Cuma gecesi sabaha karşı gözlerimi açtım aniden… Uyandım.Pencereye doğru baktım.Sokak lambasının ışığında dağılan bir yorgan gibi sessiz ve yumuşak dökülen kar taneciklerini gördüm.Kar yağıyordu.Şaşırdım.Bir mucize oluyormuş, bunu da sadece bazılarımız görüyormuş gibi uyanmama sevindim.Bahar dallarının, erken de olsa açmış manolyalarının üzerine bir sabaha karşı kar yağıyordu…***Yağmurun şakırtısından, tipinin öfkesinden, fırtınanın şiddetinden, rüzgarın uğultusundan yoksun o usul beyazlık, yağdığı heryeri kaplamıyordu ama yağdığı heryeri kaplayıp kendi hakimiyetine alacak, sakin bir kudreti vardı sanki.Çiçek dansının başladığı şu günlerde aniden yağan kar, nedense gördüğümüz hiçbirşeyin aslında gördüğümüz şey olmadığını düşündürdü bana…Kendimizin bile…O an, en bildiğimiz kendimizin gerçeğini bilmediğimizi düşündüm…Duygularımızın bile biz farkında olmadan değiştiğini, içimizde aslında ne olduğunu bilmediğimizi...Bir Mart sabahı baharı beklerken neden kar yağar?***Tanrı sanki kendi yarattığı baharını, çiçeklerini, çimenlerini, o sevinçten sarhoş kokularını karla kaplayabileceğini gösteriyordu bize, kendi yaratığı zamanı, mevsimleri altüst edebileceğini gösteriyordu…Bu geçti aklımdan,pencereden bakarken…Gelmek için bir yıl bekleyen bahar, bir sabah vakti aniden silinip yokoluyordu.Bunu görünce şaşırırız değil mi?Kendimize şaştığımız, hayata şaşırdığımız gibi…Bahar dallarını üzerine yağan kar gibi…Kim anlayabilir ki bunu?Gördüğünün anlamını kim anlayabilir gerçekten?Hangimiz hakikati görebiliriz?Hangimiz aslında kim olduğumuzu bilebiliriz?***Platon’un mağara hikayesini ilk duyduğumda hayatın bir ‘kandırmaca’ olabileceğinden ve gerçeği görmenin hatta sezmenin sandığım kadar kolay bir iş olmayabileceğinden kuşkulanmıştım.Bahar dallarına yağan kar gibi…Hangisine inanacağız?Yağan kara mı, açmış bahar dallarına mı?Yoksa ikisine birden mi?Platon’un mağara mitinde anlattığı o karanlık mağarada duvara dönük oturan zincirli insanların, mağaranın kapısından giren ışıkla dışarıdan duvara yansıyan gölgelerle hayatı anlaması gibi belki de bizim de hayatımız. Duvardaki gölgeler var, bir de mağaranın dışındaki hakikat.Bahar dalları var…Bir de üstlerine yağan kar .Bir gördüklerimiz var…Bir de gördüklerimizin ötesindeki gerçekler.Gerçeklerin ne kadarını gördüğümüzü ya da gördüklerimizin ne kadarının gerçek olduğunu anlamamız herhalde daha çok uzun zaman alacak.Rıza Tevfik’in eşi öldüğünde kızı Selma’ya yazdığı şiirindeki o ünlü mısralar gibi belki de…“Varlık budur benim için, hatta senin için de;‘Bir hakikat var mı? ‘ derken bir hayale döneriz.”***Bahar çiçeklerinin üstüne kar yağıyor bazen. Ne olduğunu tam da anlamadan yaşayıp gidiyoruz…“Bir hakikat var mı” derken yavaş yavaş bir hayal olmaya doğru yol alıyoruz...Belki de budur bizim maceramız.Hayalle hakikat arasında bir yolculuk işte… Bir de ‘görebilsek’…
İşte bahar geliyor…İçine iyimser hayallerin karıştığı bir huzursuzlukla kıpırdanma dönemi başlıyor. İçimizdeki hesaplaşma başkaldırıyor…Toprağın, çiçeklerin, ağaçların bir parçası olduğumuz onlarla birlikte canlanmamızdan belli. Kıpır kıpırız.“Ben de çiçeklerimi açacak mıyım acaba? Yoksa bir bahar daha çiçeksiz mi geçecek” sorusu ruhumuza usul usul dolanıyor.***Baharın bu ikili yapısını seviyorum.Hem çoşkulu bir ümidi hem de huzursuz bir endişeyi birlikte taşıyorsun içinde.Yaşamak istiyorsun.Doya doya yaşamak.Sonra, “ya yaşayamazsam” diye korkuyorsun.“Ya bir bahar daha hayal kırıklığıyla geçerse.”Sakespeare’den ödünç aldığımız bir kalıpla söylersem, “yaşamak ya da yaşamamak, işte bütün baharın sorusu.”***Benim merak ettiğim, bu “yaşamayı” ya da “yaşayamamayı” kimin belirleyeceğini düşündüğümüz. Kim ne yapacak da yaşayacağız? Ya da kim ne yapmayacak da yaşamayacağız? Belli ki bunu kendimizden beklemiyoruz. Bunları gerçekleştirecek bir başkası var. O kim?***Şarkıdaki gibi “bir bahar akşamı rastlayacağımız” birini mi bekliyoruz?Bahar denince aklımıza hemen aşk geliyor değil mi? Bizi “yaşatacak” olan bir başkası mı gerçekten?Kendimiz değil miyiz yaşayıp yaşamayacağımıza karar verecek olan?Tümüyle bir başkasına mı bağlı gelen baharın nasıl geçeceği? O aşkla değişecek mi değişmeyen herşey…***Sanırım bu endişeler, kendi kararsızlığımızdan kaynaklanıyor.Kıpırdayamayacağımızdan, ağaçlar gibi çoşamayacağımızdan, dağ suları gibi çağıldayarak hayata akamayacağımızdan korkuyoruz. Neden peki bu korkumuz? Neden yaşamak için bir başkasını bekliyoruz?Neden bir başkası gelsin ve bütün hayatımızı değiştirsin istiyoruz?Neden ve hep o aşkla kurtulmak istiyoruz kendimizden?Bu bahar kendimizden kendimiz kurtulsak…Mahsenlerimizde özenle sakladığımız korkuları yalanları bizi baharlara kör eden taş kesilmiş duyguları biz çıkarıp atsak ruhumuzdan…***Herhalde asıl soru bu.Baharın yarattığı huzursuzluk belki de bu soruyu canlandırmasından geliyor.Bir kış üstünü örtüp sakladığımız bu soru baharda bütün doğayla birlikte canlanıp ortaya çıkıyor.Neden hayatımızı değiştirecek olan biz değiliz?Neden yaşamayaya da yaşamamaya karar verecek olan biz değiliz?***Aslında karar verecek olan biziz tabii…Sadece karar vermekten korkuyoruz.O korku orada hep duruyor…Dört mevsim orada o.Ama baharla içimizde coşan yaşama isteği gelip, o korkuya çarpıyor.O korkuyu belki bu sefer yenebileceğiz diye ümitlenip ya gene yenemezsek diye endişeleniyoruz.Bütün o yaşadığımız fırtına kendi etrafımızda dönüyor…Hadi bu bahar aşık olalım… Ama bu sefer aşk bizi değil biz aşkı kurtaralım…
Çok bildik ve çok kesin gözüken cümlelerin arkasında, belki de çok açık oldukları için kimsenin bu cümleleri kurcalamaya yanaşmamasından dolayı derin karanlıkların biriktiğinden kuşkulanıyorum…“İnsan sevdi mi sevilmek ister.”Bu basit, tekrarlanması, söylenmesi, yazılması bile ayıp sayılabilecek kadar sıradan olan cümle, böylesine rahatlıkla kabul edildiğinde, arkasına saklanan duyguları görmüyor insan.“Sevgi” deyip geçtiğimiz o büyük duygu karmaşasının içinde başka hangi duyguların da yeraldığını merak etmiyor.“Sevme şehveti” diye anlatabileceğim bir duygu var o saklanan duyguların arasında mesela. Sevmeyi sevmek.Bir Mecnun gibi Leyla’yı unutup, sevmenin kendisine aşık olmak.***Latinlerin bir sözü var, ‘zehiri yapan dozudur’ diyorlar.Dozunu ayarlayamadığın herşey ‘öldürücü’ oluyor.Sevgi bile…İnsanı unutup sevme duygusuna tutulduğunda, o sevgi bir zehire dönüşüyor…Seni de, sevdiğini sandığın insanı da öldüren güçlü bir zehire.İnsan, dozunu tutturamadı mı sevginin, ya kendisini ya karşısındakini sevgiden zehirliyor…Kendi doğal yolundan sapan her duygu gibi böyle bir sevgi de, hızla serpilip kendi korkularını, süphelerini, düşmanlıklarını, öfkelerini yaratıyor.***Önce bir insanı seven, sonra o insanı unutup ona duyduğu sevgiye bağlanan nice insan var.Kendi sevgisinden gözü kamaştığı için artık karşısındakini ‘tanımayan’…Sevgiyle sevdiklerini yokeden…Nice insan.Kendisinin, karşısındakinden daha çok sevdiğine ve karşılığında yeterince sevgi görmediğine inananlar, düşman oluyor herkese…Sonunda sevdiklerine bile…‘Herkesden çok sevenler’ zehirliyorlar sevdiklerini sevgileriyle.Yeterince sevilmediğini düşünüp sevgi için savaşıyorlar.Sadece kendi duydukları sevgiyi gördüklerinden, birbirlerinin ruhlarını kanattıklarını, yaralar açtıklarını farkedemiyorlar.***Oscar Wilde’ın bir sözü var, yaygın, bildik bir söz…‘İnsan sevdiğini öldürür.’Çoğumuz çok sevdiğimizde bu söze sığınıyoruz, sevgimizden sızan öteki duyguları saklamak için. Belki de bu yüzden, bu söz de arkasında biriken derin karanlığıyla yankılanıyor içimde.Sevmek ve ‘öldürmek’ arasında bir ilişki var sanki.Ama, Wilde’ın cümlesini, niye böyle olduğunu bile merak etmeden, böylesine kolay kabullenmemizde bir tuhaflık yok mu sizce de?Neden öldürüyor insan sevdiğini?Neden sevmek, insanı bir ölüme bu kadar yaklaştırıyor?Neden sevdiğimizi yoketmek istiyoruz?Ve neden bunu bu kadar doğal buluyoruz?***“İnsan sevdiğini öldürür.”Belki de, bir insanı değil “sevmenin” kendisini sevmeye başlayanlar, asla karşılık bulamayacakları için acı çekiyor…Ve sevdiklerini değil aslında bu acıyı öldürmek istiyorlar.Çünkü onlar “birisini” sevmiyor, onlar kendilerine karşılık veremeyecek bir “duyguyu” seviyor.Sevenler değil belki de öldürenler.Sevdiğini aslında sevmeyenler…
Kendimi, benimkine benzemeyen bir zevkin dilini kullananların arasında mutsuz hissettim hep…Çoğu zaman sıkıldım onlardan.Çoğu zamansa küçümsedim…Onların da beni küçümsediği gibi…***Kendisine benzemeyeni hiç sevmiyor kalabalıklar…Bense onlara benzememeyi hep sevdim.26 yaşındayım…On yaşındayken de böyleydim…Ellimde de böyle olacağım.Tıpkı sizin gibi diğerlerine benzememeyi hep önemseyeceğim.***Hep beğenilmek istiyoruz.Hep birbirine benzeyenlerin dışında kalmak istiyoruz.Ve nasıl da birbirine benzeyen kocaman bir grup olduğumuzu fark etmiyoruz.Hepimiz başkalarına benzemek istemeyen ve sadece bu duygusuyla bile birbirlerine benzeyenleriz işte.***Şu beğenilme arzusu var ya…Daha çocukluğumda başladı.Annemle babamın gözlerinden korkardım çocukken.Ürkerdim gözlerinde bir alaycılık gölgesi görmekten.Oysa o gözler gülümserdi hep bana.***Annemle babam beğenmeliydi beni…Benim birlikteyken sıkıldığım insanlardan biri gibi olmamalıydım onlar için…Sonra tüm insanlar beğenmeliydi beni…Sonra annemle babam bir kez daha hayran olmalıydı bana.Tüm insanların bana hayran olduğunu annemle babam bilmeliydi en önce.***İnsanların beni beğenmesini isterdim.Onların beni beğenmesini isterdim ama ben onları beğenmezdim aslında…Karşılıklı küçümserdik birbirimizi.Nasıl bir düzendi bu…Kimsenin kimseyi beğenmediği, ondan tamamen farklı olduğunu düşündüğü ama yine de ona kendini beğendirmek için defalarca yeni oyunlar, yeni kanıtlar peşinde koştuğu…***Hayatımızın en önemsiz kahramanlarına bile kendimizi beğendirmek istiyoruz.Bu hırsla yokolduğumuzu bile anlamıyoruz.Şu beğenilme arzusu…Beğenilmenin coşkusu için mi yoksa beğenilmemenin acısına dayanamayacağımızdan mı vazgeçiyoruz kendimiz olmaktan, bilemiyorum.Hepimiz birbirimizi küçümsüyoruz ve hepimiz birbirimizi çok önemsiyoruz.Ve hepimiz diğerlerinin bizi beğenmesi için kendimiz olmaktan vazgeçiyoruz.***Bu yazıyı yirmi altı yaşında, çantamda hep dolaştırdığım, eskimiş yazı defterime yazmışım…Ve o defterleri çıkarıp okuyorum şimdi…Biliyor musunuz, yaş aldıkça akıllanırız gibi gelse de galiba bazı konularda hiç akıllanmıyoruz.Gençken yazdıklarıma baktıkça buna daha çok inanıyorum.Bütün insanların ortaklaşa sahip oldukları sakatlıklar var.O sakatlıklardan kurtulamıyoruz.Belki de tek teselli…Bu sakatlığı görüp anlamak.Belki de bizi “diğerlerinden” ayırabilecek tek özellik bunun farkına varabilmek.Belki de bizi diğerlerinden ayıracak tek şey ‘sakatlıklarımızla’ birbirimize benzediğimizi bilmek…Not: Önümüzdeki iki gün yokum... Görüşmek üzere...
Yeniden yaşamamız, yeniden aşık olmamız, yeniden ağlamamız, acı çekmemiz, özlememiz, kıskanmamız için neye ihtiyacımız olduğunu buldum.Bizim şiire ihtiyacımız var.Bizi coşturacak, hayatın üzerine taze bir güçle salacak şiirlere...Bize acıyı öğretecek şiirlere...Bize aşkı öğreten şiirlere...Bize ayrılığı, acıyı anlatan şiirlere...Hayatın içinde telaşla koşarken oraya buraya saçıp kaybettiğimiz, artık kaybettiğimizi bile unuttuğumuz duyguları hatırlatacak, o kaybolmuş duyguları derinlerden bir yerlerden bulup çıkartacak, onları bize yeniden armağan edecek şiirlere ihtiyacımız var bizim.Yalnızlığı nasıl hepimizin bir yanında yara gibi gezdirdiğini anlatan şiirlere ihtiyacımız var.***Kelebeğin Rüyası’nı seyrettim.Biri 22, diğeri 26 yaşında ölen iki Zonguldaklı şairin Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur’un hayatını anlatan Kelebeğin Rüyası filmini.Filmi seyrettiyseniz, ne dediğimi daha iyi anlamışsınızdır aslında.Daha önce şiir nedir, nasıl birşeydir hiç duymamış olsaydık bile o genç şairlerin hayatını seyrettiğimizde şiiri özlerdik.***O iki genç şairin hayatı umursamamalarına, ölüme kafa tutmalarına, bunu da kimselere söyleme ihtiyacında olmamalarına, bunu sadece şiirleriyle yapmalarına hayran oldum.Olan tutkularından etkilendim.Kendi duygularından, kendi zaaflarından, kendi acılarından korkmamalarına vuruldum.İnsanın değiştiremeyeceği gerçekleri olduğu gibi kabul etmesi, bu değişmezlikten kendine yeni bir yaşam sevinci yaratması yürek ister.Sanıldığı gibi insanı korkutan, dünya, zorluklar, yaşam koşulları ya da başkaları değil...Kendisinden korkar en çok...Kendi duygularından korkar...Yaşama her dokunduğunda duygularının alevlenip kendisini yakacağından korkar.O iki genç şair Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur ise hiç korkmadan, hayatın tüm zorluklarından yeni bir hayat çıkacağına inanarak, sadece şiir yazarak kısa ama ‘büyük’ bir hayat yaşamış...Duygularından korkmak akıllarına bile gelmemiş...Verem olduklarını bildikleri halde ölümü değil sadece yaşamayı düşünmüşler...Sadece şiir yazmışlar.***Yılmaz Erdoğan, bize şiiri ve hiç hakketmedikleri bir unutuluşa bırakılan iki genç şairi gerçekten muhteşem bir filmle hatırlatıyor.Erdoğan da unutulmaz bir şiir yazmış.Filmi seyrederken, şairlerin “ölseler” de susmayacaklarını, şiirin ve sanatın hiç susmayacağını anlıyorsunuz.Filmi seyrettikten sonra hiç durmadan Rüştü Onur’un mısralarını mırıldanıyorsunuz.“Benden zarar gelmezKovanındaki arıyaYuvasındaki kuşa;Ben kendi halimde yaşarım altında.Sebepsiz gülüşüm caddelerdeMemnuniyetimden;Ve bu çılgınlık delicesine geliyor.Dilsiz değilim susamam ölüler gibiBu güzel dünyanın ortasında”
Geçtiğimiz 16 Temmuz’da… Barış konuşmalarının fısıltı halinde de olsa dillendiği ama Diyarbakır’da polislerin BDP’nin miting yapmasını engellediği, PKK’nın yol kestiği, şantiye bastığı, adam kaçırdığı, araç yaktığı günlerde… “Barışı sadece Türkler mi istemiyor, Öcalan’a karşı olan Kürtler de varmış gibi geliyor bana bazen”diye yazmışım ve eklemişim: “En çok, bu ülkede kim kime karşı onu anlamakta zorlanıyorum. Eğer anlarsam da çok şaşırıyorum.Aslında ortada gözüken tablo çok basit, değil mi?Türkler Kürtlere…Kürtler Türklere…Ulusalcılar dindarlara…Dindarlar Kemalistlere…Sünniler Alevilere… Karşı.Ama benim anladığım şu;Türkler TürklereKürtler Kürtlere…Dindarlar dindarlara…Ulusalcılar ulusalcılara da karşı.Birbirlerine benzerler arasında da çok şiddetli kavgalar oluyor bu memlekette.”Ve bu sonsuz görünen çatışmalara bakarken merak etmişim, “Kandil’le Öcalan’ın arası gerçekten iyi mi” diye…***İşte tam bu sorunun sorulacağı, cevabının ise her zamankinden daha mühim olduğu zamana geldik. Barış süreci başladı, Öcalan’la görüşmeler yapılıyor.Öcalan, Kandil’e mektup yazdı.Aslında nihai mektup değilmiş bu.Daha çok bir prova mektup gibiymiş.Tepkilere göre esas yol haritasını verecekmiş.***Türk ve Kürt kamu oyları kadar, Kandil’in ve PKK’nın Avrupa kanadının da yaşanan süreci etkileme gücü çok fazla…Yalçın Akdoğan da başbakanın başdanışmanı, bir iki gündür şunları soruyor, sanırım aynı tedirginlikle:“Bu süreçte örgütün şahin kanadı acaba yaşanacak gelişmeleri ne derece benimseyecek?Sürece karşıtlık veya sürecin muhtevasına yönelik hazımsızlık Öcalan karşıtlığına dönüşebilir mi?Süreç boyunca örgütün yeni saldırılarda bulunması bir sabotaj anlamına gelmez, aynı zamanda Öcalan’ın iradesini anlamsızlaştıracak çıkışlar yapmaları da büyük bir sabotaj anlamına gelir…Kandil’deki kanatların Öcalan’ın çağrısına nasıl karşılık vereceği merak konusudur. Kendi görüşünü ve pozisyonunu dikte eden bir Kandil’e karşı Öcalan’ın nasıl davranacağı da önemli bir konudur. Öcalan’ın Kandil’e ve BDP’ye gönderdiği çerçeveyi asıl mesaj değil de bir taslak olarak nitelendirmesi sadece onların görüşlerini de almak, onları da sürece katmak isteğinden gelmiyor olsa gerek. Bu aynı zamanda örgütün tavrını ölçmek ve boşa düşmemek kaygısının da bir sonucudur…”***Otuz yıl boyunca nefretin ve düşmanlığın beslendiği, iki tarafın da canının yandığı, öfke ve intikam duygularının kabardığı bir savaş yaşadık.İki kesimde de çeşitli grupların iktidar kavgasına giriştiği karma karışık bir yapı oluştu.İki tarafta da barışı istemeyenler var, iki tarafta da barış yerine “mutlak bir zafer” arzulayanlar var.Ben, bu barış sürecinde karşılaşabileceğimiz çeşitli tuzakları aşabilmenin tek bir yolu olduğuna inanıyorum.O da, bütün ülkeyi kapsayacak “mutlak” bir demokrasi atağının başlaması, devletin yapısının, siyasetin, hukukun demokrasiye göre yeniden yapılandırılması. Beni, barışa doğru yürürken Kandil’in “şahin” kanadından çok bu demokrasi isteğinin ortada görünmemesi endişelendiriyor.Tam bir demokrasi olmadığı zaman, barışın önüne iki taraftan da kazılacak tuzaklardan kurtulmak çok zor oluyor çünkü.
İnsanlar çok uzun zamandan beri tartışır ama bir türlü karar veremezler, giden mi daha çok kanar yolunda yoksa kalan mı zorlanır gidenin ardında?Gitmek mi daha zordur kalmak mı?Ben genellikle gitmenin daha zor olduğunu düşündüm…Kalmanın da daha acı verdiğini.Ama hiçbir zaman kesin bir karara varamadım.Hangisi daha zordu gerçekten?***Bazı küçük sorular vardır ya…“Mutlu musun” gibi…Cevabını düşünürken bir anda bilmediğin ne varsa öğrenirsin sanki kendinle ilgili…Şaşırıp susarsın.Neden cevaplayamayız bu soruyu, neden şaşırtır “mutlu musun” sorusu her defasında bizi?Niye bu soru karşısında kilitlenip kalırız?Niye bu sorunun bir cevabı yoktur bizde?Bir türlü bilemeyiz…***Belki gitmek zor, belki de kalmak…Belki de “gitmek” ve “kalmak” gibi seçeneklerden birini tercih etmek mecburiyetinde olmak zor.Belki hem gitmek hem kalmak istiyoruz.Belki de hiçbir istek tek başına varolamıyor içimizde.Hep onunla çelişen başka bir istek de bulunuyor yanında.Onun için karar veremiyoruz gitmek mi zor kalmak mı?Onun için “mutlu musun” sorusunun aydınlık bir cevabı yok içimizde.***Çoğunlukla aynı anda iki ayrı duyguyu bir arada yaşıyoruz.Ve ben bir türlü karar veremiyorum; bir parçalanma mı hayat yoksa bir bütünleşme mi?Hayat dediğimiz çaba, çelişen istekleri barındıran iki ayrı parçamızı sonsuza dek iki ayrı parça halinde tutmak mı yoksa onları bir bütünlüğe kavuşturmak mı?Ne istersek isteyelim hep diğer yanımızın bir başka şeyi istemesi hayatın gerçeği mi?Eğer böyleyse “mutluluk” diye birşey olabilir mi?Mutluluk acaba bu iki parçanın çok kısa süreliğine de olsa aynı şeyi istemesi mi?İçimizdeki kalabalık aynı anda aynı şeyi hep birlikte istediğinde mi “mutlu” oluyoruz?***O yüzden mi “mutlu musun” sorusu en zorlandığımız soru?Bir türlü içimizdeki hiçbir çelişik duyguyla çatışmadan tek birşeyi isteyemediğimiz için mi?Her isteğimizin karşısında onunla çelişen bir başka isteğimiz de olduğu için mi?***Belki de bütün hayatımız, içimizdeki çelişkilerin sona erip, bütün varlığımızın tek birşeyi istediği o anı bulabilmek için geçiyor.Kumar makinelerinde üç yedilinin yanyana gelmesi gibi…Her bir parçamız aynı istekte durduğunda, her bir parçamızda aynı isteği gördüğümüzde…Makine “kazandın” diye bağırıyor.Hayatın bütün oluklarından mutluluk dökülüyor.Galiba bütün mesele, bunun çok az olması…Bazen de hiç olmaması….İnsan bir türlü karar veremiyor...
Gelişmiş dünya “bir insan için bir ülkenin bütün toprağını feda ederim”anlayışını benimserken…Bizler “bir karış toprak için bir ülkenin bütün insanlarını feda ederim” diyen bir toprak fetişizminin kurbanları olarak yaşıyoruz.Hala toprağın insandan önemli olduğuna inanıyoruz.Barış konuşmalarının, “hayırlara” vesile olacak kararların gündemde olduğu şu günlerde size de oluyordur, rastladığınız birileri de bu barışa, en azından böyle bir barışa karşı.Çok fazla ödün verildiğini düşünüyorlar.Gerçekten biz Türkler barışa fazla ödün vererek mi ulaşıyoruz sizce?***Cumhuriyeti birlikte kurduğumuz insanlarımıza sırf Kürt diye ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapmaya devam mı edilmeli?Onların Kürt olduğunu inkar mı etmeliyiz?Hepsine zorla Türk oldukları kabul mu ettirilmeli?Çocuklarını anadillerinde eğitilmeleri mi yasaklanmalı?Türklere tanınan haklar onlara tanınmamalı mı?“Hepimiz eşitiz” demek, “hepimiz eşit haklara sahibiz” demek bir taviz mi?Yoksa kabul etmek gelişmişliğe, huzura, çağdaşlığa, zenginliğe atılan bir adım mı?***Her savaşta ateşkes başlamadan önce vurulan son bir asker bulunur…Tüfekler susmadan önce patlayan son tüfekle vurulan son asker…Binlerce insanın öldüğü bir savaşta belki de en şanssız insandır o.Şanssızlığı, yaşamın tam kıyısında, kurtulmanın tam eşiğinde ölmesindedir.Biz de barışa direnirsek, ateşkesden önce vurulan son asker gibi dünya yepyeni bir çağa açılırken geride kalmış, anayasası ilkelliklerle dolu, hukuku, insan hakları bitkisel hayatta bir toplum olacağız…Yeni çağın hemen kapısında içeri giremeden yığılıp kalacağız.Yeryüzü bilgiyi kullanarak büyürken biz küçücük kalıp birbirimizi öldüreceğiz.Artık dünyada en önemli şey toprak değil. İnsan topraktan çok daha önemli.İnsanoğlunun, kendi değerini, insanın kıymetini anladığı bir çağ bu.Neden biz insan hayatını topraktan daha değersiz görmeye devam etmek zorundayız?Beş yüz yıl önceki anlayışı bugün hala neden sürdürmemiz gerekiyor?Neden bir ırkın diğer ırktan daha önemli olduğunu iddia etmeye devam etmeye mecbur olalım?***Toprak değil artık en değerli olan.O toprağın üstünde yaşayan insanlar önemli.İnsanın değerli olabilmesi de ancak eşit olabilmesiyle mümkün. Eşitlik yoksa hiçbir insan önemli olamıyor.Yeni dünyanın kapısına yorgun argın yaralı olarak da olsa ulaştık.“Bayrak, ezan, toprak” diye başlayan nutuklar yerine “insan” diye başlayan nutuklar atabiliriz mesela…“Biz insanız ve en değerli olan biziz” diyebiliriz.Barışa karşı çıkmak insanın değerine karşı çıkmak demek bence. Eşitliğe karşı çıkmak insanın değerini inkar etmek demek.Barışa ve eşitliğe karşı çıkanlar sadece başka ırkın insanlarını değil kendilerini de küçümsüyorlar.Neden kendimizi küçümseyelim?Biz insanız ve biz değerliyiz.Barış ve eşitlik, kendi değerimizi kabul etmektir.Bunda karşı çıkılacak ne var?Yeter, alnımızı patlayacak son tüfeğin namlusuna dayamayalım artık…