Güldal Mumcu’nun İçimden Geçen Zaman kitabını gerçekten elimden bırakamadan okudum.Anlatım dilini çok sevdim…Çok gerçek ve okuyanı içine alan bir sıcaklıkla yazılmış. Ama kocası evinin önünde bombayla parçalanarak öldürülen kadın olarak aslında kendi içinde neler yaşadığını okuyucudan saklayarak yazmış Güldal Mumcu kitabını.Kitabı yazan ve olayı yaşayan kadın çok güçlü ve çok akıllı ve çok dirayetli biri.Güldal Mumcu’nun böyle biri olduğu çok açık zaten kitapta…Tepkileri, kararları, güçlü duruşu…***Cenaze günü camiden sonra mezarlık da büyük kalabalıklar içindeymiş…Ne çocukları Özgür ile Özge ne de ailenin başka fertleri içlerinden geldiği gibi davranıp hareket edebiliyorlarmış. İşte tam o sırada Güldal Mumcu çocuklarına dönüp usulca ‘Bakın çocuklar o bizim babamızdı. Ama aynı zamanda onu son yolculuğuna uğurlamaya gelen binlerce insanın da yazarıydı. Onlar bizi yalnız bırakmadılar. Bizim için buradalar. Bugün şimdi burada babanızla başbaşa bırakalım onları. Onu uğurlasınlar, sevgilerini sunsunlar, son görevlerini yapsınlar. Biz daha sonra hep gelebiliriz. Ayrıca hiç kimseye acısını paylaşmak için yüz binler gelmemiştir. Sizin acınızı paylaştılar… Sizde acı kalmadı artık’ demiş.Özge de dönüp annesine ‘artık acı yok değil mi?’ diye sormuş.“Sizde acı kalmadı artık.”Çok etkileyici bir anne konuşması… Çocuklarını teselli edebilemek için kendi acısını bastıran, çocuklarını koruyabilmek için kendi acısını bile rahatça yaşayamayan bir annenin konuşması.Güldal Mumcu’nun bu konuşmaları duyan babası da dönüp kendi kızına ‘ne kadar değişik, ne tuhaf bir kadınsın sen’ demiş.***Çok güçlü bir kadın görüyorsunuz kitapta.Ama bu kitapta insanı dehşete düşürecek gerçekler de var.Uğur Mumcu 24 Ocak 1993’te öldürüldüğünden beri 12 hükümet, 8 başbakan, 16 içişleri, 15 adalet, 9 milli savunma bakanı, 10 emniyet genel müdürü, 10 istanbul emniyet müdürü değişmiş… O gün görevde bulunanlar dahil.Ve bu suikast hala aydınlanmadı.Aslında hikaye Ömer Çiftçi ile başlıyor…DİSK başkanlar kurulu üyesi olan biri… SHP milletvekili.Uğur Mumcu’yla aynı sokakta oturuyor.Ve suikast günü odasının penceresini açtığında Mumcu, karşı apartmanın penceresinden Mumcu’ya sesleniyor ‘bugün dışarı çıkacak mısınız?’ Biraz da Kırmızı Koltuk programı hakkında konuşuyorlar.Uğur Mumcu tedirgin oluyor bu tuhaf soru üzerine… Eşine anlatıyor. Sonrada giyinip gerçekten dışarı çıkıyor ve arabası infilak ediyor.Ömer Çitçi bu son görüşmeyi Mülkiyeliler Birliği’nde anlatıyor.Ama daha sonra Ömer Çitfçi bu görüşmeyi ve dediklerini yalanladığı gibi, araya Çiftçi’nin masum olduğunu söyleyen pek çok yakın tanıdık giriyor.Avukat Halit Çelenk durup dururken ‘Ömer Çiftçi bu işi yapmamıştır’ diye demeç veriyor...Cumhuriyet Gazetesi, ‘bu nedir’ diye soramıyor.İlhan Selçuk ‘ailesi böyle inanıyor’ diyor DİSK Genel Başkanına…Güldal Mumcu ise sadece o gün olanları anlatırken söz etmiş Çiftçi’den, hiçbir zaman ‘o yaptı’ dememiş.Kim bu Ömer Çiftçi acaba?***Ne tuhaf değil mi?Ailenin dostlarının olayın aydınlanmasına yardım etmemesi ya da Cumhuriyet Gazetesi’nin suikastin üzerine gidememesi hatta Uğur Mumcu suikastini neredeyse örtmeye çalışması.Birçok önemli ayrıntıyı görmezlikten geliyorlar.Kitapta böyle sayısız ipucu var.Bu kitap, cinayetin haritasını veriyor bence…***Bir de ben nedense Uğur Mumcu’nun ağabeyi Ceyhan Mumcu’yu hep merak ederim.Kimdir diye…Bu kitapa bakınca da merak etmekte haklı olduğumu anladım.TBMM Uğur Mumcu Cinayetini Araştırma Komisyonu’nun, suikastle ilgili raporlarını tamamladığı tarih 4 Haziran…Ceyhan Mumcu o gün Güldal Mumcu’yu arayıp ‘rapor tamamlandı... Biz üzerimize düşeni yaptık. Daha yapacak bir şey yok ‘demiş.Ardından 1999’da Demirel’in avukatı olmuş Ceyhan Mumcu…Suikast olduğunda başbakan olan ‘Kennedy’i bile vurdular,akıllarına koyunca yapıyorlar’ diyen Demirel’in…Güldal Mumcu bu iki olayda da çok şaşırıp, çok kırılmış ağabey Mumcu’ya.Ama ilişkiler tabii ki hep devam etmiş…***2012 Aralık ayındayız…24 Ocak 2013de suikast olalı 20 yıl olacak.Gerçek katiller hala ortada yok.Ve herkes katillerin kimliğinin devletin içinde bir yerlerde gizli olduğuna emin…Güldal Mumcu’nun İçimden Geçen Zaman’ını okuyun…Ve görün ki, artık gizlenenlerin korkmaya başladıgı zamana gelmişiz...
Biz Türkler kendimiz olmayı beceremediğimiz için, tarihimiz yalanlarla dolu olduğu için, Bizans ve saray entrikalarından geldiğimiz için, kadın ve erkeği ne ibadette ne sosyal yaşamda yanyana getiremediğimiz için, başkalarının bize düşman olduğuna inandığımız için, hep parçalanmaktan korktuğumuz için, bize sürekli yalanlar söylendiği ve biz de sürekli aynı yalanları tekararladığımız için kendimize güvenmediğimiz gibi başkalarına da hiç güvenmeyiz.Gerçekleri söyleyenleri de düşman kabul eder, onlara düşman oluruz. Bize göre biz süperizdir çünkü.Buna inanmaktan hoşlanırız ve herkesin de buna inanmasını isteriz.Toplumsal kimliğimizin temelinde yatan bu garip çarpılma sanıyorum teker teker hepimizin kişiliklerine de sızıyor, bizi gerçeklerden ve kendimizden koparıyor.Sadece toplumsal olaylarda değil kişisel ilişkilerimizde de bize göre hep öteki suçlu oluyor.Başımıza gelenlerin sorumluluğunu almak bize göre değil.Hep bir başkası, en olmadı kaderdir yanlış olan.İşte bu yüzden korkarım burada kurulan ortaklıklardan, yazılan biyografilerden, otobiyografilerden…Kavgalar çıkar, küslük olur ,kitap yalan söyler, gerçek hep uzakta kalır çünkü.***Can Dündar’ın Mehmet Ali Birand’ın hayatını yazdığını duyduğumda da bunlar geçti aklımdan…Dündar neyi, ne kadar ‘gerçek’ yazabilirdi?Yazmak istese bile dostu Mehmet Ali’yi kırmak istemezdi.Birand neyi ne kadar gerçek anlatabilirdi?Bu endişeler Can Dündar’ın Birand kitabına karşı heyecanımı köreltti.Ta ki İzzet Çapa’nın Mehmet Ali Birand ve eşi Cemre Birand’la yaptığı televizyon röportajını seyredene kadar. Uzun zamandır izlediğim en gerçek röportajdı.Bu, Çapa’nın soruları kadar, onlara neredeyse insanı ürkütecek bir açıklıkla cevap veren Cemre Birand sayesindeydi.Seyretmeye doyamadım…Kahkahalar attım…İzzet’e telefon ettim, Cemre Hanım’a sokakta rastladım, tanışmamamıza rağmen yanına gidip programa bayıldığımı söyledim.Bana kalırsa Cemre Birand bir televizyon programı yapmalıydı.Ben de hemen kitabı okumalıydım…Seyrettiğim gerçeklik Birand’ı bana gerçekten merak ettirdi çünkü…Bütün endişelerimden bir anda sıyrıldım… Ve hemen Birand kitabını okumaya başladım.*** Mehmet Ali Birand’ın o aldırmaz ama sevgi dolu, olgun ama çocuksu gülüşünün ardındaki hayatı gördüm.Acı…Acı varmış o kahkahanın ardında.Daha bir yaşındayken babasını kaybetmesi, ardından annesinin ruhsal sorunları, iki yaşına gelmeden sol diz kapağının ve bacağının yanması ve bir ömürsürecek ameliyatlar, bacağının kısa kalması…Büyüyüp yetişkin olurken tüm hayatını, duygularını şekillendirmiş.Aslında her fazla mutluluk gösterisi genellikle bir acıyı saklar…Bunu biliriz…Bunu hızlı anlarız da hatta.Mehmet Ali Birand’da bunu bu kadar hızlı anlamamamızın, o ardındaki acıyı görmememizin nedeni şuymuş;Mehmet Ali Birand yaşadığı acıları yelkenine rüzgar yapmış.Ne zaman daha çok acı çekse, daha hırsla bir şey yapmış.Kitabın arkasında ‘Birand kaybetmeyi de, kazanmayı da, başarızlığı da, başarıyı da bilmeyen biri aslında. Onun tek bildiği ilerlemek, devam etmek, yeni olanı yapılmamışı yapmak’ yazıyor.Gerçekten de tüm hayatı böyle.Siz ona üzülürken, sizin gözyaşınız daha kurumadan, o, onu alkışlayacağınız bir şey yapmışoluyor bile. Kitaptan öğreniyorsunuz ki bunu Abdi İpekçi’den öğrenmiş.Abdi İpekçi demiş ki Birand’a ‘yediğin gole ağlamayı bırak, gol atmaya bak.’***Ben kitabın her sayfasındaBirand’ın kahkasını duydum…Acılarla geçmiş bir hayat değil, acılarını her defasında eline alabilmiş bir adam gördüm.Bu toplumdan çıkmış ama ortak hastalıklarımızı aşmış bir adam buldum.Ben kitapta hepimize örnek olacak bi adam okudum…
Derdim büyük…Ben de pek çoğunuz gibi mükemmeliyetçiyim.Doğayla yarışmak isteyecek kadar mükemmeli ararım hayatımda.Buna aklımı o kadar fazla takarım ki ya yaptığımı mükemmel yaparım ama mükemmeli aradığımdan bunu anlamayacak kadar kör olurum yaptığıma ya da mükemmel yapamayacağımı zannettiğim için iyi yapabileceğim pek çok şeyden vazgeçerim.Yani hep kaybederim sonuçta.Ne zaman mükemmelliğe yaklaşsam, bu arayışın manasızlaştığını da farkederim aslında.Mükemmel sıkıcı birşeydir, onu görürüm…Ama ne zaman ondan uzaklaşsam da huysuzlaşır, yaralanırım.***Babam söylemişti ‘Tanrı mükemmeli yarattı ama o bile kendi yarattığı mükemmellikten sıkılıp insanı ekledi doğaya’ diye.Buna bayılmıştım.Çünkü mükemmeli arayan bizler, aslında mükemmeli bozmak için yaratıldığımızı bir türlü anlamayız…Mükemmel olmak için uğraşır, acılar çekeriz.Belki de mükemmelliğimiz, Tanrının mükemmelini bozmakta zaten…Hayata imzamızı o mükemmeliyeti bozarak atıyoruz belki de…Mükemmeli yaparak değil.Tanrının yarattığı her mükemmeli bozuyoruz zaten.Hayvanlar alemi mükemmel şekilde işlerken bizler, savaş çıkararak, cinayetler işleyerek, ölümün; aşık olarak, üreyip çoğalmanın; mükemmeli arayarak hayatın mükemmeliğini bozuyoruz.***Geçen gün Florya’da açılan şu büyük dev akvaryuma gittim.Tanrının yarattığı mükemmeli görmeniz lazım.Parmağınızın ucu kadar olan küçücük balıkta sıralanan renkleri, dudağının kenarındaki o kırmızı minik çizgiyi gördüğünüzde, mükemmeli yaratanın Tanrı, mükemmeli bozanın da insan olduğunu, sonra unutacak olsanız bile kavrıyorsunuz aslında.Tanrının yarattığı mükemmeli hayatınızda aramanın manasızlığını görüyorsunuz.Ve şunu anlıyorsunuz, mükemmel arayışı yaradana yaklaşmak için var…Ama, her mükemmeli bozduğumuzda da insanlığa ve kendimize yaklaşıyoruz.Dinler bize mükemmel olmamızı söylüyor…Günahlar bizi mükemmellikten uzaklaştırıp kendimize yaklaştırıyor.***Bir balıkta bile mükemmelin ne olduğunu görebiliyor insan.Minicik bir balıkta bile.Bu mükemmellikle yarışmak belki de asıl günah olan.Mükemmeli aramak, mükemmel olmak istemek belki de asıl günah olan…Mükemmeli yapmak istediğimizde, bizi yaradanla yarışmak istiyoruz çünkü.Bu asla kazanamayacağımız bir yarış…***Tanrı zaten kusursuz yaratmış dünyayı.Sonra da bizi eklemiş o kusursuzluğu bozmak için.Vardır bir bildiği….Balıkları gördüğümde şunu anladım, mükemmeli aramamak gerek.Bizim görevimiz, varlık nedenimiz, o mükemmeliyeti eksikliklerimizle dengelemek bence.Biz bir balık gibi olamayız.Biz zaaflarımızla, eksikliklerimizle, günahlarımızla parçasıyız bu muhteşem ahengin….Çünkü biz insanız…
Meclis Darbeleri ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı rapordan öğrendik ki “gizli” bir ordumuz daha varmış.100 bin civarında sivil Özel Harp mensubu…Özel Harp Dairesine bağlı sivil bir ordu…100 bin “vatansever” yani onlara göre.Özel eğitimlerden geçen, TSK’dan ayrı silah depoları olan (sanırım bu silahların kayıt dışı olduğunu söylemeye gerek yok) 100 bin kişi.Ne ürkütücü değil mi?Ne zaman ne yaptıklarını, kim olduklarını bilmediğimiz, “görevlerine” devam edip etmediklerine dair hiç bir fikrimizin olmadığı sivil vatanseverler.Ülkelerini koruyanlar!Ergenekon dediğimiz yapılanmanın “silahlıları”.Kim onlar?Hiç bilmiyoruz.***Güneri Civaoğlu’nda okudum, ona da Or rütbeli eski komutan bir dostu anlatmış…‘ Devlet denenmiş güvenilir insan kullanır…Devlet Abdullah Çatlı gibileri kullanmaz…Çiftçidir,esnaftır,tamircidir,bir mesleksahibidir…Onlar daima hizmete hazırdır…Belirli kanallardan onlara yapacağı görev bildirilir…Çiftçi ise traktörünü bırakır etrafa ‘yedek paraça alacağım döneceğim’ der ‘belki bir kaç gün de kalacağım’ der..Görevini tamamlar…Kimsenin ruhu duymaz.’***Harika değil mi?O kadar çok vatanlarını seviyorlar ki kimsenin ruhunun duymasına bile ihtiyaçları yok ne yaptıkları konusunda!Herşey gizli ve ‘kutsal’Bütün cinayetler…Bütün ölümler…Ve çöken bir sistemin içine yuvalanan birileri, ısrarla ve hala Türkiyenin yeni bir sisteme geçmesini önleme kistiyor hala.Peki kim bunlar?Kimin emrindeler?***AK Parti iktidarı aslında bunlarla mı mücadele ediyor?Yoksa bu insanların komutası artık sivil iktidarın elinde mi?Hükümet, bu yüz bin silahlının kimliklerini ve görevlerini biliyor mu?Hükümet, bu “silahlı vatan severlerin” kimliklerini ve görevlerini bilmiyorsa, “askeri vesayetin” bittiğinden, yarın başımıza yeni Ergenekon belalarının çıkmayacağından nasıl emin olacağız?Hükümet bunların kimliklerini ve görevlerini biliyorsa, bu gizli orduyu hala neden görevde tutuyor?Muhteşem Yüzyıl hakkındaki konuşmalarından fırsat bulduğunda başbakanın bu ürkütücü konular konusunda bir açıklama yapması gerekmiyor mu?Muhteşem Yüzyıl, kimliklerini,görevlerini, kime bağlı olduklarını, amaçlarını bilmediğimiz “yüz bin silahlıdan” daha mı tehlikeli?***Askeri vesayet bu “gizli vatan severleri” kendi iktidarı için kullandı.Askeri vesayet bitti diyoruz…Ama bu insanlar hala görevlerini sürdürüyorsa, onları şimdi kim kullanıyor peki?Ve ne amaçla kullanıyor?Yine iki ‘küçük’ soru işte…Muhteşem yüzyıl bu akşamdı değil mi?
Pazar günü Taraf gazetesinde Fazıl Say’ın uzunca yazısını gördüğümde nedense hiç şaşırmadım.Yazısı şöyle bitiyordu:‘Benim büyük bir egom var…Büyük bir ego olmadan da senfoniler bestelenmiyor, yılda 110 konser verilmiyor. Ego için bağışlayın… Ama herkes kendi olsa keşke.’Fazıl Say, ‘arabesk dinleyen vatan hainidir’ dediğinde ona kızanlara, ‘iğrenç ve geri bulduğum bu müzik türü ile ilgili vatan haini gibi yanlış bir cümle ağzımdan çıkmış olabilir ve ben bu yanlışımı düzeltmiş olabilirim, siz peki neyi düzelttiniz, arabesk neyi düzeltti?’ diye de sormuş yazısında.Fazıl Say ona kızanlara çok kızgın gözükse de aslında çok kırılmış bence.Yazıyı okuduğunuzda bunu anlıyorsunuz…Kırılgan bir saldırgan Fazıl Say.Evet, tuhaf ama öyle işte.Her halinden belli olan bir kırılganlığı var.O büyük yetenek, dünya çapında o şöhret yetmiyor Fazıl Say’ın kırılganlığını geçirmeye.Sanırım öfkesi de bu yüzden.***Aslında Hadi Uluengin’in Fazıl Say yazısını okuduğumda, Fazıl Say’ın ‘küçük’ bir kırgınlık yaşayacağını ve en hafif anlatımıyla yola geleceğini sezmiştim doğrusu.Fazıl Say ‘arabesk dinleyen vatan hainidir’ dediğinde Hadi Uluengin yazdı ki:‘Çizmeyi aşmak deyimi Fazıl Say için artık çok hafif kalıyor.Çünkü “ulusalcı” piyanist küstahlık ve pervasızlıkta kuşandığı palaskayı bile aştı.Kim ki “arabesk” dinleyen insanlara “vatan haini” diye iftira atmaya yelteniyor, değil klavyeye tuşe yapmak isterse ağzıyla kuş tutsun, ona haddini bildirmek farz olmuştur.Dolayısıyla Fazıl Say, sen git!EVET, çek ve git!Madem kendi ülkenin insanlarını böylesine hakir görüyorsun ve madem yalnız kendi icra ettiğin tınıları“vatanperver” (!) addediyorsun, o hâlde piyanonu sırtına yüklen, partisyonlarını koltuğuna sıkıştır ve paşa gönlün hangi diyara meylediyorsa derhal oraya git!ASLINA bakarsanız küstah piyanistin hezeyanlarından memnuniyet de duyabiliriz.Çünkü Say muazzam kibirliliği ve dehşet cüretkârlığıyla pot üstüne pot kırıyor ve çam üstüne çam deviriyor ama aynı zamanda da farkına varmadan özgürlükçülüğe hizmet ediyor.Her ağzını açışta ve her nefret kusuşta temsilcisi ve sözcüsü olduğu “ulusalcı” ideolojinin sefaletini geniş kitleler nezdinde daha belirgin, daha net ve daha sarih kılıyor.Diğerlerinin düşünüp de söylemeye cesaret edemediği şeyleri züccaciye dükkânına girmiş fil patavatsızlığıyla ortaya atınca o “ulusalcılık”ın hem ne denli totaliter bir zihniyetle donanmış, hem de nasıl bir çirkef iftiracılıkla bütünleşmiş olduğu gerçeği tam göz çıkartıyor.Evet Fazıl Say, en iyisi sen bu diyardan git! Vatanı “vatan hainleri”ne bırak!Ne bileyim ben, Japonya’da Mozart, ABD’de Bernstein, Rusya’da Stravinski çal!Ben sana Batı musikisini mükemmele yakın biçimde icra edemezsin demiyorum ki!Ben sana aynı müziğin neşvünevasındaki Batı düşüncesini hazmedememişsin diyorumDolayısıyla Fazıl Say, “bis”ten önce piyano kapağının cilâsına yansıyan suretine bak!Yukarıdaki hazımsızlıktan ötürüdür ki o suretin o satha ve bütün mecazi anlamlarıyla gerçek“arabesk”in ta kendisi olarak düşüyor!’’***Uluengin, Say’ın parçası olmakla övündüğü Batı kültürünü de, Batılı zihniyeti yakından tanıyan bir entellektüel.Zaten o yüzden Fazıl Say en büyük kırgınlıklarından birini Uluengin kendisini beğenmediğinde yaşıyor…Hatta neredeyse acı çekiyor.Say’ın temel özelliği hep birilerini beğenmemesi.Ve ben buna hep şaşıyorum.Dünya üzerinde bu kadar başarılı bir müzisyen neden aklını birşeyleri beğenmemeye takıyor sürekli diye.‘Arabesk dinleyen vatan hainidir’ dediğinde…Bunu demesinden çok, dahi denen bir müzik adamının sözlüğünde ‘vatan haini’ sözlerinin olmasına şaşırdım ben doğrusu…Aklına bile gelmemesi lazımdı.***Aslında dün yayınlanan yazısında pek çok şey ortaya çıkıyor…Fazıl Say müzikten anlayanlar tarafından beğenilmemeye gerçekten tahammül edememiş…Duygu dünyası karmakarışık olmuş.Hatta bir çocuk gibi üzülmüş.Fazıl Say sevilmek istiyor, “ne yaparsa yapsın” sevilmeyi hakettiğine inanıyor, hatta “vatan haini” türünden zırvalamalarında bile sevginin eksilmemesi gerektiğini düşünüyor.Ve sürekli bu toplumun ona duyduğu sevgiyi test etmek istiyor, bunun için insanları kızdıracak lafları doludizgin söylüyor.Say yetenekleriyle sevilmeyi hak eden biri ama ona çocukluğumda öğrendiğim o harika sözü hatırlatmak isterim:“Tanrıyı ve insanları deneme.”Üzülürsün…
Kozasının içindeki tırtıla hayatı sorsanız, size hayatı şöyle tarif eder:Karanlık, bunaltıcı, sıkıcı…Aynı tırtıl, ertesi sabah kozasını delip bir ipek böceği olarak aydınlığa çıkacağını bilmez.Bilmez, çünkü o bir tırtıldır.Doğrusu biz de giderek tırtılsı bir toplumda yaşıyoruz…Her gün aynı şikayetler, aynı karamsarlık, aynı çaresizlik…Karanlık, bunaltıcı, sıkıcı bir hayat.Kozayı delip ipek böceği olacağımızı unuttuk çoktan.Hayatımızda kötü olan ne varsa bir süre sonra ipek böceği olarak terk edeceğimiz karanlık kozanın içinde kalacak aslında.İnanmıyor musunuz bana?Olmaz mı, hayatlarımız değişmez mi gerçekten?Kendimizi neredeyse içine istekle bıraktığımız karamsarlık bütün toplumu ele geçirmiş…Bu bence, karanlık, sıkıcı, bunaltıcı bir hayattan bile kötü.Kimle konuşsam ne hayatın değişeceğine inanıyor, ne de bunu kendisinin yapabileceğine.Şu anda belki tırtılız hayatlarımız içinde ama istersek kozayı kırıp ipek böceği olabiliriz.Ama galiba bunu aklımıza bile getirmiyoruz.***Cuma günü karanlık bir sabah vardı pencerelerin dışında.Yağıp yağmadığı belli olmayan bir yağmur, zevksiz bir rüzgar, tatsız bir renk vardı gökyüzünde.Arabaya bindim, tam nereye gideceğimi bilmeden deniz kenarından usulca, evet, hayat beni fark etsin istemeden sessizce gitmeye başladım.Ve birden beklemediğim bir şey oldu.Güneş açtı aniden.Hem yağmur yağıyor, hem güneş parlıyordu.Gökkuşağı çıkacaktı.Sadece güneşi gördüğüm, beklenmedik bir anda açık ve mavi gökyüzüne rastladığım için aniden patlayan bir sevinçle sevindim.Müziğin sesini açtım, bütün dünya beni fark etsin isteyecek kadar mutlu oldum.Basit, sıradan, önemsiz sevinçleri nasıl da özlediğimi anladım.Tırtıl olduğuma inanmış, ipek böceği olma şansımın hiç olmadığını düşünmüş, karanlığa mahkum etmiştim kendimi çünkü.Garip ama böyle sevinçler duyduğumda öfkelerim de kabarıyor benim.Hepimizin omuzlarına kendimize ait olmayan acılar yüklediler, bir toplumun yanlış kederlerini sardılar ruhumuza, sevinçleri haram ettiler bize.Nazım’ın şiiri gibi kendimle başbaşa sırtımı dayadım koltuğa.Pencereyi açtım, denizin kokusunu içime çeke çeke bir iki saatliğine bile olsa acıyla, sıkıntıyla mütareke imzaladım.Hayat hayata benzesin istedim.Beklenmedik güneş arabanın camlarından içimi ısıttıkça sevincim arttı.Sevinci özlemişim.***Önce Tünel’e,Galata tarafına gittim…Kötü bir yemek yedim.Çok methettikleri Asmalımescit’teki ünlü lokanta neredeyse özel hazırlanmış şaka gibi kötüydü.Yemek diye ne getirdilerse, ‘bugün aşcı yok, yemeği bizim otoparktaki Necati var ya, o yapıyor işte ’ gerçeğini benden sakladıklarını düşündürecek kadar tatsızdı.Servis, garsonlar, sunum, ne varsa berbattı.Bütün bunlara aldırmadım.Çıkınca Galata Kulesi’ne yürüdüm…Kuleye karşı nefis bir kahve içtim.Sonra Dot Tiyatrosu’nu aradım, ‘akşamki oyuna, Sarı Ay’a yer var mı’ dedim?Son yeri aldım.Daha üç saatim vardı.Contemporary İstanbul’a gittim ben de…Sanatçılar, hele çağdaş sanat insanları gerçekten bizlerden farklı…Eserleri kadar ilginçler.Çok iyi anlamam ama bu seneki contemporary geçtiğimiz senelerdekinden çok daha iyi geldi bana…Ardından Dot’un bu sezonki yeni oyununa gittim.Sahnede harikalar yaratan gençler seyrettim…Anlattıkları hikaye çok önemli değildi, Sarı Ay seyretmezseniz bir şey kaçıracağınız bir metin değil…Ama oyuncular, seyretmezseniz çok şey kaçıracağınız oyuncular.***Oyundan çıktığımda güneş çoktan batmış…Yağmur dinmiş…Gece çökmüştü.Arabaya yürüdüm.Bugün en azından ipek böceği olmuştum…Yeniden döndüğüm kozam karanlık olsa da hayat artık o kadar karanlık değildi.
Eski adıyla Babıali, ki hala çok severim Babıali denmesini…Yeni adıyla medya, günahkardır.Hiçbir zaman gazeteleri okuyarak doğruları öğrenemezsiniz bu ülkede.Medya her zaman devleti yönetenlerle gizli ilişkiler kurar.Günahlar işler.Hep dalkavukluk edip, hep bir ahlaksızlık yumağı haline gelir.Yalan söyler…Hep zaman devletin gazetesi ve hoparlörü olur…Hiçbir zaman nedense vatandaşın sesi olmaz.Tabii ki içinden dürüst insanlar da geçti… Kahramanlar çıktı…Ama sistem olarak Türkiye’de yaşanan kirliliğin ve acıların büyük ortaklarından biri oldu medya hep.***Ve bu gelenek nedense hiç değişmedi.Her zaman politikacılarla, ülkenin gizli iktidarlarıyla suç ortaklığı etti medya…O yüzden belki de, koca bir ülkeyi hergün tekrar tekrar yönlendirebilecek kadar buyük bir güce sahip olan bu sistem temizlenmeden hiçbir şey düzelmiyor.Önce medya aklanacak…Önce medya kirli ilişkilerinden arınacak…Önce medya sadece halkın sesi olacak ki pek çok şeyin değişebileceğine inanalım, umutlanabilelim…***Kenan Evren yargılanıyor…Kuvvet komutanları ve rütbeli pek çok asker yargılandı…Bu ülkenin eski genelkurmay başkanı hapiste…Darbe hazırlamak suçuyla kalabalık bir subay grubu mahkum oldu.Ama ülkenin köklerini kemiren çürümüşlük temizlenmiyor…Sistemin işleyiş biçimi değişmiyor çünkü.Sadece isimler değişiyor.Daha önce her askeri darbeyi alkışlarla karşılayan, darbecilerin ayakları dibinde yuvarlanan gazeteciler, bugün yeni isimlerle, yeni iktidarların ayakları dibinde.Medya günahlarını açıklamadan bu ülkede hiçbir gerçek yeterince ortaya çıkmıyor fark etmiyor musunuz?Hiçbir kirlilik yeterince aydınlanmıyor…Siyasetin sırları açığa çıkmıyor.Medyanın yaydığı karanlığı aydınlatmayan,o karanlıktan istifade etmek isteyen hiçbir politikacı hiçbir şeyi yüzde yüz doğru yapamıyor…Yapamaz da…***Medya her zaman asıl görevi sanki sürekli yalan söyleyerek okuyucuların gözünden asıl olayı, asıl suçluyu saklamakmış gibi davranıyor.Dikkatleri her zaman saçpa sapan seviyesiz tartışmalara, kişisel çekişmelere, ne olduğunu anlamakta zorlandığımız kavgalara çekiyor.Gerçekleri gizleyerek bizi karanlığa mahkum eden medya aslında hepimizin hayatını mahvediyor.***Nedense çok az kişi neşteri en derine sokmaya cesaret ediyor.O derinliğe, cerahatın biriktiği o karanlığa çoğunluk neşteri sokmak istemiyor.Yalnızca yüzeyde dolanıp konuştukça çaresizleşen, çaresizleştikçe yalanlar söyleyen insanlar var medyada.***Geçen gece Ertuğrul Özkök’e rastladım…Arkamdan seslendi, ‘Sanem onu ben öldürmedim.’Ahmet Kaya’nın lincine öncülük ettiği için Ahmet Kaya’nın sürgünde ölmesinde payı oldugunu söylemiştim yazımda, ona cevap veriyordu.‘Şerefsiz manşetim yanlıştı ama ben öldürmedim, Ahmet Kaya’yı severim ben, dinlerim, bu ağır bir suçlama’ diyordu.Geçmişin hesaplaşmalarıyla canı acıyan birini gördüm ben.Ve eve giderken düşündüm, medyadaki insanlar başkalarıyla beraber kendilerini de mahvediyor aslında.***Bugün de aynı hastalıklar, aynı çarpıklıklar devam ediyor.Bugün de gerçekleri gizliyor, insanları hedef gösteriyorlar.Bugün de başkalarıyla birlikte kendilerini de mahvediyorlar.“Şerefsiz” manşetleri hiç bitmiyor bu ülkede.Bugünün gazetecilerinin büyük çoğunluğu da devran değiştiğinde “ben yapmadım” demek zorunda kalmaya kendilerini şimdiden mahkum ediyorlar.Ne bitmez bir lanetmiş bu medyanın laneti.
Bu ülkenin insanın içini yakan bir geleneği var…Değerli insanları öldürüp, değersizleri “önemli adam” diye ortada dolaştırı-yoruz…Cezası da ağır oluyor tabii.Bir türlü rahata, huzura kavuşamıyor, günahlarımızın bedelini aynı karanlık labirentin içinde sıkışarak ödüyoruz.***Geçtiğimiz Cuma Ahmet Kaya’nın 12.ölüm yıldönümüydü.Beyaz Tv’de Rasim Ozan Kütahyalı’nın sunduğu programda Ümit Kıvanç’ın “Uçurtmam Tellere Takıldı, Ahmet Kaya” belgeselini izledim.Günahlarımızın bedeli olan o karanlık labirente bir kez daha girdim…Gerçekten sarsıcıydı,çarpıcıydı belgesel...Sarsıcıydı çünkü yalansız ve olduğu gibi anlatıyordu 1999 yılında aslında ne olduğunu.O dönem yaşanan süreci yakından bilmeme rağmen bu denli net ve çıplak seyredince Ahmet Kaya’ya yapılanları, pek çok şeyi yeterince hissedemeden geçtiğimizi anladım…Günahlarımızla dolu o karanlıktan da bunları hissetmeden çıkamanın mümkün olmayacağını gördüm…***Ahmet Kaya Paris’de yaptığı basın toplantısında diyor ki ‘bir gün birileri nasılsa Kürt asıllı olduğu için Kürtçe bir tek şarkı söylemek isteyen bir adamın hiçbir ülkeyi bölmediğinin öyküsünü yazacak ve bu öyküyü okuyanlar, şarkı söyleyen insanlardan ve şarkılardan korkulmaması gerektiğini anlayacaklar.’İnsanın gerçekten içini yakıyor bu sözler…Ve ekliyor Kaya ‘ben klasik bir kadere teslim olmak istemiyorum ve öldükten sonra değil şimdi anlaşılmak istiyorum.’***Kütahyalı program boyunca, Ahmet Kaya’nın Şubat 1999’da yılın müzik adamı ödülü aldığı gece sahnede yaptığı ‘Kürt asllı olduğum için yeni kaset çalışmamda Kürtçe bir şarkı söyleyeceğim ve Kürtçe bir klip çekeceğim… Bunu yayınlayacak onurlu televizyon kanalları olduğuna inanıyorum…’ diye başlayan konuşmasını, bunun Hürriyet Gazetesi aracılığıyla nasıl yalanlarla sistemli bir lince dönüştürüldüğünü gösteren manşetleri, yazılan köşe yazılarını tek tek ekrana getirdi.Ahmet Kaya’nın her konserde, her konuk olduğu programda, her röportajında Kürt ve Türk kardeşliği için nasıl barış yanlısı konuşmalar yaptığını gösterdi.Ahmet Kaya “kardeşlik” dedikçe nasıl “terörist, bölücü,vatan haini,şerefsiz,fikirsiz fikir şuçlusu” gibi başlıklarla yargılandığını,halkın gözünde nasıl düşman haline getirilmeyeçalışıldığını tüm çıplaklığıyla anlattı.Bütün bu kötülükleri yapanlar, iftiraları atanlar bugün bu utancı nasıl taşıyorlar insan merak ediyor doğrusu.***Ahmet Kaya öldüğünde 43 yaşındaymış biliyor musunuz?Eşi Gülten Kaya doğumgünümde Ahmet Kaya’nın son kullandığı çakmağı bana hediye etmişti…Ben o çakmağa her baktığımda tuhaf bir kırgınlık, hüzün ve sevinç hissediyorum…Ahmet Kaya’ya rezilce saldıranlar nasıl hiçbirşey hissetmeden yaşıyorlar anlamakta zorlanıyorum.***Belgeseli izlerken bir arkadaşım mesaj attı...“Ahmet Kaya’yı sistemli bir linçle öldüren bu adamlar bugün acaba aynı sözleri söyleme cesaretine sahip midir? Ne acı ki akıllarından bile geçirmeye korkarlar.”Çok doğruydu dediği…Bu insanlar her dönem, o dönemin egemenlerine yaranabilmek için yazmışlar.Egemenler kime kızmışsa ona kızmışlar, ona saldırmışlar, ona iftira atmışlar.Ve bu ülke bu adamları “yazar” saymış. O ‘yazarlar’ Ahmet Kaya’yı sürgünde öldürmüş…