Haberin Devamı
Her şeye rağmen hâlâ gazetelere gazete muamelesi yapmayı seviyorum ben…
Her şeye rağmen sabahları umutla uyanmayı, sanki daha iyi bir Türkiye’de yaşıyormuşum gibi kahve kokusuna gazeteleri okuma zevkinin karışmasını seviyorum.
Dün de aynı heyecanla uyandım.Gazeteleri aldım ve spor sayfalarından başladım. Aylar olmuş gibi gelmesine rağmen beş gün geçti 2020 Olimpiyat şehri olmayı kaybedişimizin üzerinden ama ben hâlâ beklediğim yazıyı okuyamamıştım bu kaybedişle ilgili…
Onu arıyordum.
Ve o gün gelmiş işte, Milliyet’te Uğur Meleke’nin yazısını gördüm, “Olimpiyata hazırız, savaşa değil.”
Yazı şöyle bitiyor:
“İstanbul tanıtım filmimizle bu kentin harika bir yer olduğunu da dünyaya inandıracaktık belki ama maalesef savaş denen soğuk, ruhsuz ve kahpe gerçekle yüzleştik.
Sayın Başbakan olimpiyata hazır olduğumuzu dünyaya haykırmadan 24 saat önce savaşa da hazır olduğumuzu iletmişti yeryüzüne.
Bir kentin hem savaşa hem olimpiyata hazır olması nasıl bir çelişkidir Allah aşkına?
Üstelik Başbakan, savaşa hazırız derken neyi kastetti ki sahi? Referandum yapılıp halka savaşa hazır olup olmadığı soruldu da ben mi duymadım acaba? Veya kimyasal silah kullanan muhataplarımıza karşı her eve gaz maskesi dağıtıldı da benim eve mi ulaşmadı sahi?
Ben 70 milyonda bir sade vatandaş olarak savaşa hazır değilim Sayın Başbakan. Galiba hiçbir zaman da hazır olmayacağım.”
Bu soruyu çok sevdim ben, “hem savaşa hem olimpiyata hazır olmak” nasıl bir çelişkidir?
Kendi içimizdeki savaşları çoğaltıp, başkalarına ders verecek savaşlara girmeyi isteyen başbakan, aynı zamanda “barışın da kenti olabiliriz” diyor.
Sportmenlikten ve yenilmeyi vekarla taşıyabilme olgunluğundan nasibinin alamamış bakanları ise tuhaf tweetler atıyor. Biz bu akılla Olimpiyat’a evsahipliğini nasıl yapacaktık?
Hem savaşın hem barışın ülkesi nasıl olacaktık?
Uğur Meleke diyor ki:
“Zaten günün sonunda bizi üzen ikinciliği kabullenme konusunda gösteremediğimiz olgunluk. Kaybettiğimiz Japonların dünyanın en güzel kaybedeni olması da mevzuyu daha da ironikleştiriyor! Bir Japon geleneği olan sumo güreşi müsabakası izlediğinizde, eğer kuralları bilmiyorsanız maçın sonunda kimin kazandığını kimin kaybettiğini anlayamazsınız.
Kazanırken öyle saygılı, kaybederken öyle olgundur bu Japon dostlarımız.
Bizse maalesef Bakan düzeyinde ‘kına yakın’ veya ‘biz alamadık, siz aldınız mı’ olgunluğunda karşıladık mağlubiyeti... Yazık.”
Ve şöyle de devam ediyor yazı:
“Zaten üç aday şehrin tanıtım filmleri incelendiğinde Japonya’nın nerdeyse bütünüyle, İspanya’nın da yarı yarıya spor tarihini ve sporcularını gösterdiğini, bizimse kent tanıtımıyla insanları etkilemeye çalıştığımızı gözlemliyoruz. Gerçi itiraf etmek gerekirse bu filme koyacak ne sporumuz kaldı ne sporcumuz: Bir kısmı ırkçı, bir kısmı dopingci çıkmış milli gururlarımızı(!) göstermekten çok gizlemeye çalışmamız doğal herhalde!
Spor ya da sporcu olmayınca ağırlığı kent tanıtımına vermişiz ama İstanbul tarifinde de yıllardır ‘iki kıtayı bağlama’ esprisine takılıp kalmışız! Filmimizin başrolünde börekler-çörekler, güzel kızlar-çocuklar ve deniz dışında yine iki kıta bağlama tabelası başrolde, iki eski ve basit tabela...Kamera o tabelalardan 30 derece içeri kayarsa köprünün üstünde çilekeş bir trafik var. Tanıtım filmindeki o trafik yok tabii, deniz var bolca. Ama o denizde de ulaşım imkânı yok denecek kadar az. Mesela Beşiktaş’tan vapura binip Bakırköy’e gidemezsiniz bu kentte. Kadıköy’den deniz otobüsüyle Pendik’e ulaşamazsınız. ’
Ben dün iyi bir yazı okudum.
Okuduğum haberler iyi miydi peki?
Hayır…
Haberler kötüydü, insanın içini acıtıyordu.
Kötü haberlere bolca rastlanan bu ülkede iyi yazılar arıyorum birçok insan gibi.
Ne yazık ki onlara pek sık rastlanmıyor artık.
Kötü haberlerin böylesine bol, iyi yazıların böylesine az olması da belki Olimpiyatı kaybetmemizin başka bir nedenidir, kim bilir…