Son zamanlarda bunu çok sık yapar oldum…Hakkında hiçbir şey bilmediğim filmlere gidiyorum…Hakkında hiçbir şey bilmediğim insanlarla sohbet ediyorum…Haklarında hiçbir şey bilmediğim lokantalarda yemek yiyorum…Daha önce geçmediğim sokaklardan geçiyorum, hiç bilmediğim semtlerde dolaşıyorum.Bir şey arar gibiyim aslında ama aramıyorum…Sadece bilmekten yorulduğumu sezdim bu yaz sonu.Karşımdaki hakkında hiçbir şey bilmediğimde daha berrak görüyor, daha net duyuyor, daha çok öğreniyorum…Bilgiyi böyle hayatın içinde yoklaya yoklaya kendim bulduğumda daha çok seviyorum.***Geçen gece bir sinemanın önünden geçerken ansızın hakkında bir şey bilmediğim bir filme girdim.About Time… Zamanda Aşk.Bir filme hakkında hiçbir şey bilmeden girmenin o küçük ve eğlenceli heyecanını seviyorum gerçekten.En çok da kendi uydurduğum heyecanlara bayılıyorum.Doğru olması gerekmiyor, benim heyecanlandığımı düşünmem beni heyecanlandırıyor.Film başladığında “cesaretin” hemen ödüllendirildiğini görmem de beni ayrıca mutlu etti…İngiliz yönetmen Richard Curtis’in filmiydi karşıma çıkan.Çağdaş İngiliz romantik komedisinin en önemli adamı bence o…*** “Zamanda Aşk” Curtis’in hem yazıp hem yönettiği yeni filmi.Film babasının, çekingen ve mutsuz oğluna 21 yaşına geldiğinde ailenin sadece erkeklerinin bildiği bir sırrı vermesiyle başlıyor; “Bizim ailenin erkekleri zamanda yolculuk yapma gibi bir yeteneğesahiptir.”Başka hayatlara, başka geçmişlere gidemiyorlar ama kendi hayatlarında geriye doğru yolculuk yaparak, geçmişte istedikleri her ana gidip, o anı tekrar kusursuz biçimde yaratıyorlar.Tüm yanlışları, hataları, korkuları, acıları tekrar o an’a giderek düzeltebiliyorlar.Tim, aşık olduğu kızı elde etmek, kırdığı potları tamir etmek, havalı olmak ya da daha iyi sevişmek için sürekli geçmişe gidiyor.Ve film o sırada size şunu anlatıyor, egonuzu, korkularınızı, endişelerinizi, kontrol etmeyi bıraktığınızda hayatın tadını daha iyi çıkartabilirsiniz.Hayatınızı güzelleştirmek için geçmişinizi değiştirmek değil bugünü iyi yaşamak gerekiyor.Kusursuzluk, bu anı kusursuz yaşamakta.***Filmin en sevdiğim yanı ise o genç oğlanın mutlu olmak için yaptığı geçmişe yolculukları bırakması.“Geçmişe dönebilecek olsan neleri düzeltirdin hayatında” sorusunun cevabının “bu anı iyi yaşardım, yaşadıklarımla o anda yüzleşirdim” olması filmin en çarpıcı yanı.O küçük, eğlenceli film “geçmişi bırak” diyor, “kurtul geçmişten, bugünü iyi değerlendirmeye bak, geçmişin panzehiri bugünde saklı.”***Geçmiş ağır bir yük insana.Hele yanlışlar yaptığını düşünüyorsan…Geçmişten kendini severek gelmek giderek zorlaşıyor hatta…Geçmişten kurtulmak kolay değil…Ancak yaşadığın gibi değil hayal ettiğin gibi yaşarsan geçmişi, kurtuluyorsun ondan…Kurtulabilirsen çok daha mutlu ve sevinçli bir hayat sürdürmen mümkün.Geçmişe yolculuk yapamıyoruz ama hala bugünü istediğimiz gibi yaşama şansımız var…Üstelik de hiçbir şey bilmeye ihtiyacımız yok…
Düşünsenize bir sabah uyanıyorsunuz ve yepyeni bir ülke buluyorsunuz karşınızda…İnsanların özgür olduğu, devletin düzenli bir şekilde işlediği, hiç bir yolsuzluğun yapılmadığı, demokrasinin olduğu ve tartışılmayacak kadar güven altına alındığı, kimsenin ırkından ve dininden dolayı aşağılanmadığı, kadınların ezilmediği, öldürülmediği, gençlerin gerçekten özgür olduğu, gerçekten yeşil, gerçekten mutlu bir ülke.Ne yapardık?Aniden duran lokomotifin arkasına takılmış vagonlar gibi hızla birbirimize çarpar, söyleyecek tek bir kelime bulamaz, tümden dilsiz kesilirdik herhalde.Gazete manşetleri boş kalır, televizyonda insanlar öfkesini yitirir, politikacılar suskunlaşır, sohbetler sessizleşir, tüm insanlar şaşkınlaşırdı. Doksan yıldır hiçbir çözüm bulmadan hep aynı sorunları çözmeye uğraşan, bunu hayat tarzı yapmış bir toplum, sorunlarını kaybettiğinde şok geçirip felç olur büyük bir olasılıkla.Cumhuriyet kurulduğundan bu yana koskoca doksan yıl geçti dile kolay, hala Kürt sorunumuz var, hala Alevi sorunumuz var, hala fikir özgürlüğü sorunumuz var, hala demokrasi sorunumuz var. Her türlü hükümeti gördük ama bu sorunları kökten çözene, çözmek isteyene rastlamadık.Sorunlarımıza aşık gibiyiz.Ya da birileri bu sorunlardan öylesine büyük bir çıkar sağlıyor ki asla çözülmesini istemiyor. Ama ne düşünüyorum biliyor musunuz, daha fazla ölemeyeceğimizi, daha fazla alçalamayacağımızı, daha fazla düşemeyeceğimizi artık…İçimde güçlü bir inanç var kurtulacağımıza dair… Çünkü artık gerçekten bir zilletin dibine vurduğumuzu hissediyorum.***Siyaset, aşklar, dostluklar, iş hayatı, her şey, her şey kirli, her şey hoyrat, her şey vahşi.Bir gün iyileşmek hayal değil zorunluluk artık.Kendimizi kirlettiğimiz, aşağıladığımız ve kendi rezilliğimizden çamurla oynayan bir çocuk gibi tuhaf eğlenceler çıkardığımız yolculuğun sonuna geldik.Kirlenmekten, aşağılanmaktan bıktığımız, sıkıldığımız ya da utandığımız için değil…İçine atladığımız o uçurumda geçirdiğimiz uzun yıllar sonunda daha düşecek bir yer, daha alçalacak bir çukur kalmadığı için bitecek bu zavallı yolculuk bence.Alçalmanın her türlüsünü yaşadık…Her gelen aşağıladı bizi, her gelen sorunlarımızı çözecek gibi yapıp bizimle alay etti, her gelen başımızı çamurun içine biraz daha bastırdı, her gelen hayatımıza karıştı, her gelen kendini çoban bizi koyun olarak gördü.Sakin bir hayatım var benim… Hayaller kuruyorum, bir sabah bir başka ülkeye uyansak ne olur diye merak ediyorum…Kalabalıklara karışmayan, kendi kalabalığını kendi odasında kendi yaratan biriyim…Ama penceremin dışındaki hayattan içime, evime, hayatıma hep acı ve isyan akıyor.Keder ve karanlık sızıyor evime.Artık kapalı kapılarım, kapalı pencerelerim işe yaramıyor, delip geçiyor dışarının kiri, pası, öfkesi, yalanı, riyası…Hayallerim, zorunluluklarım oluyor.O yüzden umutluyum…Gırtlağa dayanan acı, kir pas, yalan, riya hepimizi birden öldüremeyeceğine göre, yaşayacağız.Yaşayıp çözeceğiz.***Evet, bu kirlenmişlik, bu aşağılanmışlık, bu utanç, bu arsızlık, bu pespayelik, bu fütursuz, bu rezillik beni umutlandırıyor.Bana aydınlığı düşündüren, inandıran bu karanlık. Her şeyi denedik, her seferinde aynı karanlığa düştük.Düşecek yerimiz kalmadı artık.Biraz soluk alabilmek için buradan kurtulmamız gerekiyor, bu çamurun içinden çıkmamız gerekiyor.İşte bu yüzden umutluyum çünkü hayallerim artık hayallerim değil..Zorunluluklarım.Bu bataklıkta artık nefes alamıyoruz çünkü hiç birimiz.
Balyoz davasında neden bu kadar çok general yargılandı ve ceza aldı hiç düşündünüz mü?Ne kadar çok yüksek rütbeli asker var bu davada, ilginizi çekti mi hiç?Balyozda tam 89 general ve amiral yargılandı.Nasıl oldu da bu kadar çok general, kendilerini sanık durumuna sokacak bir işin içine arkalarında bu kadar açık izler bırakarak girdi?Hiç merak ettiniz mi?Uzun zaman iktidar olanların hayat hiç değişmeyecek zannetmelerinin, ‘bize kim dokunabilir ki’ inançlarının en tepe noktalarından biriydi sanırım bu Balyoz semineri.‘Beni kim yargılayabilir ki…’ inancının en görünür hali.Zaten bir ülkedeki hukuksuzluğun en büyük göstergesi bu olsa gerek, yargılanamaz birilerinin bulunması ve buna duyulan güçlü inanç.‘Onları kim yargılayabilir ki…’Bir ülkede böyle bir inanç yaygın bir şekilde varsa o ülkede birileri hukuku çiğniyordur ve o birileri eninde sonunda mutlaka bir gün yargılanacaktır.***Bu inançla zaten suçlarını saklamaya bile gerek duymadı generaller.Çok daha usturuplu yapabilirlerdi bu seminer dedikleri şeyi ama yapmadılar.İhtiyaç duymadılar bunu saklamaya.Onlara kim dokunabilirdi ki suç işleseler bile…Balyoz semineri digital veriler olmadan da kendi başına bir darbe semineri… Bunu yok saymak imkansız, kim ne derse desin, kim ne yazarsa yazsın.Bunu kendileri de kabul ediyor zaten, sadece buna “ülke savunması” diyorlar ve hakları olduğuna inanıyorlar o kadar.***Yargıtay, Balyoz davasında kararını açıkladı önceki gün.Dört general beraat etti… 85 general mahkum oldu.85 general.Bizde ordu yıllarca bir diktatör gibi davrandı topluma. Ordu iktidarın gerçek sahibiydi.Generaller, halkı da, halkın oylarıyla seçilen parlamentoları da çok açık biçimde aşağılayabiliyorlardı.Askerler darbe yapmanın suç olduğunu umursamıyorlardı bile, hatta darbe hazırlıklarının generallerin asli görevleri arasında bulunduğuna inanıyorlardı.Ve en tuhafı birilerini de buna inandırmışlardı.Bu düşüncelerini saklamaya gerek bile duymuyorlardı.***Toplumu yok farz ettikleri için toplumdaki değişiklikleri de asla algılayamıyorlardı ne yazık ki.Uzun zaman iktidar olanların düşeceği en büyük tuzağa düşüyorlardı böylece.‘Bize kim dokunabilir ki…’Bu kör inançla darbe hazırlıklarını hep sürdürdüler.Korkacakları bir şey yoktu ki…Kim darbe hazırlığı yapan bir generali yakalamaya ya da yargılamaya cesaret edebilirdi ki bu ülkede?***Bu yüzden ne Türkiye’nin ne dünyanın değiştiğini fark edemediler.Nasıl bir körlükse bu toplumu okuyamadıkları gibi dünyadaki değişimi de okuyamamışlardı işte.Hazırladıkları planları okudunuz mu hiç, nasıl insafsız ve vahşi olduklarını gördünüz mü?Cinayetler, bombalamalar, suikastlar...Kendi kudretlerinden ve dokunulmazlıklarından nasıl da eminlermiş o planları yaparken... Pervasızlığın, fütursuzluğun, aldırmazlığın nedeni ise o ‘dokunulmazlık’ inancı.Bu inançla kör olmuşlar, sağır olmuşlar, darbe için planlar yaparken, cuntalar kurarken, silahları oraya buraya gömerken, ölüm listelerine girecek isimleri saptarken hayatta neler oluyor hiç kavrayamamışlar.Sadece Türkiye’nin değil, kendi sahibi oldukları ordunun içinde de neler değişiyor anlayamamışlar.Balyoz belgeleri nasıl çıktı hatırlar mısınız? Birinci Ordu’da görevli bir subay gönderdi bu belgeleri.Kendi içlerinden biri.***Dün Taraf’ta Taner Akçam nefis bir yazı yazmıştı, diyordu ki ‘Osmanlı, Hıristiyan- Müslüman eşitliğini sağlayamadığı için çökmüştür. Bu gerçeğe değinen bir tarihçiye, bir iktisatçı veya sosyal bilimciye rastlamak zordur. Ama Eğer Osmanlı bu eşitliği sağlasaydı, dağılma gene olur muydu?’Eşitliği reddeden, uzun yıllar iktidar olup değişimlere kör olan, işlediği suçları bile saklamaya gerek duymayan, yargılanamayacağını zanneden her kişinin, her kurumun başına hep aynı son gelecek.Bu açık gerçek gözümüzün önünde bu kadar net duruyor da; hala hiç kimse akıllanmıyor…
Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in atv spikeri Gözde Kansu’nun kıyafeti için “bu kadar da olmaz, kimseye karıştığımız yok ama bu da çok aşırı” dediğini okuduğumdan beri içimdeki öfke dinmiyor bu cürete karşı.Bir bakan nasıl ve ne hakla bir televizyon spikeri için “bu kıyafet de olmaz yani” diyebilir?Ama beni en öfkelendiren kısmı ‘kimseye karıştığımız yok’ kısmı aslında. Yani olabilirmiş de iyiliklerinden yapmıyorlarmış gibi bir bağış biz zavallı kullarına.***Atv de Gözde Kansu’yu işten çıkarmış.Hangisi daha kötü bilemiyorum ki, bir spikeri bakanın kovdurması mı yoksa bir televizyon kanalının bu kadar korkak olması mı?Kadınları aşağılamanın tadını çıkara çıkara “erkek milletiz” deyip duruyorlardı, gördük erkek milletin ne olduğunu.İktidardan bir politikacı spikerin kıyafetine karışır karışmaz ödleri patladı.Korkaklıktan utanmıyorlar da.Bu “erkek millet” nasıl bir milletse.***Korkutan politikacılar ve korkan bir millet olduk. Nedir bu korku, neden bu kadar korkuyorsunuz? İşten atılmaktan mı?Evet, iktidarın hoşuna gitmeyen herkes işini kaybediyor ama böyle korkan biri olmaktansa işsiz kalmak evladır.Korkmayı neden bu kadar çabuk kabulleniyorsunuz?Hüseyin Çelik twitterda ‘ben isim vermedim hedef göstermedim, toplumun genel duyarlılığını ifade ettim. Dekolte giyinmiş sunucuyu örnek olarak verdim’ diye yazmış…Eğer bu doğruysa, bu kadar çok korktuğunuza utanmayacak mısınız?***Ben yazı yazarken öfkemi gören arkadaşım, söylene söylene yazıyormuşum çünkü ‘bu sefer dikkatli ol demeyeceğim gerçekten istediğin gibi yaz, korkma…’ dedi…Şunu da yaz lütfen diye ekledi ‘Bu “muhafazakar erkek” ler kadından başka bir şey düşünmez mi?Bunların asli misyonu, hangi kadının neresi açık, neresi kapalı buna karar vermek mi?Muhafazakarlıkta “dürüst olmak, cesur olmak, adil olmak, özgür olmak” gibi kavramlar hiç mi yoktur ki bu insanlar “kadından” başka bir şeyi dert etmezler? Hep bizi yasaklıyorlar.’Gerçekten güçlü gördüklerinin karşısında süklüm püklüm olup, güçsüz bulduklarına yiğitlik taslıyorlar?Çok kızdım ya…Gerçekten bu sefer çok kızdım…Yıllarca başörtülerini cezaları gibi çeken kardeşlerimizin dostlarımızın özgürlüklerine kavuştuğu gün başı açık bir hem cinsimizin haksız bir şekilde işten atılması hepimizin içini yakmalı aslında…En çok başörtülü dostlar ayaklanmalı kadınların böyle ezilmesine karşı.***Çünkü AK Parti hayatlarımızın tuhaf bir bekçisi durumuna geldi.Kaç çocuk doğuracağız, kürtaj mı yaptıracağız, doğum normal mi olacak, nasıl giyineceğiz, dekoltenin neresi ne kadar olacak Ak Parti’nin yöneticilerinden soruluyor.Merak ediyorum, Hüseyin Çelik neden Uludere konusunda konuşmaktan çekinir, hala anadilde eğitim hakkını teslim etmeyen partisini eleştiremez, Gezi’de öldürülen gençlerin hesabını soramaz, kendi memleketi olan Van’da açlık grevinde tükenen depremzede hemşerilerinin hakkına sahip çıkamaz, neden?Çelik’e sormak istiyorum gerçekten, sizin kentinizde aç kalan, susuz kalan, elektriksiz kalan, bebekleri hastalanan insanlar var, gerçekten mi spiker dekoltesi hepsinden daha önemli geliyor?Bu mu politikacılık, bu mu gerçekten muhafazakarlık? Tüm öfkem ama tüm samimiyetimle soruyorum, bu mu gerçekten?*** Bir iktidar nasıl böyle kötüye kullanılabilir ki?Bir Vanlı milletvekili, Van’daki depremzedelerin acılarıyla değil spiker dekoltesiyle uğraşıyorsa, bir spikeri işinden attırıyorsa, bu iktidarı kötüye kullanmaktır işte.Bu kadar korkak “erkek milleti” bulduktan sonra spikeri herkes işten attırabilir.Şu aç bilaç, karanlıkta yaşayan, bebekleri hastalanan insanlara çareyi herkes bulamaz ama… Siz bulabilirsiniz…Çaresizlere çare olabilirsiniz…İktidar olmak kadın dekoltesinden başkasına bakmaz mı?Neden o insanlarla ilgilenmiyorsunuz?***Ben gerçekten hep beraber düştüğümüz bu durumdan utanıyorum…Bence korkmayın, utanın…
Yazı yazmak için bilgisayarın başına oturduğumda televizyonda başbakan konuşuyordu, sanırım Adana’da…Diyordu ki ‘başı kapalı kızlarımızı okutmadılar, %95’i Müslüman olan bir ülkede başı kapalı kızlar okula gidemedi, ben kızlarımı yurt dışına göndermek zorunda kaldım okumaları için.’Demokratikleşme paketiyle kamuda başörtüsü yasağını kaldırdıklarını anlatırken söylüyordu bunları.Doğru söylüyordu ama insanın içinde, aklında, ruhunda bir tuhaf sızı oluyordu bunları dinlerken.Çünkü o endişe geçiyordu aklımızdan sanırım…Başörtüsü yasağı, hak ve özgürlük ihlali olarak gerçek bir mağduriyetti yıllardır ama şimdi bir başka mağduriyet başlayacak mı acaba?Kamudaki başı açık kadınlar yeni bir ayrımcılık ve dışlamanın mağduru olacaklar mı?Sosyal ortamlarda içki içen, mini etek giyen, erkek arkadaşları olan hakimlerin, savcıların, öğretmenlerin, doktorların, atanmayı bekleyen yeni mezun gençlerin sistem dışına itildiklerini biliyoruz…Trajik örneklerine rastladık bu ayırımcılığın.Bu tedirginlikle “endişeli modernler” diye dalga geçmeye teşne hükümet yandaşı arkadaşlar, kamuda çalışan “başı açık” kadınların yaşadıklarıyla biraz ilgilensinler bence.Bununla ilgilenmeden iktidarın her girişimini alkışlamak, endişeli modernden daha beter yeni bir kategoriyi, “vicdansız yandaş” kategorisini oluşturuyor çünkü.***Biliyor musunuz günde 4 kadın cinayete kurban gidiyormuş bizim ülkemizde…Kadına tecavüz ve cinsel saldırı, son beş yılda %30 artmış, her 100 kadından 42’si şiddet mağduru…OECD ülkeleri arasında kadın istihdamının en düşük olduğu ülke Türkiye.Kamuda çalışan kadınların oranı %36, gelişmiş ülkelerde bu oran %60.Her 4 evlilikten birinde çocuk gelin var.Bütün bu gerçeklere rağmen pakette kadına ilişkin tek konu başörtüsü olunca insanın aklından o tuhaf endişe geçiyor doğrusu.***36 OECD ülkesi arasında yaşam ve mutluluk kalitesi sıralamasında Türkiye 36’ıncı.Üstelik uzun zamandır sürekli sonuncu.Temel haklarda 97 ülke arasında 76’ıncı.Sivil özgürlüklerde 44’üncü.Düzen ve güvenlikte 70’inci.Adalet sisteminde 71’inci sırada…***Yazıyı yazarken hala başbakanı dinlemeye devam ediyorum.Bir ülkede kelimelerle sayılar arasındaki uçurum ne kadar fazlaysa o kadar mutsuzluk vardır diye düşünüyorum.Demokrasi endeksinde Türkiye 10 üzerinden 5.26 almış.Başbakan diyor ki Adanalılara ‘kardeşlerim sandıkta göstereceksiniz çünkü demokrasilerde zafer yeri sandıktır ve herkes ona uyacaktır.’Demokrasi sandık dışında da bir şey daha olmalı sanki, değil mi?Demokrasi endeksinde 167 ülke arasında 88.’yiz bütün paketlerimize rağmen.***Yeni paket hakimlere, polise eylem yapma olasılığı olanları savcı talebi olmadan 24 saat gözaltına alma yetkisi de veriyor. Bunun Gezi olayları sonrasında insanların en demokratik hakları olan protesto haklarını ellerinden almak için yapıldığı çok açık.Böyle bir ülkede Uluslararası Af Örgütünün raporundan bahseden pek az.Rapor, Türk polisinin göstericilere orantısız şiddet uyguladığını, biber gazı, TOMA, plastik mermi kullandığını söylüyor.Dünyayla bu kadar kopuk bir demokrasi anlayışı, insana bu ülkede olacaklardan şüphelenme hakkı veriyor doğrusu.***Başı kapalı olan kadınlarımıza haklarını nihayet verebildik.Başı açık kadınlarımız ne olacak peki?Seslerini duyurmak isteyen erkeklerimiz ne olacak?“Yeni demokrasi” onlarla ilgilenmiyor mu ya da sadece onları bastırıp, sindirmekle mi ilgileniyor?
Bazı cümleleri unutamazsınız, o cümle hafızanızın derinliklerine sığınır, kaybolur, o karanlıklarda gezer sonra birden çıkar gelir, ağlayan o kadından yıllarca önce duyduğum o cümle gibi, ‘ona gerçekten aşık olduğumu biliyorum çünkü onu özlerken aklıma onunla sevişmek bile gelmiyor şimdi… Sadece özlüyorum onu, sadece acı çekiyorum.’Ne garip, mutluluk başka insanlardan saklanabiliyordu da acılar en güçlü halleriyle, görünür biçimde yaşanmayı istiyordu.Hele aşk acıları...Aşk acısı yine ve her defasında olduğu gibi neredeyse tüm acıları yenip geçiyordu.İnsanlar asırlardan beri aşık oluyor, buna rağmen aşkı tarif edemiyor, niye acı çektiktiklerini kavrayamıyor.Neye aşık oluyoruz, niye aşık oluyoruz, neden acı çekiyoruz?Hayatta bu kadar eski, bu kadar çok sorulmuş ve bu kadar cevapsız kalmış kaç soru var acaba?Neden o insana değil de bu insana aşık oluyoruz?Bunun ölçüsünü biliyor muyuz, bilmiyoruz, aşkın nereden, nasıl çıkacağını hiç kestiremiyoruz, hayat bizi hep şaşırtıyor öyle değil mi?***İrlandalı yazar Franck O’Connor’ın romanından uyarlanan Ağlatan Oyun’un çok sarsıcı bir sonu vardır. İnsanı çok düşündürür, çok soru sordurur.O filmde bir adam bir kadına aşık olur, aşık olduğu kadının bir erkek olduğunu anlar sonra, yaşadığı korkunç şaşkınlığa rağmen aşık olmaktan vazgeçmez.Bir erkekle öpüştüğünü anladığında hastalanan bir erkek, o aşkı nasıl sürdürür, aşk öylesine güçlü olduğunda cinselliği hatta cinsel tercihleri bile aşabilir mi? Aşk, aslında bedeni işin işine katmadan sadece duygusal olarak yaşanan bir bağlanma mıdır?Aşık olduğumuzda zihnimizin coşkusu bedenin arzularını bile önemsizleştirir mi?Aşk büyüdüğünde, beden geri çekilip sahneyi bütünüyle duygulara mı bırakır?Tabii şu kısacık ama insanı karmakarışık eden soru işte, aşk bedensiz midir?***Tarihin en etkileyici kadınlarından olan Lou Salome’yi anlatan kitabın arkasında onun için ‘Lou aşk ziyafetlerinin oburu olarak cinsellik açlığını hayatının sonuna kadar kapattı’ diye yazıyordu.Salome, akıllı, yetenekli, güçlü pek çok erkek tarafından sevildiğinde, aşık olunduğunda, o erkeklere dokunmak istemeyecek kadar doyuyordu.Arkadaşım aşık olduğunu sevdiği insana dokunmak istememesinden anlıyordu, Lou Salome aşık olunduğunda o erkeklere kendini vermeden o aşkı yaşıyordu, Ağlatan Oyun’da aşık olduğu kişi erkek çıktığında bile o aşktan vazgeçmiyordu aşık olan adam...Javier Bardem’in oynadığı o muhteşem İçimdeki Deniz filminde boynundan aşağısı tutmayan adama, o bedensizliğe aşık iki kadın o aşktan vazgeçmiyordu.Aşk cinselliği yok etmiyordu, bedenini inkar etmiyordun aşık olduğunda ama aşk bedenlere muhtaç olmayacak kadar güçlü bir halde geliyordu her defasında.Bedenler bir aşkı nefis bir şölene dönüştürse de aşkı aşk yapan şey, görünmez başka bir gücün, ruhumuzun derinlerinde saklı bilmediğimiz başka bir ihtiyacın cevabıydı. Sevişmek, bedenin bir başka bedenle tamamlanmasıydı ama aşk, bir ruhun bir başka ruhla tamamlanması anlamına geliyordu. Bir bedeni tamamlayacak bir başka beden bulmak mümkündü, geçici bir süre için bile olsa herhangi bir beden bu isteği karşılayabiliyordu ama ruhun tamamlanması ancak bir kişinin varlığına ulaşmakla mümkün oluyordu.Başka hiç kimse aşık olunan, özlenen, istenen o insanın, o ruhun yerini tutamıyordu.O aşık kadının söylediği gibi bazen aşk, aşık olunan insanın bedenini bile kenara itebiliyordu.***Aşk bedensiz midir?Nedir sevişmekle aşık olmak arasındaki fark? Sanırım bu soruların cevabları, başka bir sorunun içinde saklı.Uğruna ölmeyeceğiniz bir insanla sevişebilirsiniz ama uğruna ölmeyeceğiniz birine aşık olabilir misiniz?
Hep aynı şeyi düşünüp durmuştum, 2007’den beri… Ümraniye’de bir evde bulunan bombalarla başlayan fırtına ve arkasından esen her kasırgada ayaklanan, “Ergenekon yoktur, haksızlık yapılıyor” diye bağırıp çağıranlar, gerçekten haksızlığa uğrayanların dertleriyle hiç ilgilendiler mi acaba?İlgilenmediler…Sadece Ergenekon sanıklarını savunmakla uğraştılar, “Koskoca generale nasıl dokunursunuz”, “o suç işlese bile suçlu olmaz”,“Atatürk’ün askerleriyiz” gibi garip sloganlarla kendilerine benzeyenlerin dışındakileri hiç etkilemeyen bir “muhalefet” yaptılar.O zamanlar o insanlara her rastladığımda soruyordum “siz bu ülkenin hapishanelerinde haksızlığa uğrayanların bulunduğunu, hukuk sistemindeki çarpıklığı iş askerlere gelince mi anladınız gerçekten ve başka insanlara yapılanlar konusunda vicdanınız rahat öyle mi?”Ne yazık ki haksızlığa uğruyor denilen de pek az insan gerçekten suçsuz çıktı.***Halbuki bu sistem gerçekten pek çok insanın hayatını karartıyor. Ne yazık ki onlar, “Ergenekon sanıklarından” başkasını gözü görmeyen Kemalistlerin de, “demokrasi” dendiğinde sadece kendi sorunlarının çözümlenmesinin peşinde olan “muhafazakarların” da ilgisini çekmiyor…Kürtler, devrimciler, öğrenciler, gazeteciler, hatta çocuklar.Kemalistlerin iktidarında da, muhafazakarların iktidarında da zulme uğrayanlar.Hiçbir zaman bir iktidarın parçası olmayanlar.Bütün iktidarların ortak kurbanları. ***8000 bin siyasi suçlu varmış bu ülkede…5000 bini PKK’lı, 800 KCK’lı…900 kişi sol örgütlerdenmiş…Sadece gezi olaylarından 137 genç hiçbir şiddete karışmadığı halde içerdeymiş.Bu kadar çok “siyasi suçlu” yaratan bir sistemde, o sistemin suçlu bulduklarından mı yoksa o “sistemden” mi kuşkulanmamız gerekir sizce?Hangi ülkelerde bu kadar çok “siyasi suçlu” var, bir bakmamız gerekmez mi?***İsmail Saymaz’ın “Sözde Terörist” kitabını okudum…Saymaz, Eskişehir Valisi’nin tehdit ettiği gazeteci.Böyle valilerin görevlerini sürdürdüğü bir ülke Türkiye.Eskiden de böyleydi, şimdi de böyle.İktidarlar değişiyor ama sistem değişmiyor.Kitap, insanların hangi delillerle nasıl terörist ilan edildiğini anlatıyor.İçim kavruldu okuduklarım karşısında.Radikal muhabiri İsmail Saymaz kitabıyla ilgili bir söyleşide diyor ki, ‘Mesela Batman’da Belediye’nin kadrolu cenaze yıkayıcısı, bir PKK’lının başında görevi gereği dua ettiği için, bir Cuma hutbesi okuduğu için nasıl tutuklanır, hutbe okurkenki fotoğrafları nasıl fezlekeye konur. Fezleke nasıl iddianameye, o da nasıl karara dönüşür, bunu anlatmak istedim.Tarihin herhangi bir döneminde neyin terör suçu olduğuna devletler karar verir. Mesela Tayyip Erdoğan dünün teröristiydi, Fethullah Gülen’in 71 Nurculuk davası vardı. İki takke, bir tespih suç aletiydi. Namaz kılınan bir ev basılmıştı, Gülen ve arkadaşları seccade, tespih, takke ve saman yastıklarla tutuklanmışlardı. Said Nursi’ye özenerek namaz kıldırmak ve namaz kılmasıydı suçlama.Bugün de terörist olarak addedilen deliller iki pankart, bir kitap, üç defter. İşte Türkiye...’***Yüzlerce davadan otuz tanesini kitaba almış Saymaz.Ve diyor ki “15 yıl önce, ‘durum daha kötüydü’ diyenler için söylüyorum; ‘Tansu Çiller iktidarı’nı yıpratma’ diye bir suç yoktu. Ya da örneğin, ‘Erbakan iktidarını alaşağı etmek’ gibi bir suç tanımı da olmadı. İnsanların bir siyasal iktidarı yıkma, alaşağı etme hedefleri olabilir, suç bunun hangi araçla gerçekleştirileceğine dairdir. Keza, geçmişte ‘herhangi bir tarikatı kötüleme’ diye, ‘onun hakkında kitap yazma’, ‘taslak aşamasına getirme’ diye bir suç yoktu. Bugün var…”***Kitabı okuduğunuzda nasıl insafsız bir “hukuk” sisteminde ya da “hukuksuzluk” sisteminde yaşadığımızı anlıyorsunuz.Her iktidar da bu sistemi savunuyor, sürdürüyor ve daha beter hale getiriyor.Bu ülkede muhalefet olabilmek için sanırım önce bu sistemi değiştirmeyi amaçlamak gerekiyor.Muhalefet yok çünkü bu sistemi baştan sona değiştirmek isteyen yok.Sadece kim iktidarı ele geçirip, insanları hapse atma hakkına sahip olacak kavgası var.
Başbakanı seyrettim. Hepimiz gibi sanırım.Ve bir saatlik toplantının sonunda sanal alemde paketle ve başbakanla ilgili söylenebilecek her şey söylenmiş, hiçbir şey kalmamıştı söylenecek, diğer bir saatte de televizyonda ve internet sitelerinde yazarlar, akademisyenler, siyasetçiler fikirlerini açıkladılar demokratikleşme paketiyle ilgili.Ama yine de aklımdaki sorudan kurtulamadım.Başbakan ve danışmanları bu taktiği nasıl buldu?Başbakan ve danışmanları nasıl bizleri iki duygu, iki fikir arasında bırakmayı başarıyorlar her defasında?Ve şunu nasıl başarıyorlar asıl, öyle bir taktik uyguluyorlar ki en aklı başında insan bile bazen insafsız gözükebiliyor.Şunun gibi, kamuda türban yasağının kalkması gerçekten etkileyici bu toplum için ama ruhban okulunu açmadığın, seçim barajını düşürmediğin, özel değil tüm okullarda anadilde eğitim demediğin, Alevileri yok saydığın bir pakette bunu yaparsan paket adaletli olmaz, eksik kalır, taraflı gözükür…Ve öyle de zaten.Paketi yorumlarken bu eksikliği hemen vurgulayamıyorsun çünkü türban gerçekten doğru bir adım, “türban kararını” alkışlayarak da başlasan, eksiklikleri söyleyerek de başlasan söylediğini net bir şekilde söylemiş olmuyorsun.Net bir söz söyleyemiyorsun çünkü karşındaki net bir tavır almıyor.İşte bu taktiği kim buldu merak ediyorum?Ve bu taktiğin adı ne?Kesinlikle eksik ve gözlerimiz boyayan, hayata geçip geçmeyeceği belirsiz, Kürtlere hiçbir şey vermeyen bir paket… Bu doğru bir cümle.Kesinlikle demokrasi için adım atılmıştır, bu bir başlangıçtır ama iyi başlangıçtır… Bu da doğru bir cümle.Bu ikisi de rahatlıkla söylenir bu paketle ilgili, değil mi?Gerçi en sevdiğim lafı t24’de Kerem Altan söylemiş ‘yetmez ama hayır.’ Bence bu dönemin sloganı bu olmalı.Ama başbakanın bir taktiği daha var, o da, yaptıklarını beğenmeyenlere dönüp ‘yapmadık mı’ ya da ‘karışıyor muyuz’ ya da ‘askeri vesayet bitmedi mi’ gibi hikayenin kendi lehine olan en etkileyici noktasını göstermesi.Söylediği doğru... Ama yarım bir doğru... Eksik bıraktıklarını söylemiyor, yeni dönemde hayatımıza giren baskıları söylemiyor.Tam Amerikan filmlerinde sevgilisini sürekli aldatan, kandıran ama itiraz edilemeyecek iyi yanları da olan o hafif şişman adamın taktiği bu sanki…Yanlışları doğrunun arkasına saklamak.İyi şeyler yapmak ama kötü şeyler de yapmak.***Tayyip Erdoğan’ı konuşurken dinlediğinizde, ne yapması gerektiğini, nelerin olması gerektiğini bildiğini görüyorsunuz. Anlatırken ne olması gerektiğini söylüyor.Ona bu yüzden inanıyorsunuz zaten.Ama yaparken, ya yapılması gerekeni eksik yapıyor ya da yapılması gerekenin tersini yapıyor.Demokrasi için ne olması gerektiğini biliyor ama demokrasiye uygun davranmıyor. Ve ne olması gerektiğini bildiği için onu anlamamızı, mazur görmemizi, ona 2023’e ya da 2071’e kadar zaman tanımamızı istiyor.Tıpkı Amerikan filmlerindeki o adam gibi yapmadıklarını ya da yanlış yaptıklarını sözlerinin arkasına saklıyor.***Pazartesi günü açıklanan paket, geçmişte kalan askeri vesayetin sorunlarını, daha doğrusu o sorunların yalnızca bir kısmını çözen, çözeceğini söyleyen bir paket, öyle değil mi?Geçmişten kalan ama hala çözümlenememiş sorunların cevapları bunlar.Peki bizim beklediğimiz ne?Eski sorunlarla birlikte AK Partinin kendi yarattığı sorunları da çözmesi.Aleviler ve kendi hayat tarzlarını tehlikede gören şehirliler bu paketten hiçbir şey almadı, kendilerini bulamadılar bile içinde.Tam dediğim taktikle, “çözmüyor muyuz” diyor başbakan, sonra bir adım daha atıyor, “bu paketi beğenmeyen darbecidir” diyor.Sorunlarımız o kadar büyük ki tabii ki neresine dokunsan işimize yarıyor ama ana sorun hala çözülmüyor. Ana sorun, bu ülkede insanların özgürce fikirlerini söyleyememeleri, özgürce ve eşit yaşayamamaları.Onca paket açılıyor ama eşitlik ve özgürlük bir türlü gelmiyor.***AK Parti bir yandan çözüyor ama çözerken bir yandan da yeni sorunlar yaratıyor.Ve sadece çözdüklerini görmemizi istiyor.Ama çok dostça bir şey söyleyeyim, sorunları çözerken yeni sorunlar yaratıyorsan çözdüklerine çok sevinmemi de bekleme.Her yeni çözüme seviniriz ama özgürlüğün ve eşitliğin olmadığını da hiç bir paket bize unutturamaz.Bize yarım paketlerle gelme.Bize özgürlükler ve eşitliklerle gel.Öyle gel de seni mutlukla doyasıya alkışlayalım.