Yahya Kemal Beyatlı’nın şiiri ne güzeldir, değil mi?“Gördüm ve anladım yaşamak mâcerâsını,Bâkiyse rûh eğer dilemezdim bekasını.Hülyâsı kalmayınca hayâtın ne zevki var?Bitsin, hayırlısıyla, bu beyhûde sonbahar!Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”Ölmeden önce ölmek...İnsanı nasıl da derinden etkileyen üç küçük kelime…İnsanın nasıl da çarçabuk unuttuğu üç küçük kelime.***Sürekli olarak yaşamın kenarında dolanıyor ama bir türlü gerçekten yaşamaya cesaret edemiyoruz.Hep aynı çemberin içinde dönüp duran balık gibi tekdüze, aynı sıkıcı hareketleri tekrarlayarak dünyada vakit dolduruyoruz.***Kalıplarımızı yıkmaya, bildiklerimizi unutmaya, kendimiz gibi olmamızı engelleyen inançlarımızdan sıyrılmaya cesaretimiz yok.“Ölmeden önce ölmeyi” göze alabilecek kadar cesur ama yaşamaktan korktuğumuzu söyleyemeyecek kadar korkağız.Anlaşılması ne zor bir çelişki değil mi?Hem korkuyoruz yaşamaya hem korktuğumuzu bile söyleyemiyoruz.Çoğumuz düpedüz yaşamaktan korkuyoruz işte...Yaşamaya kendimizi bırakacak kadar yürekli değiliz.İsteklerimizi haykırmaya, öfkemizi göstermeye, sevgimizi söylemeye cesaretimiz yok. En büyük cezamız da aslında bunu biliyor olmamız.Sanırım en büyük acıları o yüzden başımızı yastığa koyduğumuzda çekiyoruz.Aslında her şeyi biliyoruz çünkü…Ama her şeyi…***Peki, niye bu kadar korkuyoruz acaba dolu dolu yaşamaktan?Ölmekten bu kadar korkarken yaşamaktan da korkmanın ne anlamı olabilir?Bizi ölümden ayıran, ölümle aramıza koyabildiğimiz tek mesafe olan hayatı hiç yaşamadan nasıl pas geçebiliriz?Sadece “var olmak”, sadece nefes almak, olmadığımız biri gibi davranarak aslında sevmediğimiz bir hayatı yaşamak nasıl bize yetebilir?Düşünüyorum...Görüyorum…Bir kırmızı balık gibi var olmak yerine gerçekten yaşamaya başlasak, aslında nasıl birer ölü olduğumuzu anlayacağız.Belki bunu anlamaktan korktuğumuz için kaçıyoruz gerçeklerden? Yoksa gerçeklerin canımızı acıtacağından mı korkuyoruz?O yüzden mi yaşarken ölü taklidi yapıyoruz?Kendimiz olmak yerine bir ölü olmayı tercih ediyoruz.Ölü taklidi yaparsak canımız acımaz mı sanıyoruz?Canımız acısa bile bunu kimselere göstermiyoruz.***Bugünlerde seminerlere gidiyorum…Size daha önce de bahsetmiştim Outlook seminerinden…Bu hafta sonu o seminerin devamını alıyorum…Beni gerçekten yaşamaya, kendim gibi olmaya, kendim gibi olmaktan korkmamaya, o kocaman ‘gücümün’ altında nasıl da kırılgan biri olduğuma sevgiyle ‘ikna’ ediyorlar.İkna ediyorlar çünkü direniyorum…Tıpkı sizin gibi ölmeden önce ölmeye cesaretim yetiyor da kendim olmaya cesaretim yetmiyor…Tıpkı sizin gibi her yeni günü bir kez daha çöpe atıp aslında olmadığım biri gibi davranarak yaşıyormuş gibi yapıyorum…Tıpkı sizin gibi yaşamaktan korktukça ölmekten daha da korkuyorum.***Korkmamayı…Ve yaşamayı öğrenmeliyim. Herkes öğrenmeli bence.Çünkü artık biliyorum ki…“Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”
İshak Alaton… 85 yaşında…Yabancı dostlarına ‘I am 85 years young’ diyormuş kendisi için.İngilizce kaç yaşında olduğunu söyleyen bu cümlenin doğrusu aslında‘I am 85 years old.’Biliyorsunuz, “old” yaşlı, “young” genç demek ingilizce…İshak Alaton kendisi için yaşlı kelimesini kullanmıyormuş yani…Bu yazılması, İngilizce’den Türkçe’ye çevrilmesi biraz zor esprinin anlatımıyla yazıya başlamamın bir nedeni var, gazeteci Mehmet Gündem’in hazırladığı İshak Alaton biyografisini okudum…Ve pek çok sayfanın, pek çok satırında gülümsedim, cümleleri İshak Bey’in sesinden duydum…Eğer İshak Bey’i tanıma fırsatı bulduysanız siz de benim gibi, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız…O, gücüne zor erişilecek bir enerjiye sahiptir…İshak Alaton gerçekten 85 years young’tır …*** İki cilt olarak hazırlanmış kitap.Birincisi benim okuduğum, Lüzumlu Adam İshak Alaton…İkincisi ise Lüzumsuz Adam İshak Alaton.İshak Alaton çok samimi bir şekilde anlatmış, Mehmet Gündem de kimbilir kaç gün kaç saat süren görüşmeleri harika bir şekilde toparlamış.Doğumundan başlamış birinci kitap.İtiraf etmeliyim ki ben en çok çocukları ve eşiyle ilgili anlattıklarını sevdim İshak Bey’in.Kendini anlattığı yerlerden ise epey ders çıkardım…O yüzden yukarıdaki alıntıyla başladım zaten kitabı anlatmaya.Mesela 257’nci sayfada diyor ki, ‘Beğendiğim bir huyum vardır. Bazen kendimle konuşur, kendime sorular sorarım.İşte onlardan bir tanesi;Oğlum Vedat’a baktığımda ne görüyorum. Vedat varlığıyla bana neler fısıldıyor?’Şimdi bunun cevabını merak etmez mi insan?***Eşi Mara’yı anlattığı satırları da çok sevdim.Mara Hanım aslında Hristiyanmış.Protestan ama dindar olmayan bir ailedenmiş.Bir sene boyunca ders almış ve İshak Bey’le evlendiğinde din birliği olsun diye Musevi olmuş.Aslında İshak Bey’in böyle bir isteği hiç olmamış.Aklına bile gelmemiş hatta. ‘Dinine pek bağlı bir adam değilim. Leyla ve Vedat da Musevilik açısından zayıftır, koyu bir inançları yoktur. Benden böyle gördüler. Biz de Yahudilik, Musevilik’ten daha önemlidir’ diye anlatmış.‘Mara bana kendim olmayı öğretti. Yalnızlığın muhteşem bir zenginlik olduğunu gösterdi’ demiş.Bir de Üzeyir Garih’le kadınların ortaklık üzerine yapabilecekleri olumsuzlukları önceden öngörerek tedbir almışlar ve hanımları bir araya hiç getirmemişler.Lili Garih ve Mara Alaton 25 sene pek az görüşmüş.***Uzun yıllar içinde yaşananlar, sağlam bir aklın süzgecinden geçtiğinde sadece bir anılar toplamı olmaktan çıkıp herkesin yararlanabileceği değerli bir “tecrübeye” dönüşüyor.Alaton ve Gündem sayesinde, hiç yaşamadığım bir 85 yıl ekledim hayatıma.Bir kitapla büyük bir zenginlik kazandım.Okuyun seveceksiniz…Onu tanımasanız bile siz de İshak Alaton’un hayatının parçası haline geleceksiniz…İshak bey, bütün kitabı sizin sesinizden okudum…Ve sizi özlediğimi anladım…Siz harika bir 85 years young’sınız…
Yeşil erikleri, kiraz çiçekleri, ılık geceleri, derin derin içimize çekeceğimiz sabah serinlikleri, patlıcan kızartmaları, uzun yemek molaları, deniz kenarları, kum tanecikleri, boş şezlong bulma telaşlarıyla yaz geliyor.Her çölün kendi vahası vardır ya…Her adımda biraz daha yaklaşıldığına inanılan…Çölün tüm zorluklarına dayanma gücünü bulduğumuz, vahanın varlığına olan inanç…İşte yaz da tam öyle benim için…Hayatın zorluklarına karşı var olduğuna inandığım vaham.Çocukluğumdan beri gerçek vaatlerinden ziyade “hayaliyle” beni avutan ve hep kendisinden iyi bir şeyler beklediğim kişisel efsanem.***Her yaz başı, bir kez daha açılıyorum hayata…Kendi içimdeki vahaya belki bu yaz rastlayacağımı umarak.Tüm savaşlara, didişmelere, haksızlıklara, kederlere, acılara hep aynı nedenle dayanıyorum, ‘bu yaz her şey çok güzel olacak.’Yaz mevsimine biraz fazla anlam yüklediğimi biliyorum.Sanırım bu çocukluktan, öğrencilik dönemlerinden kalan bir alışkanlık.Ama yakışmıyor mu sizce de yaza bu hayal?Bunu, ılık rüzgarları, soğuk denizleri, sıcak geceleriyle yazdan başka ne yapabilir?Duyguları keşfetmenin en güzel mevsimi.Çıplak ayaklı olmanın, sarhoş olmanın, dans etmenin, kahkahanın en yakıştığı mevsim…***Ve her yaz başı aynı şeyi düşünüyorum:“İnsanlar niye anlaşamaz?”İnsanlar doğada bunca mucize varken neden anlaşamaz?Tüm kavgaların yalan olduğunu her bahar dallar çiçeklendiğinde bir kez daha anlıyorum.Mevsimlerin değişimi bana geçiciliğimizi, milyarlarca yıllık doğanın içindeki önemsizliğimizi, kısa hayatlarımızın içindeki çatışmaların beyhudeliğini hatırlatıyor.Mevsim dönümlerini en sarsıcı ve ümitli biçimde baharlarda kavrıyorum.Sonra her sonbahar dallar kupkuru kaldığında da nedense ben de hepimiz gibi geçiciliğimizi unutup yeniden anlamsız çatışmaların parçası oluyorum.Kendimi ve hayatı gereğinden fazla ciddiye alıyorum.Hayat ve insanlar ağır geliyor o zaman bana.Ben insanlardan vazgeçtikçe “yaz hayallerine” sığınıyorum galiba…O hayal sanki beni kendimden, insanlardan, hayattan ve çatışmalardan koruyor.“Yaz hayali” bana yaklaştıkça da bütün çatışmalar ve anlaşmazlıklar bana biraz anlamsız gözüküyor.Neden sakin ve huzurlu duramadığımızı merak ediyorum.Ve, aynı soru yeniden çınlıyor içimde.İnsanlar neden anlaşamaz?***Buna şöyle cevap vermişim geçen sene yaz başında:“Bu öyle bir soru ki... Her defasında başka bir cevap buluyorsunuz ve o cevabın, bulduğunuz bütün cevaplar arasında en doğrusu olduğunu düşünüyorsunuz.”Birçok farklı ve doğru cevap var ama soru bulduğunuz tüm cevaplara rağmen olduğu gibi duruyor hala:İnsanlar niye anlaşamaz?Kendilerini, çıkarlarını, küçük hırslarını çok önemli bulduklarından herhalde.Sakin bir yaz hayalinin içinde mutlu olamadıklarından.***Bir aydır her sabah erkenden yürüyüşe çıkıyorum…Sabahları havanın, şehrin, hayatın serin sadeliği öyle çarpıcı ki…Geceyi nasıl geçirdiğini bilmediğim pek çok insana rastlıyorum sabahları.Çoğu mutlu değilse de hoşnut ve dingin gözüküyor.Asık yüzlü insanlar görmüyorum sabahları, akşamları gördüğüm kadar…Ve düşünüyorum bu insanlara gün boyu ne oluyor diye…Neden günler bizi böylesine hırpalıyor?İnsanlar neden anlaşamıyor?***Yaz geliyor…Benim çocukluktan yadigar güzel hayalim.Her şey daha iyi olacak.Gerçek böyle olmasa bile bana umut veren bu hayali taşımaktan hiç vazgeçmiyorum.Bu hayalin varlığı bile bana yetiyor bazen.
‘Kendimi özledim, on dakikada yaptığım işleri üç saatte yapmak istiyorum artık’ dedi 17 yıldan sonra aniden işinden istifa edip yepyeni bir hayata başlamaya hazırlanan arkadaşım.Uzun zamandır aklındaydı, sonunda yaptı…Üstelik de bunu çok sevdiğim ve kolay kolay unutmayacağım bir cümleyle özetledi…‘Kendimi özledim.’Çok sevdim gerçekten bu anlatımı…Ne tuhaf değil mi, aklımıza gelmez kendimizi özleyebileceğimiz.Bir şeylere canımız sıkılır ama anlamayız kendimizi ihmâl ettiğimizi, olmadık başka dertler çıkarırız kendimize…Onlar sanırız dertlerimiz.Özlem hep bir başkasına duyulan bir duygudur gibi gelir bize…Oysa insan belki de en çok kendisini özler…***En çok kendimizi ihmâl ederiz….En çok kendimizi erteleriz…En çok kendimize aldırmayız…En sonunda da unuturuz kendimizi.Başkalarının dertleri, acıları, sevinçleri, hayatları doldurur hayatımızı…Öyle gürültülü bir hayatımızolur ki kendimizi aradığımızı duymaz oluruz…O cılız fısıltı, o gürültülü hayat içinde her defasında kaybolur gider.***Bana da böyle oldu…Arkadaşım kendimi özledim dediği anda kendi fısıltımı duydum.Kendimle ne zamandır baş başa değilim…Bir çocukluğum, gençliğim, dertlerim, sevinçlerim, acılarım, heyecanlarım yokmuş, hiç olmamış gibi zamanın peşinden koşturduğum hayatımın içinde durdum birden.Ve kendimi özlediğimi fark ettim.Sanki kendimi terk etmiş gibiyim…Hatta kapıyı vurup çıkmışım gibi…Üstelik her çarptığım kapıyı gün geldi çaldım yeniden, çünkü hayatın akmasını severim, hiçbir şeyi olduğu gibi muhafaza etmem, değişmesine izin veririm.Ama kendime bunu yapmamışım.Siz de mi öylesiniz?Unuttunuz mu kendinizi?*** Annem bazen söyler ‘çocuk olmak istiyorum, annemi istiyorum, babamı istiyorum, çocukluğuma dönmek istiyorum’ diye…Zaman zaman onu çok iyi anlarım…Ben de isterim o şefkati bazen.Usul usul sokulsun her yanıma isterim…Ama o istediğim şefkati kendi kendime vermeyi hiç düşünmem.İstediğim sıcaklığı benden daha iyi kim verebilir bana?Sizin aradığınız şefkati size kim verebilir en iyi?***Arkadaşım kendini özlediği için hayatını değiştirmeye karar verdi.Değişirdi de…17 yıllık bir işten istifa etti.Üstüne yığılan hayatın altında kendisini bulmak için bir madenci ustalığıyla şimdi kazacak hayatı.Yavaş yavaş, hiç acele etmeden.Belki daha bencil biri olacak…Ama belki de bencillik onu daha gerçek yapacak.Belki sevdiklerini kıracak kendini ararken…Ama belki de kendini buldukça sevdiklerini anlayacak.Belki başkalarının mutluluklarıyla kendi mutluluğu arasında bir seçim yapacak, katı gözükecek…Ama belki de mutlu oldukça daha mutlu edecek?***Kimbilir…Ama arkadaşımın gözlerindeki ışıltıyı gördükçe bu riske değer diyorum…Kendimi özledim.Siz kendinizi özlemediniz mi?
Cuma akşamı İspanyol şarkıcı Buika’yı izledim...O sahnede şarkı söylüyordu ama ben sadece onu dinlemiyor, her hareketini, davranışını, mimiklerini de izliyordum.Gülüşünde, ellerinde, vücudunu kullanma biçiminde, yüzünde, gözlerinde, sesinde, başka insanlarda çok sık rastlamadığım bir güç vardı…Ama gücü sizi ezmiyordu.O gücün altında kalmıyor, tam tersine, o sahnede gördüğünüz güçle onu izlerken siz de büyüyordunuz sanki.Sahiciliği insanı derinden etkiliyordu.Duyduğum en güçlü seslerden birinin sahibi, bir çocuk kadar masum gülümsüyordu her alkış aldığında…Şarkı söylediğinde ise sanki dinleyenleri yeryüzünde bırakıp gökyüzüne doğru yükseliyordu.Ve aradaki bu mesafe o kadar kısaydı ki Buika için.Çok uzun zamandır bu kadar gerçek, yalın ve büyüleyici bir şey izlememiştim.Çıplak ayaklarıyla tek başına sahneye çıktı.Ne bir enstrümana, ne bir müziğe, ne bir alkışa ihtiyaç duymadan…“My name is Concha Buika” dedi.“Benim adım Concha Buika.”Ve o olağanüstü sesiyle bir şeyler anlatmaya başladı.Sanki bütün varlığını, ruhunu sesinde taşıyor, o sesle bütün duygularını size geçiriyordu.***Bunun aynısı İspanyol dansı Cortes’i sahnede seyrettiğimde de olmuştu bana.İspanyolların sahnede sahip oldukları o tuhaf sahiciliği düşündüm gece boyunca.Cortes için yazdıklarımı hatırladım:“Müzik Cortes’i, Cortes dansı, dans estetiği, olduğundan daha başka, daha etkileyici bir şeye dönüştürüyor.Bütün bir toplumun yaşadıklarını, birikimini, acılarını, sevinçlerini tek bir insanın adımlarında, ani duruşlarında, keskin dönüşlerinde, ayaklarını vuruşunda izleyebiliyorsunuz.Bir insanın o müzikle dansın içinde eriyip yok olduğunu ve o yok oluşun içinde büyülü bir estetiğin parçası olarak yeniden doğduğunu görüyorsunuz.Sadece görmüyorsunuz.Siz de o ritmin, müziğin, estetiğin bir parçası gibi hissediyorsunuz kendinizi.Yüzlerce yıl acılarını, mutsuzluklarını flamenko ile ifade eden insanlar, sahnedeki dansın ritmlerinden size doğru geliyor.O büyülü müziği ve dansın içine sızan o hüznü duyuyor, o hüznün peşini bırakmayan insanları anlatan ve flamenkoya ilham veren öfkeli kederin isyanına kendinizi kaptırıyorsunuz.Neden ezilenlerin ve acı çekenlerin kendilerini şarkılarla, danslarla, ağıtlarla anlattığını ve neden ezenlerin en çok bunlardan korktuğunu daha iyi kavrıyorsunuz.Cortes’i seyrettikçe kendi toplumuzun acılarını ve o acıların ezgilerini düşünüyorsunuz.Müziğin, dansın, bazen sadece bir susuşun silahtan bile güçlü olduğunu görüyorsunuz.‘Keşke İspanyolca bilseydim’ dedim kendi kendime...Yaktıkları ağıtları, kızgınlıkları, anlattıkları hikayeleri bilmek istedim.”***Buika da aşktan, aşk acılarından bahsetti.“Hepimiz eşitiz aşk acısı çekerken. Siz de tıpkı benim gibi ağlıyorsunuz aşk için, ben de tıpkı sizin gibi” dedi.Gözlerimi ondan hiç ayırmadan dinlerken düşünüyordum, böyle bir sesin sahibi olan bir kadın hangi erkek için böyle üzülmüş olabilir?Hangi erkek onu terk etmiş olabilir?Sahnede bu büyüye sahip olan bir kadın sahneden indikten sonra neyi kaybettiği için bir adam tarafından terk edilmiş olabilir?Buika “Aşk acısı çekerken hepimiz eşitiz” dediğinde tam da bunu mu söylüyordu?“Rahatça ağlayın aşkınız için…Ben bu sesimle ağlıyorum…Siz de kendi sesinizle ağlayın” mı diyordu?Aşk karşısında herkesin eşit olduğunu, bütün ayrıcalıkların, farklılıkların o duyguyla karşılaşıldığında önemsizleştiğini mi söylüyordu?Belki de öyle söylüyordu…Ama öyle bir söylüyordu ki, dinleyen herkes aşık olmak, o acıyı onunla paylaşmak, o aşkın ve acının parçası olmak istiyordu.
“28 Şubatçılar” için çalışanlar var mıydı?Bu ülkede yaşayıp da akıl sağlığını koruyabilen birileri var mı acaba?Bir sabah ortak bir ağıtın içine uyanıyoruz, hepimizin canı aynı yerimizden yanıyor, dostlar düşmanlar cenaze namazlarında aynı saflarda duruyor…Bir sabah uyanıyoruz, dostlar düşman olmuş birbirlerinin cenazelerine gitmemeye yemin etmişler…Bir sabah uyanıyoruz, yoksul işçi-ler önlem alınmadığı için ölmüşler…Bir sabah uyanıyoruz, dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ülkesi olmuşuz.Bir sabah uyanıyoruz, Kürt meselesini çözmek için demokratik açılım başlatmışız.Bir sabah uyanıyoruz,Uludere’de Kürt köylüler bombalayarak parçalamışız.Dün sabah uyanıyoruz 28 Şubat Operasyonu başlamış.Emekli Orgeneral Çevik Bir, Emekli Tuğgeneral Abdullah Kılıçarslan, Emekli Tuğgeneral İdris Koralp göz altına alınmış.***Güne böyle başlayınca siz nasıl uyanmış olursanız olun haberlerin başına oturuyorsunuz ister istemez…Aynı şizofrenik yapı içinize işliyor.28 Şubat günlerini hatırladım.Nasıl korkunç bir “laiklik” baskısı vardı.“Şeriat tehlikesi” ayyuka çıkmış gibi gösteriliyordu televizyonlarda.Ürkütücü görünüşlü adamlar, ellerinde sopaları, kafalarında sarıklarıyla şehir şehir dolaşıyorlardı.Aynı kadın bir o şeyhle, bir başka şeyhle basılıyordu.Kameralar “şeyhlerin” yatak odalarına giriyordu.Sonra 28 Şubat oldu.O kadın da kayboldu, şeyhler de kayboldu, sopalı sarıklı adamlar da kayboldu.O “şeyhlerden” biri daha sonra “uyuşturucu” üretiminden yakalandı.Şeriat da yalandı şeriat yüzünden darbe olacağı da…***Dün askerler göz altına alınınca da bunlar geldi aklıma…Şeyhlerle basılıp duran kadın ne oldu acaba?Kimdi o kadın?Kim, birilerini “şeyh” kılığına sokmuştu?Sarıklı sopalı adamları kim şehir şehir dolaştırıyordu?Onların giderlerini kimler karşılıyordu?Medya niye bu olayların içyüzünü hiç merak edip araştırmamıştı?Niye Genelkurmay’ın propaganda merkezi gibi çalışmıştı gazetelerle televizyonlar?Üniversiteler niye susmuştu?İş dünyası niye susmuştu?***Peki, o zamanki “dindar” Refah Partisi neden tabanıyla birlikte bu sahtekarlıkların karşısında dik durmamıştı?Neden Milli Güvenlik Kuru-lu’nda 28 Şubat kararlarını imzalamışlardı?Niye “muhafazakar” taban isyan etmemişti?Niye “dindar” iktidar, devlet çetelerinin oluşturduğu Susurluk’a “fasafiso” demişti?Niye kendini “devletin suçlarından” ayırmamıştı da o suçların destekçisi konumuna girmişti?Neden 28 Şubatçıların alabildiğine “sömüreceği” gösteriler yapmıştı?Neden Erbakan “kanlı mı olacak, kansız mı olacak” gibi tuhaf sözler söylemişti.***Burası kimin kim olduğunu bilmediğimiz tuhaf bir ülke.Uyuşturucu üretcisinden “şeyh”, generallerden darbeci, “dincilerden” işbirlikçi, gazetecilerden darbe ajanı yapıyor.Hala bütün gerçekleri bilmediğimizi düşünüyorum.O zamanki “dindar” iktidarın içinde acaba “28 Şubatçılar” için çalışanlar var mıydı?Kimlerdi onlar?“Mazlumların” arasına sızan “zalimlerin” adamlarını da bir gün öğrenecek miyiz?***Bir gün öyle, bir gün böyle, seke seke yürüyerek zamanla geçmişin bütün kirlerinden arınacağımızı düşünüyorum.Ama bu çok kolay olmayacak herhalde.Böylesine kirli bir geçmişi temzilemek zor iş.Hele temizlerken bir yandan da kirletmeye devam ediyorsanız…
Beş gündür ne gazete okuyorum ne televizyon seyrediyorum, ne de beni ben yapan herhangi bildiğim bir şeyle ilgileniyorum.Tamamen farklı, tamamen yeni bir tecrübe yaşadım.İstanbul’daydım, bir yere gitmedim...Bir seminere katıldım sadece.Belki duyanlarınız vardır.Outlook, Essence, Summit seminerleri...Bunlar farklı zamanlarda açılan, peş peşe yapabileceğiniz gibi ayrı ayrı zamanlarda da katılabileceğiniz, kendinizi aslında nasıl tanımadığınızı gösteren, eğlenceli ama insanı sarsan seminerler.Bu seminerlerde kendinizle ilgili pek yalan söyleyemiyorsunuz...Bu da insanların çok alışkın olmadıkları bir durum.***Basit bir şey söylüyor aslında.Hayatınızın bütün alanlarında daha aktif, daha başarılı, daha enerjik olabiliriz.Aklımızdan geçenleri yapabiliriz...Sayısız olasılık var içimizde...Bunları görebiliriz, hayata geçirebiliriz istersek.Bizi tutan sadece inançlarımız, buna bağlı düşüncelerimiz, düşüncelerimiz sonucunda hissettiklerimiz ve en sonunda da buna uygun geliştirdiğimiz davranışlarımız.Genelde hayattan beklediklerimizi yeteri kadar alamadığımızı hissederiz ya, bunun sebebi biziz.İnternet sitelerinde şöyle yazıyor:“Outlook seminerine katılım sonucu yaşamımızdaki isteklerimizi gerçeğe dönüştürebilirsiniz, ihtimallerimizi olası hale getirebilirsiniz, özgürlüğün yeni bir anlamını keşfedersiniz.”Özgürlüğün yeni bir anlamını keşfedersiniz.İşte bu cümlenin peşine takıldım ben.***Özgürlüğün başka ne anlamları var, bunu merak ettim.İnsanlar ne kadar özgürler, özgürlüklerini ne kadar kullanıyorlar, kendilerini özgür zannederken aslında özgür değiller mi, hayatımızın gidişatını kendi özgür irademizle mi belirliyoruz yoksa sürükleniyor muyuz, irademizle özgürlüğümüz arasındaki ilişki nedir, başkalarının iradelerinin bizim özgürlüğümüzle çatıştığı noktalarda ne yaşanır?Bu sorulara nasıl cevaplar verdiklerini duymak istedim.Epeyce de cevap biriktirdim.***Biriken beş günlük gazeteleri karıştırdım dün…Neşe Düzel’in BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile yaptığı röportaj, İnternet Andıcı nedeniyle tutuklu eski Genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un Oda Tv davası tutuklusu Müyesser Yıldız’a yazdığı mektup, Suriye’deki çatışmaların sınırımıza dayanması, geçen gün Fatih Çekirge’nin yazdığı Google gözlüğü…***Hayatın nerelere doğru gittiğinin en belirgin işaretinin Google gözlüğü olduğunu düşündüm. Gerçekten yeni bir çağ başlıyor artık.Bunun işaretleri her gün artarak ortaya çıkıyor.Seyrettiniz mi Google gözlüğü tanıtım videosunu?…Mutlaka izleyin…Ama mutlaka.Gözlük camınızdan her şeyi görüyorsunuz.Sesinizle komut veriyor…Mesajları cevaplıyor, fotoğraf çekiyor, telefonla konuşuyor, hava durumunu öğreniyor, konser bileti alıyorsunuz.Tek bir gözlük neredeyse bütün hayatınızı değiştirebiliyor.İşte Outlook semineri de Google gözlüğü gibi oldu benim için.Yeni bir “gözlük” edindim.Hayata farklı bir yerden bakmamı sağladı.Özgürlüğün değişik anlamlarını gösterdi.Gözlüğümüm camından kendi yarattığım dünyamı gördüm...Donmaya başlamanın ilk belirtisi dayanılmaz bir uyku isteğidir ya.Parmak uçlarından başlayan donma ilerledikçe uykunun çekiciliği artar ve insan öleceğini bile bile kendini uykunun içine bırakır ya, o anda uyku yaşamaktan bile daha güzel gelir ya insana.Kendimi yaşamamak için donmaya razı olduğumu gördüm.Yaşadığımı zannederken sadece ‘uyuyormuşum’ aslındaBu gözlükten edinin...Hepimizin kendimizi görmeye ihtiyacı var...Denemeye değer... İnanın...
Hayata kalmayı başarmak... Survive...Çok sevdiğim, güçlü bir anlamı olan, tam Türkçe bir karşılığı bulunmayan, son zamanlardaki televizyon dizileri sayesinde bir adaya düşmüş insanları çağrıştıran bir kelime.En zor şartlarda, en ilkel şartlarla yaşamayı devam ettirebilmek...Bir uçak kazasından sonra bulunana kadar aç susuz, ot, solucan yiyerek hayatta kalabilmek...İşte bu sözcüğün Türkiye’nin 89 yıllık macerasını tam olarak açıkladığını düşünüyorum.Biz gerçek bir yaşam kuramadık, şöyle sırtımızı yaslayıp hayatın tadını çıkaramadık bir türlü, yaşamak hep çok zor oldu bu memlekette...Ama hayatta kalmayı başardık.Hepimiz...Hala başarıyoruz...***İki gündür 1980 faşist darbesini yapanlar yargılanıyor.Mahkemeye gelemediler gerçi ama olsun... Gelirler nasılsa!Bu darbenin zulmünden geçmiş, acısı yüreklerini, bedenlerini yakmış pek çok insan ve yakınları mahkemeye müdahil olarak başvurmuş.Onları düşündüm.Sevdiklerini kaybettiler, gözlerini, ciğerlerini kaybettiler, işkencelerde, kızlarını, oğullarını kaybettiler. Umutlarını, isyanlarını, öfkelerini bile kaybettiler belki...Ama hayata acılarından tutunmayı başarmışlar.Survive etmişler.Etmişler ki, sonucunun hayatlarında belki de hiçbir şey değiştirmeyeceğini bilseler de dün o mahkeme salonunda generalleri yargılanırken görmek için Türkiye’nin her yerinden gelmişler.Tarifi zor bir sızı hissettim onları düşündükçe dün.***Bu hayatın karanlık sokaklarından geçti onlar...Bilmediğimiz acılar çektiler.Onların çektikleri, aydınlık, ışıklı, ferah ana cadde dekorunun arkasındaki karanlıkta kaldı.Seslerini hiçbir zaman tam duyuramadılar.Bir tahta parçasına tutunup, denizin ortasında deniz suyu içerek yaşamaya çalıştılar.Ana caddede dolaşanların hiçbir zaman dikkatini çekmeyen, çekse de yıllar içinde kanıksadıkları acılarla hayatlar kurdular.Birbirlerine bile anlatmaya utandıkları ağır işkencelerden geçtiler.Ben hapishanede yaşadıklarını anlatırken katıla katıla ağlayan koca adamlar gördüm.Yaşamayı anlamsız bulsa da nefes almayan devam eden, gençlikleri olmamış insanlar gördüm.İki gündür onları düşünüyorum.Ölenlerin yakınlarının vazgeçmedikleri isyanını düşünüyorum.Tutunmuşlar...O acılarına tutunmuşlar.Hayatta kalmayı başarmışlar.***Onları düşünürken bir taraftan da hastane odasından mahkemeyi izleyen Kenan Evren’i düşündüm.Mahkemeye gitmemiş “kolu kırık” diye...Sanık sandalyeleri boş geçiyor mahkeme...Ama bu bana hiç önemli gelmiyor müdahilleri düşündükçe...Kenan Evren kolu kırık da olsa yaşıyor.Adının, yaptığı darbe sonucu mahkemede sanık olarak geçtiğini, yargılandığını, dokunulabilir olduğunu biliyor.Onurunu, adını kaybetmiş biri olarak hayatının sonuna yaklaşıyor.İnsanlara yaptığı kötülükleri görerek, kendisine duyulan nefreti ve tiksintiyi hissederek geçiriyor hayatının son bölümünü...Bir daha insanlara alçakça işkence yaptırmayı, onları darağaçlarında öldürmeyi düşünen reziller çıkarsa bu ülkede, akıllarındakini yapmadan once Evren’in sonunu düşünecekler.Evren’in hayatındaki tek olumlu yan da bu herhalde, alçaklığa heves edenlere “Sonu iyi olmaz” örneği olarak hep ortada duracak olması...