Bana sorarsanız çok tuhaf bir şey oldu…Bu ülkenin hapishanelerinde binlerce insan açlık grevi yapıyordu düne kadar…67 gün ölüme doğru yürüdüler…Anadillerinde savunma yapabilmek için…Ana dillerinde eğitim hakkı için…Tecritin kaldırılması için…Kısaca, hapishanede de olsalar, doğarken hakettikleri doğal hakları için ölümü göze aldılar…Sizin için ‘yanlış’ insanlar bile olsalar, hakları için ölümü bu kadar hiçe saymaları büyük bir cesaretti.Ama bu ülkeyi yönetenler, hepimizin, peki peki çoğumuzun vicdanına meydan okuyarak, gözlerimizin içine bakarak yalan söylediler…‘Açlık grevi yok,’dediler.‘Şantaj yapıyorlar,’dediler.‘Show yapıyorlar,’dediler.Ama sonra Abdullah Öcalan, İmralı’dan açlık grevindeki mahkumlara ‘grevi hemen bırakın’ dedi…Ve ‘olmayan’ açlık grevleri bitti.Açlık grevlerini bitirerek hapishanelerdeki muhtemel ölümleri, büyük bir çatışma ihtimalini Apo tekbaşına önledi.Başbakanın, hükümetin yapması gerekeni İmralı’dan Abdullah Öcalan yaptı.Bunu yaptığı için ona kızacak mıyız?Yoksa teşekkür mü edeceğiz?Tuhaf oldu bu iş değil mi?***Abdullah Öcalan dedi ki ‘eylem amacına ulaşmıştır, greve bir an önce son verin.’Demek ki şu an bilemediğimiz ama gerçekleştiğine emin olduğumuz bir anlaşma yapıldı.Bu anlaşma nedir acaba?Bu anlaşmayı kim yaptı?Bu grevler, bir müzakereyi sürdürüp bir anlaşmaya varan hükümetin çabasıyla bittiyse bunu neden bilmiyoruz?Neden başbakan bunun için uğraştıysa bunu saklamak istiyor?İnsanların ölmesini engellemek iyi bir şey değil mi?Neden başbakan grevler Öcalan’ın bir sözüyle bitmiş gibi görünmesini tercih ediyor?Başbakan’ın “ölümü savunan”, Öcalan’ın da “hayat kurtaran” bir imaja sahip olmasının iktidara nasıl bir siyasi getirisi var?Bu ülkenin seçmenleri, “ölümü savunanları” mı tercih ediyor ülkeyi yönetmesi için?Eğer böyleyse garip bir memlekette yaşıyoruz demektir.Eğer böyle değilse siyasi iktidarın algıları tümden şaşmış anlamına gelmiyor mu?***Başbakan idamı geri getirmekten bahsediyordu.Bununla ilgili yazılar hâlâ devam ediyor gazete köşelerinde…Sanırım ‘açlık grevine aldırmıyorum, hatta asarım bile istersem sizi’ demek istiyordu.Hatta, aynı hükümetin dışişleri bakanı ‘yok yok öyle demedi Norveç’e söyledi onu Norveç’e’ demek zorunda kaldı.Dışişleri bakanını bu kadar zor duruma sokarken başbakan, anlaşılan bir taraftan da İmralı ile görüşmeler devam ediyormuş…Bunu, sonuç alınana kadar saklamak devlet işlerinin yönetimi anlamında doğru olabilir…Ama yapılanın tam tersini hatta akıllara sığmayacak kadar tersini söylemeyi, ülkede gerginliği artırmayı anlamak çok zor.Neden başbakan işleri karıştırmaktan bu kadar hoşlanıyor düşünmeden duramıyorum…Neden Tayyip Erdoğan yaptığı olumlu şeyleri ‘sır’ olarak saklıyor da olumsuz işleri bu kadar açık yapıyor?***Şimdi geldiğimiz bu noktadaki görüntüye göre “idamı ve ölümü” savunan bir başbakanımız, ölümleri durduran bir “mahkumumuz” var.Öcalan’ın açlık grevlerini ve ölümlerini önlemekte çok önemli bir rol oynadığı çok açık.Ama bu sonuca varmak için başbakanın ve hükümetin ciddi görüşmeler yaptığı da çok açık.Ama başbakan bunun için kendisine “teşekkür etmemizi” istemiyor.“Öcalan’a teşekkür edin” diyen bir siyaset izliyor.Yaptıklarına bakınca, “ben hiçbirşey yapmadım, her şeyi Apo tek başına önledi” diyen bir tavrı var.Ölümleri ve büyük bir karmaşayı durduranlara teşekkür borcumuz var.Ama başbakana da şunu söylemek istiyor insan, “insan hayatlarını kurtarmak için uğraşmak ayıp değildir, iyi bir şeydir ve bir ülke hayat kurtaran bir başbakana sahip olmaktan utanmaz.”Bunun için sevinir sadece.Ve ben başbakanın yaptıklarından dolayı sevinmeyi gerçekten çok özledim…
Yitirmenin ne demek olduğunu biliyorum.Çoğumuz biliyoruz.Çoğumuz aşkı, ölümü, hayatı, acıyı, sevinci, kahkahayı, hazzı, büyük fırtınalarla savrulmaları,canımızı en fazla acıtanlardan, bazen şiddetle öldürmek istesek de aslında saçının teline zarar gelse onun için korkusuzca ölüme yürüyeceğimiz kadınlardan, adamlardan öğrendik.Çoğumuz o adamları ve o kadınları kaybettik…Çoğumuz içimizde o acının izleriyle yaşıyoruz hiç öyle bir acı yokmuş gibi içimizde…Ama hepimiz sevdiğini yitirmenin ne demek olduğunu biliyoruz aslında.Bazen düşünüyorum, hafıza olmasa aşklar, dostluklar, kavgalar, sevişmeler, insanlar nasıl olurdu diye.Bir acıyı acı yapan, o acının kendi gücü mü yoksa onu yaşayanın o acıyı ve nedenlerini hatırlama biçimi mi?Bir kadınla bir erkek karşılaştığında aslında karşılaşan hafızaları mı?Birbirlerine hiç söylemeyecek oldukları acıları mı?Yitirmeyi bilmesek daha mı cesur olurduk aşka?Çok merak ediyorum hafıza olmasa iki insan birbirini daha çok mu severdi?***Her ilişki kendi anılarını yaratıyor.Hepsi kusursuzca hafızamızda yerini alıyor.Oyunu hiç bozmadan ama bazen sırayı bozarak sadece hatırlanmak üzere yerine geçiyor.İki insan, ilk karşılaştılarında birbirlerini hiç tanımayan, içlerinde birbirlerine ait hiçbir hatıra olmayan, bir anlamda birbirleri için bomboş olan hafızalarıyla birbirlerini severken, gün geçtikçe yeni yarattıkları ilişkinin ortak hafızasıyla sevmeye devam ediyorlar.Birbirlerinin sakladıkları acılarını bilmeyecek kadar birbirine yabancı ama yeni yarattıkları ilişkinin ortak hafızasından kurtulamayacak kadar da birbirini seven insanlara dönüşüyorlar.Hepimiz dönüşüyoruz…Hepimiz yitirdiklerimizin acılarıyla birbirimizi sevip hafızalarımıza bir de yeni acıları, yeni yorgunlukları, yeni yaraları ve elbette yeni mutluluklarla yeni sevinçleri ekleyerek yaşıyoruz aşklarımızı.Şimdi tekrar soruyorum, ilişkilerin ortak hafızası olmasa insanlar birbirlerini daha mı çok sever?Ortak hafızamız olmasa sevdiklerimizi hiç eksilmeyen biçimde sevebilir miyiz?Düşünsenize, her sabah yeni baştan yaşayacak olsak hayatı, hergün geçmişi unutarak uyansak, her gün yine aynı insanı mı seçeriz sevmek için acaba?***İmparator’unYolculuğu / La Marche de L’Empereur adlı belgeseli izlemiş miydiniz?Geçen gün Leyla’yla bunu izledik.Penguen belgeseli.Leyla penguenleri merak ediyordu ben de benim en etkilendiğim penguen belgelesini seçtim onun için. Çünkü çizgi film tadında olan penguen filmlerini seyretmişti ama başka bir şey daha izlemek istiyordu, ben de belki de sever diye onu koydum…Leyla ilgiyle izledi…Ben gözümü kırpmadan yeniden izledim.Bu hafıza meselesi o filmden geldi aklıma.***Antarktika’da keskin bir kış… Eksi 40 derece. Yüzbinlerce yıldır her kış aynı şey yaşanıyor orada.Mart- nisan aylarında İmparator Penguenler, okyanustaki hayatlarını bırakıp buzdan kıtaya doğru yola çıkıyorlar…Art arda dizilerek ve kilometrelerce uzunluğunda bir konvoy oluşturarak, kar, fırtına demeden genetik şifrelerine kaydedilmiş alana, Oamock’a varıyorlar.Yirmibeş bin penguen burada buluşuyor.İmparator Penguenler tek eşli. Her yıl Oamock’a gelip seslerinden birbirlerini tanıyarak aynı eşle birleşiyorlar…25 bin penguen arasından o sesi tanıyıp, o sese gidiyorlar.Hafızaları sayesinde aşklarını tekrar tekrar yaşıyorlar… ***Biz hafızalarımız yüzünden bazen ilişkilerimizi düşmanlığa çevirirken…Penguenler hafızaları sayesinde birbirlerini buluyorlar.Leyla penguenleri çok sevdi…Ben bir ilişkide sadece mutlu anları kaydeden bir hafızaları olduğu için onlara imrendim…O korkunç şartlarda kilometrelerce yürümek zorunda olsalar da penguenler bizden daha şanslı diye düşündüm.Siz ne dersiniz hafızalarımız ilişkilerimizin düşmanı mı gerçekten?
Başka çare yok...Ülkemizi de hayatımız da bizden çalıp bizi kendi ülkemizde zavallı köleler haline getirmek için uğraştıklarında, sevinçlerimizi çiğnediklerinde, cesaretimizi yok etmeye çabaladıklarında, bizi susturmak istediklerinde, savaş hayatımızı kemirdiğinde, politikacılar kendi ihtirasları için bizden vazgeçtiklerinde, birbirini yok etmek isteyen insanlar etrafta çoğaldığında direneceğiz.Bu hayat bizim hayatımız.Kim, ne haksızlık yaparak bizi korkutmaya çalışırsa çalışsın direneceğiz...En çok korktuğumuzu sandıklarında en çok sesimizi çıkararak direneceğiz...Mutlu olmak isteyerek, özgür olmak isteyerek, zengin olmak isteyerek yeneceğiz onları.Gülümseyeceğiz...Vazgeçmemizi istedikleri ne varsa vazgeçmeyerek direneceğiz.Yaşayarak direneceğiz...Direnerek yaşayacağız.Onlar haksızlık yaptıkça biz hak için dövüşeceğiz.***Kendi ülkemizde kendimiz için planladığımız hayat tam bu değildi doğrusu.Başka ümitlerimiz, başka hayallerimiz vardı.O ümitlerle hayalleri parçaladılar.Gazetecileri korkutarak, öğrencileri yerlerde sürükleyerek, ülkeyi ele geçirenler şahsi intikamları için olur olmaz işler yaparak, düşüncelerini özgürce söyleyenleri hapislere atarak, Türkiye’nin kapılarını tüm dünyaya kapamak isteyerek, hukuku hiçe sayarak, çağdışı anayasalarla, yalanlarla bizi yönetmeye çabalayarak öldürdüler o hayalleri.Ben direnelim diyorum...Hayallerimiz, umutlarımız, geleceğimiz için direnelim.***Bu ülkenin, bu hayatın bizim olduğuna inanan, bu topraklarda yaşayan her canın bize emanet olduğunu bilen, bu ülkede söz hakkının bütün yurttaşlarda olması gerektiğine inanan, kendi ülkemizde üstelik yalanlarla bizi kimsenin korkutmasına izin vermemeliyiz diyen biri olarak direnmemiz gerektiğine inanıyorum.Hayatlarımız işgal altındaysa eğer biz de o işgali kırmalıyız.***Bu baskıcı sistem çoktan ölmüştü oysa...Toplum ölmüş bir sistemin ağırlığı altında eziliyordu, sadece tek seçenek vardı, o ölüyü gömmek...Ölü olan sistemi gömdüler.Ama gömerken tüm yaşayanları da gömmek istiyorlar şimdi...“Biz yaşıyoruz” diye bağırmalıyız.Yaşadığımızı onlara göstermeliyiz.Onların yüzüne haykırmalıyız.“Biz ölmedik.Gömmeye çalıştığınız sisteme benzedikçe ölen sizsiniz.”
Aptallığa, çıkarcılığa, öldürücü ihtirasa, bencilliğe akılla karşı durma mücadelesine döndü hayat.Hepimiz birer akıl kumkumasına döndük.Saçmalıkların saldırısı karşısında mecburen duyguların karmaşık ve çekici dünyasından uzaklaşıp, aklın ve mantığın düz duvarlı kalelerine sığınıyoruz.Başkalarının aptallıkları yüzünden aklın tutsağı olduk.Farkında mısınız, hergün başka bir laf söyleyen siyaset dünyası yüzünden, onların tuhaf tutarsızlıkları yüzünden hepimiz tutarlılık fetişisti olmak üzereyiz.Kendi küçük hayatlarımızda tutarsız olma lüksümüzü, bu ülkede yaşanan büyük tutarsızlıklar nedeniyle kaybediyoruz.Bir insanın güvenli sallapatiliğiyle değil, bir sarhoşun aşırı dikkatli adımlarıyla yürüyüruz hayatın içinde.Buna mecbur bırakılıyoruz.Etrafımızdaki herşey öylesine öylesine dağılmış vaziyetteki, kendimizi koruyabilmek için kaçınılmaz olarak mantığın sağlam direğine tutunuyoruz,bunun için uğraşıyoruz.Halbuki hayat böyle mantıklı, akıllı, tekdüze, düzgün birşey değil, duyguların savruluşuna, arada bir tutarsızlığa, kaprisli cilvelere, küçük oyunlara da yer var orada.Aslında bir insanın kendi sınırlı hayatına tat katanlar da bu küçük savrulmalar değil mi?Onlarsız hayat fazla yavan olmuyor mu?Sizce de, yöneticiler mantıklı, biz biraz savruk olsak daha eğlenceli olmaz mıydı hayatlarımız?Erkekler kadınlara aşktan değil, ülke sorunlarından bahsediyor… Siyaset dünyasının bunaltıcı egemenliği yüzünden akıllı ve sıkıcı adamlar sarıyor her yanı.İnsanlar hafif bir sohbette bile ülkenin sorunlarından bahsediyorsa, karşılıklı birer düşünce manyağına dönüşüyorsa erkeklerle kadınlar, sizce o kadınlar ya da o adamlarda mı sorun var sadece? Siyaset dünyasının sorun çözme beceriksizliği, sadece ülkeyi felakete götürmüyor, duygularımızı da buduyor.Zekasız, duygusuz,sıkıcı mantık küplerine döndük sonunda…***Ama ne yazık ki o mantığın sınırları da eskimiş klişelerle çiziliyor.Bari o akıldan parlak ve yaratıcı düşünceler çıksa, o da çıkmıyor. Huzursuz, huysuz, klişe akıllardan oluşan bir toplumun ortasında, neredeyse o toplumla tüm ortaklığımızı yitirerek yaşamaya çalışıyoruz.Bu da giderek zorlaşıyor tabii.Saçmalamaktan korkmayan haşarı karakterimiz, sahiciliğimiz gittikçe yıpranıp eskiyor.Siyaset dünyasının acaiplikleri hepimizin hayatını grileştirip sıkıcı hale getiriyor.***Geçen gece tek başıma sinemaya gittim…Sinemadaki yalnızlığı seviyorum…Ama asıl ardından gelen yalnızlığı sevmiyorum…Bu ülkede ne sinema sinema üzerinden, ne kitap kitap üzerinden, ne sanat sanat üzerinden konuşulduğu için ya da anda aynı vizyonda olan Evim Sensin filminin yönetmeni Özcan Deniz’in film çekmesine bile karşı olan bir toplumda yaşadığımız için filmlerle ilgili bir sohbet bile açılmıyor insanlar arasında.‘Özcan Deniz’in filmini sevdim ya da sevmedim’ deyip gündelik bir konuşma bile yapamıyorsun.Gündelik olanlara yer yok artık hayatımızda, sinemadan, filmlerden konuşmak yok, eğlenceli sohbetler yok, kıkırtılı zararsız dedikodular yok, şakalaşmalar yok, neşe yok, sevinç yok. Ülke ve onun korkunç sorunları ağır bir kaya gibi eziyor hepimizi.Kendimize ait küçük hayatlarımızı yok ediyor.***Yeniden sahiciliğimize, duygularımıza, savrukluğumuza, hayatı hayat yapan küçük gerçeklere dönebilmek, hayatımızı geri alabilmek için alabildiğine dövüşmek zorundayız.Bu kavga sadece ülkeyi kurtarmak için değil, hakiki hayatlarımızı kurtarmak için de gerekiyor.Bu siyasetçiler sadece ülkeyi değil hepimizi de teker teker mahvediyor, hepimizi sıkıcılığın içine hapsediyor.Binlerce insanın açlık grevinde olduğu, her gün ölüm haberlerinin geldiği bir yerde hayatın küçük eğlencelerine nasıl yer bulunacak ki?Ölüm için değil yaşam için savaşan bir siyaset istiyorum artık.Ölümden değil yaşamdan bahseden siyasetçiler istiyorum.Kadınlar aşk acılarından erkekler aşktan bahsetsin istiyorum…Ben,herkesle birlikte kendi küçük hayatımı, sahiciliğimi geri istiyorum.Böyle akıl istemiyorum…
İnsan istemediği bir ilişkiden niye çıkamaz?Bunu sorduğumda arkadaşıma, kahkahalarla güldüğüm bir cevap verdi bana…‘Dünyanın cevabını aradığı soru bu, şimdi ben mi bileceğim cevabı yani, aa senin de gücün bir bana yetiyor.’Doğruydu dediği.Yüzyıllardır bunun romanları yazılıyor, filmleri çekiliyor, acılar yaşanıyor ama soru olduğu gibi duruyor.İnsan mutsuzluğunu niye kesip atamaz?Ondan kurtulmayı nasıl kolayca beceremez?Mutsuzsa bunu neden mutluluğa çeviremez?Bunlara verilebilecek pek çok cevap var tabii hepimizin bildiği…***Alışılmış, bildik bir sıkıcılık insanlara daima, bilmedikleri bir mutluluğu aramaktan daha güvenli ve rahat gelir.O ilişkiyi artık istemesen bile, o bildiğin konfordan çıkacak, alışkanlıklarını yok sayacak gücü öyle kolayca kendinde bulamazsın.Daha da kötüsü, bunu yapabileceğine inanmazsın.***Nasıl bir kadın ya da erkek istediğimizi, aşkımızı yaşamak için istediğimiz insanın nasıl biri olduğunu gerçekten biliyor muyuz? Genellikle bilemiyoruz.Bildiğimizi sanıyoruz ama.Belki de aramaktan yorulduğumuz ya da aradığımızı bulacağımızdan umudumuzu kestiğimiz için “bulduğumuz birinin” aslında “istediğimiz” insan olduğuna inandırıyoruz kendimizi.Alışkanlıklarımız, korkularımız, zayıf yanlarımız bizim komutanlarımız gibi…Onlar emri veriyor biz yapıyoruz.Merak ediyorum, ilişkilerimiz aslında bizim küçük hapishanelerimiz mi?Ama belki de soru şu, gitmeye cesaretimiz yok peki ama o asıl aradığımızı gerçekten bulsak onunla aşk yaşamaya cesaretimiz var mı?Küçük hapishanelerin kapılarını birgün açsalar, ‘hadi çık bak o çok istediğin kadın ya da adam orada’ deseler, gerçekten hapishanelerimizden çıkmayı başarabilir miyiz?Gitmeye korkanın aradığı aşkı bulsa da onu yaşamaya cesareti yeter mi?Evet, esas soru bu belki de…Cesaretin var mı?Ya da neden cesaretin yok?İşte hayatın zor kavşaklarından biri…İstediğini yaşamaya cesaretin yetiyor mu?***Bu konuşmayı annemle yapıyor olsaydım bana şunu sorardı, ‘peki cesur olanlar çok mu mutlu?’Ben, mutluluğun cesaretle cok ilgisi olduğuna inanıyorum…Aralarında güçlü bir bağ var gibi geliyor bana…Bunu hayatın her yerinde görüyorum… Sadece ilişkilerde değil, siyasette, sanatta… Hepsi cesaret istiyor.Ama çözemediğim bir şey var.Niye korktuğumuzu, neden istediğimiz kadar cesur olmadığımızı anlıyorum ama neden anladığımız halde korkmaya devam ettiğimizi anlamıyorum.Neden bu kadar korkağız?Neden yaptıklarımızla istediklerimiz arasında hep kocaman uçurumlar var?Neden olduğumuz ya da gösterdiğimiz insanın dışında pek çok ölü taklidi yapan insan var tenimizin altında?O çok istediğimiz mutluluğa neden korkarak varacağımızı sanıyoruz?Neden cesaret bizi diğer tüm sıkıntılardan bile daha fazla korkutuyor?***Cesaret, kaybetme riskini göze almak demek.Cesaretimiz, ilişkilerimizi değiştirmemize, daha mutlu bir hayat aramamıza yetmiyor, çünkü elimizdekini kaybetme riskini göze alamıyoruz.Gittiğimiz yerde mutluluğu bulacağımıza emin değiliz ama gittiğimiz zaman elimizdeki o “sıkıntılı huzuru” da kaybedeceğimizden eminiz.Garantisiz bir mutluluk ihtimaliyle, garantili bir sıkıntı arasında seçim yapmamız gerektiğinde, garantili olanı, o bildik sıkıntıyı seçiyoruz.Bütün korkaklar gibi kaybetme ihtimalinden ürktüğümüzden, kazanma ihtimalinden de vazgeçiyoruz.Onun için garantili ve sıkıcı hayatlar yaşıyoruz işte…
Bizim bir huyumuz var, direnmek.Ama acılara, haksızlıklara, zulümlere, zalimlere karşı direnmek değil, böyle bir direncimiz hatta hiç yok.Anlamaya, gerçekleri görmeye, meselenin özünü kavramaya karşı direncimiz çok büyük.Çok tuhaf ama böyle.Gücümüz var ama gücümüzü nerede kullanacağımıza dair doğru karar verme yeteneğimiz yok sanki.***Barack Obama ikinci kez başkan seçildi Amerika’da.Neden Amerikan halkı Obama’yı seçti?Amerika’nın seçim tarihi, ekonominin darda olduğu zaman yapılan seçimlerde koltuklarını kaybeden başkanlarla dolu.Barack Obama’nın yüksek işsizlik oranı ve ekonomideki durgunluğa rağmen hatta ekonomideki en ağır buhranlardan biri varken ikinci kez seçilmesi şaşkınlık verici aslında…Obama’ya kimler oy vermiş okudunuz mu?Beyaz erkeklerin büyük çogunluğu Romney’ e oy verirken, Afrika ve Latin kökenli Amerikalıların dörte üçünden fazlası, diğer etnik gruplar, Yahudi Amerikalı kadınlar Obama’yı tercih etmiş.Neden sizce?İtilip kakılan, sesini duyuramış olan, hayatını sahip olduğu kimlikle iyi yaşayamamış olduğunu düşünen, değişim isteyen herkes Obama’nın bunu yapacağına inanıyor çünkü…*** Obama’yı zafer konuşmasını yaparken gözlerimi bir an olsun ondan ayırmadan izledim.Ona baktıkça o olmak istedim…Michelle’e ‘seni hiç bu kadar çok sevmemiştim’ derken Michelle olmak istedim…Kızlarının mutlu gülümsemelerini gördükçe o kızlar olmak istedim…Obama konuştukça Amerikalı olmak istedim.Obama, Chicago'daki McCormick Place'de yaptığı konuşmasıyla beni gerçekten etkiledi…Yeterince heyecanlı ve mutlu gözükmüyordu kendisi için ama onu dinleyenleri heyecenlandırmayı başardı.Konuşurken, dinleyende bir “özdeşleme” duygusu yaratabiliyor çünkü rahatça.Neler söyledi?On yıllık savaş döneminin sona ermekte olduğunu söyledi.‘Bu ülkenin diğer tüm ülkelerden daha fazla serveti var, ama bizi zengin yapan bu değil. Tarihteki en kuvvetli orduya sahibiz, ama bizi kuvvetli yapan bu değil. Üniversitelerimize, kültürümüze tüm dünya imreniyor ama dünyanın bizim kıyılarımıza gelmeye devam etmesinin nedeni bu değil. Amerika'yı istisnai yapan, dünyadaki en fazla çeşitliliğe sahip milleti bir arada tutan bağlar, ortak kaderi paylaştığımıza dair, bu ülkenin sadece birbirimize ve gelecek nesillere karşı belli yükümlülüklerimizin olduğunu kabullenmemiz halinde işleyebileceğine dair inanç. Amerika'yı büyük yapan bunlar' dedi…'Geçirdiğimiz tüm sıkıntılara, Washington'ın tüm hayal kırıklıklarına rağmen, gelecek hakkında, Amerika hakkında hiç bu kadar umutlu olmamıştım. Sizden de bu umudu sürdürmenizi istiyorum' dedi.Bu sözleri duyduğumda şunu düşündüm, işte bizim ısrarla direndiğimiz şey bu…Çeşitliliğimize rağmen aramızda bağlar olduğunu ısrarla kabul etmememiz…Bize benzemeyeni sevmememiz…Bize benzemeyenle eşit olmayı istemememiz.Herkesin kendi “kimliğiyle” bir araya gelip ortak bir toplumsal hayalin peşinde koşmasını anlayamamamız.***Obama’yı ve Amerikalıları izlerken o kadar imrenmek zorunda değildik aslında, biz de öyle bir toplum olma hayalinin kenarına kadar gelmiştik, başbakan vazgeçmeseydi bugün biz de herkesin kendi kimliğine sahip çıkabildiği, o kimlikle özgür ve eşit olduğu, adalete güvendiğimiz, gelecek için umut beslediğimiz bir toplum olacaktık.İnsanlar Obama’ya imrendikleri ve hayran oldukları kadar Erdoğan’a da imrenip hayran olacaklardı.Olmadı…Erdoğan çeşitliliği kucaklarsa seçim kaybedeceğini sanırken,dünyanın birinci gücü Amerika, başkanını bu bu kriterle seçiyor…Obama’yı dinlerken hangi yoldan geri döndüğümüzü bir daha görüp, bir daha üzüldüm…Keşke artık bu kadar direnmesek, birbirimizi sevmek için…
Tuhaf bir sonbahar günü salınıyor dışarda…Hem yazın sıcak günlerinden biri, hem kışın sert esen rüzgarı içiçe…Tam hangi mevsimde olduğunu kestiremiyor insan.Kimilerimiz yakan güneşi esas alıyor, kimilerimiz sert esen rüzgarı.Oysa hepimiz aynı mevsimi yaşıyoruz.O birbirine benzemeyen değişimler de aynı mevsimin parçaları.Ama herbirimize farklı geliyor yaşadığımız mevsim…Duygularımız da biraz böyle.Aynı yaşlardayız, aynı ülkedeyiz, aynı mevsimdeyiz, aynı şeyleri yaşıyoruz ama hepimiz olayları farklı algılıyoruz..***Pazartesi günü, son olaylara Leyla Zana’nın hayatından alıntılar yaparak bakarsak yaşanan acıları, insanların ölümü göze almasını daha iyi anlayabiliriz diye yazdığım yazıdan sonra gelen maillerdeki duygu sığlığı ve duygu tekliği beni şaşırttı.Ölüm karşısında aslında bütün insanların duyguları hemen hemen aynıdır.Ama “ötekilerinin ölümü” karşısında bu duygular değişiyor.Ölen insan için duyulan üzüntü kayboluyor birden bire.Soğuk, kızgın bir duyarsızlık çıkıyor onun yerine.“Kendisinden görmediğini” ne gariptir ki “insan olarak” da görmüyor toplumun bir kesimi.Karşısındakini insan olarak görmeyince de kendi insanlığını, insana ait duygularını, vicdanını yitiriyor.***Hayatın bütün inceliklerinden kopup…En hoyrat köşelerde öbeklenerek ortaklığı nefrette buluyoruz.Bizden olmayana, “ötekine” duyulan nefret.Ortak değerimiz bu nefret oluyor.Başkalarının acılarına karşı kör ve zekasız bir nefret var içimizde.Bütün duygularımızı öldürüp sadece nefreti yaşatıyoruz sanki.Duygularımız ölürken biz de parça parça ölüyoruz tabii.***Yetmiş iki cezaevinde on bine yakın kişi açlık grevinde…Bu nasıl içimizde ortak bir yeri titiretmiyor, merak ediyorum.Günlerdir etrafımda kimi görsem soruyorum, ‘başbakan nasıl çıkıp bunca yaşanan acıya rağmen açlık grevi yoktur, bunlar show diyebildi?’Onlar insan.Ölüme yaklaşıyorlar.“Bizden” ya da “ötekinden” olması ne farkeder, bizden olmayanların ölmesi artık hiç mi dokunmuyor duygularımıza?Bu duygusuzluk aslında “karşımızdakinden” çok kendimize kötülük, sırf nefretimiz yüzünden bizi biz yapan bütün o insanduygulardan vazgeçeceksek, daha sonra hayatımıza nasıl devam edeceğiz?Nasıl seveceğiz, nasıl şefkat duyacağız, nasıl merhametli davranabileceğiz, bu duyguları kaybetmenin ne anlama geldiğini kuruyarak mı öğreneceğiz?Bir gün bizim de sevgiye, şefkate, merhamete ihtiyacımız olduğunda, o duygulara sahip kimsenin kalmadığını görmek olacak herhalde bugün yaptıklarımızın cezası.Bu nefret hepimizi insanlıktan çıkaracak.Bu hiç mi korkut muyor sizi?
Bugünlerde ne zaman gerçek hayatlara dokunsam kendimi iyi hissediyorum.O gerçeklik beni hayatın kirli tozlu tüm çarpılmalarından koruyor.Ve biliyor musunuz, bu ülkede yaşayabilmek için önce kendimizi bize sunulan sahte hayattan korumamız gerekiyor.Bunu kitaplarla yapıyorum ben çoğu zaman.O yüzden kitapçıda biyografi bölümünün önünde bir koltuğa gömülüp benden önce yaşamış insanların hayatlarında dolaşmaya bayılıyorum.Beni bu yaşanılan tüm ‘sahte’ gerçeklikten temizliyor o saatler.Cumartesi akşamı yine aynı heyecanla kitapçıya gittim…Raflardan Faruk Bildirici’nin Yemin Gecesi-Leyla Zana’nın Yaşamöyküsü, David Heymann’ın Elizabeth Taylor-Hollywood’un Menekşe Gözlü Divası ve Donald Spoto’nun Zerafet-Audrey Hepburn’un hayatı kitaplarını seçip, kendimi dışarıda akan zamandan tamamen kopardım.***Hayatları birbirinden tamamen farklı geçmiş üç kadın seçmiştim kendime hiç farkında olmadan.Okudukça her birinin hayatının nasıl da acılarla, hatta birbirine benzer acılarla geçtiğini gördüm.Ama bir o kadar da adları bile birbiriyle neredeyse aynı cümlede yanyana geçemeyecek kadar farklı hayatlar yaşamışlardı.Leyla Zana ile başladım…Gayriihtiyari… Belki de bilerek…Yarısında Audrey Hepburn’e geçtim, 6o sayfa sonra Elizabeth Taylor’u aldım elime…Sonra tekrar Leyla, Audrey, Elizabeth…O kitapçı koltuğunda sırayla üçünün de hayatı bir sarmaşık gibi dolanıyordu ruhuma okudukça…Zamanı unutmuş ama gerçek hayata yaklaşmıştım.***Açlık grevleri neden yapılıyor biliyor musunuz?Pek çoğumuz biliyor tabii..O insanlar ana dilllerinde konuşmak, yaşamak, öğrenmek istiyorlar.Kürt çocukları doğdukları anda annelerinden duydukları dili yaşatmak için şimdi ölümü göze alıyorlar.Bence biz bu cümlelerden çok etkilensek bile tam olarak ne demek olduğunu anlamıyoruz…Anlayamayız da…Çünkü bu derdi tanımıyoruz…hakkında hiçbirşey bilmiyoruz…Leyla Zana, bir türlü erkek çocuğu olmayan Fahrettin Bey’in ikinci kızymış…Leyla’yı tam bir erkek çocuğu olarak yetiştirmiş…Diğer kızlarını okula göndermeyen Fahrettin Bey Leyla’nın okumasını istiyormuş…Leyla da bunu çok istiyormuş.Ama Leyla Türkçe bilmediği için okulda büyük zorluklar yaşıyormuş.Öğretmene çekindiği için soru soramıyor, cesaretini toplayıp sorsa da ‘benim işim Türkçe öğretmek değil’ diyormuş öğretmen…Sonunda ikinci sınıfın sonunda okulu bırakmış Leyla.Leyla Zana çok uzun yıllar sonra okuma yazma öğrenip dışarıdan okulu bitirmiş.***Leyla’nın çocukken ne yaşadığını bilmeden, onun Türkçe’yle ilk karşılaştığında hissettiği sarsılmayı hissetmeden, onun işittiği azarların içinde açtığı yaraların acısını paylaşmadan, onun gencecik yaşında neden Parlamento kürsüsünde yemini Kürtçe okuduğunu da anlamak mümkün değil.Onun hayatını okuduğunuzda anlayabiliyorsunuz ancak neler yaşadığını, nelere kızdığını, nelere tepki gösterdiğini ve bütün bunları niye yaptığını.***Hayatlarını birbirine karıştırarak okuduğum üç kadının da hayatı acılarla dolu.Ama Leyla’nın acıları…Onun acıları kendi tercihleri sonucunda yaşanmamış, hayat daha doğarken onu bu ülkede doğduğu için çeşitli acılarla kuşatmış.O da buna başkaldırmış.Bir de bu başkaldırının bedelini hapishanelerde yatarak ödemiş.Bir okuyun hayatını.Leyla’nın yerinde siz olsaydınız ne yapardınız bir düşünün.Siz hayatınızı, o çocukluk yokmuş gibi, o çocuklukta çekilenler çekilmemiş gibi, o çocuklukta yaşanan aşağılanmışlıklar yaşanmamış gibi, yaşınız büyüdükçe geçtiğiniz işkenceler artmamamış gibi yaşayabilir miydiniz?Unutabilir miydiniz?Çocukluğunuza gençliğinize ihanet edebilir miydiniz?Bir düşünün sadece.