Biz kendimizi sevmiyoruz bence…Sevmiyoruz ne kelime, kendimizden neredeyse nefret ediyoruz…Yok edilmesi gereken bir kalabalıkmışız gibi davranıyoruz kendimize.Toplumların ruhu var mı bilmiyorum ama eğer varsa bizim toplumun ruhu bunalımlarla dolu, intihara eğilimliyiz ve bilinmeyen bir suçluluk duygusuyla kendi kendimizi yiyip bitiriyoruz.Suriye’yle savaşın eşiğine geldiğimiz uçak düşürme krizini başından beri pür dikkat takip ediyorum.Ama kaybolan pilotlar ve aileleri dışında hiçbir şey ilgimi çekmiyor.Sadece “O pilotlarla ilgili hayırlı bir haber gelir mi?” diye bekliyorum, her geçen dakikada bu ihtimalin azaldığını bile bile.İnsanların savaş dediği şeye ben cinayet diyorum…Hiç bilmediğimiz birilerinin hiç bilmediğimiz planları yüzünden insanlar ölüyor.Aslında bugünlerde ne Türkiye’nin çaresizliği, ne Suriye’nin hadsizliği beni ilgilendiriyor.Şu sıralar tek aklıma takılan şey her gün bir başka bölgede ortaya çıkan deprem…Farkında mısınız, ne kadar sık deprem olmaya başladı farklı şehirlerde peş peşe?Uçağı düşürülmüş, onuruyla oynanmış, “Biz buraları yıkar, sonra da tekrar kurarız” havamız söndürülmüş, çaresiz gözükmüş bir ülke olarak aldırmazlığımız yüzünden depremle öleceğiz diye aklım Suriye yerine depremde bugünlerde…Çünkü yıllardır beklenen deprem için hiçbir ciddi önlemin alınmadığını herkes gibi ben de görüyorum.Depreme, depremi hayatımızda ilk kez görümüyormuşuz çaresizliğiyle yakalanacağız.Çünkü biz buyuz…Uçağımızı Suriye’nin gözüne gözüne süreriz, onlar bizim uçağı düşürürlerse çok şaşırırız.Depremde binlerce insanımızı kaybederiz, deprem olacak diye biliriz, deprem olursa çok şaşırırız.Kendimizi hiç sevmiyor, bilinmeyen bir suçluluk duygusuyla kendimizi yiyip bitiriyor olmasak bu kadar tuhaflığı yapmamız zor olurdu bana sorarsanız.Önlemler alır, hazırlıklar yapardık.Hiçbir alanda farklı davranamıyoruz.Deprem bölgesinde olduğunu bildiğimiz kasaba daha önce dokuz kez de aynı felaketi yaşasa gene gidip aynı yere kasaba kuran, deprem olacağını bile bile en çürük binaları yapan, depremden nasıl korunuruz diye hiçbir telaşı olmayan bizler, neden uluslararası platformda birdenbire çok akıllı olalım ki?Deprem gerçeğinden korkmayan başka gerçeklerden korkar mı?Böyle giderse tarihin sirkine koyacaklar bizi.Seyirciler biraz acıyarak, biraz da gülerek bakacaklar bize, sonra da bizi unutup uzaklaşacaklar.Ortadoğu bizim, depremi elimizle durdurabiliriz, deprem olsa ölmeyiz, madenlerin güvenliğini denetlemesek de madenler çökmez, ruhsatsız atelyeler patlamaz, kurallara uymayan arabalar çarpışmaz, cehenneme dönüşen hapishanelerde yangınlar çıkmaz, Kürt meselesinde hiçbir temel değişiklik gerçekleştirmesek de savaş sürmez…Sel felaketleriyle, yer sarsıntılarıyla, trafik kazalarıyla, bitirmek istemediğimiz iç savaşlarla, patlamalarla, göçüklerle, cinayetlerle kendimizi yok edip duruyoruz.Biz kendimize ne yaptık ki bu kadar nefret ediyoruz kendimizden acaba?Kendimiz ölüme karşı hiç savunmuyoruz.Hatta ölüm uzakta dursa, hemen manasız bir-iki hareketle ölümü çağırıyoruz.Her felaketten sonra ağlayıp yeni bir felakete yelken açıyoruz.Kendimizden nefret ediyor gibiyiz.Anlaşılamayan bir suçluluk duygusuyla malulüz.Akla uygun hiçbir fikri dinlemeyip ölüme doğru koşuyoruz toplumca.Şu ölmek için harcadığımız enerjiyi yaşamak için harcasak kimbilir nasıl eğlenceli ve mutlu bir toplum olacağız.Birisinin bize yaşamayı ölümden çok hak ettiğimizi, kendimizden böylesine nefret etmemiz gerekmediğini söylemesini bekliyoruz sanki…Bizi depremler, trafik kazaları, patlayan atölyeler, çöken madenler, savaşlar öldürmüyor…Bizi biz öldürüyoruz.Bilinmeyen bir nefretle saldırıyoruz kendimize.Eskiden sınırlarımızın içinde ölüyorduk, şimdi sınırlarımızın dışında da ölüyoruz, Mavi Marmara’da ölüyoruz, düşürülen uçakta ölüyoruz.Kaybolan iki pilotumuz için bir mucize bekliyorum.Ama bu aldırmazlıkla bizi depremlerden mucizelerin de koruyamayacağını biliyorum.
Bir hafta ara ile Türkiye’yi yakından ilgilendiren iki açıklama yaptı UEFA...Geçen hafta sonu önce“G.Saray’ın Şampiyonlar Ligi, Trabzonspor’un ise Avrupa Ligi’nde Türkiye’yi temsil edebileceğini” açıkladı.F.Bahçe ile ilgili ise “her türlü yoruma açık” biçimde ne pozitif ne de negatif bir açıklamada bulundu. G.Saray ile Trabzon’un Avrupa’da yarışabilir olmasının tek bir anlamı vardı:F.Bahçe, 3 Temmuz’dan beri sözü edilen “ağır” UEFA cezasının yamacında gözüküyordu.Ancak aradan 7 gün geçtikten sonra geçen cumartesi günü de bu sefer F.Bahçeliler’i sevince boğacak açıklama geldi UEFA’dan:- “F.Bahçe, bu sezon Avrupa’da yarışabilir... Ama bu kulüple ilgili herhangi bir yaptırım uygulama yetkisi UEFA Disiplin Komitesi’ndedir.”Polis-savcı-mahkeme üçgeninde “şike yaptığı gerekçesiyle” hüküm giymiş gözüken F.Bahçe, Türkiye Futbol Federasyonu’ndan sonra Avrupa futbolunun patronu UEFA tarafından da aklanmış oldu.Tabii UEFA Disiplin Komitesi artık bu saatten sonra yeni bir kararla F.Bahçe’ye ekstra ceza vermezse...Peki şimdi ne olacak?Bu sorunun yanıtını bulabilmek için konunun uzmanlarıyla konuştum. Ve ortaya ihtimali muhtelif bir tablo çıktı...***Mesela sürecin başından bu yana değil F.Bahçe, Türk futbolunun büyük ceza alacağını öne süren G.Saray’ın yöneticileri bu tezlerinde hala ısrarlı:- “F.Bahçe’nin ceza almama ihtimali yok. UEFA, normal prosedür gereği geçen seneki gibi F.Bahçe’nin Şampiyonlar Ligi ön eleme kurasına katılabileceğini açıkladı. Ancak 29 Haziran’da mahkeme F.Bahçeli yöneticileri suçlu görürse UEFA Disiplin Komitesi, F.Bahçe’ye Avrupa’dan men yasağı getirecek..”Gördüğüm kadarıyla, başından bu yana “Kupamızı isteriz” diye ortalığı ayağa kaldıran Trabzonspor da G.Saray ile aynı düzlemde düşünüyor.- Geçen sene F.Bahçe’yi Şampiyonlar Ligi’ne gitmekten men eden TFF eski başkanı M. Ali Aydınlar‘ın ne düşündüğünü merak ettim... Ona ulaşamadım ama bu konuda görüşlerini paylaştığı bir dostundan bilgi aldım.. Aydınlar diyormuş ki:- “Ali Koç ve Ömer Temelli’nin bundan 1 ay evvelki beyanatlarına bakın. İkisi de “F.Bahçe cezasını çekti” diyorlar. Demek ki ortada bir suç vardı ki, cezası da çekildi... Nasıl çekildi? Geçen sene Şampiyonlar Ligi’ne gidemeyerek... Bize o kararı UEFA aldırdı, hem de net biçimde “F.Bahçe’ye Avrupa cezası vermezseniz hem TFF’ye hem F.Bahçe’ye daha ağır cezayı biz vereceğiz” diyerek... Dolayısıyla benim görüşüme göre, eğer F.Bahçe geçen sene Şampiyonlar Ligi cezası almasaydı, bu sezon çok daha ağır yaptırımla karşılaşacaktı. F.Bahçe’nin bize kızmak yerine dua etmesi lazım. Onları daha büyük bir felaketten kurtardık.”***Muhalif görüşler böyle ama bir yandan da ortada bir gerçek var.Türkiye’nin UEFA’daki iki ağır topu Şenes Erzik ile Levent Bıçakcı bile -ki ikisi de Türkiye-UEFA bağlantılı konularda genelde yuvarlak yorumlar yapar- “Bu aşamadan sonra F.Bahçe’nin kurtulduğunu” teyit ediyor.Öyle ise ne oldu da F.Bahçe ve Türk futbolu büyük tehdit altında iken birdenbire ortalık güllük gülistan hale geldi. Bana sorarsanız ceza almasına kesin gözüyle bakılan F.Bahçe’nin, “0 tolerans” denirken “0 ceza” ile çıkmasının bazı kahramanları var. Ulaştığım bilgilere göre sıralıyorum:1. Rıdvan Dilmen: Başbakan’ın biraderi Mustafa Erdoğan ile yakınlığını kullanarak şike sürecinde Dolmabahçe’nin gediklisi haline geldi. İlk andan itibaren F.Bahçe’nin TFF tarafından cezalandırılmazsa UEFA’dan ceza almayacağını savundu. Tabii bu argümanlar Rıdvan’ın değil, F.Bahçe avukatlarının argümanlarıydı. Bu konuda Başbakan’ı da ikna etti. Hatta M. Ali Aydınlar’ın ani istifasında bile onun parmak izi vardı. Dışarıdan bakarsanız sadece “bir yorumcu...” Ama F.Bahçe’yi kurtaran sürecin en etkili forvetiydi. Tıpkı futbolculuk günlerindeki gibi...2. Başbakan Tayyip Erdoğan:Sadece F.Bahçeli olmasından değil, meseleye Türkiye’nin çıkarları açısından baktığı için ilk andan itibaren olaya müdahil oldu. UEFA Başkanı Platini ile bizzat görüştü. UEFA’nın ikinci başkanı Şenes Erzik’le aylardır direkt bağlantı içinde... F.Bahçe’nin kurtulması için elinden gelen tüm siyasi desteği verdi. Eğer Türkiye herhangi bir ceza alsaydı onun için “Başbakan, F.Bahçe’yi kurtarmak için Türkiye’yi ateşe attı” diyecektik. Şu tabloya bakınca Başbakan, hem F.Bahçe’yi kurtardı hem de Türk futbolunu... Hakkını vermek gerek.3. Yıldırım Demirören:Türkiye’nin UEFA’ya karşı oyun planı basit ve netti aslında:- Kişiler ile kurumlar ceza verilirken ayrı tutulacak, dolayısı ile kişilerin suçları kulüpleri bağlamayacaktı.- Yeterli delil bulunmadığı için kulüplere ceza verilmeyecekti.- Buna karşılık UEFA “İlle de ceza isteriz” diye tutturursa TFF isyan bayrağını çekip gerekirse 3-5 yıl Avrupa Kupaları’na hiçbir takımını yollamayacaktı.Bu kumarı oynayacak biri gerekiyordu TFF’nin başına... M. Ali Aydınlar, Türkiye’nin 5 yıl ceza alacağından çekinerek durup dururken istifa etti... Kendisine TFF Başkanlığı önerilen Şenes Erzik de bu oyun planının Türkiye’yi kurtarmayacağını düşünerek geri adım attı. Ancak Yıldırım Demirören, sözünü ettiğim oyun planına yüzde 100 sadık kalarak ve bana sorarsanız tehlikeli bir kumar oynamasına rağmen, UEFA’dan ekstra ceza çıkmamasını sağladı.Tabii bu üçlüyü F.Bahçe’yi kurtardıkları için övmek mi, yoksa birtakım pislikleri halının altına süpürdükleri için yermek mi lazım, ona da siz karar verin.***Şu saydıklarım işin teknik boyutu...Mevzuun bir de vicdani boyutu olması gerekir.Öyle ki, yaklaşık 30 bin sayfalık dokümanın içeriğine hakim biri olarak, ben “F.Bahçe şike yapmamıştır” diyemem. Vicdanım sızlar.Yine de şu saatten sonra “F.Bahçe şike yaptı ama...” diyerek serzenişte bulunmanın da kimseye faydası yok. Onu da yadsımıyorum.Sadece yetkililerden bir çelişkiyi açıklamalarını bekliyorum:- F.Bahçe’nin şike yapmadığı TFF tarafından tespit edilip, UEFA tarafından onanmasına rağmen F.Bahçe’nin değerli başkanı Aziz Yıldırım ile asbaşkanı İlhan Ekşioğlu 12 aydır neden parmaklıklarından arkasında?- Bu ikili içerideyse şikenin var olmadığı veya sahaya yansımadığı nasıl iddia edilebiliyor?- Mahkeme mi çok“şartlı”hareket ediyor, yoksa TFF mi işlenmiş suçu “işlenmemiş” addediyor?Bu süreçten herkes gerekli dersleri çıkarabildiyse Türkiye’nin tartışması gereken yeni sorular bunlar olmalı...
Kimin anlattığını unuttum…Babamdı büyük bir ihtimalle…Soğuktan korunabilmek için altından sıcak buharların tüttüğü bir metro ızgarasının üzerinde uyuyan üstübaşı kir pas içinde yaşlıca bir ‘clochard’la yani hayatın içinde koşuşturmayı, başarılı olmak için çabalamayı reddetmiş bir fizolof serseriyle, o sokaktan geçen, geceleri köpeğini gezdiren genç bir adamın hikâyesi bu.Genç adamın o sokaktan geçtiği bir gece, metro ızgarasının üzerinde uyuyan yaşlı adamın baş ucuna bir iki lira bırakmasıyla başlar her şey.Parayı bırakırken, karşılığında farkında olmadan beklediği şey, yaşlı serserinin minnettarlığını ya da mutluluğunu, memnuniyetini gösteren bir gülümseme, bir bakış, belki “teşekkür ederim” diyen belli belirsiz bir mırıldanmadır…Ama yaşlı serseri başını kaldırır, yıllardır sokakta yaşamanın tüm izlerini taşıyan gözlerinde minnettarlık yerine tam tersine aşağılayıcı bir ifade vardır.Sadakayı alan, sadakayı vereni, sadaka verebilecek durumda olduğu için küçümser.Ve genç adam şaşırır ama bu aşağılayıcı bakışların da esiri olur.***Her gece ama her gece aynı sokaktan geçip yaşlı serserinin baş ucuna para bırakır ve hep aynı küçümseyen bakışlarla karşılaşır.Bazen “bu sefer para bırakmayacağım” der kendi kendine ama yine durup parayı bırakır.Aldığı karşılık her seferinde aynı küçümseyici bakıştır. Yaşlı serseri bir kere gülümseyip teşekkür etse, genç adam ondan kurtulacak, belki o sokaktan bir daha geçmeyecektir bile…Ama o aşağılayıcı bakışlar genç adamın hayatının vazgeçilmez bir parçası, bir tür hastalığı olur.Her gece aynı şekilde birbirlerine düşmanca bakan iki kişi haline gelirler.Belki dostluklarda bile rastlanmayacak kadar güçlü bir ilişki, koparılması zor bir tutku haline gelir bu düşmanlık.***Bu hikâyeyi dinlediğimde aklıma gelen ilk şey, “Kadınlarla erkekleri de, bu hikâyede anlatılan o koparılması zor, tutku haline gelen düşmanlık mı yönetiyor acaba” sorusu oldu.Kötü ilişkiler, derhal bitmesi gereken, dengesini kaybetmiş o garip ilişkiler, dikkat ettiniz mi hiç, asla hemen bitmez.İlişki ne kadar kötüye giderse, bakışlar ne kadar küçümseyici olmaya başlarsa, o ilişki de sanki o kadar kuvvetlenir.Her adımda bir kez daha kendine öfkelenerek, kendinden utanarak ama yine o adama ya da o kadına giderek bir ömür geçer.Çok zordur hastalığa dönüşmüş tutkulardan kurtulmak.Ve bizler çok az gerçek sevgi yaşarız.Genellikle sevgi dediğimiz şey, hastalandığımız yerimizden karşımızdakine olan düşmanlığımızdır aslında.Düşmanlık büyüdükçe karşımızdakine daha çok bağlanırız.***Biz kadınlar birini severiz… Onun bizi daha çok sevmesini bekleriz.Erkeklerde zavallılık gibi gözüken kendini karşısındakine bırakabilme teslimiyet, kadınların kolaylıkla yapabildiği bir şeydir.Erkekleri hayatlarımızın merkezine yerleştirir ve onlar için hayatımızdan vazgeçeriz.Ve o adamın buna karşılık bizi çok sevmesini isteriz…İsteğimiz kadar sevilmediğimizi düşündüğümüzde de o sevgiyi ele geçirene kadar uğraşırız…*** Erkeklerin davranışları ve beklentileri ise biraz daha farklıdır.Bir kadını severler ve o kadının onlara sonsuza kadar bağlanmasını isterler.Erkekleri korku yönetir çünkü…Kaybedilen her şey güçlerinden kaybettikleri bir şeydir onlar için.İşte eğer ilişkilerde iki kişiden biri beklenildiği gibi davranmazsa, önceden belirlenmiş rolünü oynamayı reddederse, sevilme isteğinden ya da karşısındakinin kendisine sonsuza kadar bağlanmasını talep etmekten vazgeçerse ilişki hastalanmaya başlar.Rolünü reddedeni giderek daha az seversiniz belki ama ondan alacağınıza inandığınız ama alamadığınız şey tüm hayatınızın dümeni olur.Bizi, beğenmediğimiz takıntıların, tutkuların esiri hâline getirir.***O sizi sevmedikçe siz onun için öldüğünüzü sanırsınız…O size hayran olmadıkça kendinize olan güveninizi kaybedersiniz…O sizi istemedikçe dünyadaki tek istediğinizin o olduğunu zannedersiniz.Hastalandığınızı bilir ama hastalıktan kurtulamazsınız.Kötü ilişkiler çok zor biter.Öyle bir ilişkiden geçenin yakalandığı hastalık, tedavisi zor, nekahati uzun bir hastalıktır çünkü…
İnsanlar mükemmel değildir.Hayat da mükemmel değildir.Çünkü bir şey mükemmel olduğu anda durur… Kımıldamaz… Daha fazla değişmesine gerek kalmaz.Bu, ölümdür.Hayat ise sürekli kıpırdar.Hareket eder, değişir ve mükemmele yani ölüme akar.Ama yaşarken hiçbir canlı mükemmel olamaz, yaşamanın özü, dinamiği mükemmel olamamakta yatar çünkü…Oysa hepimiz mükemmel olmak isteriz, mükemmeli ararız ölümden korkarak üstelik.***Hiç düşündünüz mü?Tanrı neden bu kadar bağışlayıcıdır diye?Tanrı’nın kitabı insandan mükemmel olmasını ister, aslında onun mükemmel olamayacağını bilirken…O yüzden Rab ‘rahman ve rahimdir’ der kitap, yani Allah bağışlayıcıdır.Mükemmel olamayacak günahkar kullarına her zaman affedilmeleri için bir seçenek olduğunu hatırlatır.İnsanlara kendi eksikliklerinden ve yanlışlıklarından korkmamasını söyler.Ne hayat, ne de insan mükemmeldir.Önemli olan mükemmel olmak değil, mükemmelliği amaç edinmektir.Eksiğini bile bile oraya doğru yürümektir.***Bir insanın mutluluğu, mükemmel olmadığını kabul etmesiyle başlar bence…Bir insanın mutluluğu, eksiklerini, noksanlıklarını, yanlışlarını sevmesiyle başlar.Bir aşk da ancak eksiklikleriyle tam olur.Bir insan neyse, bir aşk da odur.Sizin iyi olmanız yetmez iyi bir aşk için, eğer ilişkinize kendinize gösterdiğiniz özeni göstermezseniz, onuneksikliklerini sevmez, onun mükemmel olmasını ister ama bağışlayıcı olmazsanız ilişki sizi terk eder.Bir kadın, bir erkek üstelik birbirinizi severken ortada koca bir boşlukla birbirinize bakakalırsınız.İyi bir ilişki için önce o ilişkinin kendisine ihtiyacınız vardır çünkü…***Bizler genellikle ya kendimizle, ya karşımızdakiyle uğraşırız.Onu severiz, ona kızarız, ona küseriz, ona üzülürüz.Oysa yaşadığımız her an, söylediğimiz her kelime, seçtiğimiz hayat, kullandığımız ses tonu, bir bakışımız ilişkimizi bir durumdan bir başka duruma sürükler.Siz ne olduğunu bile anlamadan…Hatta birbirinizi çok severken ilişkiniz sizi terk eder.Ben en çok ilişkileri kendilerini terk etmiş çiftlere üzülürüm.Çünkü onlar ne yaşadıklarını bile anlamazlar çoğu zaman ve sadece birbirlerini suçlar ve acı çekerler.O yüzden ben ilişkilere gösterilmesi gereken özenin, sevgiden bile önemli olduğuna inananlardanım.***İyi bir dindar olmanın ilk şart nasıl daha fazla ibadet değilse, daha çok merhamet, daha çok sevgi, daha çok anlayış, daha çok ahlâksa…İyi bir ilişkinin de ilk şartı sevgi kadar özene, şefkate, anlayışa, hoşgörüye muhtaç olduğunu unutmamaktır, mükemmelliği isterken bağışlayıcı olmaktan vazgeçmemektir bana kalırsa.Pek çoğumuz mutluluklarımızı daha onlara rastlamadan kaybediyoruz.Sevgiyi bile mükemmel yaşamaya çalıştığımız için zedeliyoruz.Sevgi, sadece mükemmeli sevmek değildir.Sevgi, eksiği de sevmektir…Sevgi, öfkelendiğinde kullandığın ses tonunda da saklı olandır.Sevgi, ilişkinin, sizden ve karşınızdakinden ayrı üçüncü bir varlık olduğuna inanmaktır.O ilişkinin hatırına, sevdiğiniz mükemmellikten en uzaklaştığında, en kızdığınızda bile birbirinizi hoş tutmaktır.***Tanrı, mükemmel olmalarını istiyor ama mükemmel olmadıklarında bütün bir insanlık alemini bağışlıyor.Bizlerin gücü buna yetmez.Ama birbirimizi bağışlamaya yeter gücümüz.Mükemmel olmadığımızı bilmeye ve bunu anlayışla karşılamaya yeter.Ama biliyorum, bunları yapmak söylemek kadar kolay değil, kolay olsaydı bunca kitap, bunca yazı yazılır mıydı bu konularda.Birbirimizin mükemmel olmadığını, olamayacağını biliyor ama bağışlayamıyoruz.Bu gerçekleri bilmek de yetmiyor bağışlamamıza.Tanrı, bağışlayamadığımız için bağışlasın bizi…
Ben yatarken Güneydoğu’da yaşayan pek çok gencin, ben uyandığımda hayattan ayrılmış olması…Böyle sabahlara uyanma ihtimalinin bu ülkede hep ve hala canlı olması…Her barışa yaklaştığımızda ürpermemiz…Her defasında bir alçağı bile utandıracak büyük bir alçaklıkla karşılaşmamız…Bu ülkenin kaderi mi?Yani hiç değişmeyecek bir gerçek mi bu?***Bunca ölümün suçunun ağırlığını omuzlarında hissedecek kaç kişi çıkar bilmiyorum ama bu suçun ağırlığını hissedenler büyük bir ihtimalle bu suça hiç bulaşmamış olanlar olacak.Var mı sizce böyle birileri aramızda?Yaşamamış oldukları hayatı biz uyurken bir çatışmada bırakıp gitmek zorunda kalan o gencecik insanlar bu ülkenin çocukları.Böyle ‘beklenmedik’ çatışmalardan sonra hep olduğu gibi iki tarafta da acılar ve nefretler keskinleşecek, hamaset edebiyatı kanla şişecek, barış sözcüğü bir suça dönüşecek, siyasi çözüm olmayacağına inanç büyüyecek, intikam alevi saracak her yanı ve gelinen barış safhası yine yerle bir olacak.Peki bu mu bu ülkenin kaderi?Bu mu bu ülkenin değişmeyen gerçeği?Farkında mısınız bu ülkenin ne kadar fazla değişmeyen gerçeği, acısı, kaderi var?Bir devletin böylesine değişmeyen bir kaderi olabilir mi?Olursa ona büyük devlet denir mi?***Niye ölüyor bu çocuklar?Gencecik insanların bizler uykudayken ölmesi bu çağda hala nasıl bir ülkenin kaderi olabiliyor?Niye bu ülkenin generalleri, politikacıları barıştan bu kadar çok korktular yıllardır?Türkiye’nin barışa ihtiyaç duyduğu her dönemde, savaş tutkusuyla işleri ağırdan alan, işlerin barışla çözüleceğini söyleyen her görüşü nefretle öfkeyle karşılayan herkes bu kaderin mimarı…Kimse yanındakine bakmasın…Bu ülkede yaşayan herkes bu suçun ortağı…Bitmesi mümkünken, bitmeyen bir savaşta ölen her çocuktan hepimiz sorumluyuz...Suçlu sizsiniz…Suçlu benim…Suçlu politikacılar…Suçlu Başbakan…Suçlu muhalefet…Suçlu generaller…Suçlu, PKK’nın içindeki barışın hiçbir türlüsünden hoşlanmayan gruplar.Biz yatarken yaşayanlar biz uyandığımızda birer genç ölü oluyorlarsa hala bu ülkede, bundan sorumlu olmayacak kimse yoktur…***Biliyor musunuz ölenlerin hepsinin aslında sizin bizim çocuklarımız olduğunu fark edene kadar bu ölümler daha çok devam eder…Siz ‘başkalarının çocukları’ ölüyor zannettiğiniz için bu ülkenin kaderi değişmiyor…Korkak siyasetçiler, yalancı askerler, çıkarcı liderler yüzünden cesur gençler ölüyor.Üstelik bunu önlemenin mümkün olduğunu artık hepimiz biliyoruz.Ölümleri önlemek için her seferinde PKK’nın kapısına gitmek gerekmiyor, PKK’nın artık bir söylediği bir söylediğini tutmayan çelişkili bir yönetimi var.Kürt halkına gitmek gerekiyor bence.Türk halkı olarak gitmek gerekiyor.“Eşit olalım, birlikte özgür olalım” demek gerekiyor.***Geceleyin biz yatarken yaşayan genç çocukların sabah kalktığımızda birer ölü olmaması için artık özgür ve adil bir ülke olmak zorundayız.“Ölüm mü, eşitlik mi” sorusuna “ölüm” diye cevap veren insanlarız hepimiz.Bu, bizi ne tür bir insan yapıyor peki?“Cellatlar” diye bağıran bir ses yok mu içinizde?
Bu aralar klüp başkanlarına ne oluyor anlamıyorum…Herkesin kafası ayrı bir karışık sanki…Besiktaşın hoca arama ve bulma macerasını yazacaktım…Ama geçen akşam basketbol dünyasından dostlarla sohbet ederken, konu Oktay Mahmuti’nin Galatasaray’dan ayrılmasına gelince, Beşiktaş’ı kısa geçmeye karar verdim…Mahmuti, G.Saray basketbol takımının koçuydu geçen sezon.O kadar başarılıydı ki, başkan Ünal Aysal Mali Kongre’de üyelere “Fatih Terim ile beraber Oktay Mahmuti ile de anlaştık. İkisi de gelecek sezon da görev yapacak” dediğinde alkış tufanı kopmuştu.Onun kalmasının primi yüksekti yönetim için.Taraftarın da neredeyse taptığı bir isimdi Mahmuti çünkü...Isıran, agresif, bir yandan da göze hoş gelen bir basketbol oynatan, takım duygusunu sahaya çok iyi yansıtan bir koçtu Mahmuti...Zaten Ünal Aysal da onu bütün basketbol şubesinin başına getirmeyi düşünüyordu.Sadece takımın koçu değil, basketbolun herşeyi olacaktı...Derken play-off serisindeki Beşiktaş maçları geldi.Beşiktaş 3’te 3 yapıp G.Saray’ı eleyince Mahmuti’nin karizması biraz değil, epeyce sarsıldı.Ve Ünal Aysal Mahmuti ile yolları ayırdı.“Spor bu kadar nankör olamaz. Beşiktaş’a elendi diye G.Saray hocasını göndermez”herhalde diyerek esas mevzuu sordum...İçinden “AMK” çıktı.Beşiktaş maçlarından önce Mahmuti, başkan Aysal’a şöyle demiş:n Beşiktaş’ın TBF ile ilişkileri iyi... Hakemlerin çalacağı düdüklere hiç güvenmiyorum. Yönetim olarak başkan Turgay Demirel’i arasanız veya güçlü bir lobi yapsanız da bari en azından hakem katliamına uğramayız.Aysal da demiş ki:- Ben o işlere bakmam. TBF Başkanı’nı arayayım, hakem isteyeyim de Aziz Yıldırım’a Metris’te komşu mu olayım... Ben takımıma güveniyorum.Olaylar biraz da Mahmuti’nin dediği gibi gelişince genç hoca 3. maçtan sonra kontrolünü kaybetmiş.Ve soyunma odasında sıcağı sıcağına “Ben böyle yönetimin amk” demiş.Bu da başkanın kulağına gitmiş... Mahmuti’ye haber yollamış:- Eğer o küfürü yemezse, elimdeki mukaveleye dayanarak Oktay Mahmuti’ye gelecek sezon sadece otel-uçak bileti ayarlama işleri yaptırırım. Başka bir de koç bulurum.Mahmuti, böyle bir küfür etmediğini söylese de, özür dilese de, hatta en son anda“Bütün yeni şartlarınızı kabul ediyorum, yeter ki imza atayım” demesine rağmen Ünal Aysal Mahmuti’yle yolları ayırmış.Ünal Aysal’ın yaptığını anlayabilir belki insan... Ama bir tek sorunun cevabını verirse:- Oktay Mahmuti “AMK” dediği için gönderiliyorsa, yakın dostu Bülent Tulun, G.Saray’ı şike dosyasına sokan mektubu yazmasına rağmen nasıl başkanın danışmamanı olarak G.Saray’da görev yapabiliyor?Yoksa sporda prensipler kişisel yakınlıklara göre mi eğilip bükülüyor? ***Bu Beşiktaş için sönük bir başlangıç… Beşiktaşi da anlayamıyorum son 1.5 ay içinde olanlara bakınca… - Fikret Orman, 28 Nisan’da futbol bilgisine çok güvendiği İbrahim Altınsay’ı fahri görevle Futbol Komitesi üyesi yaptı. - Altınsay’ın şartı Beşiktaş’ın önümüzdeki 4 yıldaki futbol organizasyonunun rotasını çizme konusunda tek yetkili olmaktı.- Orman, 21 Mayıs’ta dedi ki: “Beşiktaş’ı yerli teknik direktör çalıştıracaksa tek ihtimal var: Mustafa Denizli...”- Ancak Altınsay ve bazı yöneticiler Denizli’yi istemedikleri için herhalde, Beşiktaş sürekli yurtdışında yabancı teknik direktör aradı. Önce Hırvatistan’ın karizmatik hocasıBiliç‘i ellerinden kaçırdılar. Rangnick, Zico, Eriksson derken hiçbir yabancı zaten 1 yıl Avrupa yasağı olan Beşiktaş’a hiçbir yabancı gelmek istemedi.- Türkiye’de Fatih Terim, Şenol Güneş ve Aykut Kocaman dışındaki bütün yerli teknik direktörlere gidildi. Kamera şakası gibi ama Beşiktaş’ın çocuğu Rıza Çalımbay bile ikna edilemedi. “Bile”si şundan: Çalımbay, büyük bir Beşiktaş vizyonu için akla gelen ilk 10 isimden biri olamazdı bana göre... Ve her daim gelmeye hazır bir görüntüsü vardı.- Derken geçen hafta Eriksson’u alacaklar diye kızan Altınsay istifa etti yanında İcra Kurulu Üyesi Cem Bilge ile birlikte...- Orman; Altınsay’ı istifa ettiren Eriksson’u da alamadı günün sonunda... Demek ki, Altınsay boşa istifa etmiş oldu. Peki bu kadar istifa etmesini istiyordu ise Orman niye Altınsay’a niye öyle imtiyazlı bir titr vermişti, onu da anlamak imkansız...- Sıra 21 Mayıs’tan beri bekletilen Mustafa Denizli’ye geldi. Haberler çıktığı zaman İbrahim’e sordum,“Ne olur?” diye… Fikret Orman, İbrahim Seten’e şöyle demiş:“Mustafa Denizli benim yakın dostum... Onunla masaya oturursam anlaşmadan kalkmam. Bu nedenle kendisini bekletiyorum. Başkası olursa olur ama olmazsa Denizli ile yüz yüze gelirsek anlaşırız...”- İyiniyetli bir temenni... Beşiktaş’ın genç, çiçeği burnunda başkanı hafta içinde iki kez yüz yüze görüşmesine rağmen Mustafa Denizli’yi de ikna edemedi. Denizli, o kadar da istemesine rağmen Orman’a“evet” demedi. Üstelik maddi herhangi bir şart yüzünden değil, Beşiktaş’ın 1 ay sonra ne yapacağını bile bilmemesinden dolayı“hayır” dedi Denizli...Samet Aybaba teknik direktör oldu…Bu bence sönük bir başlangıç…Benim anladığım Beşiktaş’ın tek sorunu parasızlık değil…
Sevmek ne tuhaf şey… Kendimize hiç benzemeyen, hayatı kavrayış biçimi, yaşama üslubu, zevkleri, ölçüleri, ilişkileri bize çok uzak birini, hatta onu ne kadar sevdiğimizi bile bilmeden seviyoruz bazen. O kadar güçlü bir duygu sevgi…Tanımanı bile beklemiyor bazen…Bir nedene ihtiyaç duymuyor ortalarda dolaşmak için.Bize sormuyor gelirken…Benzeyeni aramıyor…Güzelikte ısrar etmiyor…Doğruyu istemiyor…Sadece seviyor…***Sonra bir gün yine bize sormadan çekip gidiyor ortalıktan.Her defasında gitmeden sayısız işaret veriyor belki bize ama günü geldiğinde biz onun işaretlerine ister aldıralım ister aldırmayalım, o kararlı biçimde bizim aldırmazlığımıza ya da korkularımıza ya da acılarımıza bakmadan çekip gidiyor işte…Onunla ilgili söylenmiş her şeyi, her kutsal bakışı, her büyülü sözü, her şeyi geride bırakıp gidiyor.Bazen aşklar, sevgiler uykuya dalar gibi huzur veren bir sessizlikle biter… Ama bazense öfkelerle, gözyaşlarıyla, intikam istekleriyle hatta ölümü özleyerek, ölüp ölüp dirilerek, yaralanıp yaralayarak hiç bitmeden bitiyor.Çünkü sevmenin “aldatma” sözcüğüyle beraber anıldığı bir dünyada her sevgi günü gelince altüst oluyor.***Neden mi böyle düşünüyorum?Adını yazmamı istemeyen ama yaşını yazabileceğimi söyleyen 66 yaşında bir hanım okuyucu, 26 yıl sonra ikinci eşinden aldatıldığı için ayrılırken çektiği acıyı yazmış bana.Nasıl büyük bir sevgiyle başlayan ilişkilerini… Ve nasıl can acıtarak bittiğini…‘Aslında babanıza yazmak isterdim bunları ama o şu sıralar pek yoğun, umarım böyle diyerek sizi kırmam… Sizi babanız yoğun diye seçmedim, beni anlayacağınızı sezdiğim için seçtim’ demiş…Yazdığı maili önce sinemacı arkadaşlarıma vermeyi düşündüm… Çünkü o kadar incelikli yazılmış bir 26 yıldı ki okuduğum… Gerçekten önce bir romanın parçası sandım.Bana şunu sormuş 66 yaşındaki o hanım, ‘kadına düşen affetme ve hoşgörülü olma rolü gerçek mi sizce? Kadın gerçekten affeder mi?’ sonra da eklemiş, ‘Ben affetmedim.’***Aslında bunu babama sormak istemiş.Kendimi bu soruya cevap ararken eksik hissettim hep, çünkü gerçekten bir erkek bilebilirdi bunun hakiki cevabını…Sayısız kere, milyonlarca yıldır kadın affediyor…Peki kadın gerçekten affediyor mu?Bunu bilmiyorum.Diyeceksiniz ki ‘affetmiş gibi gözükür ama affetmez…’Belki doğrudur…Meşhur sözdür, ‘Kadınlar affeder ama unutmaz… Erkekler affetmez ama unutur.’Bunlar da doğru mu bilemiyorum…Ben affetmiş gibi gözükmenin, affetmenin parçası olduğuna inanıyorum çünkü…Affetmiş gibi yapmak için bile affetmeye ihtiyaç duyarsın bana kalırsa…***Affetmiş gibi yapabilmek için her şeyden önce karşındakinden vazgeçmemen gerekir. Hem vazgeçemiyor, hem affedemiyorsan ve ‘affetmiş gibi yapıyorsan’, bu içindeki affetmek isteğinin güçlülüğündedir.Onunla olabilmek için affetmek istersin, bunun için kendinle dövüşürsün.Affetme isteği kolay kazanamaz bu savaşı, onun için önce seni “affetmiş gibi yapmaya” ikna eder.Bence bu affetmeye giden yoldur.Vazgeçemeyecek kadar sevdiğinde affedersin.Vazgeçebildiğinde affetmezsin.Ama hem vazgeçemiyor, hem affedemiyorsan, sonunda ne vazgeçer, ne affeder ama ona düşman olursun.Bu korkunç çıkmazın sonrası ise sadece acı ve kederdir.***Ve asıl soru bundan sonra başlar bence…Affetmeyip ayrılık acısı çekmek mi zordur yoksa affetmeyip düşman olmak mı?
Herkesin herkesi yasaklamaya, susturmaya çalıştığı bir toplumda yaşıyoruz.Ömür boyu yasaklar altına ezilenler bile gücü ele geçirir geçirmez başkalarını yasaklamak istiyorlar.Müthiş bir hak savaşının olduğu bir dönemdeyiz.Kadınlar haklarını istiyor, Kürtler haklarını istiyor, Aleviler haklarını istiyor, gazeteciler haklarını istiyor, öğrenciler haklarını istiyor, memurlar haklarını istiyor, modernler haklarını istiyor.Her kesimin yıllarca ayrı ayrı ezilmesi ve haksızlığa uğraması bütün toplumu zehirleyen ve zedeleyen bir çarpılma yaratıyor kaçınılmaz olarak.Hepimiz aynı yerimizden zedeleniyoruz.Herkes “kurban” olduğu için herkes aynı zaman da “kutsal” olduğuna da inanıyor, kendisiyle ilgili her konuda alınganlaşıyor.Şaka yapamaz hale geliyoruz.Bizim toplum şaka yapamıyor…Şaka sevmiyor…Şaka yapılan, kendisini aşağılanmış hissediyor.Öyle aşağılanmışız ki yıllardır, şakaya tahammülümüz kalmamış.Şakaların kötü niyetli olduğunu düşünmeye eğilimliyiz, aşağılamanın başka bir yöntemi olduğuna inanıyoruz.Hakları için mücadele eden toplumlarda mizah anlayışı da köreliyor bana sorarsanız.AMK çıkalı bir hafta oldu sanırım…Bir 15 gündür de tartışılıyor…“Böyle isim olur mu” diye?Hakkında yazılanları okudukça AMK isminden çok, bunu bu kadar ciddiye almayı yagırgadım.Gerçekten beğenmeyip küçümseseydik, gerçekten beğenmez ve bir sonraki dakika da onu hatırlamazdık bile…Ama iş, kadınların aşağılanmasına kadar geldi.Dün Ayşe Arman’ın AMK’ın genel yayın yönetmeni Gökmen Özdemir’le yaptığı mini röportajı okudum.Ayşe’nin ilk sorusu:“Gazeteye koyduğunuz ismi nasıl savunuyorsunuz?”Sadece tuhaf bulup yüzümüz buruşturarak geçebileceğimiz bir ismin savunulmasını beklemesi, bunu bu kadar ciddiye alması beni biraz yadırgattı.Ayşe, kadınların itiraz edip etmediğini soruyor.Çünkü kadınlar o kadar eziliyorlar ki bu toplumda, AMK ismininin de kendilerini aşağılamak amacıyla konduğunu zannediyorlar gerçekten…Gökmen de “AMK mizah… Siz hiç Londra’da Fcuk’dan alışveriş yapmıyor musunuz?” demiş.Bu ülkede yaşayan neredeyse herkesin kendisine şaka yapılamayacak kadar ezilmiş olması, bizim mizah yeteneklerimizi de köreltti galiba.Şakadan, mizahtan bu kadar kopan bir toplumda, şaka yapınca da ortaya AMK çıkıyor işte. Ama herşeye rağmen AMK’ye duyulan öfke, bana AMK isminden de tuhaf geliyor doğrusu.Tamam, kötü bir şaka ama şaka işte.Bundan da bir aşağılama çıkartmaya gerek yok bence…Kadınları, kötü bir şakadan bile rencide olacak kadar “kutsal” görmenin bizim haklarımıza bir yararı olacağını sanmıyorum, aksine böyle şeylere aldırmayacak kadar güvenli olmak “hak kavgasını” daha güçlü kılar diye düşünüyorum.Tabii daha iyisi, şaka deyince aklına sadece “AMK” gelen ve ergenliklerini bir türlü aşamayan bu erkeklerle dalga geçmektir.“Sen ilkokulu bu sene mi bitirdin çocuğum? Hangi ortaokula gideceksin bakayım” der geçersin.Kimsenin “hakkına” saldırdıkları yok bu çocukların, onlar yaşları kaç olursa olsun hala sivilceli oğlanlar işte.