Bazen gerçekten hiçbir tereddüdüm kalmıyor, Ankara’nın bu ülkenin üstünde bir bela fırını gibi çalıştığına…
Bu sığlığın, bu seviyesizliğin, bu kadar yalanın dumanını, isini, pasını da üzerimize bırakıyor. Ama Ankara’nın o yağlı, isli, pis kapkara dumanının altında bu ülkede içkisi, duası, dost sofrası, düşman çelmesi, şakası, gezmesi, aşkı, sevişmesi, küfürü, kavgasıyla, şarkısı türküsüyle kıpır kıpır bir hayat oynaşıyor.
Hayatımızın güzelliklerini bu belanın katranlı dumanına öldürtmeyeceğiz belli ki ama zehirlendiğimiz de kesin. O kirli dumanları hayatın kendisi sanma yanılgısından kurtulmamız lazım önce… Bu topraklarda yaşamanın, belanın yanında bize getirdiği hazları da unutmamamız gerekiyor. Siyaseten bir umutlanma yasaklanmış sanki bize, o umudu kendimiz bulmak zorundayız.
Bunları düşünürken aklımdan başbakanın aylar önce “Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi’ne gittiğimde Kadıköy’den gelip vapurdan inenlerin durumunu görüyorum. Bunlar benim değerlerimle uyuşan şeyler değil. Buna rağmen ‘ben onun giyimine, yaşamına karışamam’ deyip saygı gösteriyorum” dediği, dün de Kılıçdaroğlu’nun buna karşılık başbakana “Dolmabahçe’de oturuyor, vapurdan inen kadınları dikizliyor” dediği geçiyordu.
Hangisi daha çirkin bir açıklama bilemiyorum. Her şeyden geçtim altmışına gelmiş iki “erkek” siyasetçinin seviyesi bu mu olmalıydı bu ülkede?
Nedir bu “kadın-siyaset” bağlantısı, neden akıllarını bu kadar kadınlara takmışlar, niye siyaseti böylesine kadın üzerinden götürmeye çalışıyorlar?
Bu, siyasetin mi yoksa bu topraklardaki erkeklerin acıklı çaresizliği mi?
Siyaseti, kendi bulanık bilinçaltlarına maske mi yapıyorlar?
Türkiye’de yaşanan bu düzeysiz siyasetin tarifi ne?
Ben bunları düşünürken İhsan Dağı’nın Tarafa verdiği röportajı gördüm.
Dağı, yaşananların adını koymuş, “post modern otoriterlik.” Demiş ki, “Demokratik meşruiyet kadar dinsel meşruiyete de yaslanan, katı ideolojik bir toplum vizyonu yerine çoğunluğun değerlerini devlet eliyle yeniden tanımlayıp toplumun tümüne üst değer olarak sunan bir anlayıştan söz ediyorum. Buna post modern otoriterlik diyorum. Hem demokratik hem otoriter, hem modern hem geleneksel. Çoğunluğun sağladığı demokratik meşruiyet, dinsel referanslarla devşirilen dinî meşruiyet ve zorlayıcı bir güç olarak devlet aparatı… Son birkaç yıldır iktidar partisinin yöneldiği yol bu.” İhsan Dağı ardından dediklerini daha derinleştirerek anlatmış, “Yeni bir toplum inşa etme fikri klasik merkez sağ partilerde yoktur. Aksine Demokrat Parti’den itibaren merkez sağ toplum mühendisliğine karşı hizmet siyasetini öne çıkararak iktidar oldu. Oysa AK Parti, CHP’nin tarihsel toplum mühendisliği misyonuyla DP’nin hizmet siyasetini birleştirdi. Hem hizmet hem kimlik siyaseti yapıyor. AK Parti, hizmet ve kimlik siyaseti kollarıyla çok geniş kesimlere ulaşabiliyor. Hizmetler eleştiri aldığında kimliğini öne çıkararak taban buluyor, kimlik siyaseti tepki yarattığında hizmet diline dönüyor, genelde de ikisini aynı anda kullanıyor.”
Hem demokratik hem otoriter…
Hem geleneksel hem modern…
Post modern otoriterlik…
CHP’ninki “modern otoriterlik”, AKP’ninki “post modern otoriterlik” ama ikisi de netice de otoriter ve ikisi de aklını kadına takmış bir seviyesizlik ekseninde dolaşıyor. Türkiye, altmışlı yaşlardaki erkek siyasetçilerin topluma ama özellikle de kadına baskı yapmayı kendine hedef bellemiş baskıcı anlayışından kendini kurtaramayacak mı?
Kadının başının örtüsüyle, eteğinin uzunluğu dışında bir “modernlik- geleneksellik” ölçüsü bulamayacak mı bu siyasetçiler?
Hep otoriter ve hep takıntılı bir erkek kalabalığının kirli paslı iktidar kavgası mı siyaset dedikleri?
Gezi bunun için önemliydi bence, sadece Ak Parti’nin “postmodern otoriterliğine” değil siyasetin tüm takıntılarına ve otoriterliğine karşı çıkan kadınlı-erkekli “genç” bir sesti o. Galiba ihtiyacımız da o sesin yaygınlaşması ve bu takıntılı “otoriter” siyasetten kurtulmamız…