Geçen gün Fazıl Say’la ilgili yazdığım yazıya ‘aslında eğlenceli şeyler yazmak istiyordum, şakalaşmak, gülmek, güldürmek istiyordum’ diye başlamıştım…Gerçekten de bunu hissetmiş ve üstelik de bu fikrimi sevmiştim…Sonra olmadı, gündemin aklıma saplanan dikeninden kurtulamayarak Fazıl Say’ı yazdım…Mailler geldi…Bir tanesi benim için diğerlerinden gerçekten farklıydı…Kısa ve netti…Diyordu ki ‘biraz ciddiyet Sanem hanım, sizin gibi bir hanıma ciddiyet yakışır’Bunu gerçekten düşündüm…Bana ciddiyet mi yakışır acaba diye…Çünkü bilirsiniz ciddiyet mühim bir meseledir bizim ülkemizde…Çok fazla ciddi adam vardır…Ütülü yüzler keskin bakışlar ölçülü hareketler asık aksi tavırlar…Vatanı kurtaranlar…Nutuklar… Mitingler…Memlekete sahip çıkanlar…Bakanlar, politikacılar, müdürler, gazeteciler, generaller, profesörler…Hepsi ciddi adamdır bizim memlekette…Çatık kaşlar, kalın sesler…Toplantılar, paneller, tartışmalar…Rozetler… kravat iğneleri, dosyalar vardır…Gayriciddi kimse yoktur…Kimse gülümsemez yani…Şaka yapmaz…Ciddiyet mühimdir…Savcılar yargıçlar…İlericiler gericiler…Milliyetçiler sosyal demokratlar hep ciddidir…Pırıl pırıl rugan ayakkabılar, kırmızı plakalar, belediye başkanları, valiler, apoletler, kasketler, emirler, azarlar, sert bakışlar…Nizam intizam disiplin vardır…Kimse birbirinin hatırını sormaz, gözlerinin içine bakmaz, duygularını belli etmez…Ciddiyet mühim meseledir bizim ülkemizde…Hiyerarşi vardır, alt üst vardır, kurallar kanunlar yasaklar günahlar ayıplar vardır…Şikayet, jurnal, eleştiri, yargı vardır…Hanımefendiler beyefendiler patronlar büyük adamlar daha da büyük adamlar vardır…Bizde çok ciddiyet vardır…Bizim her şeyimiz çok ciddidir…Bizde eğlenmek, şaka yapmak, gülümsemek, kahkaha atmak, birbirinin hatırını sormak, konuşurken dostça dokunmak, gözlerinin içine bakmak, normal bir sesle konuşmak, rica etmek, teşekkür etmek neredeyse toplumun oy birliğiyle kendi kendine yasakladığı şeylerdir…Kitaplarda yazmaz anayasa yasaklamaz ama bütün bunlara toplumca karşıyızdır…Kahkaha atanlar hayatından memnun olanlar eğlenmesini sevenler nezaketten hoşlananlar ‘büyük’ olmaya inanmayanlar yadırganır bizim toplumda…Hatta beğenilmez…Gayri ciddi bir insan olarak bulunur…Ahmet Altan’ın yeni romanı Son Oyun’da rastladım bu satırlara:‘Unutma ki dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Elbette ki ahret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hala akıllanmayacak mısınız?’Kuran’dan bir ayetin ilk bölümü diyordu… Merak ettim Enam Suresi, 32. ayetmiş…Unutma ki dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir…Hala akıllanmayacak mısınız?Ciddiyet mühim meseledir bizim ülkemizde… Ne demiş Montesquieu ‘ciddi görünmek aptalların kalkanıdır’
Eğlenceli şeyler yazmak istiyordum aslında bilgisayarın başına oturduğumda…Şakalaşmak, gülmek, güldürmek istiyordum. Sonra bir kahve, gazeteler, telefonlar derken aklıma saplanan o dikenden, Fazıl Say’a yapılanlardan kurtulamayacağımı anladım.Fazıl Say’ın mahkum olmasına yol açan o mısraları twitter’da yazarken aklından geçenleri merak ettim.Kızgındı herhalde yine…Yetenekleri öfkesini yenemeyen biri geliyor bana hep Fazıl Say…Ya da belki de, dine aklını çok taktırmış bir hükümetin yönettiği ülkede o satırlar çok eğlendirdi onu, o yüzden yazdı…Nedeni ne olursa olsun yaptığı pek şık bir iş değildi doğrusu.Onun yaptığı şık değildi ama ona yapılan da, demokrasinin, hukukun bu ülkede olmadığının kanıtıydı...Ee, bu da çok şık sayılmaz değil mi?***Sonra aklıma ne geldi…Pi’nin Dünyası filmini seyretmiş miydiniz? Bir de o romanı yazan Yann Martel var. O romanıyla 2002 Man Booker Ödülü kazanan Kanada’lı yazar.Kitabı okuduğum dönemde internette kim bu Yann Martel diye merak ettiğimde hakkında sonradan unutmadığım bir şey okumuştum.Martel, ülkesinin başbakanına dört yıl boyunca her pazartesi kitap göndermiş.Yaptığı bu ‘eylem’ için de şunları söylemiş: “Kimin ne okuduğu, kitap okuyup okumadığı kendi bileceği iş. Sıradan insanların ne yaptığı beni ilgilendirmiyor, insanlara nasıl yaşayacaklarını söylemek bana düşmez ama benim üzerimde söz hakkı olan insanlar söz konusu olunca durum farklı. Onların okumalarını istiyorum çünkü sınırlı, vasat hayalleri bir gün benim kabuslarıma dönüşebilir.”Gerçekten incelikleri olan bir başkaldırı…Böyle bir muhalefet Fazıl Say gibi bir virtüöze daha çok yakışırdı herhalde.En azından ben böyle düşünüyorum…***Ama Fazıl Say’ın böyle yapmaması, canı çektiği gibi kabalaşması da mahkemelerin onu mahkum edecek kadar ‘özgür’ olmaları anlamına gelmemeliydi.Artık iyice anlaşılıyor ki, biz ne ileri, ne de geri demokrasiden hoşlanıyoruz…İnsanlara sığ, kaba, tatsız tutsuz, kuru olma şansı bile tanımıyoruz…Her şey ya günah, ya yasak, ya ayıp…Keşke bıraksak da bunlar kendi yanlışlarımız olsa, devlet bu işlere hiç karışmasa. Ama bu ülkede günahı, ayıbı bile devlet belirlemek istiyor.Bir çok insan da devletin bu tavrını destekliyor.Bunları kendi aramızda tartışmamızı, konuşmamızı değil, devletin elini herkesin omzuna bastırmasını savunuyorlar.Korkarım büyükçe bir çoğunluk demokrasiden hoşlanmıyor bu ülkede aslında.Çünkü demokrasi insanlara sorumluluk yüklüyor, hakkını savunma görevi veriyor, mücadele kulvarı açıyor.Bunu istemiyoruz.Bizler emir alıp, itaat etmeye çok alışkınız ve bundan da çok hoşlanıyoruz.‘Kul’ olmanın acıklı sorumsuzluğunu, boynu büküklüğünü yaşam tarzı haline getirmişiz.Hep bir ‘büyük adamın’ işleri bizim adımıza çözmesini istiyoruz.Yanılıyor muyum?***Şimdi diyorum ki keşke her pazartesi mahkemelere, savcılara, hakimlere, bakanlara, bakmayanlara kitaplar göndermeye başlasa birileri…Ya da piyano konçertoları…“Siz de biraz gelişin”diyerek.Daha zarif ve daha entellektüel bir muhalefetin işareti olarak.Belki o zaman piyano virtüözlerimiz daha incelikli, devletimiz daha demokrat olurdu.Bir ümit işte…
Yağmur yağacak diyorlar.Hava kapayacakmış yine.Bahar yağmurları…Belki şu an bir yerlerde yağıyordur bile.‘Yağar ki sokaklara bir uzun yağmurIslanırım ıslanırım anlamamSanki nedir yağmurun güzel olmasıSahi bir yağmurun güzel olmasıYağarken kendine severek bakmasından’Edip Cansever’in şiirinden.Yağmuru gördüm mü aklıma gelir bu mısra.‘sahi bir yağmurun güzel olması, yağarken kendine severek bakmasından’***Bir zamanlar biz de yağmur gibiydik, yaşarken kendimize severek bakardık.Yoksa hiç mi bakmadık kendimize severek?Yoksa bakıp da mı vazgeçtik?Ya da yaşadığı bütün acılardan sonra ‘ben her şeyin iyi olmasını istemiştim’ diyen Madam Bovary gibi miydik?Her şeyin iyi olmasını isterken bir çok şeyin kötü olduğunu görünce mi bıraktık kendi peşimizi?Nedense böyle oldu hayat, değil mi?Büyüdükçe oldu sanki.Kendimize severek bakmaktan vazgeçtik.***Oysa ki biz her şeyin iyi olmasını istemiştik.O yüzden yaptık pek çok şeyi…Beni gerçekten sarsan bir cümle bu;‘Ben herşeyin iyi olmasını istemiştim.’İnsan, bunu söyleyenin içindeki isteğin gerçekliğini ve masumiyetini hissediyor bu cümleyi duyduğunda.Ama susuyor…Karşısındakine bu cümlenin ardına gizlenmiş o soruyu sormamak için susuyor.Peki niye kötü oldu her şey?Her şeyin iyi olması için sen ne yaptın?Ne yaptın da her şey kötü oldu?*** Hayatın hep kendi dışında bir hedefi, bir amacı olduğuna inanıyoruz sanki.Her şey iyi olsun istiyoruz.Ama ne yaparsak yapalım her şey iyi olmuyor.Her şey iyi olmayacak da…Bazı şeyler iyi olacak, bazı şeyler çok iyi olacak, bazı şeyler de kötü olacak.O bol işlemeli, renkli düşüncelerle, dövüşmelerle zenginleştirmeye çalıştığımız hayatın temeli, aslında yaşadığımız gündelik hayat işte, ne kadar dirensek de bu böyle.Ama bunu kimse öğretmiyor bize.Şu küçümsediğimiz, aldırmadığımız, sıkıcı bir gölge gibi peşimiz sıra sürüklediğimiz gündelik hayatımızı bir türlü sevemiyoruz.Hiç kimse şu basit gerçeği söylemiyor birbirine ‘hayat yaşanmak içindir.’Bunu belki hiç öğrenmediğimiz , belki de öğrenip sıkca unuttuğumuz için bunaldık.Vazgeçtik kendimizden…***‘Sahi bir yağmurun güzel olması, yağarken kendine severek bakmasından’Sahi bir hayatın güzel olması, yaşarken ona severek bakmamızdan…
O merakla uyandım o sabah…Sevilmek miydi hayatımızın en büyük derdi, sevebilmek mi?Herkes “sevilmek” istiyordu.Sevilmediğine üzülüyordu.Her köşede yeterince sevilmediğine inanan, içleri acı dolu insanlar vardı.Ve benim hep merak ettiğim o soru cevapsız kalıyordu “Bu kadar yalnız insan varken insanlar nasıl bu kadar yalnız?”Nasıl sevilmek için yananlar birbirlerini bulmuyordu? Nasıl yolda birbirlerine çarpmıyorlardı ki?Herkesin derdi aynıyken nasıl oluyor da o dert çözülmeden aynı kalıyordu?***Galiba kimse “seviyorum” demeyi tercih etmiyordu, “seviliyorum” demek istiyordu.Ve aslında herkes de seviliyordu bana sorarsanız. Ama “seviyorum” diyemeyen, sevdiğini esas almayan, sevildiğini anlayabilir mi? Anlayamıyor sanırım.Sevilmek sevebilmekte gizli.Sevemeyen sevilemiyor.Daha doğrusu sevilse bile bunu göremiyor, anlayamıyor, hissedemiyor.***Sevildiğini anlayabilmek, bunu hissedebilmek, bunun tadını çıkarabilmek ancak sevmeyi bilmekle, sevmeye doludizgin kendini bırakabilmekle mümkün gibi geliyor bana. Sevilmediğine üzülen insanların pek çoğu aslında sevemeyen, sevilmek isteyen egolarının birisini sevdiklerinde yaralanmasından korkanlar bence.“Çok seviliyorum’ demeyi tercih edenler hep sonunda “hiç sevilmiyorum”a mahkum oluyor, neden sizce?Hepimiz sevilmek istiyoruz…Ama kaçımız gerçekten çok sevebiliyoruz karşımızdakini? Kaçımız kendimizi kendi egomuzun tuzağından kurtarıp karşımızdakine bakabiliyor, onun duygularını görebiliyor, anlayabiliyoruz?***Babam, gençliğimde aşk acıları çektiğim bir dönemde, sonunda iyi bir aşka rastladığımı düşündüğüm ve bunu heyecanla babama anlattığım bir sohbette bana demişti ki “Sorun senin sevilebilmende değil ki, seviliyorsun zaten, sorun sen sevebiliyor musun? Sen seni seveni sevebiliyor musun?”Bütün hayatımı değiştiren soruydu bu.“Sen sevebiliyor musun, sen seni seveni sevebiliyor musun?”“Sevilme” hastalığını yaratan egonun o karanlık hücresinden dışarı çıkıp, kendine duyduğun sevgiyi başkalarına da duyabiliyor musun?***Kaç tane yeterince sevilmediğinize inandığınız aşk yaşadınız kimbilir. Aralarından birini ya da birkaç tanesini çok sevdiniz belki de… Ama o ilişkiden aklınızdan ne kaldı, yeterince çok sevilmeme acısı belki de.Niye peki?Siz çok sevdiniz… O sizi çok sevdi…Ama acınızın adı “yeterince sevilmemek” oldu. Sabah o merakla uyandım…Sevmek miydi hayatımızın en büyük derdi sevilmek mi?***Sevip de sevilmediğimiz zamanlar olmuştur ama sevildiğimizde de bunu anlayabiliyor muyuz?Kendini çok seven, kendisine duyduğu sevgiyle dolu birine başka bir insanın duyduğu sevgi hiç bir zaman yeterince güçlü gelmiyor mu yoksa?Onun için mi hiçbir zaman yeterince sevilmediğimize inanmaya yatkınız?Kendisiyle dolu olduğu için kendi içinde başka birine ait bir yer açamayan biri, bu korkunç hastalığından dolayı mı sevildiğini hiç anlayamıyor? Hep sevilmediğini düşünerek yaşamaya mahkum oluyor?Bir insanın çok sevildiğini kavrayabilmesi için kendi içini kendinden biraz temizlemesi, başkalarına da orada yer açması gerekiyor gibi geliyor bazen bana. Bu doğru mu acaba, insanlar kendilerini çok fazla sevdikleri zaman mı sevilmediklerine böylesine güçlü bir şekilde inanıp acı çekiyorlar?Kendisiyle en fazla dolu olanlar, sevilmeyi delice isteyenler mi aslında sevilmediğine en çok inanıp, buna en çok üzülenler?Bu olabilir mi?Eğer böyleyse ‘seni seviyorum’…
Bazen insanın içi tozlanıverir…Bir kum yığının altında kalmış gibi olursun.Bir sıkıntı…Bir yalnızlık…Bir anlamsızlık…En klişe, en bildik laflar gelir aklına…Hayatını eline alır kurcalarsın… Bakarsın… Sorarsın; “Bir hayat neye yarıyor?”Hayatı anlamsız bulmanın da anlamsız olduğunu bilirsin aslında. Aşk yorucu, kavga heyecansız, dostlar uzak gözükür.Dertlere, öfkelere, sevinçlere, düşmanlara, çiçeklere, herşeye hatta kendine bile yabancı hissedersin kendini.Ve o cevabı bulmak istersin. “Hayat dediğin nedir acaba?”***Sinema tarihinin en iyi yönetmenlerinden birisi şüphesiz Orson Welles.Orson Welles’e bir röportajında sinemanın en iyi üç yönetmeni sorulduğunda, cevabı “John Ford, John Ford, John Ford” olmuş. John Ford, sinemanın sesli döneme geçişteki en önemli bir kaç yönetmeninden biri… Onu özel yapan sebeplerden bir tanesi, belki de birincisi repliklerden daha çok beden diline verdiği önem.John Ford sanırım en iyi şöyle bir cümleyle anlatılabilir: “Benin adım John Ford, western yaparım.” Bilinen klasik westernin en önemli yönetmeni… Şu ana kadar dört Oscar almış tek yönetmen.***John Wayne’le çektiği bir filmin bir sahnesinde Wayne verandada ayaklarını uzatmış oturuyordur.Karısı gelir, kızgın ve öfkelidir, bağırmaya başlar. Wayne onu dinler ve kendi repliklerini söyler…Ama John Ford nedense tam isteğini, aklındakini bulamaz.Önce replikleri çıkarır sahneden.Ardından, Wayne’den bir hareket yapmasını ister, duyduklarından rahatsız olduğunu belli edecek bir hareket.Ama o “hareketi” bulamazlar.Ford, “Bunu düşünüceğim” der.Kimilerine göre bir gün, kimilerine göre bir hafta sadece bu sahneyi düşünmek için sete ara verir.Sonra gelir, Wayne’e döner, “Karının konuşması bittikten sonra sol ayağınla sağ ayağının yerini değiştir” der.***Bana bu anektod hayatla ilgili çok şey anlatıyor nedense.Hayatı filmlerden öğrenmeyi seviyorum ben. Filmler hayatın en çıplak yanları bana sorarsanız. Bir süredir “basitin” gücünü anlamaya çalışıyorum.Basit, yalın, sade. Kabul etmesi, yapması, anlaması en zor şey.***Nasıl zorlanıyoruz hayatın aslında o kadar da karmaşık olmayabileceğini görmeye, değil mi? Her şey belki de çok basit.Ama hayatın altından kalkabilmek için herşeyin karmaşık olduğuna inanmamız gerekiyor.İçimiz tozlandığında, hayatın ne işe yaradığını merak ettiğimizde büyük cevaplara ihtiyacımız oluyor. Her şeyin aslında basit olması kafamızı karıştırıyor.“Bu olamaz, bu değildir” diyoruz.“Hayat dediğin basit bir meseledir” demeye korkuyoruz.***Her şey belki de çok basit.Söylenen bir şeyden rahatsız olduğunuzda sadece sağ ayağınızla sol ayağınızın yerini değiştirecek kadar basit.Duygularınızı anlatmak için bazen bu kadarcığı yetiyor işte, sol ayağınızla sağ ayağınızın yerini değiştirmeniz…Ama bu kadar küçük bir hareketle bir duyguyu anlatabilmek için John Ford olmak gerekiyor belki de. En basit olanı, nedense en büyükler buluyor…***Sizi bilmem ama benim bir John Ford’a ihtiyacım var sanırım.Kızgınlığımı ya da sıkıntımı anlatmak istediğimde, bana “ayaklarının yerini değiştir” diyecek birine...
Manolyalar aniden çiçek açtı geçenlerde…Ardından aniden çiçek döktü.Şimdi erguvan mevsimi…Ardından kiraz dallarında kızarmamış pembemsi minik meyveler belirecek.Ağaçların bir bahar sabahı mucizeleri.Adanın arka yollarında tıkır mıkır eski bir fayton…Elinde kırbac, ağzında sigarasıyla bir faytoncu…Fayton boş.Denizden geçen balıkçı takaları…Bitirim şiirler gibi mavi takalar esmer faytonlarla findirdeşiyor…Pembe erguvanlar, açmamış kirazlar, esmer faytonlar.Erguvanların yeni anayasa tasarısıyla bir ilgisi yok… Balıkçı takalarının da…Fayton da anasayla ilgilenmiyor…Bizim politikacılar, gazeteciler hatta biz de ilgilenmiyoruz.Öyleyce politikacılar, bizler ve erguvanlar birbirimize benziyoruz.Burada küçük bir çığlık gerekiyor, evet, ‘aman tanrım erguvanları kime benzetiyoruz.’Aslında politikacılardan bahseder bahsetmez yazının tadı bozuluyor.Kirazlar açmıyor…Erguvanlar soluyor…Esmer faytonlar öldür Allah mavi takalarla fingirdeşmiyor.Yaz geliyor yine…Yeni anayasa hâlâ tartışılmıyor…Serin bahçeler, ince etekleri uçuşan kadınlar, gülümseyen erkekler mevsimi.Öğleden sonra aşkları zamanı.Her yaşadığın güzellikte yaşayamadıklarının derin ve ince sızısı.Manolyalar gibi uzaktan güzel, dokunduğunda kararıveren garip bir yaşam.Olmayan demokrasi, olmayan özgürlük, olmayan anayasa, olan acı, olan hapishane, beklenen, beklenmiş, beklenecek aşk, pişmanlık, korku, sevinç, sevişme, sevişememe, aldırmazlık, ihanet, kirazlar, faytonlar, baskı, intikam, çıkarcılık, fırsatçılık, yalan dolan, ağzı sigaralı faytoncu, gazeteci, deniz kokusu, edebiyat.Uzaktan güzel, dokunduğunda kararan yaşam.Erguvanlar açmış…Aniden yaz gelecek, dalları kiraz basacak birden.Nelerin yaşanabileceğini ama bir türlü de yaşanamadığını bilmenin sarsıcı öfkesi…İnsanların aptallığını gördükçe aptallaşmanın getirdiği sıkıntı.Sonra gene aşk, gene aşk, gene aşk.Hayaller, hayaller, hayaller…Gerçekler, gerçekler, gerçekler.Yaz geliyor…Anayasa hâlâ yapılamıyor…Bize uzak, bize uzak…Bize yakın, bize yakın.Hayat geçiyor.İşte gene erguvanlar…
Ben her insanın özel tarihini merak ederim… İlk aşkını, ilk öpüşmesini, ilk ümidini, ilk hayalkırıklığını, ilk kırgınlığını, ilk sevişmesini, ilk acısını.İnsanlar pek merak etmez birbirlerini nedense. Daha ziyade merak ettiğimiz şey, biribirimizi kolayca yargılayabilmek için açıklarımız, eksikliklerimiz, hatalarımız olur genellikle.O yüzden zalimizdir zaten…O yüzden öfkeliyizdir…O yüzden hainizdir…O yüzden anlamayız birbirimizi…Onu oluşturan insanların kimliksizleştiği kalabalıklar olarak görürüz kendi dışımızdaki hayatı.Kalabalıkları oluşturan insanların her birinin ‘özel tarihi’ olduğunu, o özel tarihin de insanlık tarihi gibi serüvenlerle dokunduğunu, aşkla, acıyla, özlemle, sevinçle, kederle, zaferlerle, yenilgilerle, beklentiyle bezeli olduğunu unuturuz.Kalabalıkların içindeki o küçücük hayatları, o hayatların içine kıpırdaşan duyguları, hayalleri, umutları, kırıklıkları önemli bulmayız. Nedense en basit gerçeği en kolay unuturuz, karşımızdakinin de bir tarihi olduğunu.***Bizim dışımızdakiler, geçmişi ve geleceği olmayan belirsiz kıpırtılardır bizim için… Bir türlü kalabalıkların insanlardan oluştuğunu, her insanın da bir hayatı olduğunu, o hayatın başka hayatlara dokunup, dokunduğu yerde sevgiler ve öfkeler yarattığını dikkate almayız.Hepimiz o insanlardan biriyiz birbirimiz için ama hepimiz başkasını önemsemeyiz. Şikayet ettiğimiz dünyanın bir parçasını da kendimizin yarattığını asla kabul etmeyiz. O yüzden severim biyografileri…O yüzden bayılırım otobiyografi okumaya… O yüzden insanların özel tarihlerine meraklıyımdır.***Geçen gün yakın bir dostum, gençliğinde tuttuğu günlüğünü hediye etti bana.‘Belki de “biz” başkalarında saklıyız, kimbilir’ dedi verirken…Bundan daha heyecan verici ve daha cömert bir hediye olamazdı benim için…Eve gelip o koca koltuğa gömülüp,sayfaların arasında nasıl saatlerce kaybolduğumu bilmiyorum.Saatlerce oturmuşum orada…Ağlamışım…Kahkahalar atmışım…Uzun uzun camdan dışarı bakmışım…Şaşırmışım. “Hiç tahmin etmezdim,” demişim defalarca. Gerçekten de başka bir hayatın içinde bu kadar büyük bir heyecanla kaybolduğumu hatırlamıyorum uzun zamandır.***15 sene önce, 9 Nisan’da yazmış bunu:“Nasıl da erteliyorum herşeyi… Tüm inançlarımı, tüm hislerimi tüm kararlarımı… Ne çok şey yapabilirim ya da hiçbir şey belki ama herşeyi erteliyorum…Hayatla kavgayı, aşkı, başkaldırışı… Boşuna yaşıyorum ben…İnsanları ne çok önemsiyorum… Aptallıkları bile acılar bırakıyor bana… Ama değişmeye karar verdim… Hayatımın karşısına dikildim,ondan alamadığım ne varsa savaşmaya karar verdim… Ertelemeyeceğim artık… İçimdeki coşkuyu, acıyı, aşkı neşeyi çıkaracağım,kendime izin vereceğim… Erteleme! Bekleme! Ve en önemlisi üzülme artık olmayanlar için… Sahip oldukların yüzünden özür dileme kimseden, annenin hatırı için sil gözyaşlarını… Hayata dürüst ol…Şartlar ne olursa olsun kendine dürüst ol… Bunu yap artık.’***Kendini başka insanda göremeyen, çok şey kaçırıyordur bence. Arkadaşımın 15 sene önce kendine yazdığı bu satırlar nasıl da çoğumuzu anlatıyor değil mi?Tanrı bizi kendimize ‘kör’ yarattı…Belki de istediği, kendimizi bulmak için önce başkasını görmemizdi. Belki de başkasına baktıkça kendimizi göreceğiz. Belki de o kendimize bakarken “kör” olan gözlerimiz başkalarına baktıkça açılacak.Belki de arkadaşımın dediği gibi “biz” gerçekten başkalarında saklıyız, kimbilir…
Kapısını vurdum.Aralık kapıdan başımı içeri doğru uzattım usulca, gözleriyle karşılaştım. Gülerek içeri girdim…Ve kaldığımız yerden devam eder gibi konuşmaya başladık.Zaten konuşuyormuşuz da ben bir bardak su almaya gitmişim gibi…Dedem, 86 yaşında.‘Gittikçe çocukluk anılarımı daha sık hatırlıyorum, yaşlandıkça çocuklaştı denir ya bu yüzden,ilk kayıtlar zedelenmeden berrak kalıyor hafızada’ dedi.Böyle ihtiyarlıktan söz edince dayanamayıp güldüm… Çünkü ihtiyarlıktan bahseden adam bu cümleyi söylemeden önce bana etkileyici bir enerjiyle hayat ve siyaset hakkında şunları anlatıyordu;“Bizim gibi daha gelişimini tamamlayamamış toplumlarda tek önemli şey siyasettir, neden? Çünkü kendimiz hakkında yalan söylemek zorundayız…”İnsanlık tarihinin başlangıcındaki büyük değişimi kısaca özetliyordu.“Doğduğunda hemen yürüyemeyen tek canlı insan… Herşey insanın ayağa kalkmasıyla değişti… Bütün beden yapısı değişti… Kadınlar daha erken doğum yapmaya başladı, çocukları yürüyemedi, onlara bakmak zorunda kaldılar, erkeğin getireceği yiyeceğe mahkum oldular, kadın erkek ilişkileri değişti…Hayvana benzeyen ,doğaya uygun yaşam değişti… Ve hayvanınkine benzeyen vahşi yaşamdan uzaklaşmaya başladı insan…Düşünmeye başladı.”İnsan ve özgürlük kavramları arasındaki ilişkiye de değindi arada.“Özgür olmanın çok zor olduğunu anladı insan… Özgür olmak insan için çok zordur… Güven ihtiyacı doğdu… Hayat, hukuk, devlet, toplum bilinci işte bu özgürlükle güven arasında kendiliğinden ortaya çıktı, zorunluluktan…”Sonra durdu ‘güzel yazılar yazıyorsun ama canın sıkkın senin,yazılardan anlıyorum, niye’ dedi.‘Bana söylediğin herşey doğruymuş çünkü’ dedim yine gülerek…Bu sefer o güldü.“Bana bak” dedi,“sevdiğin işi yapıyor musun, sevdiğin insanla yaşıyor musun? Budur işte hayat… Gerisi birikim meselesidir…”Sonra ailenin diğer erkeklerinden Ahmet ve Kerem Altan da bize katıldı, birlikte maçı seyrettik.Maçı seyrederken sadece onu düşündüm… Ona baktım…Onu seyrettim hatta çoğu zaman…Onun şakalarına kahkalarla güldüm.“Sık sık hatırlıyorum”dediği çocukluğunu düşündüm…Eve döner dönmez, Kavak Yelleri ve Kasırgalar’ı buldum kitaplıktan… Çocukluğunu anlattığı o çok sevdiğim kitabı…Rastgele bir sayfa açtım…“Birgün Yahya Kemal’e anlatıyordum yazıya neden başladığımı… Bana çok gülmüştü. ‘Canım yavrum Çetin Altan kadınlar ne şairleri sever, ne de yazarları’ demişti…”cümlesi çıktı karşıma…Sonra bir daha aynı oyunu yaptım, bir sayfa daha rastgele açtım…“Canımın yandığı ve ciğerimin kökü sızladığı zamanlarda Aragon’un bir sözünü tekrarlardım: ‘Yaşamımı havaya savurdum ama bu arada bir şeyi de öğrendim, canım yandığı zaman bağırmamayı.’”Sonra bir sayfa, sonra bir sayfa daha…Hem okudum, hem düşündüm.Tek bir adam bazen bütün hayata bakışını değiştirebiliyor insanın, hayatla ilgili kuşkularını, endişelerini yok edebiliyor.“Ben ihtiyarladım” diyen adamla geçirdiğim bir gece, onun hayatı kavrayışındaki gücü ve güveni sayesinde beni de değiştirdi.“Gençlik, düşünebilmektir” diye geçti aklımdan, düşünebildiğin, anlatabildiğin sürece gençsin, yaşın kaç olursa olsun yaşlanmıyorsun, hayatın karşısında gerilemiyorsun, gücünü kaybetmiyorsun.Ne hayattan, ne gelecekten, ne ihtiyarlıktan korkacak birşey yok.Ben bunu gördüm.Bazen bütün hayatı tek bir insanda görebiliyorsun işte.Güvenle ve mutlu bir şekilde uyudum o gece.Şimdi dedemi arayacağım, “artık canım sıkılmıyor” diye…