Bu aralar sabahlar bizdeki bir eksiği tamamlamak istiyor gibi doğuyor sanki…Kendi ışığıyla büyüyen sabah, kendi yapraklarıyla oynaşan ağaçları, sevinç dağıtan rüzgarlarıyla sanki “bunlar senin için” diyor cömertce.Uyandığınızda, gözünüzü açtığınızda, sabahın sevincini hissediyorsunuz…Size seslendiğini duyuyorsunuz…Ona katılmanızı istiyor…Ve sizin içinizde de o sevince kendi sevincinizi ekleme isteği uyanıyor.İçinizde bir çöl var oysa ki…Sabahın ışıklarına benzemiyor içiniz…Zehirli bir ahtapot gibi kaleminize, ruhunuza dolanan sıkıntıdan kurtulamıyorsunuz.***Bu parlak sabah vaktine bir katre mutsuzluk sızacaksa o da aşk acısından olmalı diyorsunuz…O zaman merakla soruyorsunuz kendinize, peki benim içimdeki sıkıntı aşk acısı mı?Keşke olsaydı, değil mi?Ama aşk acısı değil.Bazen gölgeler ülkesinde mi yaşıyoruz diye geçiyor aklımdan.Eti, kanı, bedeni, ruhu olmayan yetmiş beş milyon silik gölgenin dolaştığı bir insanlık çölünde miyiz?Bir kara büyücü bu diyardaki insanların bedenleriyle ruhlarını boşaltıp yerlerine gölgelerini mi bıraktı diye bir ürpertiye kapılıyorum.Bu sabah vaktinin duru ışığının içinde oynaşıp duran denize bakıyorsun…Bu güzelliği ancak aşk acısı ‘soldurur’ diyorsun.Ama kimsenin gerçek bir sabahı solduracak gerçek bir aşk acısı bile yok…***O halde içinizdeki bu sıkıntı ne?Nedir bu içimizi kemiren, durduramadığımız, bizi sabahlara kör eden dert?Bizi kendi sevincine davet eden sabahı solduracak ne aşk acımız, ne de o sabahı daha güzelleştirecek, onun sevincinden geri kalmayacak bir yaşam arzumuz var.Ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyi kaybetmiş gibiyiz.Seksen milyon gölge gibi yaşıyoruz.Ne acı, ne sevinç.Kedere benzeyen bir sıkıntı yalnızca.***Ben sabahları seviyorum…Hele bu ocak ayında doğan nisan sabahlarını daha çok…İçimden yazı yazmaktan çok sabahları yaşamak geçiyor.Düşünmek değil hissetmek istiyorum…Güzel şeyler söylemek, güzel şeyler duymak…Ruhunu geri isteyen insanlara rastlamak…Ben yürüyüşe çıkıyorum şimdi.Benden çalınan ne varsa bulmaya…Bu güzel sabahların bir yerlerinde saklı sanki kaybettiklerimiz.Bir ümit işte…Onu aramaya gidiyorum.
Cinayetler konusunda hâlâ Ortaçağ’dan daha karanlık bir labirentten geçiyoruz…Hiçbir ışık sızmıyor.Gerçekleri bir türlü gözümüzle görüp ellerimizle kavrayamıyoruz.Yaşadıklarımızın gerçek yüzü hayatımızın arka sokaklarında gizli.Türkiye’nin ışıklı vitrinli ana caddesiyle ışıksız arka sokakları arasında sıkışıp kaldı hayatlarımız.Yaşadıklarımızın gerçek yüzü, o ana cadde dekorunun ardındaki hayatın arka sokaklarında gizli işte.Nereden mi biliyorum?Hrant Dink’in katilleri yani gerçek katilleri altı yılda bulunamıyorsa bu ülkede gizli bir devlet olduğu aşikârdır…Ve o gizli devlet o karanlık arka sokaklarda dolanıyordur.***Ana caddede dolaşırken arka sokaklarda ne oluyor hiç farketmiyoruz bile…Halbuki ancak oralarda neler olduğunu öğrenirsek ulaşacağız hayatın gerçeğine…Türkiye’de aslında ne olduğuna.Çok basit bir soru var…Hrant Dink’in katilleri neden saklanıyor?İşin içinde kim var ki gerçek ortaya çıkmasın isteniyor?Kimler ana caddedeki ışıklı vitrinlere bakmamızı, arka sokakları merak etmememizi istiyor?***Gizli devleti merak etmedikçe bu ülkenin gerçek sahipleri olamayacağız.Ana caddenin ışıkları ve çöpleriyle oyalanacağız.Arka sokakların bataklığı ise her gün aramızdan birilerini daha yutabilecek gibi büyüyüp bütün hayatımızı karanlık bir balçığa gömmek için yayılacak.Rakel Dink’in yaptığı konuşmayı çok sevdim.Altı sene önce cenazede yaptığı konuşmadan itibaren ne zaman Rakel Dink bir konuşma yapsa çok etkilendim söylediklerinden.Bu sene de yağmurun altında yaptığı konuşmada;“Sevgili dostlar; canımın içini, sevgilimi, ‘çutag’ımı öldürtmek, düşünme ve algı yoksunluğunun ispatı değil mi?Onursuzluk, mahcubiyet ve utanç değil mi? Tahammülsüzlüğün ispatı değil mi? Yoksa hâlâ ‘Bunlar da ne demek?’ mi diyorlar?‘Evet, öyle diyorlar’ diye düşünüp ümitsizliğe düştüğüm zaman, Hisus (Mesih İsa) kulağıma fısıldar:‘Ben kabirde kalsaydım, haklı olurdun meyus durmaya. Fakat kabirde kalmadım; kalmadığım gibi, bütün gerçekler de gün gibi, güneş gibi ortaya çıkacak. Kalk, meyus olma!’ Evet, meyus olmayacağız” dedi.***Ümitsiz olmayalım diyor Rakel Dink.O böyle söylüyorsa ben de buna inanıyorum…Her karanlığa rağmen Hrant Dink cinayetinin bağlantıları ortaya çıkacak bir gün bunu biliyorum…Arka sokaklar aydınlanacak.Ne kadar direnirlerse dirensinler ortaya çıkacak.***Cinayetin inatla çözülmemesinden anlaşılıyor ki karşılaşacağımız kişi ya da yapı güçlü bir yapı.O kadar güçlü ki bugünkü iktidarı bile korkutuyor.Kimseden korkmadılar Hrant Dink’in katillerinden korktukları kadar.Ordudan bile böyle korkmadılar.Böyle olunca o karanlık soru daha da büyüyor.Kim bunlar?Kim bunlar ki hiç kimseden korkmayanları bile korkutabiliyorlar?
Bazen bir yerlerimizde sakladığımız, esrarını sahibine bile vermeyen gizemli ve isimsiz bir keder hissederiz.En neşeli anımızda bile yakıcı bir hüznün beklenmedik baskınına uğrarız.Nedenini bilmediğiniz bir keder, yağmurun şıkırtısıyla, bir şarkının sözüyle, rüzgar pencereyi hızla kapadığında,nedenini hiç anlamadığınız bir anda çıka gelir…Sarsılırız birden…Susarız...Bana olur bu…Size de oluyordur belki.Hangimizin kuytularında bir keder saklı değil ki?Hangimiz o kederlerimizi birbirimize anlatabiliyoruz ki?Hangimiz o baskına uğradığımızda, o en derinlerde duran kederi açıkca söylebiliyoruz ?Kendimizden bile gizlidir o keder aslında…Onun orada olduğunu, yaklaştığını, aniden bastırabileceğini biz de bilmeyiz.Belki de o yüzden geldiğinde çok şaşırır, nedenini bilmediğimiz o kederi kiminle paylaşacağımızı bile kestiremeyip susarız…Kim bizimle o kederi paylaşabilir ki?Bizim o anki içtenliğimizi, acımızı kim gerçekten görebilir?İşte ben o yüzden iyi bir ilişki nedir dediklerinde, hep aynı şeyi düşünürüm…Gizli kederini söyleyebileceğin adamı ya da kadını bulabildiysen bu iyi bir ilişkidir.***Dün Mehmet Ali Birand’ın cenazesine gitmek için evden çıkarken telefonum çaldı…“Ölüm ilanını gördün mü Birand’ın” dedi.Hemen gazeteyi açtım…“Cemre Birand’ın en yakın arkadaşı ve eşi Mehmet Ali Birand’ı kaybettik” diye bitiyordu ailesinin verdiği ilan.Arkadaşımın bu satırı kasdettiğini biliyordum.Çünkü onları televizyonda beraber seyrettiğimizde, Can Dündar’ın yazdığı Birand biyografisini okuduğumuzda, Mehmet Ali Birand’ın son dönemlerde verdiği röportajları gördüğümüzde hep aynı şeyi konuşmuştuk…Onlar çok iyi dostlardı.Birbirlerininin gizli kederini bilip paylaşacak kadar yakındılar.Bunu hissetmek hiç de zor değildi…***O küçük satır, ölümü kadar içimi yaktı.Biz çok sevdiğimiz, çok beğendiğimiz bir kişiyi kaybetmiştik.Cemre Birand aynı anda iki kişiyi birden kaybetmişti, hem eşini hem en yakın arkadaşını.Bir Mehmet Ali Birand’ı kaybetmek, onu tanımayanlarda bile büyük bir üzüntü yaratırken, o kendisine çok yakın olan iki Mehmet Ali’yi aynı anda kaybetmişti.Gizli kederini paylaşabildiği dostunu ve kocasını.***Mehmet Ali Birand’ın olmadığı bir dünya hepimiz için biraz eksik bir dünya olacak.Bunu düşününce insan Cemre Birand’ın kaybını ve acısını daha iyi anlayabiliyor.En acılı anlarda bile bir teselli ararız.Hepimizin acıyı hissettiği böyle bir günde Cemre Birand için belki tek bir teselli var, bir hayatı öylesine yakın olduğu biriyle yaşamış olmak.Ölümden hiçbirimiz kurtulamayacağız.Ama çok azımız arkamızda böyle bir teselli bırakabileceğiz.Umarım bu teselli o büyük acıyı biraz dindirebilir.Bilsin ki milyonlarca insanın sevdiği birini sevdi ve bilsin ki milyonlarca insanın sevdiği biri en çok onu sevdi.***Tanrı’dan Mehmet Ali Birand’a gittiği sonsuzlukta derin bir huzur, “en yakın arkadaşını ve eşini” kaybeden Cemre Birand’a sabır ve dayanma gücü diliyorum.
Çözümünü bildiğimiz halde çözmediğimiz sorunları konuşmayı hayat sanıyoruz işte…Sanki hayat hep aynı kısırdöngünün içinde dönüyor bu ülkede.Çözmeyeceğimiz konularda yaptığımız tartışmalarla ilerici ya da gerici sayılıyoruz…Zekamızı, entelektüel derinliğimizi, neredeyse cinsel çekiliğimizi, çözmekten hoşlanmadığımız konulardaki konuşma biçimlerimizin üstüne bina ediyoruz…Bir şey söylüyor gibi gözüksek de bir hayat aslında hiçbirşey söylemeden geçiyor.Her politikacıya bu ülkede şunu sorabilirsiniz rahatlıkla mesela ‘aslında sen ne düşünüyorsun?’ Toplumun çekirdeğinde entelektüel bir doku yaratamayan, insanı, hayatı, edebiyatı, felsefeyi merak etmeyen bir toplum, yaşar gibi yapabilmek için dışarıdan bakıldığında ahmakça gözüken manasız sorunlarla uğraşıyor.Beynin çoktan öldüğü bir tür bitkisel hayat sürdürüyoruz kelimelerimizle…***Kozinski’nin ünlü Bir Yerde romanındaki şaşkın bahçıvan gibiyiz aslında…Filmi de çekilen romanın kahramanı olan bahçıvan, hiç sokağa çıkmayan, hayatını o malikenin bahçesinde geçiren,sadece televizyon seyreden zekaca az gelişmiş bir adamdır.Bir gün, malikenin sahibi ölür…Ev boşaltılır… Bahçıvanı da sokağa atarlar.Adam hayatın hiçbir sorunuyla ilgili bir bilgiye sahip değildir.Yaşıyordur ama hayatı eksiksiktir.Bildiği tek şey çiçeklerdir.İnsanlar kendisine soru sorduğunda, ne sorulduğunu bile anlamaz, çiçeklerden konuşulduğunu zannederek çiçeklerle ilgili bir şeyler söyler…İnsanlar kendi sorunlarını doğru dürüst çözmeyi beceremedikleri için bahçıvanın manasız sözlerini çok önemserler…Başkanın danışmanlığına kadar yükselir hatta bahçıvan.Bazen hepimizi o bahçıvana benzetiyorum.***Hayat bize sürekli sorular soruyor,önümüze meseleler koyup çözmemizi istiyor ama biz sorunu çözmek için gerekli adımları atmıyoruz.Konuyla ilgisi olmayan sözler söylüyoruz.Hatta bazen çözümü bildiğimiz, bahçıvandan daha zeki olduğumuz halde bahçıvanın aptallığını benimsemeyi tercih ediyoruz.Sorunu çözecek enerjiyi ve kararlılığı göstermek zorunda kalmaktansa aptal olmayı seçiyoruz.Bir de çok manalı konuştuğumuza inanıyoruz.Hep aynı çamurlu suya parmağını sokup çıkarmaya hayatın en önemli anlamını yüklüyoruz.***Ama ben şunu merak ediyorum, o bahçıvanın evini kaybetmesi gibi çamurlu suyumuzu kaybedersek, yani bir gün gerçek cevaplarla gerçek çözümlerle konuşursak her birimiz aslında ne deriz?Ne düşünüyoruz ülkede olanlarla ilgili?Ne düşünüyoruz birbirimizle ilgili?Bu ülkede her politikacı aslında düşündüğünü söylese, bu ülkede neler olur hiç merak etmiyor muyuz?***Bahçeli İlker Başbuğ'u ziyarete gittiğinde ya da Kılıçdaroğlu “kredi veriyoruz AK Partiye” dediğinde bunu merak etmeye başlıyorum...Aslında ne düşünüyorlar acaba?Kılıçdaroğlu aslında sadece CHP’nin başkanı kalmakla ilgileniyorsa…Tayyip Erdoğan aslında Çankaya’dan başka hiçbir şeyi umursamıyorsa…PKK’nın bazı yöneticileri barışı aslında hiç istemiyorsa…Balyoz tutukluları aslında birbirlerini suçluyorlarsa…Gerçek düşünceleri bunlarsa…Meseleleri nasıl çözecekler?Meseleleri niye çözmediklerini nasıl açıklayacaklar?Her soruya o bahçıvan gibi anlamsız cevaplar vermekten başka çareleri var mı?***Galiba sorulması gereken gerçek soru çok kısa:Demokrasi istiyor musunuz?Bu ülkede hep beraber mutlu yaşamak istiyor musunuz?Onurlu davranmak iyi birşeydir diye düşünüyor musunuz?Belki de bunlara kimse net cevap veremediği, “evet istiyorum” diye başlayıp arkasına “ama” sözcüğünü eklediği için bir anlamsızlıklar kısırdöngüsünde dolaşıp duruyoruz.Demokrasi gerçekleştirmeden hiçbir sorun çözülmüyor çünkü…Demokrasiye de, demokrasiden hoşlanmayan siyasetçilerle ulaşılamıyor.
Yıllardır hiç görmediğimiz tam ne olduğunu bilmediğimiz bir masal kuşundan bahseder gibi demokrasiden konuşuyoruz. Kimimize göre bu demokrasi çok yırtıcı… Kalleş hatta… Topraklarımıza gelirse vatanı pençeleriyle paramparça edecek. Kimimize göre de o masal kuşu gelirse herkes güler yüzlü, hoşgörülü olacak… O kuş her kanat çırptığında hayat daha güzelleşecek… Hepimizin hayatı değişecek. Kimilerine göre de demokrasi para demek… Hukuk demek… İnsan hakları demek…Zenginlik getirecek demokrasi demek.***İnsanın eksikleriyle yaşama tutunabildiğine inanırım ben… Eksik parça, varlığı güçlendiren bir şeydir… O eksiği bulup tamamlama arzusu, yaşam enerjisi yaratır…Eksiğiniz sizi besler…Hayatı tekrar tekrar eksik yerinizden doğurma şansı bulursunuz, bana sorarsanız… Ben buna inanırım yani… Eksik yeriniz hayat dinamonuzdur…Varlığımızın en önemli parçalarından biridir eksik yeriniz. Ve eksikliklerimiz hiç bitmez. Her eksiğimizi kapadığımızda başka bir eksiklikle karşılaşırız.Böyle ilerleriz. Ama kapatamadığımız bir eksikliğimiz olursa, o zaman hayatımız orada takılır kalır.***Toplumlar için de bu böyle diye düşünüyorum… Eksik yerin seni belirler. Bizi her şeye rağmen çökmekten kurtaran şey o eksiği kapama çabamız, demokrasi arayışımız. İnsan gibi yaşamaya duyduğumuz özlem, bizi ileriye taşıyor… Eksiğimiz bizi uyanık tutuyor… Yani en azından birilerimizi…Çünkü yeniden yeni bir hayat doğurma şansımız var demokrasi eksiğimizden. O eksiğimizle dönüşeceğimizi, değişeceğimizi hissedebiliyoruz. O eksiğimizi kapadığımızda da sıra başka eksiklikleri kapamaya gelecek. Ama önce demokrasi eksiğini kapatmak gerekiyor.Çünkü demokrasisi tam işlemeyen bir ülkede barış yapmaya çalışıyoruz. Demokrasi olmayınca, ne barış oluyor, ne gelişme oluyor, ne bilim oluyor, ne yaratıcılık oluyor. En azından olması gerektiği kadar olmuyor.***Şimdi her zamankinden fazla o eksiği kapatma isteğine ve gücüne ihtiyacımız var… Yoksa, demokrasi olmayan yerde barış nasıl olacak?Barış, üretimi olmayan, doğru dürüst bir anayasası olmayan bir ülkede nasıl olacak? Üretimi bu kadar az olan bir ülkede demokrasi, demokrasisi bu kadar az bir yerde barış nasıl olacak?***Olmuyor da zaten… Bir türlü eksiğimizi kapatıp bir üst düzeye, bir üst düzeydeki eksikliğe geçemiyoruz. Cumhuriyet tarihi boyunca demokrasiyi ülkeye getirememişiz. Askeri vesayet buna engel olmuş.Askeri vesayetten kurtulduk ama gene demokrasi eksiğini kapatacak adımı atamıyoruz. Bu sefer de siviller, “askeri vesayetin” kendi bünyelerinde yarattığı sakatlıklardan kurtulamıyorlar. Askeri vesayetin baskıcılığının siviller eliyle yürütülmesini istiyorlar.***Eksiklik, o eksikliği kapatmak isteyene büyük bir güç veriyor, buna inanıyorum. Ama o eksikliği kapatmak için uğraşmaz, hayatınızı o eksiklikle sürdürebileceğinizi sanırsanız, bu sefer de o eksiklik hayatınıza yerleşip bir sakatlığa dönüşüyor.***Büyük bir şansla karşı karşıyayız. Demokrasi eksiğimizi kapatırsak, barışı sağlayıp, daha üst düzeyde, zengin ve mutlu bir hayata doğru açacağız yelkenlerimizi. Ama kapatamazsak, böyle devam etmek istersek…Eksikliği kapatmamayı bir kurnazlık olarak görürsek. Korkarım o zaman da bu eksiklik kalıcı bir sakatlığa dönecek. Bize miras kalan eksikliği, bir sakatlık olarak çocuklarımıza miras bırakacağız.
Anna Karenina filmini görmeye gittim.Büyük bir aşkı yaşayabilmek, aşkından vazgeçmemek için her şeyinden, hatta hayatından vazgeçen tutkulu bir kadının unutulmaz hikayesi.Tolstoy’un muhteşem kaleminin insanlara armağan ettiği kahramanın, okuyan herkesin içine işleyen kaderi.Çıkarken aklımda herhalde herkesin sorduğu soru vardı:“Anna Karenina olmak istemeyecek bir kadın var mıdır?”“Ben olmak istemem, ben aşk için hayatımı mahvetmem, ben aşk için ailemi bırakmam” dese bile Anna Karenina’nın bedelini hayatıyla ödediği aşkı “İstemem” diyecek kadın var mıdır?***Bu romanı böylesine unutulmaz yapan anlatımının görkemi kadar belki de bu soru.Cevabı zor bir soru çünkü bu.İlk akla gelen cevap:“Evet, her kadın Anna Karenina olmak ister, bir aşkı ölümüne yaşamak ister.”Aslında bu doğru bir cevap.Her kadın ister bunu gerçekten.Sorunun zorluğunu gösteren ardından gelen ikinci soru:“Peki, neden her kadın Anna Karenina olmaz ya da olamaz?”***Kadınların o korkunç ikilemi çıkıyor işte ortaya bu soruyla.Belki de kadınlığın ikilemi.Çünkü tercih, doğanın kadına verdiği iki içgüdünün çarpışmasını da ortaya koyuyor.Güvence arayışı ve aşk isteği...***İnsanlar kadınlarıyla çoğalıyor.Hayatın devamı için kadınların doğurması, doğurduğu çocuğu koruması ve onu koruyabilmek için içgüdüsel bir şekilde “güvence” araması gerekiyor.O güvence arayışı, doğanın kadının içine yerleştirdiği bir içgüdü, hayatın devamı için gerekli bir korkaklık...Kadının belki de hayatını mahveden zaaf...***Ama kadının içinde, aynı şekilde en iyi erkeği seçmek, en iyi erkeğe aşık olmak gibi bir başka içgüdü daha var.O da hayatın devamı için gerekli...Kadın en iyiyi, en güçlüyü, en sağlamı seçecek insanlığın güçlü bir şekilde devam edebilmesi için.Öyle birini bulduğunda ya da öyle olduğuna inandığı birini bulduğunda aşık olacak.O erkek için her şeyi göze alacak.***Anna Karenina, bu iki içgüdünün çarpışmasında “güvence” arayışının yenilgisini anlatıyor.Bunu anlatıyor ama “güvence” yerine aşkı tercih etmenin sonunda Anna’nın hayatını kaybettiğini de anlatıyor.Bilerek ya da bilmeyerek “güvenceyi” tercih etmemenin bir cezası olduğunu söylüyor.***Anna Karenina herkesin ilgisini çeken bir kahraman, çünkü güvence yerine aşkı seçen kadınların sayısı çok az...Bir kadının bunu yapabilmesi için diğer kadınlardan çok farklı olması gerekiyor.Bu öylesine büyük bir fark ki, bu farklılığı yaşayan kadının hayatı unutulmaz bir roman, defalarca çevrilen bir film oluyor.***Bütün kadınlar Anna Karenina olmak ister.Ama çok az kadın Anna Karenina olabilir.Onun için bu roman bu kadar çok okunuyor.Anna olamayacak kadınlar, olmak istedikleri kadının hayatını okurken ya da seyrederken onun gibi yaşayabiliyorlar çünkü.Aslında çok istedikleri bir heyecanı ve macerayı “güvenceli” koltuklarında yaşamayı tercih ediyorlar.***Her kadın Anna Karenina olmak ister.Her kadının içinde bir Anna Karenina var.Olmaması mümkün değil.Ama o Anna’yı yaşayamadan öldüren o “güvence” isteğinin zehri de var.Ölü Anna’larla dolu kadınların ruhları...Belki de onun için bu kadar çok ağlıyoruz.İçimizde taşıdığımız kendi Anna’larımız, öldürdüğümüz Anna’larımız için.O gizli, söyleyemediğimiz “yas” için.Anna Karenina aslında bize o yasımızı anlatıyor işte.O hiç bitmeyen ikilemimizi ve o hiç bitmeyen yasımızı anlatıyor.
Bazen düşünüyorum… Beş yıl sonra Leyla bana sorsa, “Niye onlar bizim düşmanımız?” diye, ne diyeceğim?Aslında bundan da daha mühim bir sorun var.Bugünün çocuklarına, niye çıktığını bile bilmedikleri savaşların intikamı miras kalacak.Sormayacaklar bile belki “Onlar niye düşmanımız?” diye…Kazara birinin aklına bir soru gelirse itinayla onun hayatını karartacak başkaları.Bugünün çocuklarına üzülüyorum.Dünyanın bütün imkanları önlerinde duruyor ama onlar Türkiye’nin yazgısını taşıyacak gençler olacaklar.Bugün yaşadığımız hayat, çocuklarımız için bir ümit barındırmıyor içinde.Onları da kirleteceğimiz o kadar açık ki…Televizyonlardaki tartışma programlarını seyrettiğimde, kendi lekelerimizi, ikiyüzlülüklerimizi, korkaklıklarımızı, yalanlarımızı çocuklara da bulaştıracağımızı görüyorum.Çocuklara terbiye diye riyakarlığı öğretiyoruz.Büyüklerin işbirlikçisi olacak en efendi çocuklar…İtaat edecekler, soru sormayacaklar.Babalarının duyduklarından daha farklı şeyler duymayacaklar okullarında.Bugün güya barış yapmaya çalışan bir ülkedeyiz…Barış nasıl yapılır, bilmiyoruz bile daha…***Dün Hasan Cemal’in yazısında okudum, İngiliz İşçi Partisi‘ne yakın bir diplomat olan, o dönem Tony Blair’in sağ kolu, Kuzey İrlanda barış sürecinde ciddi roller üstlenmiş Johathan Powell demiş ki:“Sürecin başlangıcında ön koşul koymak hatadır. Risk almadan, bedel ödemeden, taviz vermeden barış olmaz.”Sadece bu cümle bile tüyleri diken diken eder burada.Burada büyüyen çocuklar sadece şunu bilecek:“Kendi ırkından, dininden, milletinden olmayan herkes düşmanındır…”Çocuklara once “Biz niye birbirimize düşmanız?” sorusunu sormayı öğretmeliyiz barış istiyorsak…Çocuklar sormalı:“Hiç tanımadığım çocuklara ben niye düşman oluyorum?”*** Başbakan Tayyip Erdoğan’ın aslında siyasi hayatına ilişkin bir planı olduğu ve bu plan dahilinde barış görüşmeleri yapıldığını yazanlar var.Sanırım buna kimse şaşırmaz.Erdoğan’ın başkanlık hayallerinin peşini bırakmadığı ve bunun hergün biraz daha güçlendiği çok açık…Ama çok da ürkütücü...Barış nasıl yapılır bilmeyen bir toplumun, barış nasıl yapılır bilmeyen lideri, barışla ‘oynamanın’ nasıl tehlikeli olabileceğini umarım biliyordur.Hiç kimsenin güvende olmadığı bir yerdir bizim ülkemiz…Bizler, ortaklığını herkesin güvencesiz olmasında bulan bir dehşet dengesinde yaşarız.Sadece o sırada kim çok güçlüyse, o kendini güvende hisseder.Hiç dönüp yakın geçmişte neler olmuştu diye bakmaz.Bugün de hukuksuzluk vahşetinin içinde yaşayanlar, bu olanların bir gün kendi başlarına gelebileceğini hiç düşünmeden yaşamlarını sürdürüyorlar.Eğer gerçekten barış istiyorsak çocuklara soru sormasını öğretmeliyiz.Eğer gerçekten barış istiyorsak barışın hepimiz için gerekli olduğunu bilmeliyiz.O barışa bu ülkede yaşayan herkesin ihtiyacı var…Başbakan’ın da, çocukların da…Üstelik iş burada da bitmiyor…Daha o sorunun cevabını bulacağız:“Biz niye birbirimize düşmanız?”
Her ülke gibi Türkiye’nin de birçok yüzü var. Ama iki tanesi çok keskin bir biçimde ortaya çıkıp, birbiriyle çarpışıyor.Gelişmişlikle ilkellik...Bunlar sürekli olarak karşı karşıya geliyor ve yaşadığımız her felakete bu ikili çatışma tuhaf bir gülünçlük katıyor.Elinde iphone 5 ile konuşurken, logar kapağı açık kalmış bir kanalizasyon çukuruna düşüp ölmek ancak bizim ülkemizde olabilecek bir şey mesela…Ya da dünya; sınırları kaldırmış, uzayı hayatına katmışken, biz de bir tuşla onları izlerken hala yanındakine “Sen Kürt değilsin” demek bizim ülkemizde oluyor ancak…Gelişmişlikle ilkellik herhalde daha uzun yıllar çarpışacak bu ülkede…Öyle gözüküyor.Çünkü yaşadığımız her felaketten sonra çok ağlayıp, yeni bir felakete gene kendi göğsümüzü kendimiz açıyoruz.Ölmek için harcadığımız enerjiyi yaşamak için harcasak, gizlice ölümü özleyeceğimize yaşamayı özlesek, dünyanın en eğlenceli toplumlarından biri olarak yaşayabiliriz.Bizi ne depremler, ne trafik kazaları, ne seller öldürüyor.Bizi biz öldürüyoruz.İlkelliğimiz gelişmişliğimizle kavgalı çünkü…O yüzden gelişmiş bir ülkedeki gibi barışı konuşamıyoruz, barışmayı önemsiyormuş gibi yapıp kendi siyasi rantımızı kolluyoruz.O yüzden devletin herhangi bir kurumuna dahil olanlar bu ülkenin efendileri, halk ise parya olarak görülüyor.O yüzden bu ülkede yaşanan pek çok şey devletten maaş almayı, zulüm yapma özgürlüğü sananların yaptıklarına karşı duyulan öfkeden kaynaklanıyor.O yüzden hala bu ülkeye demokrasi gelmiyor.*** Son İmralı görüşmeleri ile yine ümitli, heyecanlı, “Acaba mı!” dedirten günlerden geçiyoruz.Gazetelere, köşe yazılarına bakıyorum.Birbirine benzer endişeler gizli satırlarının arkasında, öyle söylemeseler de…Kimse gönülden ‘Bu sefer oldu’ diyemiyor.Siz de benim gibi merak etmiyor musunuz?Aslında“Kime daha çok güvenmiyoruz?” diye…Devlete mi, hükümete mi, PKK’ya mı, İmralı’ya mı?Bugüne kadar denenen barış süreçlerini kim gerçekten bozdu, bunu biliyor muyuz?Son birkaç yılda 56 görüşme olmuş Öcalan’la…Neler konuşuldu acaba?Şimdi ne değişti?Kim değişti?Gerçekten değişti mi ya da?Aslında taraflar birbirine güveniyor mu, bence asıl soru bu?*** “Barış ancak düşmanla yapılır” sözü bence küçümsenecek bir söz değil Türkiye için…Madem barışa ihtiyacın var, madem demokratikleşme sürecin senin bu barışı getirip getirmemene bağlı, o zaman düşmanını ciddiye alacaksın.Hem barış yapmaya çalışıp hem de barışmıyormuş gibi yaparak çok fazla yol alınamadığını gördük.Bu ülkenin barışa ihtiyacı var.Artık ‘kandırma’ politikaları bitmeli...Savaş bu sistemin ilkelliğinden kaynaklandı, barış ancak gelişmiş yüzümüzü ortaya koyarak gelebilecek.O zaman ilkelliğin ayrılmaz parçası olan kurnazlıktan vazgeçmek, barışı da, barış yapacağın insanı da ciddiye almak gerek.Herhalde ancak o zaman gerçek barışa ulaşabileceğiz ve gelişmişlikte ciddi bir yol katedeceğiz.