“Senin zekan tozlanmış”

10 Temmuz 2012

“Zekan tozlanmış senin” dedi…Bir hışımla odadan çıkıp gitti.Arkasından bakakaldım.Ama en çok söylediği söze takıldım:“Zekan tozlanmış senin.”Beni ilgilendirmeyen ama sevdiğim iki insanın kavgasının tam ortasında duyduğum bu söz, uzun zamandır bir kavgada duyduğum en etkili ve kısa cümleydi.Döndüm, odada kalan bu lafın “muhatabı” arkadaşıma baktım.“Bu kadını seviyorum” dedi.Bir kadınla bir erkeğin böylesine çarpıcı bir şekilde kavga etmesi sanırım her zaman olmaz.En azından ben sık rastlamadım.Hikayenin sonunu merak ediyorsanız küsmediler bile…Hatta adam zekasının neden tozlandığını anlattı bize, güzel bir müzik eşliğinde.Şaraplar içildi.Eve dönerken onları, konuştuklarımızı, kadınlarla erkekleri düşünüp durdum.Zekası tozlanan erkek dedi ki:“Anatomi kitabının girişinde yazar ‘Kullanmadığını kaybedersin’ diye, ben de beynimi kullanmıyorum… Hepsi senin zekan ve bu ülkenin zekasızlığıyla ilgili.”Sonra kendi aralarında konuştular uzun uzun.Ben de denize bakarak düşünmeye devam ettim.Beyin bir adale kütlesi…Ve onu kullanmazsak kaybedebiliriz gerçekten, en azından “tozlandırırız…”Acaba bizim ülkemizde zeka seviyesinin Aziz Nesin’i kızdıracak düzeyde düşük olmasının sebebi gerçekten beyinlerimizi kullanmamamız mı?Hepimiz az da olsa çok da olsa geliştirilecek bir beyinle doğuyoruz.Sonra ne oluyor da o beyinler hiç işe yaramaz tozlu bir et parçasına dönüyor?Tam kadehlerini birbirlerinin gözlerine bakarak tokuşturuyorlardı ki onlara bunu sordum.Bana bakmadan aynı anda cevap verdiler:“Düşünmüyoruz da ondan… Beynin sporu düşünmektir.”Demek düşünmek beynin sporuydu.O halde düşünmenin yasak olduğu bir memlekette zekadan bahsetmek bütünüyle komik bir şeydi.Bazı toplumlar insanları yaratmaya, düşünmeye teşvik eder, bazıları ise düşünmeyi, yaratmayı baskı altına alır.Ve bu toplumlar arası farka baktığımızda zeka farkı dikkat çekici boyutta karşımıza çıkar.Bizim zekalarımız tozlanmış gerçekten.Belki de işe yaramaz bir et parçası taşıyoruz kafalarımızın içinde.Yok yok, incelikler peşinde koşmama gerek yok.Algılarımızın eksikliğine, sorunları kavrama biçimimize, çözüm üretme tarzımıza bakarsak kesin öyle.Beyinlerini kullanmayan toplumlar lagarlaşıyor.Refleksleri ağırlaşıyor.Öfke nöbetleri etrafa saçılıyor.Zekası tozlanan insanlar arttıkça farklılıklar azalıyor, aynılaşma başlıyor.Farkında mısınız, bizde insanlar nasıl da birbirinin aynı?Fikri ne olursa olsun aynı insanın zekası gibi zekaları…O yüzden kavgalar komik oluyor.Güya birbirlerine karşılar ama basbayağı birbirlerinin aynısılar.Beyinsel düzeyleri aynı olan ama ayrı ayrı sevgi bayrakları altında toplanan insanlar, belli klişeleri karşılıkları olarak birbirlerine bağırıp duruyorlar.Bu acıklı görüntü yıllardan beri var bu memlekette…Demek bunun gerçekten bilimsel bir nedeni varmış.Beyin kullanmadıkça tozlanıyormuş.Geçmiş zamanlarda beyin gücü belki o kadar önemli değildi, aptal krallar olabiliyordu, zekası gelişmemiş zenginler görülebiliyordu ama şimdi mümkün mü bu?İçinde olduğumuz çağda düşünmeyenlere yer yok gibi gözüküyor.Dünya düşünenlerin iktidarına doğru gidiyor.Sanırım bu lafı hiç unutmayacağım.“Kullanmadığını kaybedersin.”Tozlanır gider.

Devamını Oku

Koca bir ülke tek bir ‘cümleden’ korkuyor

8 Temmuz 2012

Zeka, akıl, mantık yolundan yürüyen her öngörü, her teşhis öyle uzun boylu bir yol alamadan gelip kör bir çıkmazda tıkanıyor bu memlekette.Burada sanki hiçbir şey, hiçbir davranış, hiçbir fikir, hiçbir duygu, zekayla, akılla, mantıkla bağdaşmıyor.Kürt meselesi, bizi yönetenlerin kafasını öylesine karıştırıyor ki ne akıl, ne mantık kalıyor…Her gün koca ülke bir mucize bekliyor.Bıkmadan usanmadan, olabilecek olağanüstü bir değişikliğin kendi hayatlarını değiştirmesini ümit ederek siyasal gelişmeleri izliyor.Hep beraber beklediğimiz şeyin adının “mucize”olduğunu kimse birbirine söylemiyor ama şu son gelişmelere bakınca beklenilenin mucizeden başka bir şey olmadığını anlıyoruz.Acınacak derecede güçsüz, hiç değişmeyen gizli bir iktidara çaresizce teslim olmuş, cesaretlerini, ataklarını, insaflarını kaybetmiş bir siyasetçi grubu; 80 milyon insanı huzurlu, rahat, özgür, mutlu, zengin bir hayata taşıyacaklar güya…Ama olmuyor.Neden siyasetçiler bu ülkede sorunları çözecek cesarete sahip değiller?Neden bizim toplumdan öyle siyasetçiler çıkmıyor?Geçmişte gerçekten çok kötü siyasetçiler gördük…Ruhlarını generallere satmış, Güneydoğu’yu dipsiz bir savaşın acılarına salıp unutmuş, halkın onlara teslim ettiği iktidardan bile hazinedeki parayı ortaklaşa paylaşma karşılığında vazgeçmiş insanlar…Bu ülkeyi suyu çekilen bir ağaç gibi kuruttular.Sonra biraz umutlandık.Biraz sevindik.“Bu sefer olacak galiba” dedik.Şimdi gene hayal kırıklığı…3.Yargı Paketi onandı, uygulanmaya başlandı.Hukukumuz, yargımız değişiyor zannediyoruz… Umutlanıyoruz…Ama sonuca bakınca hiçbir şeyin değişmediğini görüyoruz.Yeni yasa uyarınca tahliyeler oluyor ama Kürtler tahliye edilmiyor.Bu ülkede yaşayan herkes bu eski yapının öldüğünü biliyor, hayatımızın her yerinde bir ölüm evi kederi var ve hâlâ hepimiz bir mucize bekliyoruz.- Yeni bir yapı kurulacak sanıyoruz.- İnsanlar eşit olacak sanıyoruz.- Barış gelecek sanıyoruz.- Milat’tan 2012 yıl sonra biz de artık gelişmiş bir ülke olacağız sanıyoruz.- Gelişmiş ülkelerin çoktan aştığı sorunları artık biz de aşarız sanıyoruz.Söylenecek söz de çok karışık bir söz değil, “Kürtlerin çocukları da Türklerin çocuklarının sahip olduğu haklara sahiptir” denilecek, tek bir cümle bizi bambaşka bir dünyaya, bambaşka bir çağa taşıyacak.O sözü söyleyemiyoruz.Bu sözü söyleyecek bir siyasi parti, bir siyasi yönetici bulamıyoruz.Tam bulduğumuzu sanıyoruz…Bir bakıyoruz ki yeniden başa dönmüşüz.Tahliyeler başlamış, Kürtler hapisten bırakılmamış.Anlaşılan kim kimle anlaşırsa anlaşsın, kim kimle dövüşürse dövüşsün, kim ne kadar seviyesizleşirse seviyesizleşsin, kim kimi ne kadar suçlarsa suçlasın, kim hükümet olursa olsun biz hep bir mucize bekleyeceğiz…Bir cümlelik bir mucize.Koca bir ülke, bir cümle yüzünden ölümlerden, savaştan, kederden, acıdan, yoksulluktan kurtulamıyor.Hapishanelere adam doldurarak sorun çözmeye çalışıyoruz hala.Bir “cümle” için koca bir ülkeyi feda ediyoruz.O “cümleyi” söylememek için iğneli fıçıların içinde çalkalanarak gençlerimizi öldürüyoruz.Bir ülke, tek bir “cümleden” korkuyor.Ölümden korkmuyor da “eşitlikten” korkuyor.Yıllar geçiyor, kuşaklar geçiyor, biz hala o tek cümlelik mucizeyi arıyoruz.

Devamını Oku

‘Mutluluk diye bir şey var ve ben onu istiyorum’ diyebilmek…

7 Temmuz 2012

Biliyorum, dertler çok…Sıkıntılar bitmiyor.Canımız sıkılıyor…Yorgunuz…Bazen yeniğiz…Bazen hayatın içinde küçücük bile yer kaplamadığımızı hissediyoruz…Hayat hep başkaları için varmış gibi geliyor…Peki, teslim mi olacağız?Hayal kurmayacak mıyız?Ani ve sebepsiz sevinçlere inanmayacak mıyız?Bir daha denizde hiç taş kaydırmayacak mıyız?Ağaçlar altında öpüşmeyecek miyiz?Bırakacak mıyız hayatın peşini böyle?***Belki de “Ne sevinci, ne mutluluğu, ne aşkı, ne ağacı, ne taşı, para mı var” diyorsunuz okuduklarınıza kızarak…Benim sürekli umutlu, heyecanlı, mutlu olmamı sıkıcı bulan ve ben her heyecanlandığımda bana acıyarak, küçümseyerek bakan ama içinin de gittiğini bildiğim, çok sevdiğim huysuz bir arkadaşım, ne zaman ona hayatın güzelliklerinden bahsetsem, “insanlara bunları anlatma, onları kızdırırsın, parayla ilgili bir şeydir mutluluk” der.Ben de ona kendimden çok emin “eğlenmek için para gerekir belki ama mutluluk için paradan başka şeyler lazım” derim.‘Eğlenmek için paranın gerekliliğine bu kadar inanırsan, emin ol paran olsa da eğlenemezsin…’ diye eklerim…Çok öfkelenir bana…Hem söylediklerime kızar hem bu kadar keskin yargılar da bulunmama…***Para sadece eğlencenin çeşini artırır…Paraları bizden fazla olanların kim bilir bilmediğimiz ne dünyaları vardır.Ama o eğlenceler mutluluğu yaratamaz.Her mutlu olan eğlenir ama her eğlenen mutlu olamaz.Siz yine de, huysuz arkadaşımın dediği gibi bunlara inandığımı söylediğim için bana kızıp, paranın mutlulukla gerçek bir ilişkisi olduğuna inanıyorsanız size şunu söyleyeceğim:Kendinizi özgür hissetmezseniz, hayatı yaşamaya korkarsanız, mutluluk için paraya ihtiyaç olduğuna inanırsanız, o parayı kazanmanız da, harcamanız da zor olur.Ne parayı kazanacak enerjiyi, ne de o parayı harcayacak isteği bulabilirsiniz.***Parasızlığın neler yapabileceğini biliyorum…Hayallerin sınırını dar tuttuğunu, başkaları hayatın keyfini şeftali ısırır gibi iştahla çıkarırken seni nasıl kenarda bıraktığını, okul masraflarını hesap ettirdiğini, insanları akşamları eve başı eğik, yorgun döndürdüğünü, arkadaşının aldığı yeni bir şeyi hiç duymazmış gibi içi ezilerek dinlediğini, borç aramanın o yaralayıcı acısını, sevgiliyle çılgın bir gece bile plânlayamamanın burukluğunu, mutlu hayatın hep ve daima ulaşılmaz olmasının ağır kasvetini biliyorum.Ama mutluluğu da biliyorum.Mutluluğun parayla değil “paylaşmakla” bir ilgisi olduğunu da biliyorum.O insanla paylaşmaktan duyduğun zevk, paylaştığın şeyin verdiğinden daha fazla zevk veriyorsa, mutlusun demektir.O insanla paylaştığında, paylaştığın “sıkıntı” önemsizleşiyorsa, çözümlenir görünüyorsa, hafifliyorsa, mutlusun demektir.Paylaşmaktan zevk aldığın biri yoksa en büyük eğlencelerin ortasında bile mutsuz, paylaşmaktan zevk aldığın biri varsa en büyük sıkıntıların ortasında bile mutlu olabilirsin.Bu paradan her zaman daha önemli gelir bana…***Sıkıntıların, acıların bizi çepeçevre sardığının farkındayım elbette ama bütün bunların ortasında bile bir “mutluluk” adası olabileceğine de inanıyorum.Mutluluğu “paraya” bağlayıp “mutsuzluk” manastırına kendini kapatarak çile çekenlerin hayat karşısındaki yenilgilerine üzülüyorum.Mutluluğa inandığımız sürece sıkıntıları yaratanlarla savaşacak gücü de, paraya ve parasızlığa teslim olmayacak direnci de bulacağımızı sanıyorum.Çünkü mutluluğa inananlar, sonuna kadar mücadele eder, o mutluluğu ve “paylaşacak” insanı arar, insanların mutluluğunu sıkıntılarla zorlaştıranların karşısına dikilmekten kaçınmaz.Asıl bundan vazgeçtiniz mi yenildiniz demektir.***Yenilgiyi, savaşmadan neden kabul edelim peki?“Mutluluk diye bir şey var ve ben onu istiyorum”….Bunu dediğimiz sürece umut da sürer, kavga da…Ve bunu söylediğinizde öyle kolayından da yenilmezsiniz hayata.Ve bilirsiniz ne kadar huysuz olurlarsa olsunlar aslında direnenler de inanır mutlu hayata…

Devamını Oku

Bu ülkede başkaları mutsuzken mutlu olabilmek mümkün mü?

5 Temmuz 2012

Bize ait bir yaşamın tadını çıkarabilmek için başkalarının da mutluluğuna muhtaç olduğumuzu anladığımızda belki...Belki o zaman mutluluğa inancımız, başkalarının mutluluğuna sevincimiz artacak.Pek çoğumuz mutluluklarımızı daha onlara rastlamadan kaybediyoruz...Ve bir türlü başkalarının mutsuzluklarıyla kendi mutsuzluklarımız arasındaki bağlantıyı kuramıyoruz.Sanıyoruz ki, başkaları mutsuz olurken biz mutlu olabiliriz.Düşünsenize, bir mutluluğu zerrelerinize kadar hissettiğiniz bir anın derinliklerine dalıp geri geldiğinizde, kafanızı kaldırıp karanlık bir kabusun içinde çırpınan insanları gördüğünüzde, o mutluluğunuzun tadını biraz daha alabilmek için yeniden tek kişilik mutluluğunuzun derinliklerine kaçmak istersiniz.Mutlu olduğunuz anın tadını çıkarabilmeniz için başkalarının da mutlu olması gerekir çünkü, en azından bu kadar büyük acılar çekiyor olmamaları gerekir.Öteki türlü içinde dolaştığınız mutluluk gerçek bir mutluluk olmaktan çıkar, sadece sizin girebildiğiniz, sadece sizin bildiğiniz bir sığınağa döner.Bu yüzden yaşadığımız ülkede mutlu olmak çok zor, neredeyse imkansız.Bu ülkede her gün yaşananlar, bizim tek kişilik mutluluklarımızı boğuyor.Sanıyor musunuz ki, Samsun’da devletin aldırmazlığı yüzünden çocuklarını selde kaybeden anne haykırırken mutlu olabiliriz?Sanıyor musunuz ki, KCK davasında hem tutuklulara, hem avukatlarına zulüm yapılırken mutlu olabiliriz?Sanıyor musunuz ki, her gün düzenli bir şekilde iki işçi iş kazalarında ölürken mutlu olabiliriz?Sanıyor musunuz ki, her gün dağlarda Türk ve Kürt çocukları vurulurken mutlu olabiliriz?Tek kişilik mutlulukları bile yaşamamız imkansızlaşıyor artık.Belki siz de benim gibi mutlu olduğunuzda, bunu söylemeye bile utanıyorsunuz karşınıza çıkan acılar yüzünden.Mutluluğu unutmuş, yaşamın sevinçlerinden umudunu kesmiş, haksızlıklarla ezilmiş, itilmiş, örselenmiş bir kalabalığın ortasında yaşıyoruz hepimiz, bize ait mutlulukları mutluluk olarak yaşamamız mümkün mü?Mutlu olunması zor toplumlarda tek kişilik mutluluklar da uzun sürmüyor.Ve her mutluluk kaybolup gidiyor.Ama hâlâ mutluluğa inanıyorsunuz, değil mi?Ben inanıyorum.Mutluluk var.Aslında bütün gücümle bunu haykırmak istiyorum:“Mutluluk var.”Ortak bir mutluluğu kaybettiğimiz için tek tek mutluluklarımızı da kaybediyoruz.Mutluluklarımızı çalıyorlar.Bizi hergün bir başkasıyla öldürüyorlar...Her gün yeni acılarla bizi sıkıştırıyorlar.Bebekleri, çocukları, gençleri, yaşlıları bazen aldırmazlıklarıyla, bazen bombalarıyla, bazen insafsızlıklarıya öldürüyorlar.Sele kaptırıyorlar, madenlere gömüyorlar, atelyelerde yakıyorlar, hapishanelere atıyorlar, bitirmedikleri savaşlarda vuruyorlar.Mutluluk var, biliyorum.Ama bize mutluluğu bunlar haram ediyorlar.

Devamını Oku

Şike Davası ve vicdanları rahatsız eden çelişkiler...

3 Temmuz 2012

3 Temmuz 2011’de başlayan ve 2 Temmuz 2012’de alınan mahkeme kararıyla yepyeni bir boyut kazanan Şike Davası’nı en kısa nasıl özetlersiniz?- Aziz Yıldırım suçu sabit değilken bir yıl hapiste yattı.- Aziz Yıldırım şike ve çete suçlarından 6 yıl 3 ay hüküm giydiği gün tahliye oldu.Suçluluğu “kesin” değilken tutukluydu, suçluluğu mahkeme tarafından sabit görülünce serbest bırakıldı.Bu garip durumu açıklayabilen kimse var mı?***Sırf bu çelişki bile geride kalan 365 günü ne kadar sağlıksız ve adaletten uzak geçirdiğimizin göstergesi.İnsanın aklına ve vicdanına takılan pek çok soru var Türk spor tarihinin en önemli soruşturmasında.Çünkü “sportif” ve “hukuki” açıdan taban tabana iki zıt sonuç bulunuyor ortada.Futbol Federasyonu’nun kurulları “Suç yok” diyor, mahkeme “Suç var...”Spor kriterleriyle, yargı kriterleri nasıl böylesine çelişkili olabiliyor?Çok basit bir soru.Ama tam Türkiye’nin özeti işte.Basit soruların cevapları olmayan bir ülkeyiz biz.***Polisin haftalarca dinleme yaptığı, bütün istihbarat birimlerini kullanarak delil topladığı, yargı sürecinin 6 ayı bulduğu bir Şike Davası’nda Türkiye’yi iki kampa bölmeyi başardılar.“Adamına göre muamele” yapıldığı şüphesiyle kamuoyunu başbaşa bıraktılar:- Şimdi F.Bahçeliler kendilerine şike lekesi bulaştırdı diye Aziz Yıldırım’a kızsınlar mı?- Yoksa onu Cemaat’in gadrine uğramış bir kahramanlık sembolü olarak mı görsünler?- Trabzonlular gerek TFF’de gerekse mahkemede beraat ederek aklandıklarına mı sevinsinler?- Yoksa artık yüzde yüz hakettikleri şampiyonluk kupasını F.Bahçe’den hâlâ neden alamadıklarına mı dertlensinler?- Serdal Adalı ile Tayfur Havutçu 1 yıl 3’er ay hüküm giydiklerine göre Beşiktaşlılar şike konusunda tertemiz olduğunu iddia edebilirler mi?- Beşiktaş’ın Türkiye Kupası finalinde yendiği İBB’den de İbrahim Akın ile İskender hapis cezaları aldı… Mahkemeye göre Beşiktaş’ın geri vermesi gereken o kupayı, İBB de alamayacağına göre kim alacak?- En büyük kader kurbanlarından biri de Beşiktaş’ın Protokol Müdürü Ahmet Ateş... Menajer Yusuf Turanlı’ya Serdal Adalı’nın ofisini tarif ettiği için 6 ay hapis yattı. Şimdi mahkemede beraat çıktı... Ateş’in uğradığı bu haksızlığın hesabını kim verecek?Şike Soruşturması pekçok insanın adalete inancını kökünden sarsacak derecede büyük belirsizliklerle dolu.***Şimdi şöyle düşünen birine nasıl kızabilirsiniz:- Bu aslında bir F.Bahçe operasyonu idi...- Savcılık ve Emniyet, bu gerçeği perdelemek için Beşiktaş ve Trabzon başta olmak üzere başka takımları da sepetin içine attı.- Hani Emenike’nin para sayarkenki görüntüleri, hani İbrahim Akın’ın aldığı paranın görüntüleri, hani Serdal Adalı’nın İbrahim Akın’a hediye ettiği at?- Ve hani Aziz Yıldırım’ın evinde çıkan silahlar?***Peki şunları söyleyene ne cevap verirsiniz:- Arkadaş tamam, belgelendirme konusunda birtakım eksikler var ama sonuçta konuşmalar ortada işte...- Aziz Yıldırım’ın direkt bağlantısı tespit edilmese bile, İlhan Ekşioğlu’nun, Yusuf Turanlı’nın ve diğerlerinin yaptığı konuşmalar şike diyalogları değil mi?- Şike veya teşvik olmasa bazı sicili bozuk insanların rakip takım kamplarında, maçlarında, yöneticilerinin evinde ne işleri var? Ve neden bu görüşmelerle ilgili Aziz Yıldırım sürekli bilgilendiriliyor?- Şike sahaya yansımamış dense bile, Tayfur Havutçu, Bülent Uygun, Ümit Karan, İskender Akın, Vederson, İbrahim Akın, Mehmet Yıldız hayatlarını saha içinde kazanan profesyoneller değil mi?***Ortada hâlâ birbiriyle çelişen böyle sorular varken bu nasıl adalet?Bu kadar “tartışmaya açık” veya “adamına göre” adalet olur mu?- Başbakan bu işin futbol tarafındaysa, yargı tarafında kim var ki federasyon kurullarıyla mahkemenin kararları taban tabana zıt?Kafalar bu kadar karışık, kriterler bu kadar kaygan, kararlar bu kadar tartışmalı ise bizim millet olarak “şike” işinden ders almamızı beklemek saflık olur.Bir tarafta, şikeden ceza aldığına sevinen, şikeden hüküm giyen başkanına kahraman muamelesi yapan F.Bahçe.Bir tarafta, aslında UEFA’dan ceza almamasına rağmen mahkeme tarafından suçlu görülen F.Bahçe.Peki, hangisi gerçek F.Bahçe?Doğru kararı veren hangisi, mahkeme mi UEFA mı?Son soru da şu:Mahkemesi ile federasyonu böylesine ters kararlar alabilen bir “devlet” nasıl bir devlet?

Devamını Oku

Biz korkan bir toplumuz… Ama yanlış şeylerden korkan…

1 Temmuz 2012

Korku, bir canlının varlığını koruyabilmesi için ihtiyaç duyduğu temel bir duygudur…Ceylanın aslandan,tavşanın tilkiden korkması onun hayatta kalmasına yardımcı olur.Korkmamak onları çok kolay ve hızlı ölüme götürür.Korkmamak, onları öldürür…Ama bir de yanlış korkular vardır…Ölümden koruyan değil, öldüren korkular.Ve bugenellikle insanlarda olur.***Özellikle de bizim buralarda yaşayan insanlarda.Korkmamız gereken hiçbirşeyden korkmaz, korkmamamız gereken herşeyden korkarız biz mesela.Bütün o cesaret laflarına, bitmez tükenmez “erkeklik” diskurlarına karşın Türkiye genellikle korkan bir ülke olmuştur hep.Gençlerinden korkmuştur, şeriatten korkmuştur, komünizmden korkmuştur, Kürtlerden, Ermenilerden korkmuştur, işçilerinden, memurlarından korkmuştur, yenifikirlerden korkmuştur, kahkahadan,sevişmelerden korkmuştur, kadınlardan korkmuştur.Korkmaktan bıkmaz buraların ahalisi.Çoğunlukla da yanlış şeylerden korkar.Buralarda savaşmak değil barışmak cesaret ister mesela…Savaştan değil de barıştan korkar insanımız. Savaş gibi cesaret isteyenbir işi biz korkaklığımızdan sürdürürüz.***Günlük hayatımızda da biraz öyledir ya… İnsanları kırmaktan hiç korkmayız ama sevdiğimizi söylemekten ödümüz patlar.Bazen bana bizim ülkemizde insanlar sürekli bir yaralanma korkusu içinde yaşıyormuş gibi geliyor.Garip şeylerden korkup, garip şeylerden yaralanıyoruz.Korktuğumuz için savaşıp,korktuğumuz için birbirimizi ezip geçiyoruz.Duygusal yaralarımızı savunmak istediğimiz ve yaralanmaktan korktuğumuz için sürekli birbirini yaralayan kusursuz birer yalancıya dönüşüyoruz topluca.Aslında var olmayan korkularımız, var olmayan zaferlerimiz var , olmayan kadınlarımız, olmayan erkeklerimiz var, olmayan demokrasimiz, olmayan hukukumuz var, aslında öyle olmayan bir tarihimiz var.Bu yalanlar bizi ezik ve mutsuz insanlar yapıyor.Bulduğumuz ilk fırsatta ‘en büyük biziz’ diye bağıran bir milletin ezikliğinden ‘barış cesareti’ni çıkartmaya çalışıyoruz sonra.Bunu nasıl yapacağız? Toplumsal genlerine, dünyanın yarıştığı hiçbir alanda varolmamanın, gerikalmışlığın, fakirliğin yarattığı aşağılık duygusu yerleşmiş bir toplum olarak, barışı, dürüstlüğü, gerçeklerden korkmamayı nasıl öğreneceğiz?***Aslında hepimiz, hiçbirşeyin gerçek olmadığı, herşeyin taklitten ibaret olduğu bir garip ülkede yaşadığımızın farkındayız.Belki de “düzelebilmek” için önce korkularımızı düzeltmemiz gerekir diye düşünüyorum.Nelerden korkmamız, nelerden korkmamamız gerektiğini öğrenmeliyiz önce.Parasız öğretimisteyen öğrencilerden değil,sadece poşu taktı diyeterörist kabul edilen gençlerden değil, o gençlere dünyayla yarışacak bir üniversite yapamadığımız için korkmamız gerekiyor…Barışı isteyenlerden değil,savaşı isteyenlerden korkmamız gerekiyor…Generallerden, başbakanlardan değil yalanlardan korkmamız gerekiyor…Eşitlikten değil, eşitsizlikten korkmamız gerekiyor.Sevmekten değil, nefret etmekten korkmamız gerekiyorKorkmaktan değil, yanlış şeylerden korkmaktan korkmamız gerekiyor…Yanlış şeylerden korkunca yanlış işler yapıyoruz insan çünkü…Barıştan korktuğu için otuz yıl savaşıp binlerce insanı öldürüyor mesela.Aslana saldırıp, ceylandan kaçıyor.Kağıt üstünde her şey kolay aslında. Neden korkuyorsanız ondan korkmayacak, neden korkmuyorsanız ondan korkacaksınız.Ama yılların çarpılmışlığı kağıt üzerinde kolay düzelse de hayatın içinde o kadar kolay düzelmiyor ne yazık ki.Belki de en çok bundan korkmak gerekiyor.

Devamını Oku

Size hangisi lazım? Savaş mı barış mı?

1 Temmuz 2012

Çok uzun zamandır savaşın bittiği, ilerlemek için savaşa değil barışa ihtiyac duyulan bir dönemden geçiyor dünya…Ama ne tuhaf son bir iki yıldır her an dünyanın bir yerinde bir savaş çıkabilirmiş gibi ayaklanmalar, manasız kafa tutmalar, güç çekişmeleri oluyor bir yandan da…Kraliçenin yeşiller giyip IRA’nın eski yöneticisinin elini sıktığı fotoğrafa bakarken dünyanın benim korktuğum kadar barıştan vazgeçmediğini düşündüm.O fotoğrafın büyük bir anlamı olmalıydı dünya için…On yıl önce hayal bile edilemeyecek bir iş olmuş, Kraliçe, bir zamanlar kendisinden “terörist” diye söz edilen bir liderin elini sıkarak geçmişi “geçmişte” bıraktıklarını bir daha vurgulamıştı.Aslında tarihe baktığımızda, insanoğlu doğası gereği hep çatışmalarla ilerleyebilmiş, gelişmeleri hep karşıtlıklar beslemiş, çatışmaların en keskini olan savaş da en büyük adımların atıldığı alan olmuş.İnsanoğlunun teknolojik ve bilimsel ilerleyişinde savaş önemli bir rol oynamış. Büyük buluşların çoğu “düşmanı” yenebilmek için yapılmış, teknoloji savaş sayesinde yol almış.İnsanlık böyle ilerlemiş.Savaşın kötü olması, insanlığın ilerlemesi için gerekli olduğu gerçeğini yok etmiyor, insanoğlu bugünlere savaşla gelmiş.Ama artık savaşsız ilerleyecek bir dönemdeyiz.Büyük bir dönemeç bu.Artık insanoğlu yeni buluşlar yapmak için savaşa değil barışa ihtiyaç duyuyor.İnsanoğlunun barışa bu denli ihtiyaç duyduğu bir çağda nedense bizim gibi az gelişmiş ülkelerle beraber biz de savaşın ayağının dibinde dolaşıyoruz.Kalkınıyoruz, kalkınmak için elimizden geleni yapıyoruz ama sürekli ayağımıza savaş dolanıyor.Neden biz hâlâ savaşa inanan bir toplumuz?Üstelik savaşa inanan dünyadaki ülkelerin tamamına baktığımızda, bu ülkelerin yeni buluşlarla ortalığı kasıp kavuracak ülkeler olmadığını da görüyoruz.Savaşa inananlar, şimdi barışa inanan toplumların bulmuş oldukları ‘silahlarla’ savaşıyor…Peki barış çağında dünyanın bir kısmından ve bizim toplumdan neden savaş çığlıkları geliyor?Neden dünyanın bir kısmı ve biz bugüne kadar gelişmenin motoru olan savaşın artık ilerlemenin en büyük engeli olduğuna inanmıyoruz?Niye barışı sağlıyamıyoruz?Bırakın dünyayla barışı, kendi içimizde bile barış yapamıyoruz?Bizi böylesine barış düşmanı yapan ne?Savaştan ne bekliyoruz?Bunun tam cevabını bilmiyorum doğrusunu isterseniz ama dünya başka bir çağa geçerken bizim henüz geçmiş çağlardan kurtulamadığımızı düşünüyorum.Kurtulmak için çabalar gösterdiğimiz oluyor, Oslo sürecinde barışa doğru ilerliyoruz ama ufacık bir aksamayla yeniden geriye, savaşa dönüyoruz.Belki düşüncem yanlış ama ben, bizim gibi toplumların kendilerini “buluşlarıyla” kanıtlayamamasının, dünyada “icatlarıyla” varolamamasının sonucunda, varlıklarını “nefretleri ve şiddetleriyle” kanıtlamaya çalıştıklarını düşünüyorum.Toplumlar da tam olarak insanlar gibi işte…‘Yapanlar’ daima huzurlu ve güvenli ‘yapamayanlar’ ise her zaman huysuz, kıskanç ve mutsuz…Nefreti aşacak bir olgunluğa ve güvene sahip değiliz.Ne kendimiz ne toplum olarak hepimiz…Dünyanın hâlâ “ergenliğini” yaşayan çocuklarıyız sanki.Akılla değil, pazuyla kendimizi göstermek istiyoruz.Bir gün biz de bunları aşacağız.Kraliçe’nin fotoğrafına benzer bir fotoğraf bir gün burada da çekilecek.Buna eminim.Gelecekle ilgili bir kuşkum yok.Ama “bugün” beni korkutuyor.

Devamını Oku

Hepimiz aynı havayı soluyoruz ama artık içerde nasıl yanıyorsa…

28 Haziran 2012

Cem Yılmaz’ın harika bir esprisi vardı, hoyratlıklarına, vahşiliklerine, tuhaflıklarına, sapkınlıklarına, düşmanlıklarına, zekasızlıklarına şaşırdığı insanlar için:“Hepimiz aynı havayı soluyoruz ama artık içerde nasıl yanıyorsa…”Bazen aklıma gelir ve kendi kendime gülümserim bu söze:“Artık içerde nasıl yanıyorsa…”***Bazen “Bizi ne çıldırttı?” diye düşünmeden duramıyorum.Bizi ne çıldırttı gerçekten?Yaralanmış, çıldırmış sürü gibi olduk…Her biri ayrı ayrı yaralı, birbirine düşman bir sırtlan sürüsü gibiyiz.Farkında mısınız, biz bir yanımızdakinin yaralarına dişlerimizi geçirirken, öbür yanımızdaki de bizim yaramızı dişliyor.Aynı havayı soluyoruz ama bazılarımız ışıklar içinde, neşeli ve sevecen bir ruhla ömür geçirirken, çoğumuz çamurlar içinde birbirimizi kanatıp öldürerek, sersefil, perişan, karanlıklar aleminde sürünüyoruz.Kaybolan hayallerimiz mi çıldırttı bizi acaba?Bir ara o çok yakından gözüken o aydınlık gelecek ne zaman bizden o kadar uzaklara düştü?***Geçen gün bir kafede oturdum.Oturduğum kafe hayal kurmamı kolaylaştıracak kadar güzeldi.Bir garson yaklaştı masaya…Genç, yüzü aydınlık, gülümseyen, her halinden yaptığı işe saygı duyan, işini sevdiği belli olan bir ses tonuyla ne içmek istediğimi sordu.O sesi ve o yüzü gördüğüm anda o genç adamın bizim sürüden olmadığını anladım.Gülümseyebilen biri…Üstelik çalışırken…Üstelik çoğu insanın tatilde olduğu bir zamanda çalışırken…Yani kesinlikle bizim sürüden olmadığı belli.Tek bir gülümsemeyle çevredeki insanlardan farklılaşan garson, bizim birbirimize hiç gülümsemeden yaşadığımızın kanıtı gibiydi benim için.“Aynı çağı yaşadığımız, aynı havayı soluduğumuz dünyadaki pek çok insanla aramızdaki bu korkunç farklılık neden?” diye düşündüm sonra.O kafede oturan birçok insan mutsuz, yanındakine ‘düşman’, hayatından sıkılmış, duyduğu her mutsuzlukta kendi mutsuzluğu iyileşen birileri gibi gözükürken nasıl oluyordu da bazıları, bazılarımız daha mutlu, daha gerçek, daha iyi olabiliyordu?Ya da bazılarımız gülümseyen, gerçek, işini seven, karşısındakine dost olabiliyorken bizler nasıl bu kadar vahşi olabiliyorduk?***Sanırım bir sırtlan gibi birbirimize saldırmamızın, ne aşkın, ne dostluğun kıymetini bilmememizin, gülümseyemememizin, mutlu olamamamızın, mutlu olmak için başkalarının mutsuzluğuna muhtaç olmamızın bir sebebi var gerçekten…Biz, kimsenin hakkını alamadığı, herkesin kendi hakkından fazlasını isteyerek ötekini ezdiği bir toplumun çocuklarıyız.Bizler bitmeyen bir iç savaşın insanlarıyız.Kaç yüzyıldır bu topraklarda bizler, bizleri vuruyoruz düşünsenize…Bir sırtlan sürüsünden ne zaman tekrar birbirine gülümseyen insanlar haline dönüşeceğiz?İçimizi katılaştıran, bizi herkese düşman eden bu gereksiz acı ve bu bitmez öfke ne zaman terk edecek bizi?Kendi hakkımıza razı olup, başkasının hakkını da teslim ettiğimizde herhalde.Hem kendi hakkından fazlasını isteyip, hem de başkalarının hakkını engellemeye çalışmak, bütün bir ömrü sonuçsuz bir kavgaya çeviriyor, ele geçirdiğimiz hiçbir şey bizi mutlu etmeye yetmezken, başkalarının haklarını engellemeye çalışmak da bizi hep bir düşmanlığın içinde tutuyor.Kim gülümseyebilir ki bu duygularla boğuşurken? Mutlulukla bir türlü barışamayan bu korkunç karmaşayı izlerken de Cem Yılmaz’ı hatırlıyorsun ister istemez:“Artık içerde nasıl yanıyorsa…”

Devamını Oku