“Yaşamadığım hayattan yoruldum” dedi arkadaşım sabah yürüyüşü yaparken.Öyle içimde çınladı ki bu söz…Neredeyse birebir aynı şeyi düşünüyordum.Yaşamadığım hayattan yorgundum.Yaşamadıkları yüzünden yorulmuş insanların ülkesiyiz biz.Yol boyunca düşündüm.Şilepler geçti, küçük kayıklar onların dalgalarında fırtınalara tutuldu, güneş sahilleri aydınlattı…Ben düşünmeye devam ettim.Duygularımız yok sayılmış, ezilmiş korkutulmuşuz hepimiz.Burada, bu topraklarda duyguların açıkca yaşanması düzeni bozuyor çünkü…Kalabalıklar düzeni seviyor, kalabalıklar duygulardan korkuyor, hareketten ürküyor.Korkularıyla, duygularına bir mezar kazıp düzenlerini bu mezarların üstlerine kuruyorlar….Düzeni korumak için kendi duygularını, kendi aşklarını, kendi şehvetlerini, kendi hayatlarını küçümsüyorlar.Ve hiçbir duyguyu özgürce yaşayamıyorlar.Bu bir insanı nasıl yormaz ki…***Duygular sönüyor, insanlar birbirine benziyor, şarkılar susuyor, sanat önemsizleşiyor gittikçe.Hayat suskunlaşıyor biz yoruldukça.Bizler, hepimiz, o sessizliğe doğduk işte.Annelerimizin, anneannelerimizin, onların annelerinin sevdikleri erkekle dans etmedikleri, bir lokantada başbaşa yemek yemedikleri, başlarını sevdiklerinin boynunun altına sokup sohbet etmedikleri yerlerden geldik bu hayata…Sonsuz bir sıkıntıdan, insanları öldüren bir çoraklıktan geldik.Ölü hayatlarımızdan utanacağımıza, hayatın kendisini küçümsemeyi öğrendik önce…Günahları,yasakları ezberledik…Şehvetten, hazdan, aşktan korktuk..Aşk yaşamadan aşk yorgunu olduk…Coşkularımızdan utandık.Ve hiç kendimize sormadık, ne olur bu düzeni bozarsak diye…Çok mu ayıplar bizi?Küçümserler mi ,beğenmezler mi?Ne olur beğenmezlerse?Onlardan korkarak mı yaşayacağız aşklarımızı?Işığın, kahkahanın, aşkın düşmanı mı kesileceğiz?Bizden daha cesur olanlara hep mi kızacağız imrenerek?Yaşayanları, sevişenleri, mutlu olanları kıskanarak mı geçecek hayatımız?Yalnız başımızayken istediklerimizi, başkalarının yanında lanetleyerek mi yaşacağız bu hayatı?Yok mu başka bir seçenek gerçekten?***Hazzı ve mutluluğu bilmeyen kalabalıkların içinde bencillikten başka ne büyüyebilir ki?Hazdan korktuğumuz için benciliz.Hazzı bilmeyen acıyı, acıyı bilmeyen aşkı nasıl bilecek ki?Korkaklar nasıl sevecek?Sevmeden hayatı nasıl yaşayacak?Kadınla erkeği bu kadar koparılmış, heyecanları ezilmiş, sevişmeleri ayıplanmış, acıları küçümsenmiş bir toplum aşık olmayı, doya doya yaşamayı, mücadele etmeyi nasıl öğrenecek?Hayatı yaşamadan yorgunuz biz.Yorgunların en zavallısıyız ...Yok mu başka başka seçeneğimiz gerçekten?
Gizli örgütlere girenlere ‘yakalanınca adınızı söylemeyin’ derler…Çünkü baskı altında bir kere adını söyledin mi artık sonrası bir zaman meselesidir…Er ya da geç her şeyi anlatırsın.Aşk da böyle…Düşersen, yakalanırsan asla adını söylememen, duygularımın geri kalanını saklarım sanarak ilk itirafı yapmaman gerekiyor…Karşındaki seninle birlikte konuşana kadar beklemen gerekiyor…Yoksa ruhunun tüm derinlikleri acıya açılmış oluyor… Oysa aşık olduğunda, tıpkı işkence görenler gibi bir yanın yüzlerine her şeyi haykırmak ister.Susmak… Acıya dayanıklı olmak bile o acıdan daha fazla incitir her yerini.Bagırmak istersin…Diğer yanınsa daima tehlikeye karşı seni korumak için uyarır…“Bırakma kendini.”***Bazen sizin de içinizden geçmiyor mu “keşke aşk tümüyle bir teslimiyet olsa” diye…Acısından korkmadan acısa her yanımız. Sakınmak, korkmak, saklamak, aşk acısının kendisinden bile daha sancılı değil mi?Aşık olduğumuzda, neredeyse tümü kuşkudan kaynaklanan kıskançlıklarla, intikam istekleriyle, öfkelerle, alınmalarla, bütün hayatımızı sevdiğimize bağışlama isteği beraber ortaya çıkıyor.Bizi çılgına çeviren de bu zaten…İşkencede canının acıması değil belki seni yenen…Onların senin yenildiğini düşünmeleri belki de…***Tom Cruise ile Paul Newman’ın oynadığı epeyce eski bir film var…Paranın Rengi. Şehir şehir dolaşıp, bilardo oynuyor, girdikleri bahislerle büyük para kazanıyorlar… Ama tek bir kural var bu oyunun…Asla bilardo oyuncularının en iyisi olduklarını karşındakine hissettirmemesi gerekiyor.Çünkü onu yeneceğini bilen hiç kimse seninle o bahse girmiyor…Aşk gibi…Bazen kazanmak için önce kaybetmen gerekiyor…O kaybedişe dayanıklı olman gerekiyor.***Hepimiz aşık oluyoruz…Herkes birilerini seviyor…Ama acaba kaçımız, kaybetmeye dayanamayacağımız, hayran olduğumuz, yokluğunda savrulacağımız, bizi güçsüz bıraktığını düşündüğümüz birine aşık olabilir?Kaçımız sonra kazanacağımızı bilsek bile o ilk oyunu kaybetmeyi göze alır?Kaçımız endişelerle korkulardan, öfkelerden, kıskançlık nöbetlerinden geçerken sevdiğine tutunur?Kaçımız sevdiğimizi kazanmak için önce onu kaybetmeyi göze alır?***Aşk, o çok lezzetli meyvesini çok geç veren sihirli bir ağaç gibi…Ne zaman susacağını, ne zaman konuşacağını, ne zaman sulayacağını, ne zaman çok fazla su vermemen gerektiğini bilmen lazım.O meyveyi tatmayı beklerken çekeceğin acıları sineye çekmeyi öğrenmen lazım.Keşke öyle olmasa dediği oluyor insanın, ağacı bulduğunda meyveyi de bulsan, bunca uğraşmasan, konuşmak isterken susman gerekmese, susmak isterken konuşmak zorunda kalmasan…İnsanın içinden böyle geçiyor ama…Belki de meyveyi öylesine lezzetli kılan onu beklerken çekilen bu çile, kimbilir…Küçük bir öneri: Bu yazıyı Sade’nin Still İn Love With You şarkısını dinleyerek okuyun…
Bu ülke o kadar uzun zamandan beri acı çekiyor ki bu acıyı durdurma ihtimali bile bizde, büyük bir sevinç ve çoşku yaratıyor.Bu sevinç, bazen bizim bütün bir resmi görmemize bile engel olabiliyor.O ‘ihtimal’ karşılığında sormaktan ve sorgulamaktan vazgeçiyoruz. Ama sorgulamaktan vazgeçtiğimiz anda da bizi sevindiren ‘ihtimali’ tehlikeye atabileceğimizi düşünüyorum.***Başbakan Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta Güneydoğu’da yaptığı konuşmalardaki cümleleri işte bana tam bu duyguyu veriyor:“Diyoruz ki artık silahları gömün, silahları bırakın.”“Biz size diyoruz ki, sıkılı yumrukların olduğu bir toplum barış toplumu olmaz.”“Biz barış, huzur, kardeşlik ortamını tesis etmek için samimiyetle çalışıyoruz ve bu samimiyetin karşısında samimiyet bekliyoruz.”“Savaş kolaydır, barış zordur!”“Biz zora talibiz.”“Biz bu ülkede artık ölümleri değil, sevinçleri konuşmak istiyoruz.”“Biz bu ülkede artık silahların değil, fikirlerin, siyasetin konuşmasını istiyoruz.”Bu cümleler beni umutlandırsa da bir yanımı da korkutuyor.***Haksızlık etmek istemiyorum…Herkesin umutlu olduğu, barış sürecinin başladığına inandığı bir dönemde benim ürkmem belki gerçekten tuhaf.Ama ben amacı tam belli olmayan bir ‘devrime’ çok fazla güvenemiyorum.Başbakan Tayyip Erdoğan’ın gerçek amacı ne acaba bu umut dolu cümleleri söylerken?Hedefi gerçekten nedir?Nasıl bir barış planı var kafasında?Herkesin barış içinde eşit ve özgür yaşayacağı demokratik bir sistem mi istiyor?Yoksa barış karşılığında demokrasi hayalinden mi vazgeçeceğiz?Neden Erdoğan’ın bu muhteşem barış atağı bütün ülkeyi kapsayan bir demokrasi atağına dönüşmüyor?***Barış gibi büyük bir cesaret isteyen bir işi yapmaya talip olan bir lider neden aynı cesareti bir darbe anayasasını bütünüyle değiştirmekte göstermiyor?Neden Kenan Evren’in Siyasi Partiler Yasası, Seçim Yasası aynen devam ediyor?Neden 301. Madde hala kaldırılamıyor?Neden hukuku siyasetin denetimine sokacak adımlar atılıyor?Neden demokratik ülkelerde bir örneği olmayan, bütün gücü tek bir adamın elinde toplayan bir “başkanlık sistemi” icat edilmeye çalışılıyor?***Barış girişimlerini vicdanı olan, gençlerin yaşamasını isteyen herkes destekler.Buna bütün kalbimle inanıyorum.Ama demokrasisiz bir barışın kalıcı olmayacağına da inanıyorum.İnandırıcı ve kalıcı bir barış demokrasiyle birlikte gerçekleşebilir ancak.Neden barış için Erdoğan’ın gösterdiği cesaret ve istek demokratik hamlelerde gözükmüyor?Benim aklıma takılan soru bu.Beni ürküten eksiklik bu.Ben barışı ve demokrasiyi birlikte istiyorum, ikisinin ancak birlikte varolabileceğini düşünüyorum.Bu ikisi birlikte yürümediği sürece, başkalarını bilmem ama ben hep tedirginlikle izleyeceğim olanları.
Piyeslerde geçen, filmlerde duyguğum,kitaplarda rastladığım pek çok cümleyi söylemem ben…Korkarım…Utanırım onları gerçek hayatta söylemeye.‘Gitme kal, nefes alamam sensizlikte’ diyemem mesela…Onsuzluktan ölürüm de bunu söylemeye cesaret edemem.Peşimi bırakmaz çünkü içimdeki endişe… O cümlelerdeki en ufak yapaylığın, yalan kırıntısının söyleyeni de dinleyeni de nasıl gülünç duruma sokacağını bilirim gizliden gizliye…Korkarım o yüzden içimden geçen cümlelerden.Sadece filmlerde, kitaplarda, piyeslerde rastlarım onlara…Hem o cümleyi söyletecek aşkı ararım hayatta, hem de o cümleden kaçarım hayatım boyunca.***İnsan sadece hayallerinde istediği kadar aşık olabiliyor sanki…Belki de bu yüzden korkuyor insanlar sevgilerini göstermeye…Ne kadar çok hissederlerse, söylemesi de o kadar zor oluyor ....Hayallerindeki herşeye rastlıyor insan hayatta da sanki bir tek o aşk cümlesine rastlamıyor.Bir türlü pencerenin altına gelmiyor belki sevdiği erkek…Ya da bir türlü sevdiği kadın kapının altından öyle bir mektup atmıyor.Piyeslerde filmlerde kitaplarda olan aşklar, bizlerineline değince sanki hep eksik kalıyor.***Merak ediyorum o yüzden, insan içindeki gerçeğin büyüklüğünden korktukça mı gerçeği saklıyor acaba?İçimizdeki aşkın cümlesi ne ise, hem onu arayıp hem ondan kaçtığımız için mi böyle tedirgin ve ürkeğiz?En ürkeğimiz aslında içinde en büyük aşk cümlesine sahip olan mı?‘Senin için ölürüm’ diyecek kadın, aşk denilince aklına bu gelen erkek, en suskun olanımız mı?***Geçtiğimiz perşembe sevgililer günüydü.Kime rastlasam o günü küçümsüyordu.Evet kutlanmasındaki büyük coşku tuhaftı belki ama o büyük coşku büyüklüğünde bir küçümseme de insanı şaşırtıyordu doğrusu.O zaman düşündümbunları.Sevgililer gününü kutlamayı küçümseyenler aslında aramızdaki en büyük aşk cümlesine sahip olanlar olabilir mi diye?İnsan neyi niye küçümsediğini bilmez çünkü her zaman…Küçümsüyorsa en büyük dikkatini ona verdiğinden de olabilir.Öyle değil mi?Duygusal meselelerde küçümsediğiniz şey herneyse ısrarla baktığınız yer de orasıdır belki de.***Söylemeye korktuğumuz, içimizden geçen cümlelerin sahteleşmiş görünebilecek halleri hepimizi gülünç yapar, evet…O gülünçlükten korktukça da bu cümlelerin gerçeklerine de inanmamaya başlarız.Bu sıkıcı değil mi?Aşk denince aklınıza gelen o ilk cümlenin sadece filmlerde olduğu sanmaktan yorulmadınız mı?Ben çok sıkıldım bunlardan.Bu tedirginliklerden, bu hesaplardan, bu ürkekliklerden. Çocukken biliyordum aşk denince ne hissettiğimi…Büyüklerin korkularınaesir olan çocukluğumun aşk hayallerini neredeysekaybettim.***Aşkla ilgili tek tavrımız sevgililer gününe inanmamak olabilir mi?Fazlasıyla önemsemekle fazlasıyla küçümsemek birbirine çok benzemiyor mu?Belki de biraz sadeleşmek gerekiyor.Çok fazla önemsemeden, çok fazla küçümsemeden…Duygularından başkasına aldırmadan…Söyleyivermek gerekiyor belki de.İçinden geldiğince…Ve hiçbir şeyden korkmadan ;Gülünç olmak gerekiyor…
Pazar günü, “ siz hangi yanınızaihanet ettiğinizi biliyor musunuz, sahip çıktığımız parçamız mı yoksa ihanet ettiğimiz parçamız mı asılbiziz” diye sorduğum yazıya pek çokcevap geldi.Çoğu aynı şeyi söylüyordu, “bunu bir bilebilsem…”İsviçre Megeve’den gelen bir mail ise bana gönderilmiş ama bana yazılmamış, sanki Betül’ün içinden taşıp bilgisayarın tuşlarına çarpıp benim mailime düşmüş gibi tek başına yeni bir yazıydı.Aslında buna neden şaşırdığımı bilmiyorum…Betül, dünyayı sorularla anlamakta çok iyi olduğunu bildiğim dostlarımdan biri…“Cevaplandırılması en zor soru ‘ne istiyorsun’dur” diye başlıyordu maili…Sorularını, cevaplarını çok sevdim.Seveceğinizi düşünerek sizin de okumanızı istedim o yazıyı.*** “Cevaplandırılması en zor sorudur ‘ne istiyorsun’.Düşünüyorum, benim gerçekten istediğim şey ne?Yani yokluğuna son derece emin olduğum şey nedir acaba?O kadar yok ki ve o kadar bir türlüolmuyor ki, ben hep ve daima onuistiyorum!Beni böyle düşündüren şey, ya isteklerimin olacağına bir türlü inanamamam ya da en dipte, asıl yok olanı henüz fark etmemiş olmam… O yüzden de söyleyebildiğim isteklerin adı hep, uydurma aslında.Bu inanmadığımız halde sürekli istememiz, bir kaçış değil mi?İsteklerimizi dileklerimizi yalvar yakar anlatırken orda burda, sadece istiyor olmak, o mu bu mu demek bile içimizi rahatlatmıyor mu?Bu da bir ‘oyun’, kendini kandırmaca değil mi yani?Ben hangi yanımı istiyorum aslında?Olsaydı hayat bayram olurdudiyebileceğim ne yok hayatımda?Niye, neyi seçsem olmuyor?Akıl sepetimdeki her türlü yakınmayı, şikayeti, korkuyu ve arzuyu yokladım bunu bulmak için.Sonra bütün duaları taradım ve kaçtığım bütün köşelerden gerisin geri döndüm ve dipteki en eksik inancın ‘her şey olması gerektiği gibidir’ diyebilmek olduğuna karar verdim.Her şey olması gerektiği gibidir.…….Bu düşünce nasıl da sağlam birkabulleniş, tevekkül ve teslimiyet barındırıyor içinde gerçekten.Ama bu düşünce hangi duyguyuortaya çıkarıyor bunu bir türlü bulamadım.Sahi bunu düşünen, buna inanan bir insan kendini nasıl hisseder?Ya da buna gerçekten hiç inanır mı?Gerçek şu ki; bu cümleyi söylediğim zamanlar oldu benim.Zaten olmasa bu kadar meraklısı, sevdalısı olmazdım.Evet söyledim ama uçup gitti sonra... O andı ve bitti.O zaman büyük cevap; ‘Hiçbir şey kalıcı değildir’ mi?Neyi idrak edersek edelim, sonra yine başa dönmüş gibi hissedişimiz bu yüzden mi?Hayatın da ölümün de sırrı; her şeyin geçici olduğu mu? Hedef bir diğer yarımızı bulmak, anlamak mı?Yoksa aranıp bulunacak bir şey olmadığını idrak etmek mi?Yoksa hem o, hem o mu?”
Fanusa konmuş bir kelebek gibi sessizliğe alışmaya çalışarak neredeyse bütün gazeteleri okudum dün sabah…Ne zamandır üst üste bu kadar çok gazete okumamıştım…Ne yazdıklarını hiç merak etmediğim kağıt yığınları gibiler benim için uzun zamandır…Birbirimizi sevmekten vazgeçmiş ama ilişkiyi bitirmeye cesareti olmayan sevgililer gibiyiz…***Dün sabah onları özlediğimi fark ettim ve özenle hepsini teker teker okudum…Ve karar verdim bu sevgililer gününde bizim bu ilişkiyi yeniden gözden geçirmemiz lazım.Gerçekleri söylemiyorlar çünkü.Söyleyenler de sanki fısıltıyla söylüyorlar.Abartıyor muyum? Sanmıyorum…***Gazeteleri okuyorsunuz, notlar alıyorsunuz ve sonunda aldığınız notlara şöyle bir baktığınızda kendi sıkıcılığınızdan sıkılıyorsunuz…Siyasetcilerin dışında halkın oluşturacağı bir toplumsal muhalefetin sesi olmasını beklediğiniz gazeteler, ses çıkarmaktan çok uzaktalar.Gerçekçi, evrensel ölçülere bağlı, demokrasiyi savunan bir muhalefetin parçası değiller…Bu kuruluk sadece siyasette de değil üstelik… Magazin ya da lezzetli bir insan öyküsü bile yok denecek kadar az artık…Size hayatın, Türkiye’nin, dünyanın hiçbir gerçeğini sunamayan kağıt yığınları halindeler…İnsan güneşli bir sabah vakti gazeteleri okumaya başlayınca kendini fokur fokur kaynayan pis bir bataklığa düşmüş, çamurlanmış gibi hissediyor.***Hamletin dediği gibi ‘Danimarka’da kokuşmuş bir şeyler vardı.’Ve bu kokuşmuşluk artık saklanmıyor bu ülkede… Tuhaf bir kendinden vazgeçiş, karaya vurmuş deniz anası gibi pelteleşerek bütün ülkeye yayılıyor…Bu ülkede korku ve yalan artık müstehcenlik düzeyine geldi…Utanma ve edep duygumuzuincitiyorlar… Gazetecilik gerçekten ölüyor… ***Aslında benim gibi gazete okumayı seven biriyseniz bu acıyı siz de biliyorsunuz…Şöyle teker teker gazete sayfalarında dolanmak uzun uzun kahve yudumlayarak sevdiğin bir yazıdan ötekine uzanmak…Özlüyorsunuz değil mi siz de?İnsan, hukuku, demokrasiyi savunan gür ve güçlü bir sesi duymayı özlüyor çünkü.Demokrasiye sahip çıkan birkaç kalem de kurtarmaya yetmiyor gazeteleri. Galiba muhalefeti yok edeceğim derken gazeteleri yok ettiler.***Ben, gazeteciliğin “bitkisel hayata” girdiğini düşünüyorum. Komadan çıkabilir mi?Toplumsal muhalefetin sesi olmadan, hukuku, demokrasiyi savunmadan çıkabileceklerini hiç sanmıyorum.“Sevdiğimiz bir şeydi” gazeteler.Gözümüzün önünde öldürüldüğünü görmek üzüyor insanı. Hatta sarsıyor…Ne de olsa sevmekten vazgeçse bile insan her zaman terk etmeyi de istemiyor…İçindeki o ümidi seviyor…
Kafam sorularla dolu.Uzmanı olmadığım, ince ayrıntılarına sahip bulunmadığım ama özellikle son günlerdeki her adımın anlamını merak ettiğim bir konu gündemimizde gittikçe büyüyor.Türkiye Amerika ilişkileri…Bugünlerde ne kadar çok Amerika ile ilgili mesele çıkıyor değil mi?Amerikan elçiliğinde canlı bomba, Amerikan Büyükelçisi’nin yargı sisitemimizdeki yanlışları eleştirmesi, dün Milliyet gazetesindeki Obama röportajı…Bunlar yanyana gelince bir şey söylüyor olmalı sanki…***Tayyip Erdoğan’ın Şangay Beşlisi çıkışıyla ilgili olabilir mi bu birbirine benzemez gelişmeler diye düşünüyorum…Varolan tüm dengeleri altüst edebilecek derecede kuvveti olan bir ‘şaka’ydı bu çünkü…Sonra da bir “ısrara” hatta Batı’yı hedef alan bir tehdite dönüştü.***Merak etmiyor musunuz?Erdoğan tek başına Türkiye’yi Batı’dan ayırıp bir başka bloka bağlayabilir mi?Dünya buna izin verir mi?İzin vermezse Türkiye’nin başbabakanının böyle bir kararını engellemek için ne yapar?Neler yapabilir?Erdoğan bu konuda adım atmaya kalkarsa nelerle karşılaşırız?***Erdoğan’ın yargıyı kendi denetimindeki Meclis’in denetimine sokma girişimi Batı’da nasıl değerlendiriliyor?Amerikan Büyükelçisi yargıyı niye eleştirdi?Bunu bir diktatörlük hazırlığı gibi mi görüyorlar?Erdoğan’ın kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırıp yargıyı da kendisine bağlayacağından mı çekiniyolar?Şanghay Beşlisi laflarıyla diktatörlük tehlikesi bir arada belirince Amerika bunu bir tehdit olarak mı görüyor?“Tek adamlığı” önlemek mi istiyor?Önleyecek mi?Önlemek için ne yapacak?***Obama Kürt sorunun çözümünü destekliyor.Bu çözümden sonra nasıl bir gelişme olacağını düşünüyorlar?Çözümü gerçekten destekliyorlar mı?Destekliyorlarsa niye destekliyorlar?Bu konuda Amerika’nın Türkiye’ye nasıl yardımları olur?Yargı konusundaki eleştirilerle barış konusundaki desteği bir arada nasıl okumalıyız?Amerika bu ikili yaklaşımla Türkiye’ye ve Erdoğan’a nasıl bir mesaj veriyor?***Niye Amerikan elçiliği şimdi bombalandı?Bunun mesajı ne?Kimden kime giden bir mesaj bu.Bu saldırı ilişkileri kötüleştirir mi yoksa yeni bir yakınlığa mı yol açar?*** Sıradan bir dışhaberler bilgisiyle bile Başbakan’ın “şakasına” konu olan “birliğin” üyelerinin hepsi “diktatörlükle” yönetildiğini biliyoruz…Demokrasiyle yönetilen Avrupa Birliği’nden çıkıp “diktatörler” birliğine katılma “şakası” bana zannettiğimizden çok daha fazla bir mesele gibi geliyor…Bugün dünyanın en büyük “gerilim hatlarından” biri Batı ile Şanghay Beşlisi arasındaki amansız çekişme.Aklıma takılan sorulardan çok daha ciddi soruları ve sorunları içeriyor bu durum…Çünkü Türkiye gibi bir ülke saf değiştirdiğinde, bunu aklından bile geçirdiğinde, bunun “şakasını” yaptığında bile hatta, dünyanın bütün merkezlerinde Türkiye ile ilgili planlar bir daha gözden geçirilir.***Bu gerçekle baktığımızda olaylara, sizce Amerika ve dünya bize ne diyor?
Bir iki gündür bazen hiç durmayacakmış gibi bazen de aralıklarla yağmur yağıyor.Yağmurla kuşatılmış bir şehirde, peş peşe uzanan ıslak çatılara, kül rengi bulutlarla yalnızlaşmış pencerelere, küskün denize bakıyorum balkondan…Benden başka kimse balkona çıkmıyor mu bu şehirde diye düşünüyorum bazen.Öyle bir yalnızlık var yağmurun altında kalan balkonlarda…Sokaklarda.Oysa tam bir kış günü deniz kenarı havası var dışarda…İnsanlar deniz kenarlarını güneşle seviyorlar…Belki de bu yüzden küskün duruyor deniz.Yağmurda balkona çıkmayan insanlara aldırmıyorum ben…Huzurlu bir boşluğa bırkıyorum kendimi…Bulutlu pencereler gibi kapanıp kendi içime tek başıma bir yolculuğa çıkıyorum.***İnsanın kendi kendisiyle konuşması hiç bitmiyor.Belki de asırlardır ‘hayatla ilgili gerçek ne’ diye başlıyoruz ‘peki, şimdi ben kimim’ diye bitiriyoruz çoğu kendi kendimize konuşmayı.Kaçsak gidecek yerimiz yok.Kendi kendimizin tutsağıyız.Ayaklanmış duygularımızın birbiriyle vuruştuğu bir savaş var içimizde.Bir yağmurla…Yağmur sonrası topraktan gelen o büyülü kokularla…Açan güneşle…Bir gülümsemeyle…Bir gözyaşıyla başlayan, hatta çoğu zaman sebep aramayan başlamak için… Bir savaş var içimizde.Birbiriyle çelişen birçok duygu, birçok istek birbiriyle dövüşüyor.Bir yanımıza sahip çıktığımızda diğer yanımıza ihanet ettiğimiz bir savaş.Balkondan yağmura bakıyorum.İhanetsiz yaratılmayacak bir hayatın yükünü taşıyabilecek kadar güçlü müyüz diye, içimden geçiriyorum…Ve kendi kendime soruyorum:Ben acaba hangi yanıma ihanet ediyorum?***Bu cevabı bilinebilecek bir soru mu?Sonra bunu düşünüyorum…Siz biliyor musunuz hangi yanınıza ihanet ettiğinizi?İhanet nedense başkasına yapıldığında varlığı güçlenen bir kelime gibi…Oysa insanın kendisine ihaneti en büyük günah sayılmalı…İhanet insanın kendisine yaptığında affedilmeyecek bir suç olmalı…İnsan kendine ihanet etmemeli.Ama bu nasıl mümkün olacak?Bunun cevabını bulamıyoruz işte.***Geçmişe olan borcumuz, takıntılı halimiz, geleceği yaratma gücümüzü zayıflatıyor.İlk ihanet orada başlıyor galiba.Geleceği kurmakta kendimizi özgür hissetmediğimiz anda başlıyor.Gelecek, geçmişin gölgesinden kurtulup kendi ışığını bizim istediğimiz biçimde bir türlü yaratamıyor.İsteklerimizi, özlemlerimizi, heyecanlarımızı evcilleştiriyoruz.Bir yanımızı alıp kafeslere tıkıyoruz…Birbiriyle çelişen duygularımızla hırpalanıyoruz…Ve sonunda bir seçim yapıyoruz…Ve bir yanımıza hep ihanet ediyoruz.***Acaba kendimize ihanet etmeye mahkûm olarak mı doğduk?Bunca çelişik duyguyu bir arada yaşarken kendimize ya da bir parçamıza ihanet etmeden bir yaşam kuramaz mıyız?Peki binlerce yıllık o sorunun cevabı ne, ‘ben hangisiyim?’Sahip çıktığım parçam mı yoksa ihanet ettiğim parçam mı asıl benim?İçimizdeki bu savaş hep devam edecek galiba.Bu yağmurlu gündeki sahipsiz balkonlar gibi bu sorular cevapsız kalacak.Biz de o bitmez ihanetin acısını hep gizleyerek ama ondan hiç kurtulamadan yaşayacağız.***Bilmem, belki deyağmurun yalnızlığı banabunları düşündüren…Belki güneş çıktığında unuturum bu soruları.Belki de unutmam…Önce şu balkonlar bi kalabalıklaşsın da…