa gayrı meşru mudur İslam’da? Gayrı meşru ise devlet, bankaları basmalı mıdır?Muhafazakarlar ve Müslümanlar bankaların basılmasını destekliyor mu, hükümetin bankaları basmak için bir hazırlığı var mı, “gayrı meşru” faaliyet için bankacılara bir ceza verilmeli mi? Yoksa söz konusu “para” olduğunda bizim “muhafazakar Müslümanların” ölçüleri başka, söz konusu cinsellik olduğunda ölçüleri farklı mı?***Bana öyle geliyor ki bu ülkedeki muhafazakarların, “kimin evini basacağız” coşkusundan önce kendi Müslümanlıklarını, kendi değerlerini, kendi ölçülerini bir tartışmaları gerekiyor.Açıkçası cinsellikte başka, cinayette başka, yolsuzlukta başka, parada başka ölçüler kullanmak çok güvenilir gözükmüyor.“Başkasının evini” düzeltmeye kalkmadan önce “kendi evlerini” bir düzene koysunlar, ölçülerini netleştirsinler de biz de neyi, kiminle tartıştığımızı daha iyi bilelim.

Devamını Oku

Aptallıklar bizi akla tutsak ediyor…

9 Kasım 2013

Bu ülkede olan aptallıkların en kötü yanı, en büyük tehlikesi bizi akla tutsak edip, zekanın ve zevkin uçuculuğundan koparmaları.Sonbahar güneşinin kırmızı yapraklı ağaçlarda ışıdığı şu günlerde, hayatın ve coşkunun içine kendimizi bırakacağımıza, aklın ve mantığın ucunu sıkı sıkıya tutan sıkıcı insanlara döndük yine.Mecburen hepimiz çok akıllıyız bu sıralarda yine.Aptallıkları bizi akla tutsak ediyor farkında mısınız?Kimse kendini bir hercailiğe bırakamıyor bu ülkede.Aptallıkla ve kötülükle sarmalanmış bir siyasete, akılla karşı durma mücadelesi vermek hepimizi birer akıl heykeli yapıyor.Doğruları söyleyip yazıyoruz ama taşlaşıyoruz da…Duygularına her gün biraz daha boş veren ama düşüncelere tapınan insanlar haline geliyoruz.Sevmiyorum bu hali ben.Siyasetçilerin konuşmalarına maruz kalmak istemiyorum…Bilmemek istiyorum neler oluyor.Kitap okuduğum için, dalmaya gittiğim için, seviştiğim için, uyuduğum için, siyaset ilgimi çekmediği için duymamış olmak istiyorum… Cehaletin tadını, özgürlüğünü başıboşluğunu çok özlüyorum…***Kendi halkının hakkını yemek için her gün başka bir laf söyleyen, ülke dışına çıkınca başka, ülke içinde başka konuşan siyasetçilerin tutarsızlıkları bizi tutarlılık fetişistlerine dönüştürmüyor mu?İnsan kendi küçük hayatında tutarsız da olur, en azından arada bir olma lüksümüz vardır ama öyle büyük tutarsızlıklardan geçiyoruz ki insan tutarlılık abidesi olmak istiyor.Zekanın saçmalamaktan bile korkamayan haşarı karakteri, aklımızın kırbacıyla evcilleşiyor.Gerçekten sıkıcı bir hayatımız var.Bu ülkenin gündemini başbakanın nereden çıktığını kimsenin anlayamadığı sözlerinin belirlemesinden çok sıkıldım ben artık…Siyasetin saçmalıklarının hayatımızı ele geçirmesinden çok sıkıldım.Çünkü artık siyaset insanların nerede kimle nasıl sevişeceğine kadar geldi, sınırsız bir saçmalamanın siyasi bir konuşma sayıldığı bir yerde hayat gerçekten yavanlaşıyor. Nasıl yaşayacağımızı bize öğretmeye kalkanlara karşı hayatımızı, özgürlüğümüzü koruyabilmek için mücadele ederken yaşamaya, duygulara, kahkahaya zaman kalmıyor.Böyle bir mücadeleye bizi zorlayarak yaşamamıza engel oluyorlar.***İnsanın aklı almıyor, neden bu ülkenin gündemini siyaset bu kadar kolay belirleyebiliyor?Üstelik de aklın dışına bu kadar düşerek.Bence artık istediğimiz kadar sevişip, istediğimiz kadar içip, istediğimiz kadar ibadet edip, istediğimiz kadar kahkaha attığımız, istediğimiz kadar baş örtüsü taktığımız bir hayata geçmeliyiz…Bunu siyasetçilerle beraber yapamıyorsak kendimiz yapmalıyız. Akıl zekasız, aşk yarasız, hayat yanlışsız olmaz... Ama geldiğimiz noktaya bakın, zekayı unutacak kadar akıllı, yaralardan korkarak aşık, siyasetçilerin yanlışlarıyla kuşatıldığı için kendisi yanlış yapamayan insanlar oluyoruz giderek.Hayatlarımız böyle saldırı altındayken yapacak başka bir şey de yok aslında.Her şeyin tadını kaçırdılar.Tatsız bir ülkenin, tatsız insanları olup çıktık sonunda.Ne hayat düşmanı siyasetmiş bu, ne sevinç düşmanı siyasetmiş.Her neşe kırıntısına saldırıyorlar.Hayatımızı koruyabilmek için hayattan vazgeçmeye mecbur bırakıyorlar bizi, lanet olsun…

Devamını Oku

Sizin aklınız nerede?

8 Kasım 2013

İnanması zor ama gerçek böyle.Gençlerin sevişmesini yasaklamak istiyorlar…Doğanın emirleriyle çatışacak şimdi iktidarın emirleri, siyasi iktidar sonunda doğayı da kendine düşman ilan edecek, insan doğasına hükmedebileceğini sanacak kadar gözünü karattı çünkü.İki yıl önce ben, böyle bir yasaktan söz eden bir yazı yazmıştım, o zaman böyle bir şey asla olamaz, hiçbir iktidar bu kadar çıldıramaz diye düşünmüşüm anlaşılan.Karşımızdaki çılgınlık bizim hayalgücümüzü bile fersah fersah aşıyor artık.***“Biraz tuhaf bir benzetme olacak biliyorum ama düşünmeden de edemiyorum...Sevişmek, ‘milli birliği ve bütünlüğümüzü korumak için’ yasaklansa bir sabah, memleket, kadını erkeği, CHP’lisi, MHP’lisi, AK Partilisi, ulusalcısı, liberali, Atatürkçüsü, Kürtçüsü nasıl ayağa kalkar, ortalık nasıl karışır ‘bu kadar da olmaz artık’ diye, değil mi?Düşünce yasaklarına karşı çıkmayan insanlar, nasıl da bir bütün olup beraber sokaklara dökülür.Neden peki?Bence cevap çok açık...Yarım yamalak da olsa sevişiyoruz ama hiç düşünmüyoruz.Bu ülkede düşünce özgürlüğünün olmamasının nedeni yasaklar değil aslında, düşüncenin kendisinin olmaması.”2011 Aralık ayında yazdığım yazı böyle başlıyor.***“Milli birlik ve bütünlüğümüzü korumak” için değil de “teröre karşı çıkabilmek” için sevişmeyi yasaklıyorlar 2013’de şimdi.Aynı evde kalıp sevişen gençler terörist oluyormuş.El Kaide militanları “kızlı erkekli” aynı evlerde kalıp hiç durmadan seviştikleri için Afrika’da AVM’leri basıp masum insanları öldürüyor herhalde.Kızlı erkekli sevişmeseler, yapmazlardı böyle bir şey sanırım.***Şu basit soru; “Devlet, vatandaşlarının özel hayatına karışma hakkına sahip midir?” … Cevabı da basit…Değildir.Ama bu ülkede Kemalist Cumhuriyet buna “Evet, devletin karışmaya hakkı vardır” dedi hep.Çünkü “halkın” eğitilmesi gereken bir cahil sürüsü olduğuna yüzde yüz inanıyorlardı… Düşünmeyen bir insan sürüsüydük biz onlar için.Şimdi ‘demokrat muhafazakarlar’ da hayatlarımıza karışabileceklerini sanıyorlar…Sadece “neye karışacakları” değişti.Kemalistler kadınların saçlarına akıllarına takmışlardı, illa açık olsun istiyorlardı, muhafazakaların ilgi alanı biraz daha değişik çıktı.***Hem cumhuriyetçiler hem de muhafazakarlar, kadını kendi başına karar verebilecek biri olarak görmüyor ne yazık ki.Kadının yerine ne “yapması gerektiğine” devlet karar verir gibi fikirleri var…Devlet, bizim nasıl yaşayacağımıza karar verecek mi?Biz hayatımızı “emirlerle” mi belirleyeceğiz?Kemalistlerin Atatürk’ü gibi muhafazakârların Erdoğan’ı da “bizim ulu önderimiz” mi artık?O nasıl yaşıyorsa biz de öyle mi yaşayacağız?Ülkenin bütün kadınları yerine Erdoğan mı karar verecek?***Bu ülkede düşünmek yasak, sevişmek yasak, özgür olmak yasak, eşit olmak yasak.Bir tek saçmalamak serbest.Bu serbestliğin tadını da alabildiğine çıkartıyorlar işte.Sevişmeyi de terör kapsamına sokan akla ne diyeceğimi bilemiyorum doğrusu, “sizin aklınız nerede” demekten başka…

Devamını Oku

Tayyip Erdoğan, Uğur Yücel, Helen Keller...

5 Kasım 2013

Öğrencilerden, gençlerden, mutluluktan, hazdan, aşktan korkanlar hep oldu bu ülkede.Arada bir karanlıklarda o eski zaman papazları gibi çığlık ata ata dolaşmazlarsa öğrenciler hayatlarını istedikleri gibi yaşayacak, aşık olacak, sevişecek, protesto edecek, istediği gibi giyinecek diye ödleri kopuyor sanki…Kendi hayatlarındaki eksiklikleri, gençlerin hayatlarına musallat olarak tatmin etmek istiyorlar.Gençler yaşamasın, mutlu olmasın, eğlenmesin, gülmesin.Bitmez tükenmez bir gençlik ve mutluluk düşmanlığı.Bitmez tükenmez bir ahlak bekçiliği.Nedense bu “ahlak bekçiliği” de hırsızlıklar, cinayetler karşısında harekete geçmiyor da hep cinsellik konularında kendini gösteriyor. Bu “takıntıdan” kendilerini kurtaramıyorlar ve ellerindeki gücü kullanarak gençleri ezdikçe eziyorlar.***Dün Tayyip Erdoğan’ın öğrencilerle ilgili söylediklerini okuduğumda, bir yandan bu gençlik düşmanlığının nedenlerini düşünüyor, bir yandan da öğleden sonra seyredecek iyi bir film arıyordum…Karşıma Black çıktı… Bir Hint filmi… Şu sıra vizyonda... Uğur Yücel ve Beren Saatin oynadığı ‘Benim Dünyam’ filminin orijinali.Helen Keller ismini duydunuz mu?Ben tesadüfler sayesinde duymuş ve hiç farkında olmadan o ‘karanlık’ hayata çekilmiştim. Helen Keller 19 aylıkken hem kör, hem sağır olan bir çocuk olarak başlıyor hayatına… Ve yazar, eğitmen, hayranlık duyulacak bir cesaret ve güç timsali olarak tamamlıyor hayatını 88 yaşında. Mark Twain onun için şöyle demiş, “Sezar, Büyük İskender, Napolyon, Homeros, Shakespeare ve bütün ölümsüzlerle aynı kulüpte buluşan insan. Bundan bin yıl sonra da en az bugünkü kadar ünlü olmaya devam edecek.” ***Helen neredeyse 10 yaşına kadar zihinsel engelli olduğu da sanılan bir çocuk olarak büyüyor. Düşünebildiği, hissedebildiği halde göremediği, duyamadığı ve konuşamadığı için dayanılmaz acılar çekiyor. Gittikçe daha da hırçınlaşmaya başlıyor. Sağı solu tekmeliyor, çığlık atıyor, kendisine yaklaşanları ısırıyor. İstediği bir şeyi elde edemediği ve derdini anlatamadığı için sinir krizleri geçiriyor ve özellikle babası onu bir akıl hastanesine kapatmak istiyor.Hem sağır, hem kör olduğu için hiçbir şeyin manasını ve adını bilmiyor…Ne yaşadığını anlamıyor.Bunu hayal ederken bile nefessiz kalıyorum.İşte bu küçük kızın hayatını anlatıyor Black filmi, ona hayatını adayan bir öğretmenle beraber tek tek her şeyi öğrenmesini anlatıyor…Tüm hayatını öğrenci olarak geçirerek nasıl ‘büyüdüğünü’ anlatıyor…Kör ve sağır olmasına rağmen onan inanan tek bir kişiyle, nasıl tüm gören ve duyanları geçtiğini anlatıyor. ***Filmi seyrederken bu ülkenin gençlerinin de Helen’in tersine gördükleri, duydukları, bildikleri, hissettikleri halde nasıl kör, sağır, dilsiz bırakılmaya çalışıldığını düşündüm.Korkunç bir baskıyla karşı karşıyalar.Her gün biraz daha artan bir baskı üstelik… Bu akıllarını cinselliğe takmış yaşlı yöneticilere dertlerini bir türlü anlatamıyorlar, kendi akılları olduğuna, hayatlarını kendilerinin yönetmek istediğine bir türlü inandıramıyorlar.Helen Keller gibi bir karanlığın içine hapsediliyorlar. Onlara, gençliklerine, gördüklerine, duyduklarna, hissettiklerine inanacak birini arıyorlar o karanlığın içinde…Bu gençler, hırçınlaşıp huysuzlaşırlarsa,dertlerini anlayacak kimseler olmadığı için çığlıklar atarlarsa kimse onlarının tepkisinin ardında “faiz lobisini” falan aramasın…Onları bir karanlığa hapsedip baskılarla hayatlarını cehenneme çevirirken onların konuşmasına izin vermemenizin tepkisi olacak bu çünkü.***Bu arada Black filmini çok sevdim…Benim Dünyam için ne yazık ki aynısını söyleyemeyeceğim…Uğur Yücel uyarlama yapacağım derken öyle etkisinde kalmış ki filmin sanki kendi oyunculuğu unutmuş…Ama ikisini de seyretmenizi öneririm, en azından imkansız diye bir şey olmadığını görmeniz için…

Devamını Oku