İnsan içine çöken acılarla yaşamayı öğreniyor…İnsan canını acıtanlarla yaşamayı ögreniyor…İnsan, olsa yaşayamayacağını zannettiği ne varsa, olduğu zaman ölmediğini öğreniyor…İnsan kendisi hakkında zannettiği her şeyin öyle olmadığını bu ülkede istemese de öğreniyor…Bu ülke insana kendi hakkında pek çok fikir veriyor…Bu ülke size kim olduğunuzu söylüyor.***Bu ülkenin yüzümüze kim olduğumuzu haykırdığını düşünüyorum.Alçaklıkları,hainlikleri,yalanları,riyaları,anlamsızlıkları,kötülükleri bu kadar net olan başka bir ülke var mı bilmiyorum.Kendi kendimizin turnusol kağıdı gibiyiz…Önümüzde hep basit seçenekler var, bir alçak olabilirsiniz ya da alçak olmayı hayatınız pahasına reddedersiniz…Yalancı olabilirsiniz, ya da sadece sevdiklerinizin gözünde sizinle ilgili görebileceğiniz en ufak bir hayal kırıklığı için bile yalan söylemezsiniz…Hain olabilirsiniz ya da hain olarak zengin yaşamaktansa onurlu bir adam olarak aç yaşamayı tercih edersiniz.Basit yani yaşam bu ülkede…Seçenekleri keskin, belirgin.***Hiç tanımadığın insanların ölümüyle yaşaması arasında bir seçim yapacaksın.Alçaklıkla dürüstlük arasında bir seçim yapacaksın.Savaşla barış arasında bir seçim yapacaksın.Yalanla doğru arasında bir seçim yapacaksın.Dalkavuklukla dik durmak arasında bir seçim yapacaksın.Haksızlıkla adalet arasında bir seçim yapacaksın.Birkaç kuruş için haysiyetini satmakla, haysiyetini hiç bir paranın alamayacağı bir servet gibi sahiplenmek arasında bir seçim yapacaksın.***Ne garip, bu ülke seçimlerinizle size kim olduğunuzu söylerken yaşattığı acılarla da kim olduğunuzu unutturuyor…Karşılaştığınız kederin içinde ezilip yok oluyorsunuz sanki.Sabah uyanıyorsunuz akşam siz yatarken yaşayan pek çok genç siz uyurken ölmüş oluyor…Güne insanların hayatlarının hiç önemli olmadığı bir ülkede uyanırsanız, kim olduğunuzu, o gün hayattan ne beklediğinizi, sevinçlerinizi umutlarınızı unutursunuz…O acı her yerinizi sarar ve kendiniz olmaya utanırsınız…İçinizden geçen küçücük bir mutluluk parçası bile saklanacak yer arar…Gününüz istediğiniz, aklınızdan geçtiği gibi değil o ülkenin kaderi neyse öyle geçer…Siz aslında kim olduğunuzu, ne istediğinizi, kimselerin bulamayacağı kadar dibe gömersiniz…Çünkü bu üldede mutlu olmak hem imkansız hem de ayıptır çoğu zaman…***Bu ülke hepimizi bir seçime zorluyor.Keskin bir seçime.Hayat mı, ölüm mü?Haysiyet mi, haysiyetsizlik mi?Alçaklık mı, dürüstlük mü?Neyi seçtiğinizi kimse bilmese siz bileceksiniz.Her sabah olmayı seçtiğiniz o insanın yüzüne aynada siz bakacaksınız çünkü.
Kendi kendime konuşurum ben…Kendi kendine konuşan çok insana da rastlarım sokaklarda…Ve hep merak ederim ne diyorlar kendilerine acaba diye…Bir arkadaşım “kendi kendime konuşmam ben, kendimle konuşurum, sorarım, cevap veririm, tartışırım, bazen cevabı çok beğenir alkışlarım bile kendimi” demişti.Çok eğlenceli bulmuştum bu dediğini…Sonra ben de bunu yapmaya başladım.Ne zaman canım sıkılsa kendimle sohbet edip durdum hep. Çünkü kaçamıyorsun kendinden…Ayaklanmış duygularımızın birbiriyle vuruştuğu koca bir savaş var içimizde, dinmeyen…Ne istediğimize bir türlü karar veremediğimiz bir savaş…Belki de o yüzden, belki de bir parça huzur için insanın kendisiyle sıklıkla konuşması gerekiyor.***En büyük savaşı içlerinde yaşayan bizler birbirimizle bu yüzden mi acımasızca savaşıyoruz acaba?Bizi birbirimizle savaşmaya, insanları insafsızca öldürmeye bu içimizdeki savaşlar mı itiyor?Bizi başkalarının acıları karşısında bu kadar merhametsiz yapan şey içimizdeki dinmeyen savaşlar mı?***Geçtiğimiz gece 30 genç çocuk öldü bu ülkede. Türk ya da Kürt farkeder mi sizin için? Benim için farketmez… 30 çocuk öldü… Catışmada öldüler… “Çatışma” sözcüğü yaşanan herşeyi normal göstermeye yetiyor bu ülkede… Çocukların savaşma cesareti gösterdikleri bu topraklarda,büyükler barışma cesareti gösteremiyor. İnançları uğruna ölümü göze alan Türk ve Kürt çocuklar kadar yiğit ve cesur değil barışma cesareti gösteremeyen büyükler benim için. Kendi başımıza huzuru yakalamak için kendimizle konuşmamız gerekiyorken, çocuklar ölmesin diye bile birbiriyle konuşmayan Kürtler ve Türk yöneticiler korkaklar benim için.Onlar barışmayacak kadar cesur zannetseler de kendilerini..Aramızdaki en korkak kişiler onlar bana göre.***Yaşadıklarımızı değiştirebilmek için önce duygularımızı ve gizli düşüncelerimizi yeniden keşfetmemiz gerekiyor.Kendinize sorun,korkmayın kendinizle konuşun…Sorun kendinize, acıyı, sevinci, öfkeyi, pişmanlığı gerçekten biliyor musunuz diye?Aslında hiçbirimiz bilmiyoruz.Bilsek bunca gencin ölümüne dayanabilir miyiz?Duygularını kaybetmiş bir toplum olmasak isyan etmeyi bu kadar unutabilir miyiz?Kendi kendimize konuşabilsek, klişe laflarla,sahte gözyaşlarıyla 70 milyonluk bir ot demeti gibi sürdürebilir miyiz hayatı?***Farkında değil misiniz sırf soru sorulmasın diye bir hayat inşa ediyorlar bize…Sorudan korkuyorlar…Sorulmasın istiyorlar hiçbirşey?Kendi kendimize bile konuşmamızı engelliyorlar…Daha çocukluktan itibaren öyle bir kireç banyosundan geçiriyorlar ki, öyle bir taşlaştırıyorlar ki zihnimizi kendimizle bile konuşamıyoruz, doğru soruları kendimize bile soramıyoruz, gerçekleri kendimize bile söyleyemiyoruz.En çok kendimizden saklıyoruz gerçekleri…Kendimizle konuşmalıyız, kendmize gerçekleri söylemeliyiz, kendimize bu çocukların niye öldüğünü sormalıyız…Sonra belki başkalarıyla da konuşur ve bu çocukları kurtarabiliriz.
Ne yazacağım acaba diye düşünüyordum sabah uyandığımda…Çoğu zaman sabah kalktığımda ne yazacağımı bilmem ben…Bu bilmemeyi de severim.Çünkü kendini hayatın kontrolüne bırakmakta zorlanan biri olarak, bu son dakikaya kadar olan belirsizlik beni heyecanlandırır.Bir an önce bilgisayarın tuşlarında dolaşsın isterim parmak uçlarım…Acaba ne yazacağım?***Masaya bırakılmış gazeteleri karıştırdım…Acaba ilgimi çekecek bir şey olur muydu buralarda…Hürriyet gazetesinin sürmanşetini gördüm o aldırmaz yavaş hareketlerim arasında…‘Dağda kahve molası’ yazıyordu.Hürriyet Gazetesi Genel Yayın yönetmeni Enis Berberoğlu, Şemdinli manzarasına karşı kurulan masasında bilgisayarı ve papatyaları, elinde fotoğraf makinesi ile bir sandalyede oturuyor ve diyor ki ‘bakmayın siz el alemin bu işti bitti feryadına.’Yani hayat çok güzel Şemdinli’de, söylenen her şey yalan, yaşananlar uydurma, acılar… Acılar zaten yok.Devlet, Şemdinli’de durumu kontrol altında tuttuğunu kanıtlamak için böyle komik mizansenlere ihtiyaç duyuyorsa, vaziyet sandığımızdan da fena herhalde diye içimden geçirdim…Devamını okumadım…Sebati Karakurt’un çektiği fotoğraflara baktım…***Bugünlerde harika bir kitap okuyorumLaurent Seksik’in Stefan Zweig’ın Son Günleri…İşte ne yazacağım diyordum… Bunu yazacakmışım.Bir savaşın, bir acının yanına kadar gidip “acı yok” diyebilen bir adamla, ondan yıllar önce yaşamış, acının çok uzağında, sürgünde, ölmeyecek kadar güvende olduğu halde o acıya dayanamayıp karısıyla birlikte intihar eden bir adamı…***Stefan Zweig’ın Son Günleri, yazarın Brezilya’da geçen son altı ayını anlatıyor.Dünya Savaşı çıktığı ve insanlar birbirini öldürdüğü için, böyle bir dünyayı daha fazla paylaşmaya tahammül edemeyerek kendini öldüren bir adam Zweig.Başkaları ölürken, kendini güvende hissetmeye bile tahammül edemeyecek kadar başkalarının acılarıyla ilgilenen ve sonunda bu acılara dayanamayıp karısıyla beraber zehir içen bir adam Zweig..Karısı Lotte de Zweig’le beraber hayatına son veriyor.Ölümden korksa da belki vazgeçmeyi aklından geçirmiş olsa da kocasına çok aşık bir kadın Lotte…İşte kitap, yazarla karısının bu son altı ayının hikayesi.Zweig’ı bugüne kadar hiç okumamış olsanız da, kitaplarının hatta en çok biyografilerinin tutkunu olsanız da aynı şeyi düşünürsünüz kitabı okuduğunuzda…Bu adam bu kadın bu acı gerçek…***Savaşlarla yazarların ilişkisi nedir diye düşününce babamın bir yazısı aklıma geldi.Üşenmedim hemen buldum…Demiş ki ‘Zweig’ın görmeye tahammül edemediği savaşa Hemingway gönüllü gitmişti.’Sonra konuyu hiç bitmeyen buradaki savaşa getirmiş.‘Graham Green buralarda olsaydı, istihbaratçıların, teröristlerin, kaçakçıların ortaklaşa gittikleri, sınır yakınlarında bir kerhanenin romanını yazardı.John Le Carré, Türk, Alman ve Amerikan casusları arasında geçen görüşmeleri, yapılan anlaşmaları, ikili çalışan casusların psikolojisini anlatır, savaşsız ve düşmansız bir ortama kavuşan gelişmiş dünyanın, kendisini konusuz bırakan sıkıcılığından Türkiye sayesinde kurtulurdu.’***Siz olsaydınız, siz yazar olsaydınız ya da yazacak olsaydınız…Siz ne yapardınız?Sanırım ne yapacağınızı belki bilmezdiniz ama ne yapmayacağınızı mutlaka bilirdiniz…Acılarla, ölümlerle, çaresizlikle, yalanlarla çevrilmiş bir yere gidip burada acı yok demezdiniz…Bir yalana “foto modellik” etmezdiniz.
İşte eylül geldi…Yok sandığınız gibi zalim aylardan, hüzün esen eylülden bahsetmeyeceğim…Ben bugün zamandan söz edeceğim…O ne olduğunu tam anlamadığımız şeyden.Dün nisandı bugün eylüle geldik…Dün 2000 yılıydı bugün 2012’yi bitireceğiz…Dün çocuktunuz bugün onu hatırlamayacak kadar büyüdünüz.Zaman geçti…Üstelik, şimdilerde hep konuştuğumuz gibi çok da çabuk geçti.Nedir bu zaman?Zamanla ilgili çok ilgimi çeken bir makale okudum geçenlerde, “zaman bizim dışımızda mı akar yoksa zaman içimizde akan bir şey midir” diyor…***Zaman algısını ne yaratır gerçekten?Bazen çarçabuk geçer, bazen de geçmek bilmez…En azından bizim algı dünyamızda zaman tekdüze bir ölçüye sahip değildir.Saatler hep altmış dakika, haftalar hep yedi gündür ama onlar bizim duygularımızda hep farklı farklı süreçlere döner.Bizim zihnimizde neredeyse hiçbir altmış dakika aynı sürede geçmez.Öyleyse zaman gerçekten nerede akar?İçimizde mi, dışımızda mı?***Bize zamanın çok çabuk geçtiğini hissettiren ya da bir türlü geçmek bilmediğini düşündüren şey aslında ne yaşadığımızsa, biz yaşadıklarımızla zamanı denetleyebilir miyiz?Zamanın bizim üstümüzde etkisi olduğu kadar, bizim de zamanın üstünde etkimiz var mıdır?Zaman bizi her an ölüme yaklaştırırken, biz de yaşadıklarımızla o her “anın” boyunu değiştirebilir, hayatı en azından algılarımızda uzatıp kısaltabilir miyiz?***Alfred Hitckock’un Rope filmini seyretmiş miydiniz?Türkçeye Ölüm Kararı diye çevrilmiş…1924 yılında Şikago’daki milyoner çocuklar arasında gerçekten yaşanmış bir olayı anlatıyor…İki genç adam sadece suç işleme zevkiyle ve daha zeki olduklarını kanıtlamak amacıyla bir arkadaşlarını öldürüyorlar.Mükemmel cinayetin peşindeler.Ve Hitchkock Amerika’da sıkça rastlanabilecek, hatta sıradan sayılabilecek bu olayı, unutulmaz bir film olarak çekiyor.Film 80 dakikada 80 dakikayı anlatıyor.Tek bir mekanda, tek bir kamerayla ve hiç kesmeden çekilen bir film…Film tek bir sekanstan oluşuyor…Kamera aktörleri nereye giderse takip ediyor…Montaj ve zaman kayması yok.Ve filmi seyrettiğinizde şunu hissediyorsunuz, zaman duygusunu siz yönetebilirsiniz.O halde zaman, dışımızda var olan ama algılarımız yoluyla süresini bizim belirlediğimiz bir varlık.Çünkü cinayet sahnesinin neredeyse ağır çekimde gösterildiğini hisetmeniz, hatta sizi bezdirici uzunlukta olduğunu sanmanız bir film hilesi değil, sadece sadece sizin sizin filmi seyrederken ne hissettiğinizle ilgilidir…***İşte eylül geldi…Bir yaz daha geçti…Bazıları için uzun, bazıları için kısa bir yaz oldu.Yazın geçmesini engelleyemediğimiz için zamanın kölesi… O yazı nasıl yaşayıp, nasıl algıladığımıza göre uzun veya kısa bulduğumuz için de zamanın efendisiyiz.Zaman hem dışımızda, hem içimizde akıyor…Ve, ikisinin boyu birbirini neredeyse hiç tutmuyor…Belki de dinmeyen huzursuzluğumuzun sebebi işte tam burada yatıyor...
Yıllar önce bütün dünyayı etkileyen bir moda yayılmıştı…‘Nasıl olsa üçüncü dünya savaşı çıkacak ve hepimiz öleceğiz’ diyen gençler yarını unutup bugünü yaşamaya karar vermişlerdi…Kendilerine de ‘çiçek çocuk’ adını takmışlardı…Ve ‘yarının önemi yoktur, önemli olan bugündür’ inancıyla işe güce boş vermişlerdi…Uyuşturucu kullanmayı hızlandırmışlar.Hayata aldırmaz döküntü kılıklarıyla her yanı kaplamışlardı.Sonra bir sürpriz oldu…Üçüncü dünya savaşı çıkmadı.Sevdiğim bir söz var;Yarını tehlikeye atacak eğlencelerden uzak durmalısın…Çünkü gelmeyecek sandığın yarın gelebilir.Savaş çıkmayınca gençliklerini avare geçiren bu çiçek çocuklar da ortalıkta kalakaldılar…Hiç düşünmedikleri ve gelmeyecek sandıkları yarın birdenbire gelivermişti.Yarına hazırlıksız yakalanan gençler de bir hayatı ‘bugün’ için yakmış oldular.Birçoğu gençliklerindeki eğlenceyi, yaşlılıklarındaki sıkıntılarla ödediler.***Bizim politika dünyamız da ‘yarını boşver, gününü yaşa’ diyen çiçek çocuklarla dolu.Dün Andy-Ar’ın yaptığı son araştırmayı okudum…Halkın 60.4’ü yeni bir siyasi parti ve yeni bir lidere ihtiyaç olduğunu düşünüyormuş.Çok mu şaşırtıcı bu sonuç?Bence değil.Yarın olmayacak zanneden bir hükümetin kaçınılmaz akıbeti.Bizim çiçek çocukların lideri başbakan nedense geleceğin hep onun düşündüğü gibi geleceğini sanmasının sonuçlarını yaşıyor…Tıpkı avare bir genç gibi kendi tercihlerine, hayatın bir cevabının olmayacağını zannediyor.***Araştırmaya göre AK Parti sekiz puanlık bir oy kaybı yaşıyormuş.CHP de düşüş yaşarken MHP ve BDP yükselişteymiş.Siyasal Gündem Ağustos 2012 araştırmasının sonuçları bunlar…Son genel seçimlerde ve 12 Eylül referandumu öncesinde yaptığı araştırmalar gerçeğe en yakın olan araştırma şirketinden bahsediyoruz…Çiçek çocuklar gibi biz de istersek bu araştırmaya güvenmeyebiliriz ama ya doğruysa sonuçlar…21 ilde 3 bin 251 denekle yapılmış bu araştırma…AK Parti sekiz ayda yüzde 54,2’den yüzde 46,7’ye gerilemiş…CHP yüzde 21.9’dan 19.5’e…MHP yüzde 13.3’ten 16.1’e…BDP ise 7,6’dan 8.0’e çıkmış.***Sanırım Suriye konusunda “geleceğin kendi hayal ettikleri gibi olacağına” duydukları güvenle yaptıkları hatalar ve bunların sonuçları toplumda bir “liderlik” eksikliği olarak değerlendirildi.Suriye krizinin iyi yönetilmediğine dair neredeyse ortak bir algı oluştu.Kürt sorununda “milliyetçiliğe” büyük ağırlık vermek ise “milliyetçilik” kalesinin asıl sahiplerine yaradı.Yaratılan öfke, Türk ve Kürt milliyetçilerinin oylarını artırdı.Gelecekte olacakları öngörememenin ilk ciddi bedelini ödüyor AKP.Hayallerini gerçek sanmaktan vazgeçmezlerse herhalde ödeyecekleri bedel daha da artacak.Ama bence asıl tehlikeli olan, onların öngörüsüzlüğünün bedelini bütün toplumun da ödemek zorunda kalma ihtimali.Umarım AKP toplumun mesajını alır.Gelecek gelmeyecekmiş gibi davranan çiçek çocuklarına özenmekten vazgeçer.
Önceki gün bütün yaz yemyeşil olan, altından defalarca geçtiğim ağacın üst dallarında ilk sarı yaprağı gördüm.Filmlerdeki gibi daha uçarak yere düşmedi ama bütün işaretler tamamlandı.Aniden bastıran, sonra arkalarında buhar tüten asfaltlar bırakarak dinen sağanaklar…Sabah serinlikleri…Erken kararmaya başlayan gün…Geceleri açık bırakıldığında artık üşüten pencereler…Gelmekte olanı haber veriyor işte…Hayatımıza bir sonbahar daha gelmekte.***Sonbahar gelirken beni en çok ne ürkütür biliyor musunuz?Bu mevsimde hissettiklerimiz bir geceden sabaha kaybolmaz…Yazın havailiğiyle dolaşıp duran ruhumuz yeniden yuvasına döner…Duygularımız yeniden bu yeni yuvada yerleşik hale gelir…Uçucu hiçbir şey kalmaz.Duygular, ağır demir bilyeler gibi yerleşir yuvalarına.İşte sonbahar gelirken beni en çok hırpalayan şeydir bu.Her ışık, her yağmur damlası, her rüzgar, her yaprak, her şarkı içimize değer…Hiçbir şey uçup geçmez artık.Berrak ışıkları, serinleyen sabahlarıyla gelen sonbahar dokunduğu her duyguyu besleyip büyütür…Yalnızlar o yüzden daha yalnız…Yaralar daha sancılı…Özlemler daha dayanılmaz olur.Sonbahar geldi mi içimize çöken hüzün budur işte.Başkalarından kaçsak bile duygularımızdan kaçamayız…Bu mevsimde bütün insanlar, bütün duygular, kara kalemle çizilmiş keskin çizgilerle girer hayatımıza.Bize gelen herkes kendini de getirir…Gittiğimiz herkese kendimizi de götürürüz.Ne ilkbaharın çocuksu yanları, ne yazın baştan çıkarıcı yalanları sonbaharın ağırbaşlılığı içinde kendine yer bulabilir…Gülersek gerçekten güleriz, acı çekersek gerçekten acı duyarız tenimizde…Sonbahar mevsimlerin en dürüstüdür…Bu yüzden de en korkutucusu belki de.***Karşımda bir kum saati duruyor.Bir arkadaşımdan armağan.Zalim bir armağan bence.Zaman somutlaşıyor kum saatinin içinde, ince bir kum olup akıyor, tükenişi an be an izliyorum.İki cam küre arasındaki incecik delikten o toz rengi kumlar hiç durmadan aşağıya akıyor.Üstteki cam küreden bir şeyler eksilirken aşağıdakinde birikiyor.Zamanın bir şeyleri eksiltip bir şeyleri çoğaltarak akıp gittiğini kum saatine bakarken çok net görüyorum.En çok bu mevsimde biliyorum, hepimizin hayatının sonbaharlarla bir küreden bir küreye aktığını…Altta sonbaharlar biriktikçe, üstteki hayat eksiliyor.Başka mevsimlerde bu gerçek bu kadar da açık gözükmüyor sanki.Kum saatinin altına bir sonbahar daha düşüyor şimdi.Üstte duran cam küredeki hayattan bir sonbahar daha eksiliyor.Yaşayacağımız zaman eksiliyor ama…Yaşadıklarımız çoğalıyor düşen her sonbaharla.İşte, bunu gördüğüm için sonbahardan ürküyorum.Ve bunu gördüğüm için sonbaharı çok seviyorum.
İşte kelimeler tükeniyor yavaş yavaş…İnsan bilgisayarın başına oturduğunda aklından yine Kürt sorunuyla ilgili birşeyler geçince yazmak için, o sorunun ülkenin gerçeği olduğunu unutup kendini tekrarladığı yine aynı şeyleri yazacağı endişesini taşıyor.Ama gene de insan ağız dolusu haykırmak, lanet okumak, ağlamak istiyor bağıra bağıra.Ama kelimeler tükeniyor acılar çoğaldıkça…Bu ülkede masum insanların ölümüne yol açan herkes, Türk ya da Kürt ya da Çerkez ya da Laz ya da Ermeni ya da Yahudi hiç farketmez, kim varsa onlar için hangi kelimeleri kullanacağız, herbiri kimbilir kaçar defa kaç milyon insan tarafından kullanıldı daha önce… Alçaklar…Hainler… Caniler…Bu kelimeler, bu insanları anlatmaya yetebilir mi?Hangi dava, hangi inanç, hangi ideoloji kadınlarla çocukları öldürmeyi haklı gösterebilir?Beş yaşında bir çocuğu öldürmeyi haklı gösterecek tek bir neden var mıdır hayatta?İnsani değerlerinden soyunmuş, insan olmaktan vazgeçmiş, bütün duyguları ölmüş, yalnızca görünüşleri insan olarak kalmış birileriyle hangi sözcükleri kullanarak ilişki kurulabilir o halde?Neticede sözcükler iletişim kurabilmek içindir…Yan yana geldiklerinde bir şey anlatırlar.Siz doğru sözcükleri yan yana koyarsanız doğru bir sonuç çıkar.Yanlış sözcükleri yan yana koyarsanız yanlış bir sonuç çıkar.Kelimeler sandığınızdan daha güçlüdür…Siz bir kağıda ‘kürt sorunu ve çözüm önerileri’ diye yazar ve altına da şunları eklerseniz;‘Kürtlerin konuştuğu dil olan Kürtçe, Türkçe’yle ilgisi olmayan müstakil bir dildir.Doğu ve güneydoğu olarak adlandırılan bölgeler, tarihin en eski devirlerinden beri Kürdistan olarak adlandırılan coğrafyanın içinde yer alan bölgelerdir…Kemalist devletin geleneksel zora ve silaha başvurma yöntemi artık iflas etmiştir…Yerel parlamentoların oluşturulması ve merkezi devletin küçülmesi, Türkiye’de tam demokrasinin yerleşmesi için atılacak önemli adımlardır…PKK terörünü kınadığımız kadar devlet terörünü de kınamak, Türkiye’de Kürt kimliğinin tanınması ve Kürt kültürünün gelişmesi için engelleyici tüm yasaların kaldırılması gerekmektedir…’Siz, çözümü isteyen, çözüm yolunu gösteren, barışa hizmet etmeye uğraşan biri olursunuz.Kelimeleri yan yana böyle dizerseniz, bu kelimelerin ifade ettiği gerçeği savunursanız, yalnız bile kalsanız kimse sizi yenemez, sonunda hayat herkesi doğruya getirir.Siz kelimeleri,“Kürtlere daha ne vereceğiz, burası Türklerin ülkesi, anadilde eğitim sadece Türklerin hakkıdır” diyerek yan yana dizerseniz hayatın gerçekleri sizi yener.Gücünüzü başbakan bile olsanız kaybedersiniz.Kelimeler sandığınızdan daha güçlüdür…Yan yana geldiklerinde boyları sizi aşar. Bir tek acılar karşısında çaresizleşirler, bir de bazen aşk onları sessizleştirir.Ama söyleyip de unuttuğunuz sözcükler sizi unutmaz…Bir kere söylemişseniz peşinizden gelir ve size kimselerin soramayacağını zannettiğiniz hesabı sorarlar.Ve yan yana gelir derler ki,‘21 yıl önce Refah Partisi İstanbul İl Başkanı iken kürt raporu hazırlatan sen, dediklerini unutursan, çocukların gençlerin kadınların ölmesini durdurmazsan, başbakan olabilirsin ama ülkeyi yönetemezsin.Adaleti ve barışı sağlayamazsın, ülkeni huzura ve mutluluğa ulaştıramazsın.Ve asıl bunları bildiğin halde yapmazsan, sen hiçbir zaman huzura ve mutluluğa kavuşamazsın…Kelimeler ve vicdanın peşini hiçbir zaman bırakmaz çünkü”
Sanırım Müslüman bir ülke olmamıza rağmen muhafazakar bir parti tarafından baskı altında tutularak yönetilmek dinle ilgili aklımızı tümüyle karıştırdı.AK Parti’ye duyulan kızgınlık, Müslümanlıkla ilgili fikirlerimizi sanki yepyeni bir perspektiften geçirmemize sebep oldu.Günah anlayışımızı bile değiştirdi…Günah işlemekten korkan, günah işlemezsek cennete gideceğimize inanan bir toplum olarak neredeyse “günahsızlıktan” bile sıkıldık.Günahlar eskisi kadar korkutmuyor sanki bizi artık…AK Parti bıkkınlığı, kızgınlığı, insanları değiştiriyor…İnançlarından değiştiriyor…Günahlarından değiştiriyor.İnsanlar içlerinden hala korksalar bile dışlarından günahkar olmaktan korkmuyorlarmış gibi davranıyorlar belli çevrelerde.AK Parti’ye kızdıkça, inançları ne kadar güçlü olursa olsun bunu söylemekten kaçınıyorlar.Kendilerini yönetenlere öfkelendikçe, hiç bilmedikleri, daha once üzerinde hiç düşünmedikleri, sadece korktukları, korktukları halde işledikleri günaha yaklaşıyorlar.Ben de bunu fark ettikçe günahı düşünüyorum…Günahkar olmayı…Ya da masumiyeti…***Aslında insanların kızgınlıkla da olsa günaha yaklaşmaları hoşuma gidiyor…Çünkü ne kadar dirensek de gideceğimiz her yere bizi günah götürüyor…Hatta masumiyete bile…Çocukluğumda mahallede Kuran kursuna giden arkadaşlarım vardı…O zaman da günahı çok merak etmiştim…Biz gitmeyenler, günahkardık çünkü gidenlere göre…Babam söyemişti, günaha hiç değmemiş bir masumiyet yoktur diye.Masum olabilmemiz için çevremizde işleyebileceğimiz, dokunabileceğimiz, hatta bazen dokunduğumuz günahın bulunması gerekli, o günahın varlığı ve gücü masumiyet kavramını yaratıyor.Günah diye bir şey olmasa, masumiyet diye bir şey de olmazdı.Ne kadar çırpınsak da, günah olmadan istediğimiz kadar masum olamıyoruz.Günahının kefaretini ödemeden, ödemeye razı olmadan masumiyetin koynunda kendimize bir yer bulamıyoruz.Günahsızlık değil bence masumiyet, günahsız olanımız yok zaten.Günahın bedelini ödemeye razı olmak, o günahın bedelini ödemek, o bedelden kaçmamak masumiyet.*** Bu dediklerim doğruysa eğer… AK Parti bizleri kızdırdıkça, günahı, dolayısıyla da gerçek masumiyeti öğrenme sansımız artıyor…Günahlardan korkan bizler, AK Parti’nin baskılarına tepki duydukça günaha, gerçekten günaha yaklaştıkça da masumiyete yaklaşıyoruz.Günahsız olmak değil mesele, yaşayıp, günahlar işleyip, onların bedelini ödeyerek masum kalabilmek esas olan çünkü…***Masum bir günahkar….Adı bile çekici.Masum bir günahkarın romanını yazmak isterdim doğrusu…Kahramanım bir kadın mı olsun, bir erkek mi bilemiyorum ama sanki bir kadın olmasını isterdim.Çünkü günahların bedelini ödeyebilen bir kadın bir filmde, bir kitapta, bir şehirde, bir kasabada rastlayabileceğiniz her yerde masumiyetiyle size çarpar…Gözlerinizi ondan ayıramazsınız…Sahip olduğu güç size derinden sarsar.O günah işledikçe ve o günahın bedelini ödedikçe siz onun masumiyetini biraz daha görürsünüz…Çünkü korkusuzca yaşayıp günahlar işleyebilen bir kadın eğer günahının bedelini de korkusuzca ödebiliyorsa, bir günahkar değilmiş gibi numaralar yapmıyorsa, gücü, cesareti, günahkar olabilen korkusuzluğu size etkiler.Günahın bedelini öderken kurnazlığa sapmayan bir kadın her yazarın yazmak isteyeceği kadındır bence.***Masumiyet zor.Günahın bedelini ödeyebilirsen masumsun…Günahtan korkarak değil, bedelini cesaretle karşılayarak masumiyetin kapısından girebiliyorsun ancak.İşte bu yüzden;Seni, bu iktidar gibi, günaha kışkırtan herkes, her şey… Aslında masumiyetin kapısını da açıyor sana.