Bazı haberler her defasında aynı şiddetle ilgili çeker…Mesela yurtdışında futbol oynayan ama tekrar Türkiye’ye dönmek isyeten futbolcuların haberleri…Çünkü kim olursa olsun hiçbiri rahatlıkla ‘dönmek istiyorum’ demez..Hep bir sır, hep bir yalan vardır dönüş gerçekleşene kadar…Nedeni hep merak ederim, bu genç adamları bu kadar baskı altında tutan şey nedir diye?***Kuşkusuz, Tuncay Şanlı Fenerbahçe’ye dönmek istiyor haberleri yazılıp çizilmesine rağmen, şu bunaltıcı kavurucu sıcak yaz günlerinin en heyecanlı transfer spekülasyonu; Arda Turan’ın G. Saray’la ilişkisi...Arda iki günlük tatil için Çeşme’ye geldiğinde kendisini uzaktan da olsa gördüm.Konuşmadım, başı oldukça kalabalık gözüküyordu ama yüzünde gerçekten huzurlu bir hâl vardı…Tabii ki bu huzurlu hali merak ettim…“Arda G. Saray’a geri dönüyor” haberlerini ilk okuduğumda açıkçası pek aklıma yatmamıştı...A. Madrid’le UEFA Kupası şampiyonu olmuş, İspanya’da kendisini kanıtlamış, Türkiye’nin kısır ve insanı yoran suni tartışmalarından kurtulmuş, yılda 2.5 milyon Euro kazanan, dünya futbolunun 2 numaralı ligi olan La Liga’da kariyer inşa etme şansı bulunan Arda’nın G. Saray’a, tıpkı Hakan Şükür’ün Torino’dan dönmesi gibi döneceğini hiç düşünmemiştim açıkçası.“Neden?” diye çok merak ettim ve menajeri Ahmet Bulut’la uzun bir konuşma yaptım..Arda’nın yakın çevresi “Evet, Arda G. Saray’a dönmek istiyor” diyor ve “Çünkü…” diyorlar:***- Arda İspanya’ya büyük umutlarla gitti ama Atletico Madrid’in La Liga’da Real Madrid ile Barcelona’ya kafa tutma ihtimali yok denecek kadar az... Dolayısıyla Arda orada beklediği rekabet ortamını pek bulamadı.- Türkiye’de her yerde “kral” muamelesi gören Arda, İspanya’da yıldız adaylarından biri sadece... O da İspanyol tarzına uyum sağlayamadı. Aradan bir yıl geçmesine rağmen, bir restoranda kendisine yemek sipariş edecek kadar bile İspanyolca öğrenemedi. Bu gidişle öğreneceği de yok.- Arda giderken G. Saray, kümede kalmaktan son haftalarda kurtulmuş, Avrupa kupalarına gidemeyen, transferlerini doğru dürüst yapamamış, geleceği flu bir takımdı. Medya Arda’nın çok üzerine geliyordu. Oysa şimdi Şampiyonlar Ligi’ne direkt olarak katılacak; Hamit, Burak gibi Türk yıldızlarla kadrosunu kuvvetlendirmiş, önü çok açık bir takım...- Arda için en önemli kriter, bir yıl önce son anda Madrid’e gittiği için kendisine gönül koyan Fatih Terim’in kendisiyle ilgili alacağı tavırdı. Nitekim o da en yakın arkadaşlarından olan Selçuk İnan aracılığıyla Terim’e haber yollayıp “Ben geri dönmek istiyorum, hoca ne der?” diye nabız yokluyor. Fatih Terim hemen bunun üstüne atlıyor deyim yerindeyse... Ve Nene ile imza atmak üzere olan Ünal Aysal’ı arayıp o transferi durduruyor.Arda ile Fatih Terim yeniden buluşmayı bu kadar istiyor da, transfer neden gerçekleşmiyor peki?Başta söylediğim gibi işte, bu tip haberlerde olan sessizlik, saklama, yalanlama bu haberde de aynen devam ediyor…Benim anladığım şu:- G. Saray, direkt olarak A. Madrid’in kapısına dayanırsa transfer rakamı belli: 24 milyon Euro... Çünkü Arda’nın mukavelesinde “24 milyon Euro’yu ödeyen takım Arda’yı alır” maddesi var.- Bu nedenle G. Saray transferi “satranç” gibi yapmayı planlıyor. Önce Ahmet Bulut Madrid’e gidip “Arda’yı satacak mısınız?” dedi. Tabii ki “Hayır” karşılığını aldı. Bu noktadan sonra Arda devreye girecek ve G. Saray’dan nasıl gittiyse aynı şekilde G. Saray’a dönmenin yollarını arayacak. Teknik direktörü Simeone ile konuşacak, kulübün sahibi Gil Marin’le görüşecek ve “Ben ayrılmak istiyorum, burada yapamıyorum” diyecek.- Çeşme eşrafının iddiasına göre İspanya’da futbolculara Türkiye’deki gibi “köle” muamelesi yapılmıyormuş. Bir futbolcu gitmek isterse kulübü bırakıyormuş. Burası pek aklıma yatmadı ama neyse!- Arda gitmek istediğine kendi yöneticilerini ikna ettiği anda G.Saray ortaya çıkacak ve resmi teklifini yaparak Arda’yı mümkün olan en ucuz fiyata renklerine bağlamayı deneyecek. Arda 13 milyon Euro’ya gitmişti. En fazla aynı paraya geri almanın yollarını deneyecek G. Saray...- “Altı üstü bir transfer işte, G. Saray niye bu kadar dolambaçlı yollara sapsın” diyenleriniz olabilir. Nitekim ben de öyle dedim. Ama Burak’ı ta Moskova’lardan alan, Hamit için F.Bahçe devreye girdikten sonra son anda devreye girip transferi gerçekleştiren G. Saray’ın bu sezonki tarzı buymuş.Bu arada işin “duygusal” kısmını da merak ettim...- Evlilik planları yaptığı kız arkadaşı Sinem Kobal da kesin olarak Türkiye’ye dönmek istiyormuş.- A. Madrid’den 2.5 milyon Euro alan Arda, G.Saray’a dönerse ve bir sezonda 40 maç oynarsa yılda takribi 4 milyon Euro kazanacak.Şartlar buyken Arda G.Saray’a dönebilecek mi, bilemem ama Çeşme’deki yakın çevresine kalırsa ve gördüğüm huzurlu yüze bakarsak:“Arda artık G.Saraylı...”
Ben ne zaman biri, bir toplum, bir ülke aniden ve çok sinirlenirse kuşku duyarım…Özellikle de bu öfke çevresinde olan yanlışlar ve eksiklerle ilgili ise…Çünkü insan kendisinden de rahatlıkla bilebilirki ne zaman bir günahımızı saklamak istersek daha çok bağırırız.Ve bizim toplum çok uzun yıllardır birbirine dürüstlük, vicdan, adalet, hak hukuk öğretmeye çabalıyor.Herkes adaletten bahsediyor…Herkes haksızlıklardan…Herkes dürüstlükten…Ve herkes birbirine, birbirindeki yanlışlar için bağırıyor.Küçük hatalar bizi öfkeden çıldırtıyor ama cinayetler, işkence-ler, savaşlar bizi hiç tedirgin etmiyor.***Katillere kızmıyoruz…İşkencecilere kızmıyoruz…Hak yiyenlere aldırmıyoruz…Ama sokaktaki her yanlış park etmiş araba için tüm toplumu düzeltecek kadar lafımız var.Önemsiz meselelerde bağırarak kendi günahlarımızı saklamaya uğraşıyoruz çünkü her cinayette, her işkencede sessizliğimizle parmak izimiz bulunuyor hepimizin…O yüzden bu sahte bağırmalarımız.İstanbul Emniyet İl Müdürlüğü’ne yapılan atamalarda Terörle Mücadele Şube müdürlüğüne “sabıkalı bir polisin” sorumlu müdür yardımcısı olarak getirilmesi bana bunları yazdıran.Çünkü öğrendik ki o polis bir işkenceci…Kadınlara işkence altında tecavüz eden biri…Bu yüzden AİHM’de Türkiye’yi mahkum ettiren biri…Ve şimdi hiç kimse bu atamayla ilgili isyan etmiyor.***Bazı adamlar vardır, onların gülüşleri insanı öfkelerinden daha çok korkutur…Alışkın olmayan yüzlerinde gülümsemeleri niyetlerinin kötülüğünü daha da belirgin yapar…Bir başkasında dostluk işareti olacak gözlerdeki o tebessüm onların yüzünde tehdit olur…Ürperirsiniz.İşte ben de başka toplumlarda çok göz alıcı olacak dürüstlük, vicdan, adalet sözlerini burada duyunca ürperiyorum…Çünkü kadınlara işkence yapan, onlara tecavüz eden, AİHM’de mahkum olan bir polis terörden sorumlu emniyet müdür yardımcısı olabiliyor bu ülkede.Kimse gerçek haksızlıklardan, gerçek yanlışlardan, gerçek acılardan bahsetmiyor.***Polislerin işkenceci olmasına aldırmıyoruz bile…Gençlerin ölmesi, kadınların işkence görmesi karşısında hiç sesi çıkmayan bizler en küçük haksızlıklar karşısında ‘hiç haksızlığa gelemem’ tiratları atmaya bayılırız…O işkenceci polisin kadınlara yaptıklarını okuyunca buz kesti her yanım.Şimdi merakla bekliyorum sessizliğimizle ortak olduğumuz bu karanlığı örtmek için, unutturmak için acaba bugünlerde hangi ‘haksızlıklara’ bağıracağız.***Ama bazen tek bir ses yetiyor koca bir sessizliği bastırmaya…İşçi Köylü Gazetesi’nin yazı işleri müdürüyken gözaltına alınan Asiye Güzel 4,5 yıl hapis yatmış ve işkencede başına gelenleri hapishanede yazmış.“Asiye: İşkencede bir tecavüz hikayesi.”Kalabalıklar bu kadar sessiz ve korkakken tek başına bir kadın çıkıyor ve koca bir toplum için ses oluyor.Ve bu toplum bu sesi duymamak için direniyor.İktidar, “bir kadının ırzına geçtiği” için mahkum olan adamı terfi ettirip önemli bir göreve getiriyor.Bu utandırıcı atama karşısında susuyorlar sonra da en küçük meselelerde bağırış çağırışlar, “haklılık” nutukları.İşkencecilerin yükselmesine sesi çıkmayanların “haklılıktan” söz etme hakkı var mı?Sessizlik herkesi işkenceye ortak ediyor.Herkes kirli bir suça bulaşıyor.Bütün toplum kendi sessizliğiyle kirleniyor.Ve herkes sessizliğini bağırarak unutturmaya çalışıyor…
Akşam alacasını sever misiniz?Gün bitişlerini?Akşam üstünün ihtişamlı gün batımı, yerini gölgeli bir belirsizliğe bırakır önce.Çökmekte olan karanlığın yarattığı ışık oyunları sarar her yanı.Telaşlandırır biraz…Ne olduğunu bilemediğiniz bir tedirginlik yalar geçer teninizi.Yalnızsanız akşam çökerken daha da yalnızlaşırsınız.Yalnız değilseniz, ya gelecekte yalnız kalırsanız diye korkarsınız ya da yalnızlığı özleyecek kadar kalabalıklarda yalnız hissedersiniz kendinizi.Akşam çökerken sebepsiz bir hüznün tütsülü kokusunu duyarsınız.Karanlık çökmeden de geçmez.Karanlık, yaralarınızı da gizlediğinde geçer belki…Belki de karanlıkta kendinizi daha rahat avutursunuz.***Her bitiş kendi aldatmacasıyla gelir ya…Akşamın alacasıyla değişen gölgeler gibi her ayrılıkta biraz daha değişir gördüklerimiz.Çöken karanlığın ışığı bizi nasıl aldatırsa her bitiş de öyle aldatır bizi.Çevremizdeki her şey olduğundan başka bir şeye benzer.Dostu düşmandan ayırmak iyice zorlaşır…Her bilge fısıltı, her dostça dokunuş, bize yol gösteren her işaret irkiltir…Yeni kuşkulara düşeriz.Yeniden sevmek zor gelir öyle zamanlarda.Ne geçmiş, ne gelecek yakındır bize artık.Öyle zamansız ve yalnızdır hayat.Yeni bir hayat, yeni bir sabah çok uzak gözükür.***İşte o an bilirsiniz, o bitişten bir başlangıç çıkaracak sizden başka kimse yoktur…İçinizde bir yerde saklı olan o cesarete ihtiyacınız vardır.Korkarsınız ama içinizdeki o sesi duyarsınız da:‘Yapabilirsin’Alaca karanlıklarda dağılan aklını toplayabilirsin…Kırgınlıklarını sarabilirsin…Adımlarını ağırlaştıran o geçmişi bırakabilirsin…Geçmişin günahlarından sıyrılabilirsin.Bir aydınlık varsa o, gördüğün karanlığın ardında.***Her bitiş kandırıyor bizi…Korkutuyor…Gölge oyunları gibi her şey olduğundan farklı bir şeye benziyor.Eğer çıkacaksak bu alaca karanlıktan, içinden geçerek çıkacağız…Önce girmeye, sonra çıkmaya korkarız sadece…Girmeden, bilmediğimiz için….Çıkarken, bildiğimiz için korkarız.*** Akşam alacaları bitişlere, bitişler akşam alacalarına benzer.Gölgeli bir belirsizlik, tütsülü bir hüzün sarar ortalığı.Sonra akşam çöker.Karanlık olur.Ama sonra…Yine sabah gelir aydınlığıyla.Sadece korkma...
Fazla değil isteğimiz aslında…Belki sadece sevilmek…Belki kalabalıklar tarafından sevilmek, belki sadece biri tarafından sevilmek.Belki severek yapacağımız bir iş…Belki mutlu bir evlilik…Belki de sadece birazcık huzur.Kalın gövdeli uzun ve yaşlı ağaçların serin gölgeliğine uzanıyorum öğleden sonraları.Yanımda ağzına beyaz dantel bir örtü örtülmüş bir sürahide limonata, birkaç kitap, kitap okurken ağırlaşan gözlerimi uykuya bırakırken kafamın altına koyarım diye bir yastık ve bir kültablası…Uykuya geçmeden önce hayal kurmayı seviyorum.Ve her defasında fazla değil isteğimiz aslında diye içimden geçiriyorum.İstediğimiz fazla bir şey değil.Gün içinde neler geçiyor aklımızdan?Neler istiyoruz?İnsan bazen sadece kimselerin ona bir şey sormadığı küçük bir an istiyor…Bazen kimselere bir şey söylemek istemiyor…Bazen sadece hayal kuracak kendine ait bir zaman parçası istiyor belki de…“Küçük”, önemsiz hayallerimizden pek konuşmuyoruz.Böyle karışık zamanlarda sadece insanın kendine ait küçük hayalleri pek yer bulamıyor hayatın içinde.Bir ağaç altında uyumayı kaçımız hayal ediyoruz hayatın bu zorluğu içinde…Kaçımız ayağımızı denize sokarak sohbet etmeyi hayal ediyoruz hayatın bu keşmekeşi içinde…Böyle şeyleri hayal ettiğimizi kaçımız söylüyoruz?Sürahiden yanımda duran bardağa limonata döküyorum… İçmek istediğimden değil ,ağaçlar altında limonata içme fikrini seviyorum.Çocukluğumdan beri sevdiğim bu minicik hayali gerçek yapmayı seviyorum.Acaba kaç hayalimiz gerçekleşmiştir? Kaçı gerçekleşemeden unutulmuştur?“Düş, varolan en gerçek şeydir”yazıyordu okuduğum kitapta, çok sevmiştim bu lafı.Ben hayal kurmayı çocukluğumdan beri çok severim.İnsanların kurduğu düşlerin gücüne inanırım.Bugün etrafta gördüğümüz her şeyin zamanında birilerinin düşü olduğunu bilmek beni hep heyecanlandırır.Hayat giderek ağırlaşıyor bu ülkede…Hayallerimiz eksiliyor, sessizleşiyor, öksüzleşiyor. ‘Bir hayalim var’ diyen insanlarla karşılaşmıyorum uzun zamandır…Hayallerin gerçekleşeceğine inananlara rastlamıyorum.Hayaller bazen gerçek olur.Ama gerçekleşmesi için önce bir hayal olması gerekir. İstediğimiz fazla birşey değil.Uğruna ölünecek bir hayat değil, uğruna yaşanacak bir hayat istiyoruz…İçine limon parçacıkları atılmış limonatalar hayal ediyoruz…Bir ağaç gölgesinde uyumayı, sevdiğimiz birinin yanımıza gelip üzerimize bir şey örtmesini istiyoruz…Yan komşu patlıcan kızarttığında burnumuza gelen o kokuyu özlüyoruz…Sevdiğimize sarılmayı ve öylece kalmayı istiyoruz.Kim bizi inandırdı istediklerimizin fazla şeyler olduğuna?Bize kim söyledi hayal kurmak kötüdür diye…Hayal kurmalı insan.Herkese ve her şeye inat hayal kurmalı.Bazen büyük hayaller, bazen küçük hayaller.Hayat, geniş bir boşluğun içinde sizin yerleştirdiğiniz hayallerden oluşmuş taşlara basarak ilerlemeli.En azından öyle ilerleyeceğini hayal etmeli insan.
İşte o günler geldi…Annemin bana okuduğu kitabı benim de kendi küçük kızıma okuduğum günler.Yazının mucizesi de bu işte.Bir kitap yazıyorsunuz, 66 yıldır aynı heyecan ve zevkle okunup, anneannelerle torunları aynı sayfada buluşturuyor.Küçük Prens’den bahsediyorum…Sanırım Antoine De Saint- Exupery’nin yaptığını pek az yazar başarabilir.Nedir bu Küçük Prens’teki sır?Nasıl her kuşağı aynı biçimde etkileyebiliyor?İnsan gerçekten merak ediyor…Sonra başlıyor sayfalar arasında dolanmaya.Küçüklerin gözünden büyüklerin dünyasını, o “ciddi” dünyanın anlamsızlıklarını anlatıyor.Sanırım sır bu.Büyüklerin sabah akşam çocukları aptal bulduğu bir dünyada Küçük Prens geliyor ve büyüklerin nasıl da aptal ve şaşkın insanlar olduğunu müthiş çarpıcı bir mizahla ortaya seriveriyor.En sevdiğim bölümlerden biri şu:“Büyükler rakamlara bayılırlar. Diyelim, yeni bir arkadaşınızdan bahsettiniz; asla işin özünü merak etmezler. Örneğin, “Ses tonu nasıl? Hangi oyunları seviyor? Kelebek koleksiyonu var mı?” diye sormazlar asla. Onun yerine “Kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Babası kaç para kazanıyor?” derler…Onu ancak bu şekilde tanıyacaklarını sanırlar… Büyüklere, “Kırmızı tuğlalı bir ev gördüm. Pencerelerinde sardunyalar, çatısında güvercinler vardı” derseniz, bu evi bir türlü gözlerinin önüne getiremezler. Onlara demeniz gereken şey “Milyonluk bir ev gördüm.” İşte o zaman “Ah ne kadar güzel” derler.Dolayısıyla onlara Küçük Prens diye biri var, çok sevimli biri, gülüyor, koyun istiyor diyecek olsanız omuzlarını silkip size çocuk muamelesi yaparlar. Ama geldiği gezegenin adı B612 derseniz ikna olurlar. Büyükler böyledir. Onlara kızmamak lazım. Çocuklar büyüklere daima hoşgörü göstermeli.”Böyle başlayan bir kitabın 66 değil 166 yıl daha okunacağına rahatlıkla inanıyor insan.Kavurucu sıcaktan bunaldığımız şu günlerde CHP’yi kurultayını, Ak Parti’yi ve “Bana bir şey olmaz” diyen halini, Numan Kurtuluş’u ve hayallerini düşünürken “Acaba Küçük Prens’i okumuş olsalar hayatları daha değişik olur muydu?” diye aklımdan geçirdim.Büyüklerin aptal olduğunu bilen ‘büyük’ler olsa, hem çocukların hem büyüklerin hayatları nasıl da değişirdi kimbilir.Mesela CHP, AK Parti’nin kendi sonunu hızla hazırladığı ve bunu hiç fark etmediği şu günlerde Küçük Prens’in büyükler hakkında söylediklerine inansa, kendine güvense, pek çok büyüğün bunları ciddiye almayabileceğini bile bile doğruların peşinden gitse neler olur değil mi?Büyükler, insanların eşitliğine karşı çıkarken, kendilerine benzemeyen herkesi küçümserken, CHP bir Küçük Prens gibi “herkes eşittir” deyiverse…Büyükler, oy oranlarıyla ilgilenirken, CHP “özgürlüklerle” ilgilense…Büyükler, insanları “ırklarına” göre ayırırken, CHP başka bir gezegenden gelen Küçük Prens gibi “ama onların hepsi insan” dese…Büyükler, insanları mezheplerine göre tasnif ederken, CHP “Herkes istediği gibi ibadet etsin” dese..CHP, Küçük Prens olsa “büyüklerin” siyasetinde.Her kuşak CHP’yi okurdu o zaman.Ama bunu yapabilmek için Saint-Exupery’nin zekasına ve yaratıcılığına sahip olmak lazım.“Büyüklerde” o zeka yok ne yazık ki…
En çok, bu ülkede kim kime karşı onu anlamakta zorlanıyorum. Eğer anlarsam da çok şaşırıyorum.Aslında ortada gözüken tablo çok basit, değil mi?Türkler Kürtlere…Kürtler Türklere…Ulusalcılar dindarlara…Dindarlar Kemalistlere…Sünniler Alevilere…Karşı.Ama benim anladığım şu;Türkler TürklereKürtler Kürtlere…Dindarlar dindarlara…Ulusalcılar ulusalcılara da karşı.Birbirlerine benzerler arasında da çok şiddetli kavgalar oluyor bu memlekette.***Diyarbakır karıştı.Polisler BDP’nin miting yapmasını engelledi.Ak Parti, kendisi gibi halkın oylarıyla Meclis’e girmiş bir partinin miting hakkını elinden aldı, zorbalıkla üstelik.Sünni Türkler, Kürtlere karşı.Peki ama Güneydoğu’da sadece bunlar mı oluyor?PKK’nın son zamanlarda yaptığı saldırılar medyada pek yer bulmadı ama PKK yol kesiyor, şantiye basıyor, adam kaçırıyor, araç yakıyor.PKK bu şiddetiyle dikkat çekmeye çalışıyor olabilir…Ama bunun altında barışı istemeyen, daha doğrusu Öcalan’a karşı Kürtler varmış gibi geliyor bana bazen .Mikroskobik bir çalışmaya gerek yok, biraz dikkatli bakınca barışı Türkler Kürtler beraber engelliyormuş gibi dursa da Öcalan her muhatap gösterildiğinde ardından büyük PKK saldırıları yaşanması pek tesadüf gibi görünmüyor doğrusu.Bu işin uzmanları tarafından cevaplandırılması gereken soru, “Kandil’le Öcalan’ın arasının gerçekten iyi olup olmadığı”sorusu bence.Sanki Kürtler Kürtler’e karşı.*** Ama bir tek onlar mı? Cemaat AK Parti kavgası da ayrı…Hiçbir şey bilemeseniz bile şu şaşkınlık yerleşir yüzünüze olanları duyduğunuzda, ‘bunların hepsi dindar değil mi…’Ama Kürtler’in Kürtler’e yaptığını, dindarlar dindarlara yapıyor anlatılanlar doğruysa.Ne zaman Ak Parti zorda kalsa, ardında Cemaat varmış gibi biri iz bırakıyor yayınlanan yorumlar.Tabii, Cemaat’i fişleyip devletten dışlayanın Ak Parti olduğunu okumak da aynı şaşkınlığı yaşatıyor.*** Birbirine benzeyenlerin kavga etmesi kadar,ezilenlerin de birbirini ezmesine çok sık rastlanır bu memlekette…Aleviler Kürtler’in dil hakkını savunmaz…Kürtler Aleviler’in din hakkını görmezden gelir…Sanatçılar sanatı sadece tiyatro zanneder…Tersanede ölen işçiyle kimse ilgilenmez…Herkes birbirinin yasağını destekler, hepsi kendisine uygulanan zulümden bahseder.Mesela ben özellikle Silivri’de olanların birbirleriyle ilgili ne düşündüklerini merak eder dururum…Ulusalcılar içinde de hiç duymadığımız kavgalar olduğuna eminim.Şimdi siz Genelkurmay eski başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un en çok kime kızdığını merak etmez misiniz mesela?***Hepimiz birbirimize karşıyız.Karşıyız karşı olmasına da insan merak ediyor, peki ama neden?Galiba padişahlık sistemi yıkıldı ama padişahlık zihniyeti yıkılmadı.Herkes padişah olmak istiyor.Padişah olmak için de bütün haklara sahip olmak yetmiyor, diğerlerinin de hiçbir hakka sahip olmaması gerekiyor.Onun için de herkes bir yandan kendi hakkını almak için, bir yandan da diğerlerinin hakkını almaması için uğraşıyor.Bu kendinden biri olsa bile…Kimse hakkını alamıyor.Kimse kimseye hakkını vermiyor…Üstelik herkes hak ettiğinden fazlasını istiyor…Eee, kavga da hiç bitmiyor tabii.
Bazı aşklar hiç bitmez.Hem ilahi mabedinde, hem günahkarlar galerisinde aynı insanın resmini saklayanların tuhaf macerasıdır bu…Ve bütün kitaplar böyle aşkları anlatır.***Bugünlerde çok mutsuzum, öyle sebepsiz.Tedirginim, gerginim, bilmediği bir şehirde terk edilmiş bir kedi yavrusu gibi endişeliyim…Nedensiz.Nedeni olmadan gözlerinize yerleşen, içinizi kemiren o mutsuzluk hali işte.Astrolojik olarak temmuz ayı çok zor geçecekmiş, gezegenler birbirleriyle çok sert açılar yapıyormuş.‘Demek bir tek ben böyle değilim… Demek böyle olmamın inanırsam eğer gayet de güçlü bir nedeni varmış’ dedim içimden bunu okuyunca.***Ben böyle zamanlarda tanıdık sokaklarda dolaşmayı severim.Sevdiğim filmleri bir daha seyrederim, okuduğum kitapları bir daha okurum.Öyle huzursuz bir halim var ki en güçlü silaha ihtiyacım olduğunu hemen anladım…Kütüphanenin ‘zor zamanlar bölümü’nde duran, bir kadının yaşayabileceği en büyük aşkları yaşayan Lou Salome’nin hayatını anlatan o defalarca okunmaktan eskimiş kitaba neredeyse önce sarıldım, sonra sayfaları arasında kayboldum.“Lou, özgür kadının öyküsü”nü yazıyor kitabın kapağında.***1861 yılında Sen Petersburg’da doğan, Nietzsche, Rainer Maria Rilke ve Freud gibi adamların hayatlarında büyük izler bırakan, erkekleri kendine esir eden ama 36 yaşına kadar bakire yaşayan sıradışı bir kadın Lou Salome.Hayatı beni derinden sarsan kadınlardan biri.Bu temmuz yine Lou Salome’ye sığındım anlayacağınız.Hayat boyu içinizde bir yerlerde, belki sizin haberiniz bile olmadan teninizin altında bir yerlerde yaşamaya devam edecek bir kadın o.Bugüne kadar bildiğiniz her şeyin tanımını değiştirebilir…Direnseniz bile…Üstün bir zekaya, olağanüstü bir güzelliğe sahip Lou yaşadığı dönemde önde gelen bütün düşünür ve sanatçıları baştan çıkaran kadınlardan biri olmuş.Yazar ve psikanalist.Lou 16 yaşındayken ona ilk vurulan Hollandalı bir Protestan papazı ‘o sıradışı bir genç kadındı ve onu akıl yoluyla elde tutmaktan başka çareniz yoktu’ demiş.Bütün erkekleri etkileyecek bir kadın olmasına rağmen neredeyse hastalıklı derecede bir iffet duygusuna sahip olan Lou Salome için kitabın arka kapağında çok çarpıcı bir tanım yazıyor:‘Lou, aşk ziyafetlerinin oburu olarak cinsellik açlığını hayatının sonuna kadar kapattı.’***İnsanın aklını kurcalayan bir tanımlama.Pek çok akıllı, yetenekli, güçlü, ünlü erkek tarafından çok sevilmek, aşık olunmak Lou Salome’yi onlara dokunmak istemeyecek kadar doyurmuş olabilir miydi gerçekten?Kitabın bir başka yerinde de ‘Lou suçluluk nedir bilmez… Rilke de mülkiyetçi değildir… Bir aşkın sürebilmesi için önemli koşullardır bunlar’ diye yazıyor.İşte tam istediğim oldu, huzursuzluğum Salome’nin hayatının karanlık sokaklarında dağılıp gitti.Şimdi aklıma tek bir şey takıldı...Aşk böyle bir şey mi?Bedeni işin içine hiç katmadan sadece duygusal olarak yaşanan bir bağlanma mı aşk?Aşık olduğumuzda zihnimizin coşkunluğu, bedenin arzularını bile önemsizleştirecek ölçüde büyük bir güçle mi bizi kavrıyor?Aşk böylesine büyüdüğünde beden geri çekilip bütün sahneyi zihnimizdeki dalgalanmalara ve tatminlere mi bırakıyor?***Lou Salome’nin hayatını merak ederseniz eğer, hangi aşklar hiç bitmez onu görürsünüz.Bu arada, temmuz huzursuzluğu diye bir şey var mı gerçekten?
Gazeteleri okudum bütün gün…Kana kana su içmek vardır ya, kana kana gazete okudum. Bazen günlerce tek satır görmek istemem, bazense ellerimi, yüzüme dokunmuşsam yüzümü gözümü simsiyah bulurum gazete mürekkebinden.İşte o günlerden biriydi dün…Okudukça okudum.Ne çok farklı konuyla karşılaştım.Dün sanki zengin birgündü gazeteler açısından…Milliyette Hasan Cemal hükümete isyan ediyordu.“Hiç mi vicdanınız sızlamıyor” diyordu…3. Yargı paketinin onaylanmasıyla 7 TİP’li öğrencinin, katil demek bile katillere ayıp sayılacak iki canisinin serbest bırakılmasına çok öfkelenmişti.Gencecik insanlar parasız eğitim diye pankart açtıkları için yıllar boyu hapse mahkum edilirken, BDP’li milletvekilleri hapis yatarken, Uludere için bir özür dilenmezken ,Aleviler yok sayılırken, bir gece operasyonuyla o iki adamın serbest bırakılmasını eleştiriyordu…“İktidar demek böyle bir şey. Vurdum duymazlık, kibir, soslu ego, küstahlık, şımarıklık, duyarsızlık, ben bilirimcilik” diyordu.“Çok yazık” diye yazıyı bitiriyordu…Taraf’ta Kerem Altan, 3.yargı paketinin bir başka haksızlığına isyan ediyordu…Ergenekoncuların ve Balyozcuların dışarı çıkma ihtimallerini insanı olduğu yere mıhlayacak bir gerçeklikle sorguluyordu:“Neden kimse Ergenekon sanığı olmayanları hücrelerinden gökyüzüne bakarken fotoğraflamadı, çocuklarıyla geçirdikleri güzel günlerin anılarını anlattırmadı gazetelerde veya büyüyüp avukat olmuş çocuklarıylarıyla röportajlar yapmadı… Ve belki de en önemlisi kimse onları neden milletvekili yapmaya çalışmadı…Şimdi bir kısmı tahliye olacak… Çıkınca görevlerini yerine getirmek için Meclis’deki yerlerini alacaklar. Çıksınlar çıkmasına da hayatımızdan da çıksınlar… Mesleklerine ihanet etmiş insanlar ve onların destekçileri, o ihaneti mesleğin parçasıymış gibi göstermeye çalışmasınlar.”Bu kadar ağır konulardan kurtulmak isterseniz Ertuğrul Özkök, elindeki Tom Cruise ve David Beckham ilişkisini kanıtlayacak “delilleri”yazmıştı…Yok yok, yanlarında değilmiş ama sanırım biri söylemiş.Bu arada gazeteleri öyle detayıyla okudumki nefis bir polemik başlangıcı yakaladım.Hem bilgilendim, hem heyecanlandım…Çok rafine bir tartışma bizi bekliyor sanki…Geçenlerde Eyüp Can, Radikal Gazetesinde da Vinci’nin “Son akşam Yemeği” resmiyle ilgili bir yazı yazmıştı.Sonra Taraf’da Telesiyej de Eyüp Can’ın Da Vinci’nin resmine “tablo” demesine kızmış, entelektüel düzeyi yüksek bir bilgilendirme ile yazının hatalarını düzelten bir eleştiri yazmıştı.Yeni şeyler öğrenmiştim.Dünse yine Taraf’ta Halil Berktay, Telesiyej‘i eleştirerek sanırım basınımızda ilk kez “fresk” üzerine birpolemiğin yolunu açtı.Telesiyej “Da Vinci’nin Son Akşam Yemeği tablo değil fresktir” demişti…Halil Berktay da “fresk genel olarak duvar resmi demek değildir, üstelik tablo illa taşınabilir çerçeveli resim demek değildir… Fresk, duvar resminin çok özel bir türüdür veya tekniğidir…Ve Da Vinci’nin resmettiği Son Akşam Yemeği fresk değil duvar resmidir…Dünyanın en ünlü freskleri Leonardoya ait değil Michelangeloya aittir…Sistine Şapelin tavanı gibi…” demiş.İki yazıdan da çok şeyler öğrenmem bir yana, bu ülkede “fresk” üzerine polemik yapacak gazetelerin ve yazarların olmasına da çok sevindim.Bu, ancak gelişmiş ülkelerde yaşanabilecek bir lüks bence.Bir yanımız batıyor ama bir yanımız da gelişiyor işte.Gazeteye okumaya bayılıyorum.Bazen tabii…