Devletin “istenmeyen vatandaşlarını” öldürmesine “kürtaj” mı deniyor artık?

27 Mayıs 2012

Uzun zamandır şaşırma yeteneğimi kaybettiğimi düşünüyordum doğrusu.Gerçekten bizi hiçbir şeye şaşırmadan yaşamaya alıştırdılar bu ülkede.Belki arada bir ‘ben hiç şaşırmıyorum bu olanlara’ diye şaşırabilirsiniz ama o da çok kısa sürer.Sohbet ederken arkadaşıma sordum ‘ben hiç şaşırmıyorum artık, sence bu ne demek?’Yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle, acı haberi almış bir dost gibi ‘alışmışsın o halde, şaşırmamak alışmaktır’ dedi.Alışılmaması gerekenlere alışmak…Peki,bu ne demek olmalıydı?***Sanırım toplumca bozulmanın en büyük işareti bu.Ülkede patlayan bombalara da şaşırmıyorsan, ölümlere, acılara, zulümlere de şaşırmıyorsan yeterince bozulmuşsun demektir.Bir anda içimi müthiş bir öfke ve korku kapladı bunları düşününce…Benim hayatımı kim, ne hakla bu hâle getirebilir,diye…Kim beni hiçbir şeye şaşırmayacak kadar çarpılmışlığın bir parçası haline getirebilir, diye…Kim bütün bir toplumu böyle sakatlayabilir, diye.***Önceki gün öfkeli öfkeli bir şeyler anlatırken arkadaşlarıma, içlerinden biri ‘seni şaşırtabilirim, istermisin’ dedi.Gülümseyerek baktım.‘Başbakanın dediklerini duydun mu’ dedi…‘Duymamışsın belli,yoksa bugün bunları söylemezdin’ diye ekledi.Başbakan ‘Her kürtaj bir Uludere’dir’ demiş.İçim karıştı birden.Gerçekten çok şaşırdım.Çok üzüldüm…Acıdım…Korktum…Kaç tane düşünce,kaç tane duygu geçti aklımdan o anda.***Başbakan ‘yatıyorsunuz kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz’ demiş basın mensuplarına.Hiç şaşırmadım…Hatta normal bile bulmadım, öyle normal çünkü…Başbakan kaçtığı her konuda saldırmayı tercih eden biri.Ama cümlenin devamını duyduğumda ürperip,şaşırdıkça, bu laflara şaşırmayacak kadar bozulmadığıma sevindim.‘Her kürtaj Uludere’dir’ demiş Başbakan.‘Anne karnında bir yavruyu öldürmenin doğduktan sonra öldürmekten ne farkı var soruyorum size’ demiş.***Bu soruyu, 34 insanı bombalayarak öldüren ve bunun sorumlularını hâlâ bulmayan bir devletin başbakanı sormamış olsa ya da bu konuyu 34 insanın ölümüyle ilgili olarak gündeme getirmemiş olsa onu dinler ve ona hak verebilirsiniz.Ama bunu söyleyen insan, 34 kişinin ölüdürüldüğü olayda öldürenleri savunurken “aşağıdaki Ahmet mi Mehmet mi, nereden bilecekler” diyen insan.“Ahmet mi, Mehmet mi” bilmeden öldürülmesini doğal buluyor, savunuyor da “doğmadan öldürülenlere” sahip çıkıyor.İnsan canına, doğmadan öldürülenlere sahip çıkacak kadar önem veriyorsanız, doğmuş olanları niye öldürdünüz?Öldürdükten sonra neden bir özür dilemediniz?***“İstenmeyen” çocukların hayatla bağının kesilmesidir kürtaj, 34 Kürt çocuğunun ölümüyle kürtajı hangi vicdan birbirine benzetebilir?Devletin “istenmeyen vatandaşlarını”öldürmesine “kürtaj” mı deniyor artık?Her kürtaj bir Dersim mi?Her kürtaj Ermeni tehciri mi?Büyük katliamları, soykırımları, faciaları kürtajla eşdeğer tutmak “kürtajın” fenalığını mı gösteriyor yoksa o katliamları “çocuk aldırma” düzeyine mi indirgiyor?Başbakan ne diyor?Başbakan ne dediğini biliyor mu?Şaşırdım gerçekten.Gördüğüm kadarıyla herkes şaşırdı.Başbakan Erdoğan, bu toplumun bütün bozulmalarını, çarpılmalarını, sakatlanmalarını bir sıçrayışta aştı bu sefer, herkesi geçti.Bununla övünebilir isterse.Herkesten daha insafsız olmak övünülecek bir şeyse eğer.

Devamını Oku

Bir yol yazısı...

26 Mayıs 2012

Araba kullanmayı çok severim.Uzun yolda yüksek sesle müzik dinleyerek araba kullanmayı daha çok severim.Hele etrafda yeşilliklerin içinde saklanmış, uzakta gözüken evler, içlerinde kimselerin bilmediği saklı hayatlar, hızla yanlarından geçerken bana göz kırpıyorsa buna bayılırım.Hayallere dalarım…O evlerin içini merak ederim…Hikayeler bulurum.Her seferinde bir evi gözüme kestirir, acaba kapısını çalsam nasıl bir hayatla karşılaşırım diye meraklanırım.Çok güzel bir manzarayla karşılaşırsam tüm sevdiklerimle beraber orada yaşadığımı düşünür, yepyeni bir hayat yaratırım kafamda.***Ama bu sefer yolda çok daha farklı bir şey oldu hayallere dalmam için.Radyoda Chris Rea’nın Road to Hell’i çaldı, ki bu şarkı benim için hiç eskimez gerçekten, ardından “Türkiye’ye ilk kez gelen Rat Pack Tribute Show, Yedinci İstanbul Lezzet Festivali’nde 5 Haziran’da Kemercountry’de, biletler Biletix’te” dedi bir ses.Dinlemediğiniz halde duyduğunuz, beş on saniye ya da bir iki dakika gecikmeli olarak ancak idrak ettiğiniz sözler vardır.Duyarsınız ama ilk duyduğunuzda anlamazsınız… Sonra o ses kayıtlara geçtiği için bir zaman sonra birden zihninizde çınlar.Tam öyle oldu işte…Yolun bir yerinde o ses çınladı…Rat Pack…Araba kullanırken iyi bir müzikle hayal kuracak en iyi şeyi duymuştum, Rat Pack…Şimdi kimler kimler gelmeyecekti ki ziyaretime…Humphrey Bogart’la başladı hayallerime “ziyaretçi” akımı…***Rat Pack, 1950’lerde bir arkadaş grubunun adı…Sıkı dostlar.Humprey Bogart’ın liderliğinde başlamış ve ismini Bogart’ın eşi Laurenn Bacall’dan almış sıçanlar sürüsü…Kimler yok ki içinde… Frank Sinatra, Judy Garland, Sid Luft, Humphrey Bogart ve karısı Laurenn Bacall, Katharine Hepburn, Cary Grant, Spencer Tracy...Bir gece Humphrey Bogart’la bu ünlü arkadaşları Vegas’tan eve sarhoş, bitik halde dönünce kendisi de ünlü bir oyuncu olan Bogart’ın karısı Bacall ‘Rat Pack’ demiş onlara.Kaba bir çeviriyle “sıçan paketi”ne ya da “sıçan sürüsü”ne benzetmiş onları...Ve böylece bu tanım o grubun adı olmuş.Bogart öldükten sonra Frank Sinatra’ya miras kalan bu isim Dean Martin, Sammy Davis Jr., Joey Bishop, Peter Lawford ile devam etmiş…***Las Vegas’ta bazen tek başlarına, bazen beraber çok büyük showlar yapmışlar.1960’ların en önemli gösteri showlarından biri olmuş Rat Pack grubu...Brat Pitt’li, George Clooney’li Ocean’s 11 filminin orjinali de Sinatra, Martin, Lawford Bishop ile çevrilmiş.Sanırım o yüzden Ocean’s 11’da o kadar kalabalık bir ünlü kadro tercih etti Soderbergh… Rat Pack ruhunu yansıtabilmek için…***Frank Sinatra ile Dean Martin, Dean Martin öldüğünde küslermiş.Kim bilir neydi mesele?Frank Sinatra’nın Ava Gardner’la olan fırtınalı ilişkisi...Sinatra’nın en büyük aşkı…Peter Lawford’un John F. Kennedy’nin kız kardeşiyle evlenmesi...Müthiş bir yeteneğe sahip olmasına rağmen o yılların karanlık yüzü ırkçılıktan nasibini alan Sammy Davis Jr. ve onun beyaz aşkı Kim Novak…Kimler gelmedi ki ziyaretime Rat Pack’i düşündükçe.Bu adamlar, bu kadınlar dünya üzerinden yıllar önce geçti...Ama küçük bir arabanın içinde tek bir sözle hiç ölmemişçesine hayatlarının en dar kıvrımlarına kadar birinin aklından geçebiliyorlar hala.***Şimdi siz benim aptal olduğumu düşüneceksiniz (doğrusu bundan ben de şüpheleniyorum arada sırada) ama bu felaketlere sarılmış, acılarla örülmüş, cinayetlerle kirlenmiş, kişiliği, kimliği çürümüş hayatımızın tam ortasında bu insanları düşünmek, zamanın nasıl geçtiğini fark etmek, onların ölmelerine rağmen hala hafızalarımızda yaşadığını görmek bana garip bir ümit verdi gelecekle ilgili.Bunu tam nasıl anlatacağımı bilemiyorum ama zamanın hiç durmadan akıp gittiğini fark etmek, bugünkü “kötülüklerin” kalıcı olmadığını gösterdi sanki bana.“İçinde boğulduğumuz bugün de geçecek” diye düşündüm.Yaşadığımız günde bulamadığım teselliyi, zamanın geçiciliğinde, gelecekte buldum diyebilirim.“Zaman bugünden ibaret değil” dedim, “bir de gelecek var.”Bunu düşünmek iyi geldi bana.Arabanın yanından akıp giden yeşilliklere, onların arasında saklı duran evlere baktım.Sonra radyoda Adele çalmaya başladı.

Devamını Oku

Aziz Yıldırım'ın başkan seçilmesi neden kimseyi rahatsız etmiyor?

24 Mayıs 2012

F.Bahçe’de Aziz Yıldırım’ın tek başına girdiği seçimde ezici bir çoğunlukla yeniden başkan seçildiği 19 Mayıs’tan beri kafamı kurcalayan bir soru var:- İlerde aklansa bile, 10 aydır hapis yattığı için ismi şaibeli hâle gelmiş bir yönetici, neden tekrar ittifakla başkan seçiliyor? F.Bahçe mi Aziz Yıldırım’ı kurtarıyor? Aziz Yıldırım mı F.Bahçe’yi bırakmıyor?Bu tartışmalı seçimin ardından spor medyasındaki “sessizliği” görünce iyice meraklandım. Sahiden de Aziz Yıldırım’ın hapisteyken başkan olmasını garipseyen tek bir yazı bile çarpmadı gözüme... ***Meseleyi derinleştirmek için önce Aziz Yıldırım’ın hangi kadroyla yola devam ettiğine bakmak lazım. Daha doğrusu eski çalışma arkadaşlarından hangilerinin onunla beraber yürümeye devam etmediğine...- Ali Koç: Son saniyeye kadar, F.Bahçe'nin yeni başkan vekili olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. İddialara göre halası Semahat Arsel “aile büyüğü” sıfatıyla Ali Koç’un bu yönetimde olmasına karşı çıkmış.Peki Arsel durup dururken niye böyle bir veto kartını kullansın?Çok net, değil mi?Çünkü şu andaki F.Bahçe yönetimi, dünyanın hiçbir yerinde görev yapamayacak bir yönetim...Başkan içerde, asbaşkan Ekşioğlu içerde... İşin kötüsü bu yönetimin daha ne kadar görev yapacağı da bilinmiyor.Öğrendiğim kadarıyla, mahkemede 6 ayı aşan bir ceza alması halinde Aziz Yıldırım’ın başkanlığı düşecek ve F.Bahçe yeniden kongre yapacak.Sanırım Ali Koç da eğer F.Bahçe'de göreve devam edecekse, bu kongreyi bekleyecek.- Nihat Özdemir: Dünyanın en politik insanı olmasına rağmen o da Aziz Yıldırım’ı “Tamam artık” diye düşünme konusunda ikna etti. 18 yıl sonra bu ikili ayrılmış oldu. Özdemir”in ayrılışını siyasetle yakın temasını bilmeyenler, “Adam da çok yoruldu canım, ondan bıraktı” diye değerlendirebilirler. Oysa Özdemir, Tayyip Erdoğan ile Aziz Yıldırım arasında uzlaşma sağlama çabaları nedeniyle pinpon topuna dönmüştü. Ankara ile ilişkilerinin gerginleşmesini göze alamayacağı için vazgeçmek zorunda kaldı.Ali Koç-Nihat Özdemir ikilisi, F.Bahçe adına TFF ve UEFA operasyonlarını da yürüten ikiliydi. Sonuçta ikisinin birden yönetimde kalmayışı, bana göre F.Bahçe'nin son politikalarını tasvip etmedikleri anlamına geliyor.- Cihan Kamer: TV’ye çıkıp Aziz Yıldırım’ın avukatlığını yapmış, hatta “Aziz Yıldırım, Tayyip Erdoğan-Yaşar Büyükanıt görüşmesini sağlamış biridir” gafıyla büyük bir siyasi çam devirmişti. Herkes “Aziz Yıldırım, Şike Operasyonu süresince sergilediği duruşu beğenmedi” diyor Cihan Kamer için... Ama sonuçta Kamer de Tayyip Erdoğan’a yakınlığıyla bilinen bir figür...- Murat Özaydınlı: Aziz Yıldırım deyince aklıma gelen ilk yönetici... Keşke çok daha evvel bıraksaydı... O da şike sürecinde yaptıkları, istifa etmeye kalkması ve M.Ali Aydınlar’la yaptığı telefon konuşması nedeniyle “persona non grata” olmuş. Ama bence şu zayıf yönetimde, istese Aziz Bey’i kalmaya ikna edebilirdi.***Sonuçta ne olursa olsun, Aziz Yıldırım’ı Aziz Yıldırım yapan bir dörtlüden bahsediyoruz.Kare asın yokluğunda yönetime giren Kadir Topbaş'ın oğluna büyük anlam yüklemenin manası yok bence...Bu dörtlünün çekilmesi şu şekilde de okunamaz mı?- Yönetimde kalmayanlar Aziz Yıldırım'ın F.Bahçe’de geleceğinin olmadığını düşünüyor.Ondan ötürü de çeşitli vesilelerle aflarını istediler veya Aziz Yıldırım'a kalmak için son dakika baskısı yapmadılar.Zaten bu yönetim de bir geçiş yönetimi... Aziz Yıldırım tahliye olduktan sonra F.Bahçe’de yepyeni bir ekibin oluşması artık an meselesi...Koç mu Şahenk mi?Ferit Şahenk’in yakın bir dostu anlattı geçen akşam:“- Aziz Yıldırım son ana kadar Ferit Şahenk'ten yönetime girecek bir isim istedi... Ama Şahenk bunu vermeye yanaşmadı. Çünkü kendisi yeni olağanüstü kongrede başkan adayı olmayı planlıyor ve şimdiden hazırlıklarını ona göre yapıyor. Ankara da Şahenk’in adaylığına sıcak bakıyor.”“- Ali Koç da aynı şekilde kendisini yeni döneme hazırlıyor. Aziz Yıldırım teknik nedenlerden ötürü çekilmek zorunda kalır ve Şahenk aday olursa onun karşısına Ali Koç çıkacak. Koç, UEFA'dan cezaların gelebileceği, mahkemenin Şike Davası'nı karara bağlayacağı şu kritik süreçte pek de içerde kalmak istemedi.Benim bu sözlerden çıkardığım anlam şu:- F.Bahçe’de yeni bir yönetim var ama bu yönetim tamamen Metris Yönetimi... F.Bahçe’de şu an Aziz Yıldırım’a karşı durabilecek kimse kalmadı. Olası 2 başkan adayı da şu anca “gölge yönetimler” hazırlamakla meşgul...Zaten F.Bahçe'de uzun zamandır bir “gölge oyunu” oynandığı o kadar ortada ki... Ama kimse görmek istemiyor.

Devamını Oku

Yaşamanın cesaret istediğini içimizdeki saklı kimliklerden anlıyorum…

22 Mayıs 2012

İnsan, kaç insandan meydana geliyor acaba?Ya da insanın içinde kaç tane daha başka başka kendisinden var?Çoğumuz kendimizi tek bir insan zannediyoruz..Bununla övünüyoruz hatta…“Bir öyle, bir böyle değilim ben arkadaş başkaları gibi, ne diyorsam oyum.”Öyle sanıyoruz.Ya da gerçeği sezsek bile görmemeyi tercih ediyoruz.Oysa düşünmekten korktuğumuz ya da zaman zaman düşündüğümüz ya da hiç düşünmediğimiz şeyler de biziz.İnsan kendisiyle çelişemez diye öğretiyorlar bize.İnsan kendisiyle çelişir, birbirinden farklı hatta birbirine zıt birçok isteği, duyguyu bir arada barındırır içinde.***Korkarız sadece bunlardan.O duyguları, toplumun ahlak anlayışına göre, bize öğretilenlere göre, inançlarımıza göre kendi içimizde bir sıraya koymaya çalışırız.En korktuklarımızı bir daha asla çıkamayacaklarına inandığımız derinliklerimize kapatırız….Hepimizin içinde pek çok kimlik var…En dindarın içinde bir serkeş, en hanımefedinin içinde bir yosma, katilin içinde merhamet, dolandırıcının içinde adalet, insanın içinde insan var.En derinlerinizde saklı olan da sizsiniz…Bütün o çelişkiler de sizsiniz, hatta her şeyden fazla o çelişkiler sizi siz yapan.O çelişkilerinizle ilişkiniz belirliyor bütün varlığınızı.Ben, yaşamanın cesaret istediğini, o içimizdeki saklı kimliklerin çokluğundan anlıyorum.***Sessiz kalmış, hiç kafasını kaldıramamış pek çok kimlik var içimizde…O kimlikleri yok saymak için uydurduğumuz pek çok yalan var hayatımızda…Özgürlük, o kimliklerin hepsinin istediği zaman diğer kimliklerin önüne geçip yaşam bulmasında bence.Batıl inançları reddeden bir kadının aşka ulaşmak için türbelere adaklar adamasında hayat.Ya da hep ciddi ve sıkıcı bir kimlikle dolaşan bir yöneticinin birdenbire coşup dans etmeye başlamasında.Kendinizi bir düşünün, “yapmam” dediğiniz, “yapmamalıyım” dediğiniz ne çok şeyi yapmak istiyorsunuz aslında ya da “keşke yapsam”dediğiniz ne çok şeyi yapmaktan korkuyorsunuz.Hepimiz korkuyoruz içimizi göstermekten…Daha da beteri, hepimiz korkuyoruz içimizi görmekten, kendi gerçeğimizle yüzleşmekten.***Yalanlarımız ve sahtekarlıklarımızla içimizdeki her farklı kimliğe mezarlar kazıyor ve bize öğretilen düzeni de bu mezarların üzerine kuruyoruz.Kendimizi, duygularımızı, aşklarımızı, çoşkularımızı, isteklerimizi, çelişkilerimizi küçümsüyor, hayatı susukunlaştırıyoruz.Kendi sahte hayatlarımızından utanacağımıza, içimizde kıpırdanan gerçek kimliklerden utanıyoruz…Her şeyi saklı yapıyoruz ve açık yapanlara diş biliyoruz.Cesurca kendisini olduğu gibi gösterenlerden, istedikleri gibi yaşayanlardan hiç hoşlanmıyoruz.Cesaretlerine hayran oldukça düşman oluyoruz onlara.***Çünkü duyguların açıkçası yaşanması düzeni bozar diye inanmışız bir kere.Duygularına aldırma, duygularına uymak kötüdür diye inandırmışlar bizi.O yüzden hepimiz içimizden geçtiği gibi değil, olması gerektiğini düşündüğümüz gibi davranıp sahte, birbirine düşman ve korkak oluyoruz.İnsanlar insanların esiri oluyor…Ve bu esareti kıracak her kıpırdanma lanetleniyor.Oysa içimizdeki tüm kimlikleri tanıyıp sevsek, cesaretimiz yetse... Her birimiz bize öğretildiği gibi“duygularımızın”, isteklerimizin, çelişkilerimizin kötü olmadığını anlayacağız.Kendi kendimizin esiri oluyoruz…Bütün öğretileri ve yalanlarıyla kendi kendimizin gardiyanı yapıyorlar bizi. “Çelişkisiz” bir hapishaneye koyuyorlar.Ve, özgürlüğün çelişkilerin rahatça yaşanmasında olduğunu bizden hep saklıyorlar.

Devamını Oku

Önce insanları öldürmeyin, metroyu sonra düşünürüz…

21 Mayıs 2012

En son, geçen hafta Çarşamba günü Wall Street Journal gazetesinin Uludere haberinden sonra artık iyice emin oldum. Gazetenin ‘O geceki ilk istihbarat predatordan yani Amerikan insansız hava aracından geldi, Türklere Amerilalılar iletti’ haberinin ardından Genelkurmayın kendisine güldüren açıklamalarına ve gerçeklerin tüm çıplaklığıyla gözükmesine rağmen hükümetin hala bu olayı çözmekte neden bu denli umursamaz, duyarsız korkak davrandığını anladım… Hükümet, Türk ordusunun 34 insanın ölümüne yol açmış hatasında bile bu denli pasif kalabiliyorsa aklı fikri önündeki üç seçimdedir.Wall Street Journal’ın haberine göre ‘Amerikalılar pretadorun daha fazla görüntü çekmesini teklif etmişler,Türk subayları bunu reddetmiş ve insansız araçları başka yerlere yönlendirmelerini istemişler.’İnsanın kanı donuyor bu haberlerin doğru olma ihtimalinde bile…Hükümet ise hala orduyu koruyor.***Başbakan, önce yerel seçimlere girip oradan “cumhurbaşkanlığı” seçimlerine atlamayı düşünürken belli ki “devletle barışmaya” çalışıyor. Devlet üzerinden milliyetçilerin oylarını toplamayı hesaplıyor.Bu hesabına da Kürtleri kurban ediyor.Çoktandır Kürtlerin haklarından sözetmekten vazgeçti.Uludere’deki sessizliği de artık Kürtlerden oy beklemediğini gösteriyor bence.Bunca yıldır haksızlığa uğrayan Kürtlerin son olarak Uludere’de karşılaştıkları insafsız uygulama ortadayken bir hükümetin ve başbakanın sessizliği, aldırmazlığı, Kürtlerin oylarından da “hayır dualarından” da vazgeçtiğini göstermez mi?***Üstelik birkaç aydır AKParti, Mart 2014’te yapılacak yerel seçimlerin erkene alınmasını tartışıyor.2014’te bir başka seçim daha var çünkü, Cumhurbaşkanlığı... Öne alınırsa 2013’te yerel, 2014’te cumhurbaşkanlığı, 2015’te de genel seçim yapılacak…Ve başbakan,“başkanlık sistemi de neden oylanmasın” diyerek aklının tamamen bu seçimlerde ve seçim stratejilerinde olduğunu da hissettiriyor her defasında…Mahmut Övür yazdı, ‘Bu strateji, başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerdeki devasa altyapı yatırımlarının bitimiyle de örtüşüyor.İstanbul’un yüz yıllık hayali Marmaray hattı Ekim 2013’te bitiyor.O tarihte Kadıköy’den Kazlıçeşme’ye yani Anadolu’dan Avrupa’ya Boğaz’ın altından trenle geçmek mümkün olacak.Kadıköy-Kartal metrosu bu yıl sonunda hizmete giriyor.Hızlı tren Ankara’dan İstanbul Pendik’e ulaşıyor.Ankara’da da Başkent ray Sincan- Kayaş arasında hayata geçiyor.İçinde otellerin, alışveriş merkezlerinin olduğu yeni modern tren garı bitiriliyor.İzmir’de Egeray, kenti doğudan batıya geçiyor hattaTorbalı’ya kadar uzanıyor.2013’te ilk kez DDY, lüks otobüs kalitesinde yerli tren setini devreye sokuyor.’***Yapılan işler gerçekten etkileyici.CHP’nin hiçbir seçim stratejisi olmamasına rağmen iktidarın ince ince örülmüş,renk renk nakışlanmış planları insanı etkiliyor. Ama sonra bakıyor ki tüm bu akıl dolu stratejiler sadece “bazıları” için… Toplumun bütünü, bütün kesimleri 7için değil bunlar, Başbakan “Batı bölgelerinin” kalbini kazanmak istiyor, Doğu’nun kalbini kırmaktan çekinmiyor.Öyle olmasa, bir yanına Genelkurmay Başkanı’nı, öbür yanına Milli Savunma Bakanı’nı oturtup kamuoyunun önüne çıkar başbakan, katliama yol açan tüm gerçekleri ayrıntılı olarak anlatır, iktidarı adına özür diler hatta gerekirse ağlar ve bu faciaya neden olanları görevden alır…Ama böyle yapmıyor.***Bu muhteşem hizmetler benim aklımda Uludere’de öldürülen insanlarla biraraya geldiğinde, bütün bunlar bana sanki “Uludere’de öldürülenleri unutmamız, Kürtlerin çektiği acılara değinmememiz” için verilmiş rüşvetler gibi gözüküyor.O zaman gözümde bir değeri kalmıyor.Ben Erdoğan’ın “başkanlığını” hızlı metrolarda, öldürülen insanları vicdanımdan silerek kutlamaya razı değilim.Metrolara, hızlı trenlere binmek isterim ama bunu temiz bir vicdanla yapmak isterim.Unutulmuş, unutturulmuş ölüleri aklımdan silerek değil.Başbakan için “başkanlık” Uludere köylülerinden daha önemli olabilir ama benim için o insanlar her türlü seçimden de, hizmetten de daha önemli.Ben kimsenin öldürülmediği bir ülke istiyorum.Önce insanları öldürmeyin, metroyu sonra düşünürüz.

Devamını Oku

İşte vatanı sattıran o memeler

20 Mayıs 2012

Kahvemi alıp bilgisayarın başına geçtiğimde radyoda Bruce Springsteen çalıyor, ben de “Hayatımızı ipi kopmuş uçurtma gibi rüzgardan rüzgara savrularak mı yaşıyoruz yoksa hayatın iplerini elimizde tutabiliyor muyuz?”a cevap arayan bir yazı yazmayı planlıyordum.Atalarımızın yaşadığı travmaların kendimizde, çocuklarımızda tekrar tekrar ortaya çıktığını anlatan yazıma o kadar çok mail geldi ki...Daha uzun, daha geniş, heyecanı daha yüksek bir yazı yazacaktım.Merak ettiklerini anlatacaktım okurlara.Maillerden biri çok hoşuma gitmişti, ondan alıntı yapmak istediğim için mailimi girdim, o maili ararken cuma günü yazdığım yazıya kızan Fenerbahçelilerin yine küfür, hakaret, tehdit dolu mail yağmurunu gördüm.Bunu hep yapıyorlar, o yüzden üstlerinden atlayarak geçiyorum o maillerin ama bir tanesinin başlığına gözüm takıldı.Diyordu ki:“Asıl mizah, bir meme uğruna memleketi satan adamın kızı olmak.”Twitter’da da buna sık rastlıyorum, Ahmet Altan dendi mi “Meme uğruna memleketi satan adam” diyerek öfkelerini gösteriyorlar.Nedense bir an çok merak ettim, “Neydi o yazısı babamın?” diye...Her yerde karşıma çıkıyor o cümle.Şehir efsanesine dönen o cümle ne anlatıyordu gerçekten?***“O yazı nasıldı?” diyerek “İçimizde Bir Yer” kitabını buldum kütüphaneden ve yazıyı okumaya başladım.Bir yandan da düşünüyordum:“Ne cümleymiş, insanların aklından hiç çıkmıyor.”Okuyunca hatırladım ve yazıya yeniden bayıldım...“Babamdan izin almalı mıyım?” diye düşündüm ama “Hayır der şimdi” diye hiç söylemedim.“Aile dizimi” konusunu bir dahaki yazıya bıraktım ve size o meşhur yazıdan bahsetmeye karar verdim.“Tanrı, kumandanlar ve memeler..” Yazının adı...Yazıyı bilenleriniz hatırlıyordur, yazı şöyle başlıyor:“Ben bir tanrıya iman edeceksem kiraz ağaçlarını ve kadın memelerini yarattığı için iman ederim...Kendi yarattığı kadınları örtülere ve evlere hapseden tanrılarla, savaşları çok ciddiye alan memleketlerle pek ilgim yok benim.‘Bak çocuğum, şu benim yarattığım memelere, bacaklara, kalçalara bak, şu salıntılı yürüyüşlere bak evladım’ diyen bir tanrıyla dostum.Arada bir başımı okşamalı benim tanrım, ‘İşini elinden geldiğince iyi yap, sonra da hayatın alabildiğine tadını çıkar’ demeli, dostça uyarmalı beni, ‘İyi yaşa, öbür tarafta neler olacağı hiç belli değil.’Tapıyorum ben o tanrıya.Generalleriyle dalga geçen memleketlerde dolaşıyor ve o memleketleri seviyorum.Bir kiraz ağacıyla bir kadın memesine, onların değerini bilmeyen her memleketi satmaya hazırım.‘Sat’ diyor zaten benim tanrım, ‘Kadın memelerine bakmayan ve generallerini çok ciddiye alan memleketleri sat gitsin, ilgilenme onlarla, ben sana yalnızca bir memleket değil, koca bir dünya verdim, onu sev, ben sana senin zevklerini, kahkahanı paylaşan yeryüzünün her yanına dağılmış kardeşler verdim, onlarla eğlen.’İyi bir tanrı benim tanrım. Çok geniş bir memleket benim memleketim. Kiraz ağaçları ve kadın memeleri bizim iman ettiğimiz mucizeler.”O meşhur cümlenin geçtiği bölüm bu.Ama yazıda anlatılan hikaye de çok güzel:“Ve Praksiteles, tanrımızın bize verdiği en muhteşem heykeltraş.Onun yaptığı heykeli, Romalı Plinius, ‘dünyanın en güzel heykeli’ ilan etmişti. Praksiteles, Atinalı bir heykeltraştı.Bir gün ressam bir arkadaşıyla Datça yakınlarındaki Knidos’ta bir akşam vakti, sahilin kuytu bir yerinde içkisini içip sanattan konuşuyordu.Tepedeki manastırdan rahibelerin indiğini gördüler.Rahibeler sahile gelip elbiseleriyle denize girdiler, biraz serinlemek için.Aralarından yalnızca biri çırılçıplak soyundu.Genç kadının vücudunu gören Praksiteles hemen o anda o vücudun heykelini yapmadan yaşayamayacağını hissetti.Ertesi gün manastıra gidip başrahibeden genç rahibenin heykelini yapmak için izin istedi. ‘Biz karışmayız’ dedi başrahibe, ‘Kendisine bir sorun, kabul ederse heykelini yapabilirsiniz.’Heyecanlı heykeltraş, genç rahibeyi çıplak heykeli için poz vermeye ikna etti.Heykeli yaparken kızın hikâyesini de öğrendi.Genç kız, bir adamı öldürmüştü.Mahkeme genç kızı ölüme mahkum etmişti.Yargıçlar idam kararını okudukları sırada, genç kızın artık yapılacak hiçbir şey kalmadığını gören avukatı birden ortaya fırlamış, genç kızın yanına gidip, üstündeki elbiseleri yırtıp, kızın çıplak bedenini yargıçlara göstermişti:‘Bu memeleri yok etmeye razı olacak mısınız?’Genç kızın memelerini gören yargıçlar yeniden toplantıya çekilmişler ve o güzel memelere kıyamadıkları için idam kararını değiştirip kızı bir manastırda yaşamaya mahkum etmişlerdi.Praksiteles, ‘hayat kurtaran’ o vücudun heykelini yaptı.Adını, ‘Knidos Afroditi’ koydu.”İşte kimileri bu yazıyı yazıyor, kimileri hayat kurtaran vücutların heykelini yapıyor, kimileri de ne o yazıyla, ne o heykelle ilgileniyor, sadece o yazıyı yazana, o heykeli yapana düşman oluyor.Hayat bir seçim.Neye kızıp, neyi sevdiğin, yaptığın bu tercih, aslında senin kim olduğunu ve nasıl yaşayacağını, hayatla ne tür bir ilişki kuracağını, hayatın neresinde duracağını, duygularının ve algılarının derinliğini, sanatla ve geçmişle ilişkini belirliyor.Bazen tek bir cümleyi ya da yazıyı pusula yaparak çizdiğin rota, hayatının gideceği yönü gösteriyor.

Devamını Oku

Cengiz Çandar Aziz Yıldırım ve Tanrı’nın mizah duygusu…

17 Mayıs 2012

Düşünüyorum da…Mizah yaratılır mı yoksa mizah zaten hayatın içinde var mıdır?Mizahçı sadece hayatta var olanı görüp, görmeyenlere mi anlatır?Öyle şeyler oluyor ki hayatın içinde, hayatın koca bir mizah olduğunu düşünüyor bazen insan…Tabii Tanrı’nın da iyi bir mizah yazarı.Bunca mizah kahramanını yaratan, ancak mizahtan çok iyi anlayan büyük bir güç olmalı.Bunu insanoğlu kendi kendine beceremez çünkü…***Fenerbahçe-Bursaspor kupa maçının olduğu gece, maçı izlemedim ve maçta neler olduğunu anlamak için twitterda dolanırken Cengiz Çandar’ın bir tweetine rastladım…‘Fenerbahçe kupa nasıl alınır herkese gösterdi’Okur okumaz iradem dışında bir kahkaha attım.Yazı yazarken kolayca polemik yaratacak alanlar seçmemek için özen gösteririm.Ama Cengiz Çandar’ın cümlesi hakkında bir iki söz söylemenin bu özeni zedeleyeceğini düşünmüyorum doğrusu.Televizyondan naklen yayınlanan bir maçın ardından olanları çok net biçimde seyrettiğimiz, yaşananlar için utandığımız, ışıkların yakılmadığı olaylı geceyi kastederek “Fenerbahçe nasıl kupa alınacağını gösterdi” diyebilmek için ancak güçlü bir mizah yazarının“konuşturduğu bir karakter”olmak gerekir.Bu kadarını ancak bir mizah eserinin kahramanı söyleyebilir çünkü.Dış politikayla, iç siyasetle, Kürtlerle, hayatla ilgili anlattıklarını ilgiyle okuduğum Cengiz Çandar, tuttuğu takımdan konu açılınca kendisine bu kadar güldürebiliyorsa ve “ya her konuyu Fenerbahçeyi anlattığı gibi anlatıyor ve yaşıyorsa” diye endişelendirebiliyorsa, ben burada ciddiyetten çok, hayatın içinden fışkıran tanrısal bir mizah olduğuna inanırım.Tanrı’dan başka kim Kürt sorununun çözümü için aklını, hayatını ortaya koyan bir adamdan bu denli akıl körü bir futbol fanatiği yaratabilir ki başka?Tanrı’dan başka hangimiz mizahçının aklına gelir bu?***Bu ülkede olan her şey zaten tanrısal mizahın parçası gibi… Bütün düşünce kekemelerinin aydın, alfabeyi bilenlerin yazar, darbe sevenlerin gazeteci, patronları övenlerin solcu, darbeyi yapan askerleri destekledikçe devrilenlerin siyasetçi, ırkçıların ilerici olması sıradan bir mizah bizim için.Bir tarafdan da Alper Görmüş’ün İmaj ve Hakikat kitabını okuyordum, bitti…Özden Örnek’in günlükleri de başka bir mizah eseri.Hiçbir tiyatro yazarının yazamayacağı bir mizah var Örnek’in anlattıklarında…***7 Aralık 2003’te Aziz (Yıldırım), Özden Örnek’e gelmiş… Ön isimle yazmamın sebebi Özden Örnek’in Aziz Yıldırım’dan“Aziz”diye söz etmesi.Ve demiş ki “Rusya Federasyonı Başkanı Vladimir Putin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la özel olarak görüşmek istiyor.”Resmi olmayan bir şekilde İstanbul’a gelip Aziz’in evinde görüşmek istiyormuş… Aracı güvenilir bir kişiymiş. “Aziz’in Putin’le temasta olduğunu biliyorum” diye yazmış Örnek… Ve eklemiş: “Ruslar Aziz ne istese verecek durumdalar.”Örnek’e göre, Rusya Aziz Yıldırım’a muhtaç. Buna inanan Örnek de, onun Rusları bile kendine muhtaç ettiğine inandığı Yıldırım da bugün tutuklu.Burada da “acılı” bir mizah var doğrusu. Devletler arası ilişkileri yönlendirebilecek kadar güçlü olduklarına inanan insanları anlatan bir kitabı okurken onların şimdi nerede olduğunu düşünmek insanın hem içini yakıyor, hem de bunda başka bir tanrısal alaycılık görüyor.***Tanrı’nın güçlü bir mizah duygusu olduğuna inanıyorum.Ama bu mizah anlayışını niye en fazla Türkiye’de ortaya koyuyor, onu tam anlayamıyorum doğrusu.

Devamını Oku

DNA hiçbir şeymiş!

16 Mayıs 2012

Ben meraklıyımdır…Hatta çok meraklıyımdır…İnsanlara, öykülerine, farklı hayatlara, hayatın ve ölümün anlamına, daha çok nasıl mutlu oluruza, bize sunulana ne katabileceğimize, tüm sorulara, tüm cevaplara, benden önce yaşayanlara, benden sonra olacaklara.Sık sık kafamda sorular dolaşır, ben de onların peşinden dünyayı dolaşırım.Bugünlerde de şu var aklımda, epigenetik…Ona rastladığım günden beri onu düşünüyorum.Epigenetik, “DNA dizisindeki değişikliklerden kaynaklanmayan ama aynı zamanda ırsi olan, gen ifadesi değişikliklerini inceleyen bilim dalı.”Öyle yazıyor internette…Irsi olup genetik olmayan yani…Çekici değil mi?Genlerimizle bize geçmeyen ama atalarımızdan gelen, bizi biz yapan özellikler…***İnternette dolaşırken psikoterapist Mehmet Zararsızoğlu’nun sitesinde bununla ilgili bir makaleye rastladım.Diyor ki ‘Epigenetik, bugünkü bilimsel bilgilerin tersine 30.000 değil, 22.000 civarında olduğunu ispat ettiği genlerimizin değişebileceğini bilimsel verilerle kanıtlıyor.Genlerin en kuvvetli bir şekilde özellikle hücrelerin çok genç olduğu üç dönemde kuvvetle değişebileceğini ispat ediyor. Birinci dönem anne karnında fetüs süreci, ikinci dönem doğum sonrası ilk üç yaş ve üçüncü dönem ise ergenlik.Epigenetik uzmanları genlerimizin çok hareketli ve uyumlu olduğu ve çevre ile sürekli bir iletişim içinde olduklarını söylüyor. Gelinen nokta, genler ile spesifik hastalıklar arasında sıkça bir bağlantı olmadığı, aksine beyindeki epigenetik şebekede bir bozukluğun hastalıkları oluşturduğu yönündedir.Epigenetik özellikle insan ilişkilerinin ve bu ilişkilerin nasıl sürdürüldüğünün, bunlara bağlı oluşan duygu ve davranış hallerinin genlerimizi değiştirdiği yönündedir.İşte bu durumun devrim niteliğinde bir bilgi olduğuna asla kuşku duymuyorum.’***Bunu okuyunca Mehmet Zararsızoğlu’nun sitesinde gezinmeye başladım.Hangi başlığı tıklayıp okumaya başlasam bir başka dünyaya daldım.Ve sonunda geçtiğimiz hafta sonu Mehmet Zararsızoğlu’nun Aile Dizimi denen semineri olduğunu gördüm ve hiç tereddütsüz telefon edip katılmak için kaydoldum.Aile dizimi, ruhsal sorunların da genetik olarak kuşaktan kuşağa geçtiğini söyleyen bir kuram…Alman psikoterapist Bert Hellinger’in bulduğu bu anlayışın öncülüğünü burada Mehmet Zararsızoğlu yapıyor… Ve binlerce insanı bununla iyileştiriyor.Hiç tanımadığınız bir aile büyüğünün travması yüz yıl sonra bile sizin hayatınızda ortaya çıkabiliyor…Hastalığınızın nedeni olabiliyor…Epigenetiğin de söylediği gibi, hastalığı yapan genler değil, o genleri etkileyen duygular.***Anneler Günü’ne denk gelen iki günlük seminerin konusu ilişkilerdi.Zararsızoğlu yaptığı dizimlerle neden hepimizin ilişkilerinde tıkanıklıklar, tekrarlanan sorunlar olduğunu anlattı.Ve hayatın en önemli ‘sorununun’ anne olduğunu gösterdi.Kızımı, kendimi, annemi, annemin de annesini ve hatta annemin annesinin annesini anlamam için harika bir Anneler Günü hediyesi oldu Mehmet Zararsızoğlu’nun aile dizimine katılmak.Annesini olduğu gibi kabul edemeyen hiç kimse sağlıklı bir kadın-erkek ilişkisi kuramıyor.Hatta annenin reddi migrene yol açıyor.Babanın reddi alkolizm yapıyor.Anne babaya saygı eksikliği kanser nedeni oluyor.Genetikle duyguların ilişkisini merak edip okumaya devam edeceğim.O iki günlük seminerde gördüklerim, merakın iyi bir şey olduğunu bir kez daha gösterdi bana…Dedenizin dedesinin yaşadığı bir travma sizin hastalığınızın, ilişkilerde başarısızlığınızın, depresyon ya da huzursuzluğunuzun kaynağı olabilir.***Bir ailenin hatta bir sülalenin kuşaktan kuşağa aktarılan duygularını, o duyguların her kuşakta hem biçim değiştirip hem değişmesini izlemek, bu duygu akışının insanların ruh halini belirleyebileceği ihtimalini öğrenmek çok eğlenceli.İnsanın kendisiyle, annesiyle, kızıyla ilişkilerini bu açıdan gözden geçirmesi de çok olumlu sonuçlar verebilecek gözlemlere yol açıyor.Ama tabii en muhteşem tarafı, “Sen niye böylesin?” dediklerinde, “Valla anneannemin annesinin duyduğu suçluluk duygusuymuş” deme imkanına kavuşmak.

Devamını Oku