Son F.Bahçe-G.Saray derbisinde kırmızı kart görmelerine yol açan olayları başlatan iki kaptandan Volkan Demirel ile Sabri Sarıoğlu, Milli Takım’ın yaz kampına çağrılmadı. İlk bakışta “üstü örtülü ceza” izlenimi veriyor Abdullah Avcı’nın bu kararı... Ama aslında, son iki senedir Sabri’nin Milli Takım aday kadrosuna hiç çağrılmadığını da biliyoruz… O zaman bu karar Sabri’yi değil de Volkan’ı şaşırtmış olmalı… Yanılıyor muyum bilmem ama bir “ceza” gibi duruyor doğrusu… Milli Takım ekibi, bunun bir ceza olmadığının altını çizmeye çalışsa da ben “ceza” olduğunu düşünüyorum… Bu kararın altını dolduracak açıklamaların yapılmamasını eleştirmekle beraber, Abdullah Avcı’nın en azından böyle bir seçim yapmasını da destekliyorum. Çünkü sahaları arena sanan gladyatör zihniyetin, hem Volkan hem Sabri için söylüyorum, en azından Milli Takım nezdinde geçerliliğinin olmadığını bilmek beni rahatlatıyor...Sizce de öyle değil mi?***Bu dedikodu Çeşme eşrafından... Malum; futbolcular ve onların yakınları Çeşme sezonunu birer ikişer açmaya başladılar. G.Saray’a geri dönmek için Madrid’e gittiği günden beri uğraşan Arda Turan, çok önemli bir transfer bombası patlatmaya hazırlanıyor. Yakın çevresinin anlattıklarını aynen alıntılıyorum: “Jose Mourinho, -aynı menajerle (Jorge Mendes) çalıştıklarını da unutmayalım- bir sezondur Arda’yı yakından takip ediyor. Bu sezon son sezonu olacağı için A.Madrid, sözleşmesini uzatmadığı takdirde Arda’ya yüzde 30 eksik ücret ödemek hakkına sahip. Mourinho Chelsea ile çoktan anlaştı; resmi imza için Real Madrid’le tazminat konusunda anlaşmaları bekleniyor sadece... Mourinho’nun istediği oyuncuların başında Arda Turan geliyor. Resmi bonservis rakamı olan 24 milyon Euro’nun daha altında bir fiyata, Arda’nın Chelsea’ya geçmesi an meselesi.” Bana inandırıcı geldi bu duyduklarım... Arda, Chelsea’ye astronomik bir bonservis ücretiyle transfer olursa, bu yazdıklarımı hatırlayın...***Son G.Saray-Trabzon derbisi öncesi yapılan seremonide, futbolcuların önünde yer alan çocuklara 17 kulübün forması giydirilmiş, bir tek F.Bahçe formasına yer verilmemiş... F.Bahçe bu konuda “Vay! Bize nasıl yaparsınız?” demeye yeltendi ama ertesi gün de son F.Bahçe-G.Saray derbisinde bu sefer F.Bahçeliler’in Trabzon forması kullanmadığı ortaya çıktı. Bunları duyduğumda gülümsedim…Futbol dünyası hırsları bazen çocuk zekâsını geçemiyor ne yazık ki…Benim bu konudaki eleştirim kulüp yöneticilerine… Birbirinize bu kadar düşmanken, yağmurda, çamurda küçücük çocukları kendi hırslarınıza neden alet ediyorsunuz? O çocukların tir tir titreyerek göstermelik fair-play duruşu sergiledikleri maçları hatırlayın ve zaten kadük hale gelmiş bu uygulamayı yürürlükten kaldırın. Yoksa çok net biçimde belli ki; hem G.Saray hem F.Bahçe hem de Trabzon fair-play konusunda negatif anlamda birbiriyle yarışır doğrusu… Beşiktaş bu işlerde daha dikkatli bana sorarsanız, alışık olduğumuz kompleksli davranışları sergilemiyorlar…Ama Beşiktaş’a da Samet Aybaba’nın gönderiliş şekli yakışmadı sanki. Kulüp “Aybaba istifa etti” diye açıklama yaptığı anlarda Aybaba “İstifa filan etmedim, avukatımla görüşsünler” dedi… “Beşiktaş duruşu” derler ya... Sanırım bilmediğimiz birşeyler var bu konuda…Yoksa tanıdığım hiç kimse o duruşu bozmaz, eminim…
Kim kimi daha çok sevmeli?Bir ilişkide kadın mı erkeği daha çok sevmeli, erkek mi kadını?Nedense bu sorunun cevabını bilebileceğimi düşünen bir arkadaşım bu soruyu sorduğu günden beri bunu düşünüyorum.“Tabii ki eşit sevmeliler”, ilk akla gelen cevap bu.Ama öyle mi gerçekten?Bu yeterli mi?Bir ilişkide sevginin yanısıra beğenmenin ve hayranlığın hiç yeri yok mu?***Eski zamanlarda kadın evde oturur, erkek çalışırdı, beğenilmek çalışanın hakkıydı ve erkekler beğenilmek isterdi.Kadınlar da erkeği beğenmek hatta hayran olmak isterdi.Bu çağda hayat değişti.Şimdi kadın da çalışıyor, iş yapıyor ve beğenilmeyi hak ediyor.O da hayranlık bekliyor.Artık eşitler.Beni düşündüren bir soru var işte bu noktada.Yüzlerce hatta binlerce yıl sürmüş bir eşitsizliğin kadın ve erkek ruhunda bıraktığı izler bir iki kuşakta geçer mi?Bugünkü eşitlik, binlerce yıllık eşitsizliğin izlerini örtmeye yeter mi?Bugün erkekle eşit bir hayat süren, beğenilmeyi onun kadar hak eden bir kadının ruhunun kıvrımlarında “geçmiş zamanların” alışkanlıkları gizli midir?Aynı soruyu erkekler için de sorabiliriz tabii.***Onlar da geçmiş alışkanlıkları ruhlarında taşıyorlar mı?Günlük hayatta, işte, çalışırken, üretirken eşit olan bir kadınla bir erkek, aralarında bir sevgi doğduğunda geçmiş kadınlıkları ve geçmiş erkeklikleri hatırlar mı?Aşk yaşanırken bugünkü eşitlik bozulur ve farklı beklentiler mi çıkar ortaya?Aşk, bizi geçmiş çağlara döndürür mü?Aşık olduğumuzda geçmiş çağdaki kadınların ve erkeklerin ruhu içimizde canlanır mı?Ben canlanabileceğini düşünüyorum bazen.En sert, en savaşkan, en üretken kadının içinden bile bir anda büyük annesinin çıkabileceğini, erkeğe hayranlık duymak isteyeceğini, hayran olmadığı erkeği sevse de küçümseyebileceğini, bunun mümkün olabileceğini sanıyorum.Kadının zayıf yanının geçmişi ve geçmişin izleri olduğunu aklımdan geçiriyorum.Bu geçmiş, beklentilerde bir fark yaratıyormuş gibi geliyor bana, kadın sevilmeyi, erkek beğenilmeyi daha önemsiyor hala sanki.Gerçekten böyle mi bu acaba?Gerçekten geçmişin izleri içimizde mi?Sevdiğimizde “bugünkü” kadının altından geçmişin kadını, “bugünkü” erkeğin altıdan geçmişin erkeği mi çıkıyor?Eğer öyleyse, “erkek kadını sevmeli, kadın erkeğe hayran olmalı” türünden bir “geçmiş zaman ilişkisi” hala varlığını sürdürüyor demektir.Binlerce yıllık bir kadın birikiminden öyle çabucak kurtulamayacağımızı, birini sevdiğimizde ani bir kırıganlıkla geçmişe dönebileceğimizden endişe ediyorum.Peki böyle bir gerçek varsa ne yapmalı?Belki de yoktur ama gene de “binlerce yılın izinden” söz ettiğimiz bir ilişkide çok çabuk sonuçlara ulaşmamalıyız.Belki de sevdiğimizde biz geçmişin kadınıyız.Erkekler de geçmişin erkeği.Belki de aşk üstümüzden “günün örtüsünü” çekiyor ve geçmişe dönüyoruz, belki de o yüzden kadınla erkek aşk konusunda bu kadar farklı.Siz ne dersiniz?Geçmiş hala ruhumuzun kıvrımlarında mı saklı?
Bir kurutma kağıdının üzerine bir damla mürekkep damlatsak, o mürekkep damlası tek bir nokta oluşturur.Bu münferit bir damladır.Sonra bir damla, bir damla daha damlatırsak, bu kağıt münferit damlalarla simsiyah olur…Türkiye de devletin içinden, toplumun içinden, düşmanlarımızın içinden damlayan rezaletlerle kararıyor.Her rezaletten sonra da ‘bu münferit bir olaydır’ diye açıklama yapan devletin büyükleri bizleri o simsiyah karaltıyla başbaşa bırakıyor.Civegözü’nden sonra Reyhanlı’da patlayan bomba da “münferit” herhalde.O bombalar nasıl girdi Türkiye’ye, istihbarat bunu nasıl göremedi?Bunun sorumluları kim?Bunlar konuşulmuyor bile…Ardındaki gerçeklerin konuşulmadığı bu kaçıncı acı?Her acıyı, her rezaleti, her ‘münferit’ olayı, gerginlik, düşmanlık ve tehdit ortamıyla saklamaya çalışıyorlar…Gerçekleri merak etmemizi,olayları derinliğine kurcalamamızı engelliyorlar.Bizleri ezberlenmiş cümlelere, denenmiş klişelere mahkum etmeye uğraşıyorlar.Bizim gerçeğimiz, gerçeklerin hiçbir zaman konuşulmaması ve saklanması.En basit sorular cevapsız kalıyor.Suriye politikamız doğru mu bizim?Bu basit sorunun cevabı var mı?Ya da Uludere emrini kim verdi ve bu niye açıklanmıyor?Bunun cevabı var mı?Hrant Dink’in “serseriler çetesi” tarafından öldürüldüğünü söyleyen mahkeme kararı gerçeği açıklamaya yetiyor mu?Neden Dink’in gerçek katilleri bulunmuyor?Bunun cevabı var mı?Bir taraftar bir taraftarı öldürdü kalbinden bıçaklayarak… İkisi de 20 yaşlarında gencecik iki çocuk.Bu çocukları birbirine düşman edenlerin, futbolu savaş alanına çevirenlerin yaptıklarının hesabı neden sorulmuyor?Bunun cevabı var mı?Bu ülkenin en şenlikli yerinde bile düşmanlık ve ölüm var.Bu olayların hepsi “münferit” olaylar.Uludere münferit.Hrant Dink cinayeti münferit.Reyhanlı münferit.Futboldaki düşmanlık ve cinayet münferit.Galiba “münferit” olmayan tek şey, bu ülkede cinayetlerin “gerçek” sorumlularının bulunmaması ve cezalandırılmaması.Kimin sorumlu olduğunu bir türlü öğrenemiyoruz.Zaten sorumluluları bulup cezalandırsak, büyük bir ihtimalle bu “münferit” olaylar da bu kadar sık tekrarlanmayacak.
Aynı çağı paylaştığımız insanlarla aramızdaki bu korkunç farklılık neden?Neden dünyanın bir kısmı uzayı merak ederken, hayatları her gün heyecan verici yeni bilgilerle zenginleşirken, bizler katledilerek ölüyor, sığ bir hayatın içinde çırpınıyoruz?Neden birileri pırıl pırıl kahkahalı, şenlikli bir ömür sürerken biz ve bize benzeyenler birbirimizi kanatıp öldürerek karanlıklarda ömür tüketiyoruz?Yüzyıllardır kendi kendimizin avı olduğumuz için herhalde...Birbirimizi parçalayıp, birbirimizi öldürdüğümüz için...Yaralı ve çıldırmış bir sürü gibi birbirimizin yaralarına kezzap döktüğümüz için...Başımızı kaldırıp bir türlü başka hayatları merak etmediğimiz için...Hukuku yok saymak bizi insanlıktan çıkardığı için.Öylesine uzun sürmüş bir türbülansta yaşamış bu toplumuz ki mutluluğa ve barışa en yakın olduğumuz günlerde bile korkunç katliamlarla karşılaşabiliyoruz.Geçmişin toplumun dokularında açtığı yaraları hala iyileştiremiyoruz, iyileştirmek için gerekli adımların hepsini atmaya da yanaşmıyoruz.Cengiz Çandar, geçen gün Reyhanlı’da hayatını kaybedenler için, “Ortadoğu politikasında ‘etkili bir aktör’ olmanın ‘kaçınılmaz maliyetlerinden biri’ olarak görmek“ gerektiğini yazdı.“Suriye dosyasının içine girerseniz Suriye de sizin içinize girer” dedi...Bunu okuduğumda şunu düşündüm ben, “kaçınılmaz maliyet” nedir bir ülke yönetirken?İnsan hayatı mı?Hayat seçimlerden oluşuyor.Her kararın, her seçimin bir bedeli var, siyasi arenada da her tavrın bir karşılığı olacağı ve günü geldiğinde doğru bir amaç için bu karşılığı göze almak gerektiği de tartışılacak bir konu değil ama...Reyhanlı’da ödediğimiz bedel doğru bir amaç için mi ödendi?Suriyeli diktatöre karşı çıkmanın, onun halkına çektirdiği acılara isyan etmenin doğru olduğunu vicdan sahibi herkes zaten söylüyor.Esad’a karşı çıkmak doğru bir hareket, doğru bir tercih.Ama biz Esad’a karşı çıkarken “demokrasiyi mi” savunuyoruz yoksa mezhepsel bir çatışmada bir mezhebi mi destekliyoruz?Demokrasiyi savunmak, demokrasiyi inkar edenlerle silahlı işbirliği yapmayı gerektirir mi?Yoksa her kesimi demokrasiye davet eden, her kesime mesafeli bir dışpolitika uygulamak mı Suriye’nin sorunlarına çözüm bulunmasına yardım eder?Türkiye, Suriye’de demokrasiyi savunan bir çizgide duruyor mu?Türkiye’nin kendi içinde demokrasiyi savunamazken başka ülkelerde nasıl savunacağız?Ayrıca, çoğunluğu Nusayri (Arap Alevisi) olduğu bilinen güneydeki vatandaşlarımızın arasına, onların “düşman” gördüğü silahlı Suriyeli Sünnileri yerleştirmek doğru bir politika mı?Bunun nasıl bir gerilim yaratacağı önceden öngörülemeyecek bir gelişme mi?Bu konuları benden çok daha iyi bilen insanlar var ama dünyanın en belalı bölgelerinden birinde hem güçlü, hem de beladan sakınabilecek pozisyonda durabilmenin tek bir yolu olduğunu düşünüyorum ben, demokrasiyi bu topraklara yerleştirmek.İnsanları ırklarına, dinlerine, mezheplerine göre ayırmamak, din ve ırk üzerinden siyaset yapmamak.Demokrasiyi gerçekten benimsediğimizde o “kaçınılmaz maliyet”ten de kurtulabileceğimize inanıyorum.Çünkü en büyük maliyeti demokrasiden yoksun olmak ödetiyor bu topluma.
İnsan kendisini inşa eder’ dedi babam geçen gün bir deniz kenarında buluşup sohbet ederken…‘Kendini yaratır, kendisi karar verir nasıl biri olacağına’ dedi.‘Kendini yaratacaksın başka hiç bir care yok, tembelliği bırakıp inşaata girişeceksin ve istediğin hayatı kuracaksın. Bunu yapmazsan, bütün hayatını el değmemiş inşaat malzemelerinin ortasında, senden nasıl bir bina çıkabileceğini bilemeden üşüyerek geçirirsin. O malzemeler orada durur, sen de çamurlu bir şantiyede ümitsizce oturursun.’Hayatın en eğlenceli oyunu bu belki de… Bizden ne çıkacağını, içimizde ne tür bir “bina” için yeterli malzeme olduğunu bilmiyoruz.Bilmiyoruz hangi yeteneklerin başında sessizce beklediğimizi…Aslında neler yapabileceğimizi…Gücümüzü, dayanıklılığımızı,cesaretimizi… Bilmiyoruz.Bilmeyi istiyoruz belki…Ama bunun için uğraşmayı istemiyoruz…Çoğumuz bir inşaata girişmek, kendini inşa etmek yerine, bir şantiye yerinde sızlanarak oturuyor.***İnsanın kendini doğurması herhalde bu hayatın en zor işi.Hiç kıpırdamadan kadere boyun eğmek hatta bunun için büyük acılar çekmek bu oyunun en kolay parçası… Belki de o yüzden bulamıyoruz bizde saklı olanı.Geçenlerde Muhammed Ali’nin bir belgeselini seyrettim…Muhammed Ali’nin dövüştüğü boksörler Muhammed Ali’yi anlatıyor…10 eski rakibi.Belgeselin tamamında hayatla ilgili sayısız akılda kalacak ‘an’ vardı…Beni en fazla etkileyenlerden biri, o boksörlerden birinin gençken babasıyla yaptığı konuşma oldu.Karısından ayrıldıktan sonra, çocuğuyla parasız ve mutsuz bir hayat süren ve sıkıntılar dayanamayacağı kadar zor bir hale gelince babasını arayıp yardım istemeye karar veren çaresiz boksörün hikayesi oldu beni en fazla çarpan.Babasına ‘baba çok zor durumdayım,yanına gelmek istiyorum’ dediğinde babası ona ‘oğlum şimdi sana yardım edersem hayatın boyunca sana yardım etmek zorunda kalırım… Sen şimdi erkek ol, ayaklarının üstünde dur ve hayatını kur ’ diyor.Aradan iki sene geçiyor, o çaresiz hayat yaşayan genç boksör dünya şampiyonu oluyor.Mecbur kaldığında içindeki o büyük yeteneği keşfeden boksör, babasını aradığında hangi büyük yeteneğin kenarında durduğunu, kendinden nasıl bir bina inşa edebileceğini bilmiyordu.Bizim gibi…Aradığı gücün kendisinde olmadığına inanıyordu.Bir “dünya şampiyonu” yaratacak malzemenin yanında ağlayarak oturuyordu. Hayat onu zorlayıp da inşaata giriştiğinde ise, kendisinden bir şampiyon inşa etti.***Çoğumuz, belki de hepimiz o boksör gibiyiz işte, bilmiyoruz kendimizden neler yapabileceğimizi.Bilmiyoruz, gücümüzün hangi dertlerimize deva olabileceğini.Ve hayat bunu size siz hareket etmeden söylemiyor ne yazık ki…İnşaata girişmeden bunu öğrenmek mümkün olmuyor.Kendinizle ilgili gerçeği bilmek mi istiyorsunuz?Öğrenmek için, kolları sıvayıp kendini inşa etmeye girişmekten başka care yok…Siz bir şey yapmadan hayat size bir şey yapmıyor çünkü…
Geçen sene ne yazmışım diye merak ettim. Demişim ki: “İşte sonunda bu da oldu.Çetin Altan’ın ‘Daha dün kırk diyorduk, bugün kırk bir diyoruz, freni koptu meretin’ diye yazdığı yaşa geldim.O fren hiç kopmaz zannediyor insan gençken, daha doğrusu başkalarına kopar da sana kopmaz gibi geliyor.İnsan gençken, yaşlıların yaşlı doğduğuna inanıyor.Anneler, babalar, dedeler, halalar, ‘anne, baba, dede, hala’ olarak doğar sanıyor.İnsan ancak geçliğinin bittiği yaşa gelince anlıyor bir zamanlar annelerin de genç, babaların da çocuk, dedelerin de bebek olduğunu.Bugün kırk yaşımı bitiriyorum.Gerçekten gençliğin bittiği yaşa geldim.Freni benim için de kopuyormuş bu meretin.Geçmişi düşünüyor insan kırkını bitirirken…Neler oldu bu koca kırk yılda diye.Koca kırk yıl…Tuhaf bir bilme isteği uyandırıyor insanda…Her şey güzel oldu mu, her şey iyi oldu mu, gerçekten yaşadım mı?Önce biraz telaşlanıyorsun ama sonra anlıyorsun bu sorunun hiçbir yaşta gerçek bir cevabının olmadığını.Anneannelerin radyo dinlerken çıkan şarkılarda kimselere çaktırmadan iç çektikleri, uzaklara daldıkları, eğer bir dinleyen varsa ‘ben de gençtim’ diye anlatmaya çalıştıkları anlar vardır…Gençlerin hiç aldırmadığı…O yolun başına geldim artık ben de.Yavaş yavaş gençlerin bizim de genç olduğumuzu unutacağı yaşlara yaklaşıyorum.Bunu düşününce gülümsüyorum.Babamla dedem aklıma geliyor.‘Dur yardım edeyim’ denmesinden nasıl hoşlanmadıklarını ve bundan hoşlanmadıkça nasıl hiç ‘yaşlanmadıklarını’ anlıyorum.Ben de daha şimdiden gençlerin beni yaşlı görme fikrinden hoşlanmıyorum doğrusu.Yaşlanmak güzel ama yaşlı görülmek gerçekten sıkıcı olmalı diye hissediyorum.Bugün kırkımı bitiriyorum.Kırklar bir kadın için en güzel yaşlar diyorlar.Bunun doğru olmasını diliyorum.İnsan kırklara yaklaşınca gözünün önündeki duman kalkıyor sanki…Yeşil daha yeşil, mavi daha mavi, hayat daha hayat, aşk daha fazla aşk oluyor.Gençken insan genç olmaktan mutlu olmuyor…Ama kırklarına gelince seviyor insan kırk olmayı.Büyümenin en güzel tarafı da bu zaten, artık gençliğinde olduğu kadar huzursuz olmuyor insan.Bir sürü eksiğiyle güzel bir kırk yaş başlangıcı yaşıyorum.Kendimi keşfediyorum…Nasıl hassas bir kadın olduğumu ama koca bir gençliği nasıl güçlü, mükemmel ve babamın beğeneceği bir kadın olmak için geçirdiğimi fark ediyorum.Hassasiyeti zayıflık zannetmekle nasıl bir hata yaptığımı görüyorum.Hassasiyetimle güçlü bir kadın olduğumu kırkların başında öğreniyorum ancak.Gençken üzüldüklerime gülüyorum şimdilerde…Gençken güldüklerim ise sızlatıyor içimi düşündükçe.Hâlâ korkuyorum ama korkunun da korkak bir şey olduğunu görerek…En hızlı, korkmaktan vazgeçiyor insan kırklarına gelince.İnsanın kendi gibi olma özgürlüğü kırk yaş.Bana öyle geliyor ki hayata kendim olarak başladığım yaştayım.Bugün kırk yaşımı bitiriyorum.Aklımda o yazmayı çok istediğim romanın kahramanı, yanımda beş yaşında büyümesini heyecanla izlediğim Leyla, önümde freni kopmuş bir hayat duruyor.Sadece şükrediyorum…Annemi anladığım yaştayım şimdi.”Bunu okuyunca değişen tek şeyin yaşım olduğunu anladım…Duygular pek değişmiyor.İşte geldi yeni bir yaş yine…Bu sefer kırk birimi bitiriyorum.Tam önümde “kocaman” bir hayat duruyor…Yaşamaktan korkmadığım, yaşamaya hazır olduğum bir hayat.Yaşlanmanın en iyi tarafı bu işte…Hayatın korkulacak değil yaşanacak bir şey olduğunu anlıyorsun.Kırklı yaşlar, bunu anlayacağın kadar aklın, bunu yaşayacak kadar gücün olduğu yaşlar.Sevdim kırkları.Umarım kırklar da beni sever.
Şampiyonluğunu ilan eden Manchester United’ı, sahasında ağırlayan Arsenal takımı, maç öncesi taraftarıyla beraber alkışlayınca kaçınılmaz olan oldu.“Bu Pazar Fenerbahçe Galatasaray derbisinde, biz de İngilizler gibi olabilir miyiz” sorusu gündeme geldi…İnsan, Aykut Kocamanın olduğu yerde bu şıklıkların olabileceğine nedense inanıyor.Belki de gerçekten 1996 yılının unutulmazlığından kaynaklanıyor bu. Hatırlarsanız, 1996’da F.Bahçe’yi şampiyonluğa taşıyan Trabzonspor maçından sonra Aykut Kocaman: “Bütün sezon uğraşıyorsunuz, bütün emekleriniz tek maçla heba oluyor. Kendi galibiyetimize seviniyorum ama Trabzonlu arkadaşlarım için de üzülüyorum. Trabzonsporlu futbolcu arkadaşlarımın şu an yerinde olmak istemezdim. Hiç bir şampiyonluk insan hayatından daha değerli değildir.” demişti ve Türk futbol tarihine altın harflerle yazılan bu manifestonun kahramanı olmuştu.Ardından da başkan Ali Şen tarafından F.Bahçe’den gönderilmişti. Ali Şen, “Bir F.Bahçe futbolcusu, rakibi için üzelemez“ diyerek Aykut Kocaman’ın belki de F.Bahçe’de jübileyle sona erecek kariyerini yerle bir etmiş, belki de F.Bahçe için bugünlerin başlangıcı olan nefret tohumlarını ekmişti.Dolayısyla yıl 2013’e geldiğinde, Aykut Kocaman’ın başında olduğu bir takımdan bir İngiliz tavrı beklemek de fazla zorlama olmayacaktı. Ama dünkü gazetelerde Kocaman’ın bu konuyla ilgili fikrini okuyunca şaşırdım. “G.Saray’ı alkışlamak gibi bir milat için şu anda ortamın uygun olmadığını söyleyebilirim... Benim aklımda böyle bir planım yok.”Kocaman’ın öğrencileri de hocalarını destekleyecek şekilde, “2007’deki sulu derbiyi unutmadık.İsteyen G.Saray’ı alkışlasın, ancak kim alkışlarsa bilsin ki F.Bahçe’ye ihanet eder.” demiş. Peki, 1996’da şampiyonluk maçında rakibi için üzülen bir futbol adamının 2013’te şampiyonluktaki ezeli rakibini alkışlamayı reddetmesinin nedeni ne olabilir? Verdiği demeçlerde ona yakışmayacak gizli kapaklı imalar var. Neden açıkca konuşmuyor anlamak zor doğrusu. Anladığımız, Kocaman, G.Saray’ın bu sezonki şampiyonluğunun şaibeli olduğunu düşünüyor.Bu düşüncesini de “G.Saray saha içinde olduğu kadar sahadışında da kuvvetli ve şampiyonluğu bu güç belirledi“ sözleriyle ifade edecek kadar inançlı.O zaman 1996’nın devrimci futbolcusuna şunu sormak gerekmiyor mu?- Kendi kulübünün başkan ve yöneticileri mahkeme kararıyla şike cezası almışken aynı yaklaşımda neden bulunmadın?- G.Saray’ın şampiyonluğu saha dışı güçlerle aldığını düşünüyorsan, neden açıkça bunları kamuoyu ile paylaşmıyorsun?- G.Saray hangi maçları ayarladı? Hangi hakemlerle ilişki içine girdi? Saha dışı güçler ne demek? Bilip de açıklamadığın bir gerçek varsa sen de suçladığın bu düzenin parçası sayılmaz mısın? Ben Erman Toroğlu gibi Aykut Kocaman’ın F.Bahçe’nin beş gömlek altında bir teknik adam olduğunu düşünmüyorum.Aykut Kocaman’ın bu sezon başarısız olduğunu da düşünmüyorum.Sadece kazandığı maçtan sonra rakibi alkışlayacak bir yüreğin, kaybettiği yarıştan sonra rakibini böyle belirsiz ifadelerle suçlamasını kabullenemiyorum.İşin kötüsü galiba Aykut Kocaman Aziz Yıldırım’laşmaya başladı. Keşke Aziz Yıldırım Aykut Kocaman’a benzeseydi…O zaman ne böyle nefret tohumları atılırdı ortaya ne de basit bir alkış jesti F.Bahçe’ye ihanetile eş tutulabilirdi.Aykut Kocaman gibi biri 16 yılda o noktadan bu noktaya geldiyse, “bir centilmenlik örneği olan” bir sporcuyu böylesine değiştiren bu futbol ikliminin sorunlarını tartışmamız gerekiyor herhalde…
İçkiyle ilgili yasaklar çoğalırken “milli içkimiz ayrandır” noktasına geliş, ardından THY’nin kırmızı ruj yasağı ve giderek günlük hayatımızdaki kimseye hesap vermek zorunda olmadığımız tercihlerimizi baskılayan yönetim biçiminin fazlaca hissedilmesi, kişisel hayatını özgürce yaşamak isteyen bir çok insanda ‘bizi din devleti esaslarına göre yönetmek istiyorlar’ hissini uyandırıyor.Telaşlanıyorlar…Endişeleniyorlar…Öfkeleniyorlar. Apartmanda ayak üstü sohbet ettiğim bir hanım gelecekten ümitsizdi. Onu sakinleştirmek için ‘Din devleti kurmak değil hayalleri, başkan olmak’ dedim. Bizi dinlemiyormuş gibi görünen eşi de tam ayrılacağımız sırada bana ‘bir fark var mı ki aralarında, ikisi de diktatörlük işte’ dedi.***Yol boyu o hanımın gözlerinde gördüğüm endişeyi ve o beyefendinin ‘aralarında bir fark var mı ki’ sözünü düşündüm. Ben komşularım kadar karamsar değildim gelecekle ilgili ama her türlü baskının mutsuzluk yaratacağına da fazlasıyla inanıyorum. İnsanları yasaklayan her görüş ister din devleti olsun, ister Kemalist devlet olsun, ister Marksist, ister faşist insanlara sadece mutsuzluk verir. Mesela din devleti… Din devleti kurarsanız, “kitap” gereği insanlardan mükemmel olmalarınını yani imkansızı isteyeceksiniz. Vebu imkansızı gerçekleştirmeleri için onlara baskı yapacaksınız… Ve Allah’ın afffediciliğine de sahip olmayacaksınız. Çünkü siz insansınız ve mükemmel değilsiniz.***Allah’ın affetme kudretine sahip olmayacaksınız ama daha küçük ölçeklerde “kahretme” gücüne sahip olacaksınız. Bir anlamda Allah’ın yeryüzünde kurduğu dengeyi bozacaksınız.Bundan mutluluk çıkar mı?Her zaman her ülkede toplumun din kurallarıyla yönetilmesinden yana olan, insanın ancak Allah’ın kitabına uygun yasalarla yönetilirse mutluluğu bulacağına inanan kesimler olmuştur.Bu ülkede de vardır mutlaka…Şimdi korkmadan,öfkelenmeden bir düşünelim. Bunu savunanların tezi çok nettir herhalde, Allah’ın kanunlarından daha iyi kanun olamaz. Ama din devleti insanlara mutluluk getirmez.***Çünkü Allah’ın kitabı insanın mükemmel olmasını isterken aslında insanların mükemmel olamayacağını bildiğinden “Rab,rahim ve rahmandır” der. Yani Allah bağışlayıcıdır. Mükemmel olmayan günahkar kullarının her zaman affedilmesi için ‘açık bir kapı’ olduğunu insanlara hatırlatmak ve onların kendi eksiklerinden, yanlışlarından korkmasını önlemek için söyler bunu.Peki, yeryüzünde kim Allah’ın bu “bağışlayıcılık görevini” de üstlenebilir?Hiçbirimiz…Din adına, dinsizlik adına, millet ya da vatan adına insanların “mükemmel” olmasını isterseniz, yüce bir kudretin cezalandırıcılığını ve bağışlayıcılığını “bu dünyada” üstlenmeye kalkarsanız, insanlığın doğal dengesini alt üstedersiniz.İster Allah’ın kurduğuna inanın, ister doğanın kurduğuna, iyiliği ve kötülüğüyle, sevabı ve günahıyla insanlığın artıları ve eksileri olan bir dengesi var.Bunlardan birini, kötülüğü ya da günahı hayattan çıkartamazsınız, çıkartmaya kalkarsanız herşeyi bozarsınız.***Huzur, mükemmeli işteyen her görüşü devletten ayıklamakla olur bana sorarsanız. Kim içki içmek istiyorsa içmeli…Kim günah işlemek istiyorsa işlemeli…Kim ruj sürmek istiyorsa sürmeli…Kim hayatını ibadetle geçirmek istiyorsa geçirmeli. İnsanlar, o muhteşem “dengeyi” kendi özel kararlarıyla kurmalı, bunun için zaten Allah ya da doğa bütün insanları iyilikleri ve kötülükleriyle birbirinden farklı yarattı.“Tek bir insan tipi” yaratmanın peşine düşen herkes toplumuna bela getirir.Çünkü Allah’ın ya da doğanın kanunlarını inkar eder, bunun bedeli de acı ve mutsuzluk olur.