Güneydoğu dindarlaşıyor mu Kürtleşiyor mu?

9 Ekim 2012

Dün Can Dündar’da okudum bu rakamları.‘Diyarbakır’da 60 bin öğrenciye hangi dersleri seçmek istedikleri soruldu.Cevaplar ilginç:23 bini, “Hazreti Muhammed’in hayatı” dedi.20 bini, “Kuran’ı Kerim” okumak istedi.10 bin öğrenci “Matematik uygulamaları”nı seçti.“Demokrasi ve İnsan Hakları”nı seçenler 5 binde kaldı.“Kürtçe” mi? Rakam çarpıcı:Yaklaşık 4 bin...Yani dil dersi seçenler, din dersi seçenlerin sadece 10’da 1’i...’***Ne ilginç değil mi?Bu araştırmaya göre Kürt nüfusta dindarlaşma kendi dilini okumak isteyenlerden kat ve kat fazla…“Kendi kimliğini özgürce yaşamakta büyük sorunlar yaşayan insanların çocukları, anne ve babalarının sorunlarından uzak, ülkenin genel muhafazakarlaşma havasıyla büyüyorlar” diye mi yorumlamalıyız acaba bu gelişmeyi?Yoksa Kürtler’de çok derin olan dindarlık damarı, milliyetçilik damarından daha kuvvetli atıyor, diye mi? Ya da ezilenlerin dine sığınması olarak mı görülmeli acaba?***Bahçeşehir Üniversitesi’nden Prof. Yılmaz Esmer’in 22 yıldır düzenli yaptığı “Türkiye Değerler Araştırması”nın sonuncusuna göre ise Türkiye, büyük ağırlıkla “muhafazakar” kimliğini koruyormuş.Büyük artışlar gözlenmiyormuş.Araştırmaya göre “değerler bahsinde” asıl dikkat çekici değişiklik, Güneydoğu’daymış...Kürt kimliği ön plana çıkıyormuş.Türk olmaktan gurur duyanların oranı Güneydoğu’da yüzde 23’müş…Karadeniz’de yüzde 88’miş…***Bunu, Diyarbakır’daki okul çocuklarının ders seçimleriyle beraber düşünürsek ne diyeceğiz?İlk araştırmadaki rakamlar “dindarlaşmayı”, ikinci araştırmadaki rakamlar Kürtleşmeyi gösteriyor.Bu bir çelişki mi?Yoksa Güneydoğu’da dindarlaşmak ve Kürtleşmek el ele bir gelişme mi? Veya bu, Güneydoğu’da dindarlarla milliyetçiler arasındaki bir ayrışmanın hızlandığının işareti mi?Şöyle ya da böyle, bu iki araştırma sosyolojik bir analizi gerekli kılıyor bence. Ciddi bir sosyologun bu iki araştırmadan çıkartacağı sonucu okumak isterdim ben.***Bazen merak ediyorum?AK Parti Güneydoğu araştırmalarını inceliyor mu, yorumlayabiliyor mu? Çünkü sanırım bu rakamlar çok şey anlatıyor aslında…Kürt sorununu sadece PKK ile savaşmak zanneden ya da bu sorunu eski usul devlet alışkanlığı ile çözmeye uğraşan bir hükümet gerçekten Kürt sorununu çözebilir mi sizce?***Mustafa Kemal, en büyük rakibi olarak gördüğü Enver Paşa’ylaİttihatçıların iktidarı ordu sayesinde ellerinde tuttuğunu farkedince, ordunun siyasetten çekilmesini savunmaya başlamıştı…‘Orduyu siyasetten çekin’ diyordu…Ama bu kuralı hayata geçiremedi…Türkiye Cumhuriyeti de birçok sorunu bu yüzden yaşadı.İpleri asker tarafından ele geçirilmiş devlet, kendi vatandaşlarının bir kısmını kendine düşman olarak görmeye başladı, bir kısım vatandaşla devlet karşı karşıya geldi.Kürt kimliğini biraz ön plana çıkartan herkes yıllarca bölücü muamelesi gördü bu memlekette…Bugün Türkiye, devlet-vatandaş ayrışmasını hâlâ sancılı bir şekilde yaşıyor…Ordu siyasetten çekildi belki artık ama bu sorun çözülmedi.Bu sefer de Başbakan, Kürt sorununda sert çıkışlar yapıyor.Ana dilde eğitim hakkını dün gene reddetti.Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven’in ‘dağda ölene ağlamayan insan değildir’ açıklamasına cevap vererek ‘terörist için ağlayamayız’ dedi.Oysa hükümet sözcüsü Bülent Arınç ‘bizim de paylaştığımız ifadeler’ demişti bu açıklamaya.***Kürtlerin düşünce ve duygu dünyasında ciddi bir hareketlilik olduğu gözleniyor.Huzursuz oldukları çok açık.Hükümet ise Kürt vatandaşlara nasıl davranılacağına kendi içinde de karar veremiyor.Bir emniyet müdürünün insanca yaklaşımı bile ayrışmaya neden oluyor.Bütün bunlardan benim çıkartabildiğim sonuç ise çok sıradan ve basit.Kürt meselesinde siyaset, toplumsal gelişmelerin çok gerisinde kalıyor.

Devamını Oku

Yalnızlık hissi yalnız olmaktan daha zor bir şeydir...

6 Ekim 2012

Dedem sormuştu birgün ‘neden bu kadar çok yalnızlık şiiri yazılmıştır düşündün mü hiç’ diye... Ardından da Kemalettin Kamu’nun Kimsesizlik şiirini okumuştu…‘Yıllardırki bir kılıcım kapalı kında,Kimsesizlik dört yanımda bir duvar gibi;Muzdaribim bu duvarın dış tarafında,Şefkatine inandığım biri var gibi.Sanıyorum saçlarımı okşuyor bir el,Kıpırdamak istemiyor göz kapaklarım;Yan odadan biri ince ses diyor gibi gel!Ve hakikat bırakıyor hülyamı yarım.Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın,Kulaklarım komşuların ayak sesinde;Varsın yine bir yudum su veren olmasın,Başucumda biri bana 'su yok'desin de!’***Dedemin sesiyle daha da içime işleyen cümleler, hayat boyu peşimi bırakmayacak o yalnızlık hissini merak ettirdi bana…Neydi yalnızlık?Neydi kendini yalnız hissetmek?Aşkın son zamanları...Hiç bilmediğim bir şehre bir gece karanlığında gelmek...Hiç tanımadığım insanlar arasında tek başına olmak...Uzun yıllar yaşadığın evden ayrılmak...Hayal kırıklıkları...Ya da mevsim bitişleri...Ya da tatil dönüşleri…Hepsi bende aynı hissi bıraktı: Yalnızlık.Nereden geldiğini tam da bilemediğim bir yalnızlık…***Kendini yalnız hissetmeyi bilirsiniz değil mi?İnsanı yaralayan, içini paramparça eden bir histir.Ve yalnızlık hissi insana kendini her defasında, olduğundan, zannettiğinden daha fazla yalnız hissettirir.Yalnızlık hissi, yalnız olmayan insanların da hissettiği, kendi kederini kendi yaratan bir duygudur.Tuhaf değil mi?Yalnızlık hissi, yalnız olmaktan daha zor bir şeydir.***Hiç bitmeyen bir acıyı, başkalarının yanında unutmuş gibi yapıp derinlerde bir yerinde saklayan bir insanın, için için bıkmadan usanmadan söylediği gizli ve sessiz bir ağıt gibidir…Ve bu his varsa sizde, o hiç geçmeyen bir yara izi gibi sizde hep vardır işte.Geçmez ne aşkla, ne başarıyla, ne zenginlikle…Belki de yalnızlığı yaşayarak öğrenmiyoruz diye düşünüyorum…Ya onu bilerek doğuyoruz, ya hiç bilmiyoruz…Ya ona dayanabiliyoruz, ya onunla dağılıp yok oluyoruz.***Ama işin belki de en çetrefilli yanı, yalnızlığa dayanacak kadar güçlü olanların, genellikle çevrelerinde insanlar olsa da hep o yalnızlığı içlerinde, varlıkların bir parçası olarak taşıyan insanlar olması.Bazen yalnızlığa en dayanıklı olanların aslında en yalnız insanlar olduğunu düşünüyorum doğrusu.Yalnızlığına kalabalıklarla çare bulamayan insanlar...Güçleri yalnızlığa dayanmaya yeter de yalnızlıktan kurtulmaya yetmez onların.***Yalnızlık zordur…Ama yalnızlığın çaresi bulunur.Bir dostuna rastlarsın, bir sevdiğinle karşılaşırsın, bir insandan hoşlanırsın, sevgilinle buluşursun, arkadaşlarınla toplanırsın, yalnızlığın geçer.Ama yalnızlık hissi…O, yalnızlıktan da kötüdür.Yalnızlık “başkalarının” olmamasıyla ilgilidir ama yalnızlık hissinin “başkalarıyla” hiç ilgisi yoktur.Senin içindedir.Başkaları ona birçare olmaz.Bir parçan, içinde bir yerde, bilmediğin bir suçtan cezalı bir mahkum gibi duvarların arasına kapatılmıştır, ne kimse ulaşabilir ona, ne sen ulaşabilirsin.“Kapalı kında bir kılıç” gibi durur orada.Hep durur, yaralar, kanatır.Bir mucize olmadıkça da onunla yaşar, onunla ölürsün.Belki de bu yüzden “o hisle” yaşayanlar herkesten daha fazla mucizeye inanır, herkesten daha fazla mucizeyi bekler.

Devamını Oku

Suriye krizi mi Alex krizi mi? Bence Alex krizi…

4 Ekim 2012

Neredeyse savaş çıkacak… Evet…Neredeyse Türkiye’yi yönetenler bizi altından kalkamayacağımız bir savaşın içine sokacaklar… Evet…Ama son yaşanan Alex krizinin ağır gündemi benim için Suriye teskeresinden daha büyük anlam taşıyor…Çünkü olanlara bakınca neredeyse bir fark göremiyorum, insanoğlunun kriz yönetimindeki zayıflıklarını anlama konusunda…***Zaten konunun muhataplarının krizi canlı tutma arzularından, dokuz yıllık ilişkinin bitmesinin ardından yapılan açıklamaların ‘çekiciliğinden’ meselenin 3 Temmuz sürecine değen noktalarının bulunmasından, Alex krizinin tezkereyi ‘yeneceği’ ne yazık ki çok açık…Bu yazıyı dün akşam oynanan Mönchengladbach-F.Bahçe maçının öncesinde yazıyorum…Kim bilir daha neler olacak şu andan bilmiyorum ama bildiğimiz kadarına bakarsak…Aziz Yıldırım’ın da, Aykut Kocaman’ın da ve Alex’in de kendilerine göre haklı yanları var…***Şöyle sayalım:- Alex neden haklı mesela?Yönetim muhtemelen “Alex yılda 3.5 milyon Euro aldı F.Bahçe’den... Dolayısıyla onun sevgisi forma renkle-rine değil Euro’nun yeşiline“ diyecek ve son üç ayda Alex’in takım içinde yarattığı fırtınaları anlatacak bize.Oysa aynı Alex değil miydi, F.Bahçe’nin başkanı ve yöneticileri Metris’te yatarken büyük bir sportmenlik örneği göstererek batan gemiyi kurtaran…Bir bölümünde Aykut Kocaman dahil bütün futbolcular umudunu yitirmesine karşın, Alex’in muazzam bir soğukkanlılığın sembolü olarak F.Bahçe’nin iddiasını play-off’un son maçına kadar taşıyan…O dönemde bütün yönetim, teknik kadro ve futbolcular “Haydi çık oyna da bizi kurtar” diye Alex’in ağzının içine bakmıyor muydu?Alex de Allah’ı var bunu çok iyi becermedi mi... Sonra başkan ve yöneticiler hapisten çıkınca, Alex’e onlar tarafından verilen tüm “imtiyazlar” geri alınmak istendi… Alex işte bunu kaldıramadı bence…Ve o andan itibaren hem kendisinin hem takımın bütün dengesini bozdu. “10 numara kaptan”, bir anda “sıradan” futbolcu muamelesi görmeyi içine sindiremedi… Ayrıca hoşuna da gitmişti sanırım o büyük imtiyaz…***- Aykut Kocaman neden haklı?3 Temmuz sezonunda Aziz Yıldırım’dan doğan boşluğu Alex ile birlikte doldurdular.Aykut Kocaman başkan gibi, Alex ise teknik direktör gibi çalıştı diyebiliriz rahatlıkla herhalde…Ama o kriz bitip, her şey normale dönülünce Kocaman da ipleri eline almak istedi.Alex’e kibarca “Geçen sezon olağanüstü bir sezondu, artık taşlar yerine oturacak, sen de formda olursan forma giyeceksin“ dedi.Karşılığını da Alex’in “Aykut Kocaman beni kıskandığı için oynatmıyor“ tweeti ile aldı. Alex’in camia üstündeki etkisini bu kadar olumsuz kullanması, onu F.Bahçe’de tartışılır bir kimlik haline getirdi...Deyim yerinde ise futbolcular üstündeki hakimiyetini kaybetti ve takım önce CL’den elendi, daha sonra ligde art arda kayıplar yaşadı.Alex resmen oynamıyordu sanki.Bunun üzerine “Ya Alex ya ben” demeden önce istifasını verdi, o da kabul görmeyince Alex’in ipini çekmek durumunda kaldı.Kocaman’ın yaptığı aslında “teknik” bir seçimdi. Ama Alex’in ne kadar büyük bir karizma olduğunu hesap edemedi. 3 temmuz sürecindeki mental yorgunluğu sanırım ‘Yıldız futbolcu nasıl yönetilir’i ona unutturdu…***- Aziz Yıldırım neden haklı?Kendisiyle ilgili hep aynı şeyi düşünürüm.Aziz Yıldırım’ın geçen gün havaalanında söylediklerinin çoğuna katılmak mümkün aslında ama kesinlikle bir “üslup” sorunu var.En doğru şeyleri bile söylerken gene şekeri yükseldi ve birdenbire herkese “ışın kılıcı çeken adam” durumuna düştü.Bu krizde Alex’i seçse, bir futbolcuya teknik adamını kurban eden başkan durumuna düşecekti.Alex’in iyiniyetli davranmadığını farkederek, üç aylık gecikmeyle de olsa bu yaraya neşteri vurdu.Ancak hem dokuz yıllık kaptanını “bacak bacak üstüne attı” gibi komik gerekçelerle kamuoyunun önüne attı, hem değil Alex’i, onun tercümanı Samet’i bile bu uğurda harcayacak bir üslup kullandı, hem de F.Bahçe’de kimsenin haberdar olmadığı gizli muhalefete savaş açtı.Müthiş bir strateji hatası bu bana kalırsa.Bu krizi önümüzdeki haftaya kadar dondursa; kritik M.Gladbach-Beşiktaş maçlarından sonra radikal kararlar alsa kimse ona birşey diyemezdi belki de. Ama o da ipin ucunu kaçırdı.*** Peki “Bundan sonra ne olacak?”Önce şunu söylemeliyim;F.Bahçe 3 Temmuz sürecinin travmasını yaşıyor şu an, kamuoyunungözleri üzerinde... Başkan hapisteyken olağanüstü yetkilerle takımı yöneten teknik direktörü ve onun kaptanı, yetki karmaşası yaşadılar. Zaten birbirlerini insan olarak sevmedikleri de ortada... Aziz Yıldırım, Yargıtay sürecine kadar kendi paçasını şike işinden kurtarmaya çalışıyor normal olarak.Ancak o zaman da kulüp birbirine giriyor. Şike yaptığı -şimdilik- tescilli bir kulübün, 3 Temmuz’un izlerini silmeye çalışırken yakın geleceğini kaybediyor.Başkan kendini kurtarmaya çalışırken, F.Bahçe kendini kaybediyor. Tarihinin en efsane futbolcusu kovulu-yor, kovulurken de itibarsızlaştırılıyor.Hadi cemaat, polis, savcı F.Bahçe’ye karşıydı da, Alex de mi karşı!Alex en fazla bencil ve şımarık davranıyor olabilir. Ancak şike sürecini taraftarına yaslanarak geçiren F.Bahçe, ilk defa arkasındaki en büyük gücü olan taraftarını karşısına alıyor.Şike suçlamasının kendilerine yapılan haksızlık olduğunu düşünen o zümre, şimdi tam ortadan ikiye bölündü.Twitter’da ya da sokakta, Alex’i haklı bulanların sayısı Aziz Yıldırım’ı haklı bulanların iki katı.Almanya’da yönetimin otobüsü saldırıya uğruyor. Şike döneminde söylenmeyen söylenemeyen “Yıldırım istifa” tezahüratı dillerden düşmüyor.Taraftarla kendisini kurtaran Aziz Yıldırım, sanırım bu kez taraftarın vicdanında ağır biçimde yargılanıyor…***Bundan sonra ne mi olabilir?Konuşmaya doyamayan Alex bir hafta önceden gelecek pazartesi basın toplantısı yapacağını söyleyince aklımdan neler geçmedi ki…-Ya Alex çıkıp “Evet arkadaş, bunlar resmen şike yapmış” derse bu pirincin taşını ayıklamaya hiç kimsenin gücü yeter mi?- Alex aleyhinde şahitlik yapmazsa “namussuz ve şerefsiz” olacağı ilan edilen tercüman Samet Güzel, şikeden yargılandı. O çocuk çıkıp “Evet arkadaş, yöneticiler beni bu yolda kullandı” derse ne olacak? - Samet’in kardeşi dün instag-ramında Aziz Yıldırım ve Aykut Kocaman’ı kastederek “Samet ikinizden de namuslu ve şereflidir… Namusu ve şerefi seçip konuşursa siz konuşacak mikrofon bulamazsınız” dedi. Bu bile işlerin vahametini göstermiyor mu?- Aziz Yıldırım, sırf haklı çıkmak için Alex ile kendi aralarındaki özel münasebetleri kamuoyuyla paylaşırsa, Alex efsanesi bundan zarar görmeyecek mi?- Aykut Kocaman bu noktadan sonra takım kötüye giderse F.Bahçe kariyerine nokta koymayacak mı?F.Bahçe’de görülüyor ki, her an herşey olabilir.Umarım “izan” kaybolmaz ve şikeden ağır darbeli F.Bahçe, Alex yüzünden daha büyük problemler içine düşmez.***Ama net bir şey var…Aziz Yıldırım şunu anlamalı artık:Eski gücünde değil. Kamuoyu nezdinde güvenilirliği azaldı. En büyük gücü olan kendi taraftarı bile ona karşı artık. Bu noktada koltuğa yapışmanın bedeli bellidir Türkiye’de:- Koltuğu kaybetmek...Her zaman her şeyi Fenerbahçe için yaptığını söyleyen başkan bari ilk defa ‘kendisi için’ bir şey yapsa da bu duruma düşmese…

Devamını Oku

Zarftan çıkan muhteşem plan

2 Ekim 2012

Tayyip Erdoğan’ın kongrede yaptığı konuşması daha uzun süre tartışılacağa benziyor... İki gündür bazı yazıları gözlerim yuvalarından çıkacak kadar şaşırarak, bazılarını gerçeği bütün berraklığıyla anlatışına hayran kalarak okudum. Benim aklım zalimle mazlum ilişkisine takıldı konuşmayı dinlerken. Zalimlerin neden zalim olduğunu, neden zulmettiklerini anlamak kolay.Sahip oldukları iktidarlarını, servetlerini kaybetmemek, bunları elde tutmak için yapıyorlar bunu. Durumları açık. Zalim olmaktan bir beklentileri var. Peki ama mazlumlar niye mazlum?*** Bir mazlumun mazlumluğu, kendisinin mazlum olduğuna olan güçlü inancında bana sorarsanız. Çaresizliğinden ve güçsüzlüğünden çok emin olmasında...Bunu bir kader gibi görmesinde. Oysa o büyük kalabalık, ne kadar güçlü olduğunu ve yalnız olmadığını anlasa, siyasetçi yalanları bu kadar prim yapar mı bu memlekette sizce? Hiçbir gelişmiş ülkede insanlar, kendilerini bizim kendimizi zannettiğimiz kadar mazlum zannetmez. Hiç kimse bizim ülkemizde olduğu kadar başına gelenlere sessizce razı olup başını öne eğmez. Masum çocukların öldüğü anlamsız bir savaşı bile sessizce kabul edişteki o zehirli boyun eğiş nasıl bir mazlumluktur...***Ben Tayyip Erdoğan’ı dinlerken koca Türkiyenin kendisini koca bir mazlum olarak gördüğünü düşündüm. Hepimizdeki ‘acaba ne diyecek’ heyecanı bile, beni bir Pazar öğleden sonrasının dinginliğine ayak uydurmakta zorlanacak kadar öfke kabarmasıyla sarstı. Kendimi herşeye ve herkese uzak hissettim. Başbakanı dinledikçe kendimi ortak bir yalanın parçası gibi gördüm. Başbakanın ırkım hakkında, dinim hakkında, vatanım hakkındaki övgüleri, abartıları, kendisini dinleyenlerin gönlünü yelpazelemeyi ve sanki gerçeği gizlemeyi amaçlıyordu. Tek adam olma isteğini, demokrasiye boşvermesini, Avrupa standartlarından uzaklaşmasını bu abartılı övgülerin arkasına saklıyordu. Dün de gazeteleri okurken hissettiğim öfkenin boşuna olmadığını anladım. Başbakanın konuşması bittiğinde dağıtılan zarflarda neredeyse ‘altına imza atılabilecek’ bir metin varmış. Anadilde savunmanın sorun olmaktan çıkarılmasından tutun AB hedefinden şaşmamaya, jandarmanın sivil bir yapıya dönüştürülmesinden yeni bir anayasaya kadar çeşit çeşit çözümler. Bu muhteşem planın tek bir maddesini bile başbakan konuşmasında söylemedi.***Ne tuhaf değil mi? Elinde çok müthiş bir proje var ama bunu milyonların dinlediği konuşmasında söylemiyor da gazete köşelerinde kaybolacak bir kitapçıkla davetlilere dağıtıyor. İnsan böyle olağanüstü bir projeyi neden söylemez? Asıl projesini konuşmasında gizleyerek ne amaçlıyor? ‘Mazlum’ insanlara, neyi nasıl çözeceğini hiç açıklamadan “herşeyi ben çözerim” diyor, o insanları mazlum olmaktan bir çözümün parçası olan güçlüler katına çıkarmayı reddediyor ve o yüce katta sadece kendi duruyor. Başbakan orada tek başına durduğu sürece mazlumlar, mazlum olmaktan nasıl kurtulacak?Kendi kurtuluşunu “bir adamdan” bekleyen mazlum, mazlum olmaktan kurtulabilir mi? Bir “kurtarıcıya” inanan bir halkın mazlum olmaktan kurtulması olası mı?***Aklı başında demokrat insanlar bu çelişkileri sorgulamasın diye de üst düzey bir Ak Partili ‘Başbakan AK Parti’nin yapacaklarını demeyecek, Başbakan’ın diyemedikleriniAK Parti yapacak’ demişNiye demiyor peki?İnsan ister istemez düşünüyor. Plan başka, konuşma başkaysa, birisi kandırılıyor demektir. Bir kandırma isteği varsa ortada, mazlum olmaktan kurtulmak için önce bunu sorgulamak gerekir.Neden kandırıyorsunuz, kimi kandırıyorsunuz?Ya da kandırmıyorsanız niye bu hisse kapılmamızı engellemiyorsunuz?

Devamını Oku

Her şey Emre-Baroni kavgasıyla başlıyor aslında...

30 Eylül 2012

Cumartesi akşamı Fenerbahçe’nin Kasımpaşa yenilgisini izlerken, uzun yıllardır büyük kulüplerde pek de alışık olmadığımız bir görüntü vardı sahada diye düşündüm...F.Bahçe 3 Temmuz sürecinde, başkanı, yöneticileri Metris’te yatarken dahi böylesine kendini bırakmış, vurdumduymaz ve amaçsız bir görüntü çizmemişti doğrusu. Her zaman hırslı olmasına alıştığım kaleci Volkan’ın golleri yedikten sonra boş bakan gözleri, oyundan alındıktan sonra bırakın soyunma odasına gitmeyi, tribüne çıkarak maçı izleyen Alex’in sıkıntılı hali, böyle kriz durumlarında yaptığı özeleştirilere alıştığım Aykut Kocaman’ın basın toplantısına bile çıkamayacak kadar kendini saklaması beni şaşırttı.Hatta Aziz Yıldırım, böyle durumlarda ortaya çıkıp medyaya, TFF’ye, gerekirse kendi yarattığı ve “birileri” olarak tanımladığı hayali düşmanlara karşı savaş ilan ederdi... O bile olmadı...***Peki F.Bahçe’nin derdi ne?F.Bahçe’nin esas derdi, takımın lideri olan oyuncusu Alex ile teknik direktör Aykut Kocaman arasındaki iletişim kopukluğu...Bunu, şu anda Atletico Madrid’de oynayan Emre Belözoğlu’nun, çok yakın bir dostundan dinlediğim olaydan iyice anlıyorum...Geçen sezonun ortası, F.Bahçe- Bursa maçında takım çok kötü sahada, F.Bahçe devre arasında soyunma odasına sıkıntılı bir şekilde giderken, Cristian Baroni, soyunma odası koridorlarında ertesi gün takıma vereceği barbekü partisi için davetlerini yaparken, zaten saha içinde öfke kontrolü neredeyse “sıfır” olan ve Gırgır dergisindeki karikatür kahramanı Zihni Sinir’e benzettiğim Emre, Baroni ile tartışıyor.Maç bitiyor. F.Bahçe ite kaka kazanıyor. Ve orada Emre ile Kocaman ilişkisini sonsuza kadar bitiren o olay yaşanıyor işte.Emre devre arasındaki kavganın etkisiyle Baroni ile sahanın ortasında da tartışmaya devam edip, kavgayı soyunma odası koridorlarına kadar taşıyor.Alex, çok sinirli olan Emre’yi sakinleştirmeye çalışıyor. Soyunma odasının kapısında takımı bekleyen Kocaman, Emre ile Alex’in kavga ettiğini sandığı için araya giriyor.Gereksiz bir adrenalin patlaması yaşanıyor. Aykut Kocaman, Emre’ye “Gir ulan içeri” diye bağırıyor.O sıradaki karambolde Alex’in dirseği Emre’nin kafasına yumruk şiddetinde çarpıyor.İşin kötüsü Emre, arkasında bulunan Aykut Kocaman’ın kendisine vurduğunu sanıyor ve hocasını yakasından tutup soyunma odasının içine itiyor.Hatta “Bana babam el kaldırmamış bugüne kadar, sen kim olduğunu sanıyorsun ulan?” diye bağırıyor.Bütün takım seferber oluyor, Kocaman odanın dışına çıkarılıyor, Emre sakinleştiriliyor. Ama öfkesinin kontrolü hiç olmayan Emre içerde hocasına saydırmaya devam ediyor.***Bana sorarsanız F.Bahçe’nin şu anki durumunun miladı bu olay oluyor.Aykut Kocaman, bu hareketi hiç unutmayıp sezon sonunda yönetime Emre’yi takımda istemediğini söylüyor. Emre gönderiliyor.F.Bahçe Emre’nin boşluğunu doldurmak için arıyor, tarıyor, aynı değerde birini bulamıyor.Çünkü Emre tecrübesiyle özellikle Türk oyuncular arasında sayılan ve sevilen bir isim.En son 10 milyon Euro bonservis ödeyerek Chelsea’den Meireles’i alıyor. Meireles belki futbol kalitesi olarak dünya standartlarında ama takım içindeki etkisi sıfır...F.Bahçe sezon başına 2.5 milyon Euro ödeyerek oynatabileceği Emre’yi o olayın faturası olarak gönderirken, toplam 20 milyon Euro harcayıp Meireles’i alıyor. Ancak takımın içinde “lider” oyuncu olma açısından önemli bir tecrübeyi kaybediyor. Emre sahada antipatik bir oyuncu ama lider özellikli neticede.Takımın tek lideri olarak Alex kalıyor.Alex de takıma giremediği için Aykut Kocaman ve yönetimle birebir kavgaya girince takımın bütün hiyerarşik sistemi ve bütünlüğü altüst oluyor. Cumartesi akşamı da biz tamamıyle bu çöküşü izledik işte...***Alex’i tanısam sormak isterdim:- Sen teknik direktör olsan, kötü oynadığı için oyundan çıkardığın takım kaptanı maçı tribüne çıkarak izlese ne düşünürdün?- Stoch, sen tribüne çıkmasan tribünde maçı izleyebilir miydi?- F.Bahçe ilk golü yedikten sonra tribünde elini ısıracağına ilk 45 dakikada rakibi ısırmaya çalışsan daha doğru olmaz mıydı?Ben “Alex haklı” veya “Alex haksız” tartışmasına girecek kadar konuya hakim değilim... Ama dinlediklerimi yorumlamak için de futbol alimi olmaya gerek yok sanki...- F.Bahçe takımına en fazla etki edebilecek kişi Alex...“Alex birine balta ile saldırsa, takımın çoğu ellerinde kazma kürek ile Alex’in arkasından gelir...” diyorlar. Bunu Fenerbahçeli futbolcular söylüyor. Alex, şu anda birebir Aykut Kocaman ile soğuk savaş yaşadığına göre tablonun sebebi gayet net ortada aslında...***Şu anda, Aykut Kocaman takıma hakim değil. Hatta bence geçen sezonki şike sürecinden sonra ciddi bir rehabilitasyona ihtiyacı var.Takımın en etkili oyuncusu ve kaptanı Alex karizmasını F.Bahçe’nin iyiliğine değil, kendisine haksızlık yapıldığını göstermek için harcıyor.Aziz Yıldırım, Alex-Aykut Kocaman krizinde doğru dürüst hiçbir hamle yapmıyor, çünkü o da kendi canının derdinde...Spor yazarları genelde bu meseleye Alex’ci, Aykut’cu veya Aziz Yıldırım’cı bir gözlükle baktıkları için aslında sorunun özel değil, genel olduğunu algılayamıyor bence...***120 milyon Euro’luk bir takım önce Şampiyonlar Ligi’nden elendi...Sonra teknik direktörü tartışmalı hale geldi... Şimdi kaptanını göndermeyi tartışıyor. Ligde de G.Saray’ın çok uzağında kalma ihtimali yüksek.Eğer benim kolayca görebildiğimi F.Bahçe yönetimi göremiyorsa, esas sorun yönetim biçiminde belki de...F.Bahçe’nin bu sezonki görüntüsü, Aziz Yıldırım tarzı yönetim biçiminin iflasıdır.Artık son dakika tribünlerin gözünü boyamak için yapılan transferler, sağa sola saldırarak camiayı ayağa kaldırma taktikleri, hakemler üstünde kurulan baskılar para etmiyor...F.Bahçe’nin anlaması gereken şu bence:Aziz Yıldırım tarzı tükenmiştir.Yeni ve daha modern bir yönetim biçimi kulübe yerleşmedikçe F.Bahçe, eski Metin Aşık’lı dönemlerine doğru gider.Ünal Aysal’ın komplekssiz, Fatih Terim’in tecrübeli yönetim biçimiyle G.Saray aradaki makası açtıkça açar.Bana sorarsanız, takımı kötü etkileyen Alex kadrodışı kalmalı ki Aykut Kocaman olduğu sürece Alex’in takım dışında kaldığı haberini yazıyı yazarken öğrendim, sanırım bu süreçteki yönetimin tek doğru kararı bu oldu, takımı kötü yöneten Aykut Kocaman istifa etmeli, can derdiyle uğraşan Aziz Yıldırım da bırakmalı...Ama şu anda bunların hepsinin birden olması imkansız...Ama bunlar olmazsa, bu noktadan sonra ne olacağını da hayli karışık...Şike Süreci’nde özeleştiri yapmaz, başınıza gelen her şeyi cemaate-düşmanlara bağlar, kendinizce bir İstiklal Savaşı modeli yaratırsanız, o sanal savaş bittikten sonra işte böyle Türk Genelkurmayı’nın düştüğü hale düşersiniz.F.Bahçe aynaya bakıp, Şike Süreci’nin esas aktörlerini tasviye etmediği sürece onların oyuncağı olmaya devam edecektir maalesef...Ve olan da o aktörlere körü körüne inanan taraftara olacaktır.

Devamını Oku

*‘Siz’i merak ediyorum…

29 Eylül 2012

Pazar sabahı kahvaltınızı yaparken okuyorsunuz belki gazeteleri, belki kahvaltıdan sonra kahvenizle beraber televizyon karşısındaki koltuğa gömülmüşken...Belki de bugün okumayacaksınız gazeteleri... Hiç bilmediğim bir yerlerde, hiç bilmediğim bir şeyler yapacaksınız...Ben sizi merak ediyorum...Bu pazar ne yapıyorsunuz?Kimsiniz?Nasıl bir hayatınız var?Sizi ve dünyanın bir yerlerinde hiç bilmediğimiz diğerlerini...Düşünsenize...Kaç tane hayat var acaba dünyada?Belki, Karayip Denizi’nde dolaşan, beyaz yelkenleri rüzgarla şişmiş bir yatın arka tarafında oturup, Meksika Körfezi’nden çıkarılmış iri karidesleri yiyen insanlar var.Tanzanya’nın kuzeyindeki geniş savanlarda aslan kovaladıktan sonra akşamüstü yorgun bir şekilde oteline dönüp havuz başında güneşin batışını seyredenler var.Himalayalar’a tırmanan bir dağcı ekibine katılıp aklını yalnızca zirveye ulaşmaya takarak, karlar, fırtınalar içinde büyük mücadele verenler var.Amerika çöllerinin altına kurulmuş, dışarıdan bakıldığında fark edilmeyen nükleer füze merkezlerinde gözlerini radarın metalik yeşil pırıltısına dikerek her an kendisine verilecek belalı bir emri yerine getirmeyi bekleyenler var.New York Borsası’nda hisse senetlerinin her kıpırdanışında milyonlarca dolar kazanıp milyonlarca dolar kaybeden, koyu renk takım elbiseli, heyecan içinde yaşayıp genç yaşta ölen borsacılar var.Sibirya steplerinde ulaşılmaz ıssız tundraların arasındaki barakalarında karın sesini dinleyen kürk avcıları var.San Francisco’nun iskelelerinde deniz üzerine kurulmuş lokantalarında ıstakoz yiyerek yeni bir aşka dalmayı düşünenler var.Atlas Okyanusu’nun derinliklerinde petrol arayan sondaj gemilerinin haftalarca karayı görmeyen kaptanları var.Uçan apartmanlara benzeyen dev uçakların içinde bir kıtadan bir kıtaya giden, güneşin batışını ve doğuşunu yarım saat arayla seyreden yolcular var.Londra’daki yüzlerce yıllık kulüplerin aşınmış deri koltuklarına gömülerek birbirlerine ince esprilerle eleştiren yaşlı lordlarla, bu lordlara sessizce ve lordların bile beceremeyeceği bir kibarlıkla hizmet eden tecrübeli garsonlar var.Yeryüzünde altı buçuk milyar, belki de yedi milyar insan var.Çeşit çeşit hayatlar var...Eğlenceler, acılar, ıstıraplar, sevinçler, aşklar, sıkıntılar var...Bir de biz varız...Gazetelerimiz... Gazetecilerimiz... O gazetelerin, gazetecilerin anlattığı bir hayat...Politikacılarımız... Onların söyledikleri...İşsizlik...Değişmeyen sığ tartışmalarımız...Zenginleşmeyen hayâllerimiz var.Bir de, dünyada ne olup bittiğini anlamadan yok olmak var...Ben sizi merak ediyorum bu pazar...Siz de merak ediyor musunuz?*: Bu yazı eskimiş yazılar arasından seçildi… AK Parti kongresinin olduğu bu günde tesadüf olarak yayınlanmadı…Unutmayın, bambaşka hayatlar var…

Devamını Oku

Aşk; cesaret pişman olma endişesiyle boğuşuyor…

27 Eylül 2012

İnsan anlaşılması çok da kolay olmayan tuhaf bir ilişki kuruyor kendisiyle…Hem herşeyi istiyor…Hem istediği herşeyden korkuyor.Bazen düşünüyorum;İstediğini yapabilmenin gücünü, içinden geldiği gibi yapabilmenin hazzını, sadece o an öyle istediğimiz için öyle davranabilmenin rahatlığını bilsek yine de bu kadar korkarmıydık kendi isteklerimizden?Derinlerde gizlediğimiz, o saklı olan isteklerden kortukça, en korktuğumuz şeyi de merak etmekten kendimizi alamıyoruz ama.En istediğimiz şey,en derinde duruyor.O yüzden ya kendimizi saklıyoruz herkesden ya da istediğimiz ne varsa peşinden koşacak kadar cesur davranıp ardından pişman oluyoruz herşeyden.***Çok az insan hem cesurca, hem de pişman olmadan yaşıyor sanki.Cesaret bile pişman olma endişesiyle boğuşmak zorunda kalıyor.Korkumuzun üstesinden gelecek gibi olduğumuzda, son alarm olarak ‘pişman olmak da var işin içinde’ diye düşünüyoruz.Aşk bunun en iyi örneği.Cesurca, özgürce, hesapsızca, pişmanlık endişelerine kapılmadan sevemiyoruz genellikle.Bunu yapabilsek bile…Sanki sadece içimizden geleni yapmamak için kendimize korkular uyduruyoruz…Yalnız kalmak…Takdir edilmemek…Anlaşılmamak…Kandırılmak…Sevdiğin kadar sevilmemek…Bütün bu korkular içimizi kemiriyor.Bana sormuştu birgün hayatın karmaşasını her zaman hayran olduğum bir sakinlikle anlatan bir dostum:‘Ne olur yalnız kalsan?’‘Ne olur seni kimse anlamasa?’‘Ne olur seni o kadar sevmezse?’ diye…Ne olabilirdi gerçekten?Sadece kendi sevebilme gücümü görürdüm…Korkmadığımı anlardım.***‘Ne olur” diye kendimize soramadığımız için aşk ürkütüyor işte…Herkes aşktan, ‘ya acıyla kavrulursam’diye korkuyor.Oysa, aşık olduğunda,bir başkasını sevdiğin kadar seversin kendini de…Ve aşıkken cesur olursun.Aşk kendi derinindekine bağlar insanı.En derininde saklı duran herşeye elini uzatabileceğini görürsün…Yapamadığın, yapmaya korktuğun ne varsa yapabildiğini görürsün…Ask,yapamadıklarını yapmaktır.***Ama yanmaktan korkmadığını anladığın, yanmaya hazır olduğunu kavradığın bir an vardır ki işte o anda çok korkarsın…Seni uyaracak korkularından kurtulduğunu hissettiğinde, birden kendini bir uçurumun kenarında gibi görür, korkularını kaybettiğin için korkunç hatalar yapacağını sanırsın.En cesurlarımızın bile, nice badireleri atlattıktan sonra korkup kaçtıkları yerdir orası.Ama o çizgiyi de geçtiğinde…Gerçek aşka, gerçek özgürlüğe, gerçek hayata, gerçek mutluluğa, gerçek sınırsızlığa, kendi gerçeğine, kendi derinliklerine kavuşursun.De ki yandın, acılar içinde kavruldun böyle yaptığın için…O yaşadığın mucize, değmez mi çektiğin o acıya?Hayatın karmasasına karşı her zaman sakin duran dostumun tavrıyla söyleyeceğim;Belki de başka değecek hiçbir şey yoktur hayatta…

Devamını Oku

“Darbe lideri olduğu” söylenen generale 20 yıl sivil memureye 16 yıl…

25 Eylül 2012

Direnmeye çalışıyorum…Balyoz davası kararlarının, terk edilmiş kovboy kasabasının ortasından geçen atlılar gibi yarattığı toz bulutu yere inmeden yazmak istemiyorum.Okumak, izlemek, davayı başından beri takip eden insanlar ne diyor diye bakmak, beklemek, daha doğru, daha sakin, daha akıllıca geliyor.Ama direnemiyorsun işte…Sorular kafana takılıp, dönüp duruyor…Kocaman gürültüler yaratıyorlar ruhunda…Dayanamıyorsun… Yazıp kurtulmak istiyorsun o seslerden.Mesela şu soruyu aklımdan pek uzaklaştıramıyorum ben;2007 yılından, tüm Ergenekon, Balyoz, Kafes gibi devletin içindeki pek çok suç ortaya çıkmaya başladığından beri yani, suikastlar, faili meçhuller birden bitmedi mi?Bu, benim kafamdaki en gürültücü sorulardan biri.En çok sesi çıkan…Israrla cevap isteyen…Duyduklarıyla yatışmayan, yetinmeyen…Kuşkucu… Ne dersem diyeyim, “bu cevap bana yeterli gelmiyor” diyen bir soru.Seminer planlarına baktıkça, bu ülkenin yıllardır süregelen yönetim biçimi akla geldikçe bu soru ısrarla dolanıyor kafamda.Balyoz hakikatı, hepimizin bildiği pek çok başka hakikatın bir parçası…Hepimiz biliyoruz ki “Balyoz yoktur diyen” yalan söylüyor.Ama…***Evet, işin bir de “ama”sı var .Türkiye’de yargı sistemi sorunlu.Hepimiz için sorunlu.Kimin başı derde girse, hukuki sürecin eksiklikleri, aldırmazlıkları, yanlışları, haksızlıkları yüzünden canı yanıyor bu ülkede.Acil çözülmesi gereken en önemli sorun hukuk.Ama sorunu, hukuki haksızlıklar sadece bir kesime yapılıyormuş gibi koyarsanız ortaya, bu sistemin mağduru onca kişinin de hakkını yemiş olursunuz.Bu hukuki çarpıklıkları, başka çarpıklıkları saklamak için kullanırsanız, hukukun eksikliğinden yararlanıp “darbe planlarının aslında olmadığı” türünden yalanlara saparsanız, darbecileri kurtaramaz ama bu darbe davasında başı derde giren “masumların” kurtuluşunu da zorlaştırırsınız.Siz “Balyoz yok” dedikçe Balyoz davasından haksızca tutuklanmış insanlar seslerini duyurmakta zorlanır.“Balyoz yok” yalanı, tartışmanın sadece “darbe planınına” odaklanmasına yol açar ve o darbe planı da belgelerle, ses kayıtlarıyla kanıtlanır.Olan da bu darbe girişimiyle alakası olmadığı halde ceza alanlara olur.Darbe planı var ama darbe planının yargılanmasında adil olmayan işler de var.Dürüst insanların görevi o “adil olmayan” kararları ortaya çıkarmak.***Güllü Salkaya’yı duydunuz, değil mi?O dönem Hava Harp Okulu’nda öğrenci işlerinde çalışan sivil memure…16 yıl hapis cezası aldı.Onun da kullandığı ama herkesin kullanımına açık şifresiz bilgisayarından belgeler çıktığı için.“Darbe lideri olduğu” söylenen general için 20 yıl, sivil memure için 16 yıl.Bu adalet mi?Bunun adalet olduğuna inanmak mümkün mü?Sivil bir memurenin bir darbe girişiminde “16 yıl hapsi” hak edecek nasıl bir rolü olabilir?Güllü Salkaya’nın aldığı haksız ceza “Balyoz darbesinin” olmadığını göstermiyor ama Balyoz darbesinin varlığı da Sarıkaya’nın aldığı cezayı haklı göstermeye yetmiyor.***“Balyoz yoktur” demek bir haksızlık ama “Balyoz davasının bütün kararları adalete uygundur” demek de bir haksızlık.İki haksızlıktan birini seçenler olabilir ama biz ikisinden birini seçmek zorunda değiliz.Dürüst olmayı da seçebiliriz.Balyoz var.Balyoz’da haksız ceza alanlar da var.Hukuk sistemi çökmüş olan bu ülkede benim Balyoz davasıyla ilgili gördüğüm gerçek bu.Salkaya gibi haksızlığa uğrayanlar benim vicdanımı rahatsız ediyor, kafamda soruların uğuldamasına yol açıyor.“Darbe yoktu” diyenler de, “bu mahkemenin bütün kararları adalete uygun” diyenler de vicdanımdaki bu uğultuyu susturmaya yetmiyor.

Devamını Oku