Eylül geldi…
Bir Eylül yazısı yazacak vakte daha ulaştı ömrümüz işte.
Ama bu yıl ben Eylül’e Nisan’da yakalanmış gibiyim…
Zamanı neredeyse kendi zorlayıcı düzeni içinde algılayamıyorum uzun süreden beri…
Kendi içsel zamanıma göre yaşıyorum hayatı…
Günler, saatler, aylar hatta bazen yıl bile başka bir zamana aitmiş gibi geliyor.
Zaman kaybolunca mekan da kayboluyor biliyor musunuz?
Mekan kaybolunca bildiğiniz hayat da değişiyor.
Bazen acıları yaratan şeyin zamanla olan ilişkimizin fazlalığı olduğunu düşünüyorum…
Ne kadar fazla zamana esirsen o kadar mutsuzsun sanki.
Zamandan koparsan kendinden de kopuyorsun.
Eylül geldi…
Ben bu eylüle Nisanda yakalanmış gibiyim…
Kış geliyor diyorlar, anlamıyorum ne dediklerini…Bana göre yaz bile başlamadı daha…
Aslında aklımı kaybetmeden zamanı bu kadar gönüllü kaybetmemin bir sebebi var…
Geçtiğimiz bahar altı günlük bir workshop’a katıldım.
Hakkında çok şey yazmak istediğim bir altı gündü ama hem daha ben dönmeden Gezi olayları başlayıp ülkenin gündemi tümüyle değişmişti, hem de gitmek isteyenlerin ancak gittiğinde öğrenmesi gereken, önceden bilinmemesi gereken şeyler olduğu için içimden geldiği gibi yazamadım.
Ama o altı günün sonunda kor ateşin üzerinde yürüdüm.
Yalın ayak yürüyerek geçtim ateşin üzerinden.
Hayatta yapılabileceklerin sandığımız kadar kesin sınırları olmadığını, ancak korkularımızla çevrili, yıkılmayı bekleyen yüksek duvarları olduğunu gördüm.
Orada hep bir şey söylüyorlardı ‘zamanı yavaşlat.’
Zaten zamanı yavaşlatmaz, kendi sesini duymayı beceremezsen 1000 derece ateşin üzerine yanmadan yürümen imkansız olur.
Her sabah saatini bilmediğim bir vakitte, (zamanı gerçekten yok ediyorlardı, saatler, cep telefonları ilk gün toplanıp, altıncı günün sonunda geri veriliyordu) 2 kilometre koşuyorduk…
Bu bazıları için ateşte yürümekten bile zordu inanın ama yapamayanı hiç görmedim…
Altı gün sadece kendinizle baş başa olduğunuz bir zaman, doğanın ortasında üstelik…
Doğanın dilini öğrenip, bildiğiniz her şeyi unuttuğunuz bir altı gün.
Marilyn Monroe’nun hayatını okuyorum şimdilerde.
Kitabın girişinde ‘Marliyn Monreo’nun doğruyla, zaman zaman gerçeklikle aşk nefret ilişkisi vardı… Kusursuz bir stil ve zekayla nasıl bir sıkıntılı hayatı var herkesten saklarken yalnızca en yakınları en derin, en karanlık sırrını biliyorlardı, kendi akıl sağlığından şüphe ettiğini… O kendi aklıyla insanın kalbini ezen bir savaş halindeydi.’ diye yazıyor.
Bilmiyorum, belki hepimiz böyleyiz.
‘Kendi aklımızla insanın kalbini ezen bir savaş halindeyiz.’
Zamandan kopmak, bu savaşa bir ara vermemize, bir ateşkes imzalamamıza yol açıyor.
Ateşte yürüdüğünüzde aklınızla savaş bitiyor.
Eylül geldi iste…
Bir sonbahar daha kapımızda şimdi…
Gözlerimize, ruhumuza sinecek hüznün saati geliyor…
Ben zamanı değiştirdim…
Kendi sesimi duyuyorum artık…
Kendi zamanıma ayak uyduruyorum…
Kendi aklımla barışmaya çabalıyorum.
Aklımla barışabilmek için ateşte yürüdüm, Eylül’ü Nisan’da yaşadım, zamanı değiştirdim.
Aklımla bu savaş bitsin diye.