Hepimiz hepimizi arıyoruz... Hepimiz kendimizden saklanıyoruz!

5 Ocak 2013

Herkes birbirinden saklanıyor gibi gözükse de aslında hepimiz kendimizden saklanıyoruz bence.Kadınlara bakıyorum…Erkeklere bakıyorum…Kimse kendisi gibi değil.Gözyaşları kaybolmuş mesela…İnsanlar üzüldüklerinde ağlamıyorlar artık, farkında mısınız bilmem, kimse kimse için ağlamıyor sanki.Acılara değil, öfkelere rastlıyorum çokça…Gözyaşları yerine saldırgan kelimeler dökülüyor etrafa.İnsanlar birbirlerinin sevgilerine ihtiyaç duyuyor ama gittikçe bu ihtiyaçtan kaçıyorlar.Ne oldu da insanlar, kadınlar, erkekler birbirlerine bu denli kızdı, küstü?Bilmiyorum.***Kadınlar nerede?Bir erkeğin bir ömrü koynunda tüketmek isteyeceği, her dokunuşuyla o erkeği bir daha doğuracak olan o kadınlar nerede?Erkekler nerede?Bir kadını sevecek, dostları en korktuğunda bile onlara ‘korkma’ demeden yalnızca yanında duracak, belki omzuna dokunarak güven verecek o erkekler nerde?Hepimiz hepimizi arıyoruz…Hepimiz kendimizden saklanıyoruz.***Kendimizden mi korktuk bu kadar?Bir şeye mi çok üzüldük?Canımız mı yandı, bir yerimiz mi acıdı?Niye söylemiyorsunuz?Niye ağlamıyorsunuz?Her gerçek duygu bizi ele verecek diye mi korkuyorsunuz?***Peki ne saklıyorsunuz bu kadar?Aslında ne kadar çok sevilmek istediğinizi mi?Aslındane kadar çok sevebileceğinizi mi?Sevgiden, seslerden, kahkahadan, sözcüklerden, gözlerden korkanlardan mı korkuyorsunuz aslında?İnsanı seven herkesi üzenlerden, sevinçlerden haz etmeyenlerden, aykırı konuşmalardan tedirgin olanlardan, aşkı küçümseyenlerden mi korkuyorsunuz?Kendinizden mi korkuyorsunuz?***Hepimiz sevgilerimizi, sevebilme yeteneğimizi saklıyoruz galiba...Oysa herkes karanlık yanlarını sakladığını zannediyor.İnsan en çok kendisini sevmekten korkuyor belki de…Hepimiz hak etmeyen pek çok şeyi çok seviyoruz da kendimizi ‘hak etmiyoruz’ diyerek sevmekten mi kaçıyoruz yoksa?***Luc Besson’un Angel-A diye bir filmi var.Kendini bilmeyen, kendine sürekli yalan söyleyen, yalnız bir adam ve kendisiyle barışmasını sağlamak için gönderilen bir meleğin hikayesi…Paris’te geçiyor… Siyah-beyaz… Sadece diyaloglardan kurulu bir film.Ama olağanüstü bir anlatım.Akılda kalacak çok fazla repliği var.Benim en sevdiğim diyaloglardan biri şu:“Biri nasıl yapıldığını göstermeyince kendini sevmek çok zor” diyor AngelA Andre’ya...‘sana söyleyen hiç olmadı,seni seviyorum Andrea’ diyor ardından ve“Sen de sevildin; artık sevgi vermemen için sebep yok!” diye devam ediyor…Andre aynada kendi gözlerinin içine bakıyor ve aglayarak“Seni seviyorum Andre…”diyor kendisine.Ve sevmeyi öğrenmek için önce kendini sevmeyi öğreniyor bir melekten.***Kadınlarla erkekler neden küstü bilmiyorum birbirlerine ama insanın kendisiyle barışması gerektiği zamana geldiğimizi biliyorum.Kendimizden saklanmanın sonu yok.Ne olabilir en fazla kendinizi sevseniz?Ne olabilir karşınızdaki için gözyaşı dökseniz?En fazla ne kadar yaralanabilirsiniz?Kendinizi sakladığınızdan daha çok mu yaralanırsınız sanıyorsunuz?***Saklanmak yorar insanı.Kendinden saklanmak daha çok yorar.Kendinize hayran olabilmek için öylesine acı çekip sonra da kendinizi sevmekten vazgeçmenin acıklı olduğunu görmüyor musunuz?Hayran olunacak birileri olmayabiliriz belki de.Ama hepimizin var sevilecek bir yanları.Üstelik sadece bir yanımızın sevilecek olması kusurumuz değil, bunun bir nedeni var...Hepimiz birbirimizin tamamlayıcısıyız...Görmek için aynaya bakmak yeter.Aynada gözlerinizin içine bakın...Bunun için illa bir meleğin gelmesi mi gerek?

Devamını Oku

Bengal kaplanı gerçekten var mıydı peki?

3 Ocak 2013

İnsanlarla ayaküstü sohbet ederken, gazete yazısı yazmak için masama otururken, birilerinin yazılarını okurken hep aynı şey oluyor; o andan sonra ‘eksilmiş, sığlaşmış, aptallaşmış’ olarak hayata devam edeceğim gibi bir his sarıyor her yanımı…Biliyorum…Bunun mantıklı bir açıklaması yok.Ama gazeteleri okudukça, insanlara değdikçe çoğalan bir duygu bu…Yükseklik duygusuna benzer bir sığlık duygusu.Zekasız bir sığlığın, yazıyı da, beni de, hayatı da parçalayıp yutuvereceğine dair iç karartıcı bir endişe.Dorian Grey portresi gibi, “çevremizdeki kötülüklerden eskiyecek cildim, içim kalınlaşacak, ışığa kapanacak gözlerim” diye bir korku…Hepimiz böyle olacağız diye korkuyorum aslında…Ölmekten beter olacağız sonunda diye korkuyorum.Yazmak suç, konuşmak suç, sevişmek suç, mutlu olmak suç, herhangi bir hayat talebi suç…Kötülükleri ve zekasızlıklarıyla boğacaklar bizi diye bir endişe işte.***Bir de bunun tam tersi duygular var.Yükseklik duygusuna benzeyen bir yükseklik duygusu…Her hücrenize anında işleyen, size aklınızdan öteye götüren bir duygu…Ferahlama…Gülümseme…Belki birkaç gözyaşı…Bunları biraraya getiren bir duygu.İyilik...İnanç…Teslimiyet…Sevgi…***Ang Lee’nin yönettiği Life of Pi’yi seyrettim geçen akşam…Pi’nin Hayatı…Pi Patel, 16 yaşında Hintli bir çocuk…Ailesi, Hindistan’daki egzotik bir hayvanat bahçesindeki hayvanların sahibi… Birgün hayvanları da yanlarına alarak Kanada’ya göç etmeye karar veriyorlar.Bindikleri yük gemisi Pasifik Okyanusu’nu geçerken batıyor…Sadece Pi kurtuluyor koca gemiden…Ve bir sandalda bir sırtlan, kırık bacaklı bir zebra, bir orangutan ve üç yüz kiloluk bir Bengal kaplanı ile birlikte buluyor kendini.Uçsuz bucaksız okyanusta bir sandalda kalan bu tuhaf dörtlüyle başlıyor macera, en sonunda da kaplan Richard Parker ile başbaşa kalıyor Pi.Ve hayatta kalmak için bu devasa kaplanla 277 gün geçiriyor okyanusun ortasında bir filikanın içinde…Ve sonunda da kurtuluyor.Ve film bittiğinde aynı soruyu soruyorsunuz kendinize…- Bengal kaplanı gerçekten var mıydı?- İnsanın içindeki kötülük ve iyilik nasıl dengeleniyor?***Pi’yi, okyanusun ortasında hayatta tutan şey, bir kaplanla aynı sandalda kalması aslında…Ona karşı duyduğu korku onu uyanık tutuyor, ona karşı duyduğu sevgi yaşamda kalma direnci veriyor…Ve çocukken, “Neden birden fazla dine inanmayalım ki, hepsi aynı tanrıya götürmüyor mu?” diye sorarken, bir okyanusun ortasında bir Bengal kaplanına ‘inanarak’ tanrıya ulaşıyor.Bence kötülüklerden ve zekasızlıktan yorulan herkesin izlemesi gereken harika bir film…İnanç üzerine izlediğim en etkileyici film.***İnsanların yaratıldıkları günden beri, hayatın bir yıldırım gibi çarparak ruhlarını parçaladığını, ağır darbeleri karşısında acze düştüklerini, bu acıları tevekkül ve tahammülle karşılayabilmek için bir sığınak aradıklarını, sonunda da dini ve tanrıyı bulduklarını düşünüyorum.Pi’nin yaşamı aslında bir kitap uyarlaması…Yann Martel’in aynı isimli kitabından…Yazara göre kitap, okuyucunun Tanrı’nın varlığına inanmasını sağlıyor.Başkaları ne düşünür, ne hisseder bilmem ama ben filmi izledikten sonra tanrının insanın içinde olduğuna iyice emin oldum.Ve iyiliğin, güçlü bir inancın onu ortaya çıkardığını, onu ortaya çıkardığında da insanın şifa bulduğunu düşündüm.Böyle düşündüm ve Pi’nin içindeki iyiliği açıkça gördüğümüz sahnede kaplana sarılışını, onu dizlerine yatırışını izlerken de çok ağladım.

Devamını Oku

İki kişilik aşkı üç kişilik bir sır olarak yaşadılar...

30 Aralık 2012

Beklenmedik bir anda bir yılbaşı kartının üzerinde gelmese, ben de unutmuştum onu...Hani şarkıcıların albümlerinde çok güzel olmasına rağmen öne çıkamamış, sesi çok duyulmamış şarkıları vardır ya, yazarların da öyle yazıları var bence...İşte bahsettiğim de o yazılardan biri...Ahmet Altan’ın İçimizde Bir Yer kitabında çok sevdiğim ama sesi tam çıkamamış yazısı...Küçük Gelin ve Eleni...Okumayalı,o aşkın ruhumda yarattığı depremi hissetmeyeli oldukça uzun zaman olmuştu...İlk okuduğumda çok uzun sure o üç kişiyi düşünmüştüm...Acılarını asalatleri arkasına saklayan bu üç kşiyi...Hep merak etmiştim aslında en çok hangisi acı çekti acaba diye...İşte yılın bu son günü, hepinize sonu daha iyi bitecek böyle kuvvetli aşklar diliyorum...Bu aşkı seveceksiniz...***‘Bu size anlatacağım gerçek bir hikâye.Ağaçların kendi gölgeleriyle yalnızlaştığı, gökyüzünün eflatuniye döndüğü bir akşam vakti, sessiz bir ormanın kıyısında güzel bir büyücü gibi hiç yaşlanmadan yaşayan mavi gözlü bir kadından dinledim.Babası, daha doğduğunda kızına duyduğu hayranlıktan olsa gerek adını inci koymuş.Çocukluğu, yazarların, sanatçıların, şairlerin; gençliği, çevresinde kümelenen hayran bir erkek kalabalığının arasında geçmiş İnci Hanım’ın. Yirmi yaşlarında eski bir Osmanlı ailesinin oğluyla evlenmiş.Kayınpederi, Cumhuriyet’in ünlü “vekillerinden” biriymiş, o sıralarda seksen yaşını sürüyormuş, garip tabiatlı, insanlara biraz yabancı bir adammış, her Çarşamba akşamı evden çıkar, kimsenin bilmediği birileriyle buluşurmuş.Evlendiklerinden yaklaşık iki yıl sonra bir gün telefon çalmış. Kayınpederi kırık bir sesle, “Küçük gelin” demiş.Ben Beyoğlu’nda Markiz’deyim, buraya gelebilir misin?Tabii efendim.Ama seni aradığımı kimseye, kocana bile söyleme.Peki efendim.Hazırlanıp Beyoğlu’na gitmiş.O gittiğinde, kayınpederi, duvarlarında dört mevsimi resmeden büyük tabloların bulunduğu Markiz’in küçük yuvarlak masalarından birinde oturmuş, konyak içiyormuş. Kederli bir hali varmış. Bir zaman sessizce oturmuşlar, İnci Hanım, kayınpederinin ne söyleyeceğini tedirgin bir şekilde bekliyormuş.Bu anlatacaklarım tamamiyle aramızda kalacak, İnci Hanım başını sallamış.Ve kayın pederi anlatmaya başlamış.Gençliğinde bir Rum kızı sevmiş, adı Eleni’ymiş. Kız da onu çok sevmiş. Uzun süren bir aşk yaşamışlar. Ama daha sonra, oğullarının bir Rum kızıyla olmasını istemeyen ailenin baskısı başlamış. Baskılara dayanamayıp ayrılmışlar.Kayınpeder, bir başka kızla evlenmiş. Eleni’yi unutmaya çalışmış. Aradan yıllar geçmiş. Birgün çalıştığı yere bir kadın gelmiş,odasına girip karşısında durmuş. Gelen Eleni’ymiş. Heyecanla, pişmanlıkla, unutmaya çalıştıkları acıyı yeniden hatırlayarak bakmışlar birbirlerine.Ben evlendim, demiş Eleni.Kayınpeder sesini çıkarmamış. Eleni devam etmiş.Ama seni unutamadım. Kayınpeder, ne söyleyeceğini bilememiş.Seni görmeden yaşayamayacağım, demiş Eleni, seni görmek zorundayım.Hikâyenin burasında, kayınpeder, “küçük gelin” dediği İnci Hanım’ın yüzüne bakmadan kendine bir konyak daha söylemiş, konuşmadan beklemişler. Konyağı geldikten sonar kayınpeder devam etmiş.Ondan sonra her Çarşamba akşamı Eleni’nin evine gitmeye başladım.Eleni, kocası ve kayınpeder Çarşamba akşamları birlikte oturup içki içiyorlarmış .Sohbet ediyorlarmış.Başka hiçbir şey yapmıyorlarmış. Bir kez bile gizlice buluşmamışlar. Birbirlerine dokunmamışlar. Sadece konuşmuşlar. Birbirlerine bakmışlar. Karısının, bu erkeği görmeden yaşayamayacağını anlayan Eleni’nin kocası, bu bitmeyen aşkın bir tanığı, hattâ yardımcısı olmayı kabul etmiş.Kayınpeder ise karısına hiç bir şey anlatmamış. Yalnızca, Çarşamba akşamları gideceğini ve arkadaşlarıyla buluşacağını söylemiş ve bu konuda hiç bir itirazı Kabul etmemiş.Yıllarca devam etmiş Çarşamba buluşmaları, iki kişilik bir aşkı, üç kişilik bir sır olarak yaşamışlar.Kayınpeder, Markiz’in pencerelerine çarpan yağmura bakarak, “Dün gece gene gittim” demiş.Evde kimse yoktu, kapıyı kimse açmadı.Sonra kederle eklemiş.Eleni pazartesi günü ölmüş.Orman kararmaya başlamış,ağaçların tepelerinde, çekilmekte olan güneşin solgun yaldızları kalmıştı.“Ben de o zaman kendime bir konyak istedim,”dedi İnci Hanım. Sonra ağaçlara bakarak ekledi: Ağladım, çok ağladım.Bunu söyledikten sonar sustu. Gözlerinden yayılan mavi ışığın içinde sessizce kayboldu.Ben bir şey söylemedim. Kararan ağaçlara baktım. Gece, ormanı ve bizi yalnızlaştırarak çöktü.’

Devamını Oku

Ümitlenin... Ta ki hayat daha fazla şeyler sunana kadar...

29 Aralık 2012

Yarın yeni bir yıla girmek için terkedeceğimiz eski yılın son günü.Hayat, bize yeni bir yıl daha sunuyor.Hepimiz her şeye rağmen yine de umut dolu olacağız.Zaten bütün o gürültü patırtı, televizyon şenlikleri, dansözler, havai fişekler, çılgın partiler, içkiler bir umut tazelenmesinden geçmek için değil mi?İnsanların hep peşinde koştuğu mucize bu değil mi zaten, ‘taze bir başlangıç’...Yeni yıl,taze bir başlangıçtır...Geçen yıl yapılan hatalar bu yıl yapılmayacaktır, geçen yılki sanssızlıklar bu yıl olmayacaktır, geçen yılki acılar bu yıl çekilmeyecektir.Bu yıl bunları hissetmek zor olsa da yine böyle yapacağız.Yapmamız da gerekir bence...Her üç yüz altmış beş günde bir durup, şimdi yeniden başlıyoruz demek, yorgun bedenlere soluk aldırıp, tazelenecek bir şenlik yaratmak kötü bir fikir sayılmaz.***Belki de bu yıl gerçekten iyi bir yıl yaşarız...2013’ün uğurlu bir yıl olduğuna inanmamızı kim engelleyebilir ki...Hayat bize yine yaşanmamış, eskimemiş, kanlarla sulanmamış, haksızlıklarla örselenmemiş, acılarla sarmalanmamış pırıl pırıl bir yeni yıl armağan ediyor.Yeni yılın ilk günü, 1 Ocak iki sınır arasındaki boş toprak gibidir, geçen yıla ait değildir ama yeni yılın ilk günü de sayılmaz, o günü yolda bulunmuş bir gün gibi yaşayın...Bir gece öncenin yorgunluğundan,koltuğunuzda uyuklarken hayaller kurun...Her şeyin güzel olduğu bir ülkede yaşadığımızı düşünün.Önünüzde tam üç yüz altmış beş gün var.Alın, istediğiniz, tam içinizden geçtiği gibi eskitin.Bizim ülkemizde de sıradan, mutlu, sakin bir hayat olabilir belki 2013’de...Ümitlenmemizi kim engelleyebilir ki?***Sanırım bu yazıyı hangi yıla kadar yaşarsam sadece sayıları değiştirerek yazmayı planlıyorum...Ta ki hayat burada bize ümitlenmekten daha fazla şeyler sunana kadar...

Devamını Oku

Ölümün de bizler gibi ilkel bir şey olduğu keşfedilecek mi?

27 Aralık 2012

Aslında size Serafettin Elçi’yi… Dün gazetelerde fotoğrafını gördüğünüz bütün o parti liderlerinin onun için yan yana geldiği insanı anlatacaktım…Ama sonra bir gün daha beklemeye karar verdim…Cizre’de cenazede olanlarını da öğrenmek istedim.Şimdiden yayılan haberlere göre polis cenaze için toplananlara biber gazı sıkmış bile…Tam da Serafettin Elçi’nin kendi cenazesinde bile olmasından korktuğu şey olmuş.Umarım bu yazıyı siz okuyana kadar yeni ve üzücü birşey daha olmaz.***Dünya ne kadar hızlı değişirse değişsin hiç değişmeyen şeyler de var…Ölüm, mekan, zaman.Hep aynı yuvarlak dünyanın üzerinde hep aynı hızla akan zamanın içinde ölüme doğru akıyor işte hayatlarımız…Hikayelerimiz farklı sadece ama aslında onlar o bile çok da farklı değil bana sorarsanız.Merak ediyorum insanoğlu mekanı değiştirdiğinde mesela uzayda yaşam başladığında ona bağlı olarak ölüm de değişecek mi acaba?Acaba bizden yüzyıl belki de elli yıl sonra yaşayanlar sevdiklerini kaybetmeyecek mi acaba?Ölüm onların hiçbirine uğramayacak mı?Eski demode ilkel uygarlıkların yaşadığı birşey mi olacak ölüm?Ölüm bütün evrene ait bir gerçek mi yoksa sadece dünyalıları ilgilendiren bir son mu?Dünyada her şeyin bir sonu var.Sonsuz dediğimiz uzayda da herşeyin bir sonu var mı acaba?Yoksa orada sonsuz hayatlar da bulunuyor mu?Zamanın ve mekanın bizim dünyadakinden farklı olduğu yerlerde hayat ve ölüm neye benziyor acaba?Şimdi uzayda hayat var mı diye soruyoruz?Bir zaman sonra belki uzayda ölüm var mı diye de soracağız?***Ankaraya cenaze evine doğru giderken bunları düşünüyordum işte…Ölümün de bizler gibi ilkel bir şey olduğu keşfedilecek mi yıllar sonra acaba diyordum.Sonra bir de bizim ülkemiz gibi yerlerde zaman, mekan, ölüm üçgeninin sınırları nasıl da dar diye geçirdim içimden…En başta devletin bu üçgeni hepimiz için nasıl daralttığını düşündüm.Ben yıllar sonra acaba ölüm ilkel bir şey kalacak mı diye düşünürken bizim ülkemizde yaşamın nasıl ilkel bırakıldığını hatırladım.Ne çok güç var değil mi bizim ülkemizde o üçgenin sınırlarını özellikle daraltan?Üçgenin uçlarını değiştiremezsiniz belki ama üçgenin içindeki hayatı değiştirebilirsiniz çünkü, daraltabilirsiniz ya da genişletebilirsiniz.***Havaalanında oturmuş bu yazıyı yazıyorum…Önümden mekanını değiştirecek pek çok hayat geçiyor…Birazdan her biri farklı bir mekanda olacak…Zaman, mekan, ölüm üçgeninin bir ucunu hiç olmazsa biraz daha parlatacaklar…Bu ülkedeki hayatın darlığını düşünüyorlar mı acaba, bilmiyorum.***Ben kederliyim.Türkiye çok dürüst ve yürekli bir insanını kaybetti.Size o insanı, kaybımızın ne kadar büyük olduğunu anlatacağım.Onu huzur içinde sonsuzluğa uğurlayalım ve ben şu durmayan göz yaşlarımı durdurabileyim.Ondan sonra, daha yılarca konuşulacak, konuşulmayı hakeden bu insanın hikayesini, böylesine dar bir sütuna sığabildiği ölçüde size yazacağım.

Devamını Oku

Yürekleri solda kafaları sağda...

25 Aralık 2012

Türkiye entresan bir yer işte…Her yeni olayda, her yeni tartışmada insan bunu bir kez daha anlıyor.“ODTÜ’lü öğrenciler, protesto, polislerin vahşiliği, ODTÜ rektörünün öğrencilerini koruması, İstanbul Üniversitelerinin ODTÜ rektörünü kınaması”derken…Yeniden “özgürlükçü düşünce, sol, öğrenci olmak, üniversite aslında ne demek” tartışmaları başladı.Genellikle burada başlayan hiçbir tartışmaya itibar etmez benim içim, istese bile…Gladyatör filmindeki dövüşlere benzetirim, bu itiş kakışları…Arenadaki gladyatörleri seyredip, onların arasından birini tutarken, yukarıdaki tribünde bir imparator oturduğunu ve kararı her zaman o imparatorun vereceğini unuturuz ya…Kavgaya bakmaktan imparatora bakmayı akıl edemeyiz…Gladyatör dövüşleri nasıl imparatorun gücünü halka unutturmak için yapılıyorsa, burada da tartışmaların hepsi bir başka olayı örtmek için yapılıyor gibi gelir bana.ODTÜ tartışmaları üzerine başbakanın böceği meselesi geldi mesela gündeme.Üstelik böcek bulunalı aslında bir yıl olmuş…***Ama bu sefer “solculuk, öğrenci olmak, üniversiteler aslında nasıl olmalı” konuşmaları ilgimi çekti…Bu ülke, yürekleri solda kafaları sağda pek çok insanla dolu çünkü…Ve hala solu tartışıyorlar…Öğrencilerin protesto hakkını irdeliyorlar…Ama nedense sadece başbakana karşı olanlar dövülüyor ve sadece başbakana karşı protesto yapanlar övülüyor…Herkesi kapsayan bir özgürlükten hiç söz edilmiyor.Kendi düşünme ve analiz etme ritmini hayatın ritmine uyduramayan, düşünce tembelliğinden kurtulamayan ‘düşünen’ kesim ister solcu ister sağcı olsun sonunda ister istemez tutuculaşıp sadece kendi tarafının ifade özgürlüğü için mücadeleye girişiyor.Kim kiminle neyi tartışıyor karışıyor sonunda o yüzden.Karşılıklı aynalar gibi…Birbirlerinin karşılarına geçtikçe çoğalıyorlar… Ama onlar buna tartışma diyor.***Bu ülke yıllarca Marksizmi siyasette yer bulmak için uydurulmuş bir görüş diye değerlendirdi.Marksizmi, zenginlere kızan, devlete hayran olan kaba bir siyasetçiliğe indirdi…Marks’ın bir filozof, Marksizmin dünyanın ve hayatın değişimini analiz eden, bunun sırlarını çözmeye uğraşan bir felsefe olduğunu unuttu.Hayatı ve değişimi anlamayı hiç istemedi ki bu ülke, şimdi hala solu tartışıyor ve hala özgürlüğün herkesi içine alan bir bütün olduğunu kavrayamıyor.***Bu ülkede sosyalist olmayı sevenler var…Bir moda gibi…Yüreklerden taşan ortak şarkılar beni de heyecanlandırıyor, o şarkılara katılmak insanı coşturuyor ama artık coşkudan ziyade gerçek düşünceye ihtiyaç var sanki…Düşüncenin dinamizminden kopuk bir sol gençlik ne işe yarar ki…Sadece öğrencilerin, sadece solcu öğrencilerin kutsanmasını tuhaf buluyorum o yüzden…Türbanlıya da alevi öğrenciler de protesto hakkını kullanabiliyorsa bu ülkede gerçekten sol vardır aslında…Herkesi susturan bu sisteme karşı haksızlığa uğrayan herkesin hakkını savunursan bir sol vardır.2012 yılındayız.Sanayi devriminin başında değiliz.Solculuğun artık herkes adına bütünüyle özgürlüğün savunuculuğunu üstlenmesi gerekmiyor mu?***Sadece solcular için ya da sağcılar için özgürlük isteyenlerle dolu bu ülke.Böyle sığ kavgalar sadece imparatorların işine yarayan arena dövüşleri gibi oluyor.“Herkes için özgürlük” diye bağırın da bakın imparator nasıl telaşla yerinden fırlıyor.Hepimizin özgürlüğü için dövüşülecekse mücadelenin bir kıymeti var ancak.Öbür türlüsü, imparatoru eğlendirmekten başka işe yaramıyor.

Devamını Oku

‘Yeniden Öğrenme Zamanı’

24 Aralık 2012

Birgün New York’ta bir grup iş arkadaşı yemek molası için dışarı çıkar.Gruptakilerden biri Kızılderilidir…Sokaklar insanlarla, siren sesleriyle, iş makinalarının çıkardığı gürültüyle, korna sesleriyle doludur…Bu sesler arasında yürürlerken Kızılderili kulağına acılı bir kuş sesinin geldiğini söyleyerek durur ve kuşu aramaya başlar.Arkadaşları bu kadar gürültünün arasında kuş sesi duymasının zor olduğunu, öyle zannetmiş olacağını söyleyip yollarına devam ederler…Kızılderili buna aldırmaz, yolun karşı tarafındaki binalara doğru yürür, oradaki bir ortam yeşilliğin arasında küçük bir oyun parkına sıkışmış yavru kuşu bulur.Onu sıkıştığı yerden kurtarır…Yemeğe gitmeyip, onu arkasından takip eden arkadaşı bunu görünce ‘bu sesi nasıl duydun’ der hayretle.Kızılderili bu sesleri duymak için olağanüstü güçlerin gerekmediğini söyleyerek arkadaşından kendisini takip etmesini ister.Kızılderili cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlar…Bir çok insan para sesini duyunca sesin geldiği tarafa bakarak ceplerinden düşüp düşmediğini control eder.Kızılderili arkadaşına döner ‘önemli olan nelere değer verdiğin, neleri önemsediğindir… Her şeyi ona göre duyar görür ve hissedersin.’ der.***Bu hikayeyi eski ekonomi bakanı Işın Çelebi’nin yeni çıkan kitabı Türkiye’nin Dönüşüm Yılları Yeniden Öğrenme Zamanı’nda okudum.555 sayfa olmasına rağmen kitap bir solukta bitti.Çünkü neredeyse zamanlama harikası gibi…Kitap, Işın Çelebi’nin çocukluğu ve ODTÜ’deki yılları ile başlıyor…Başbakanı protesto eden ODTÜ’lü gençlerin evlerinden toplanıp sorgulandıkları, gözaltına alındıkları şu dönemde 1967 yılında okula giren Çelebi ODTÜ için şunları yazmış:‘ODTÜ demokrasinin gelişme yıllarında her düşünceye açık özgürlükçü kurumlar arasında başı çekiyordu. Dönemin rektörü ODTÜ’yü özgür düşünce platform haline getirmişti. ODTÜ’de 1968 kuşağının sosyal demokrat kesimi olarak siyaset yoluyla fikirlerimizi ifade etmek istedik. ODTÜ’de öğretici ve geliştirici bir ortam vardı. Bir anfide Alparslan Türkeş konuşma yaparken, bir başka anfide Seyhan Erdoğdu ve Ertuğrul Kürkçü Dev-Genç adına konuşma yapıyordu.’Gerçekten yeniden öğrenme zamanı…ODTÜ’nün ne olduğunu hatırlama zamanı…Nereden nereye geldiğimizi görme zamanı…Demokrasiye doğru ilerlediğimizi sanırken kendimizi nerede bulduğumuzu anlama zamanı.***Arkasından Özal’lı yıllar…Neredeyse her sayfasını buraya kopyalamak istedim.Kitabı okuyunca hem Özal’ı unuttuğumuzu anladım hem de aslında pek bilmediğimizi ama sezdiğimiz her şeyin doğru olduğunu gördüm… Kendi içine kapanık Türkiye’nin kapılarını dünyaya açmıştı Özal.“Devlet baba değildir” diyerek devletin Türkiye’deki rolünü değiştirmiş, olması gereken yere koymaya uğraşmıştı.İhracata ve üretime önem vermişti.Kısacası Cumhuriyet’in en azından ekonomik yapısını neredeyse tümüyle değiştirmişti…İşte bu yüzden sosyal demokrat bir genci ışın Çelebi’yi kendisine ekonomi bakanı seçebilmişti…***Kitabın sonunda Işın Çelebi’nin Galatasaray kulübü yönetici olduğu zamanlar ve stad projesinin bilmediğimiz tüm hikayesi var.Işın Çelebi’nin Galatasaray’a değil ama Galatasaraylı olan pek çok kişiye nasıl kırgın olduğunu anlıyorsunuz okuyunca.Bana kalırsa sadece Galatasaray bölümünden bir kitap daha çıkar.Demişki Çelebi ‘Galatasaray’da bizi ötekileştiren ve haksızlık yapan bir kaç kişi ve grubun vefasızlığını hiç bir zaman yüreğimden ve kafamdan silemeyeceğim. Galatasaray üç beş kişiye ait değildir… Kurumlara darbe benzeri yöntemleri kullanarak üç beş kişinin el koyması haksızlıklara yol açar.Kurumsallaşmanın temelinde vefa ve adalet vardır. Ahbap çavuş ilişkilerini terk edip profesyonelce yönetilmelidir kulüpler.’Ama o üç beş kişinin kim olduğunu yazmamış Çelebi…Sanırım tahmin ettiğimiz kişiler.Ama yeniden öğrenme zamanında onlar kim bilmek isterdim doğrusu.***İşte Türkiyenin dönüşüm yılları yeniden öğrenme zamanı böyle bir kitap.Kulakları sadece iktidar ve para sesineduyarlı olanlar özellikle okumalı bence.Onca gürültü arasında kuş sesini duymanızı sağlıyor çünkü…

Devamını Oku

Hayat tamircisi… Hayatlarınız onarılır… Peki ya kendi hayatınız?

22 Aralık 2012

Hayatla ilgili her sohbetten sonra sizde de aynı his olmuyor mu?Başkasının hayatı gibi yaşasaydık kendi hayatımızı neler farklı olabilirdi…Arkadaşlarınıza yaşamasını öğüt verdiğiniz hayatı, kendiniz yaşasaydınız neler olabilirdi diye şaşırmıyor musunuz düşnünce?‘Cesur ol, istediğin gibi yaşa hayatı, korkma, kendin ol’ diye rahatça öğütler verip, yapılacak olanı hiç tereddütsüz söylediğimiz şeyleri kendimiz yapsak, kendi hayatımızı yabancı bir hayat gibi yaşasak daha mutlu olmaz mıydık sizce de?Bence olurduk…Mutlulukla aramızdaki tek engel kendimiziz çünkü.***Çok yakın bir dostum var…Hayat tamircisi gibi…Hatta ona bunu sıklıkla söylüyorum bu dükkanı açalım diye…“Hayatlarınız onarılır.”Bir hayata bakar, onda ne eksik, nasıl bir proje ona iyi gelir, kiminle tanışmalı, ne iş yapmalı hepsini bir film gibi anlatır.Ama kendi hayatında bunu yapamaz nedense.Bana der ki, hatta ağlar kimi zaman bunu söylerken ‘kim olduğumu göremiyorum.’***Tanrının insanı kendine kör yaratması, oyununun en güçlü yanlarından biri bana sorarsanız.Bir başkasının hayatında mutluluğa giden yolu bu kadar açık ve net görürken, kendi hayatlarımızda yolumuzu kaybetmemiz, mutluluğa ulaşmakta bu kadar zorlanmamız Tanrının en insafsız oyunlarından biri.Sana her şeyi veriyor, görebilirsen hayatına işliyor bir nakış gibi oyalarını…Göremezsen, başkası senin ne yapman gerektiğini hep görüyor ama sen hiç bir zaman onu hayatına geçiremiyorsun.Bir başkasının hayatı olsaydı kendi hayatımız, hayatımızı bir başkasının hayatı gibi yaşasaydık kaybetmeye korkmadan… bizim değil ki hayat nasılsa…Acaba kaç tane yeteneğimiz çıkardı ortaya, kaç tane kaçan mutluluk kaçmazdı, kaç tane aşk yaşanmadan geçmezdi yanı başımızdan, düşünsenize?***Siz belki de şu an Pasifik’teki küçük adalar arasında çalışan bir gemide kaptandınız ya da Tayland’da orkide ticareti yapıyordunuz.Su an, bir ofiste çalışan hayatından bezmiş, ama mutlu numarası yapan birisiniz belki de…Sizin de cesaretiniz yetmediyse arzularınızın peşinden gitmeye, bu tuhaf örneklere rağmen ne dediğimi anlıyorsunuzdur değil mi?İnsan en zor kendi peşinden gidiyor…***İnsan sadece kendi hayatını oyun sanmıyor…Gerçekleri olan çok mühim bir şey kendi hayatlarımız…Ama başkasına öğüt verirken nasıl uçucuyuz değil mi, ‘ne kaybedersin, en kötü ne olur yani, öleceğiz ya, yaşa ne istiyorsan.’Ve doğru söylüyoruz…Düşman değiliz başkalarına…Mutlu olmalarını istiyoruz dostlarımızın, o yüzden kendi isteklerinin peşlerinden gitmelerinii stiyoruz.Peki kendimizi sevmiyor muyuz?Kendimize niye bunu yaptıramıyoruz?Niye hayatımızı bir başkasının hayatıymış gibi korkmadan yaşayamıyoruz?Hayaller, aşklar, mutluluklar gelip geçiyor yanı başımızdan.***Hayat tamircisi…Hayatlarınız onarılır.Hepimiz iyiyiz bu dükkanda…Tamir edilecek olan başkasının hayatıysa, iş kolay, doğru olanı biliyoruz…Ama kendi hayatını tamir edemiyor işte insan…Hep bir yerleri biraz kırık kalıyor….

Devamını Oku