Düşmanlıklarımıza dostluklarımızdan daha sadığız, farkında mısınız?Bakıyorum da çoğumuz nefretlerimizden, düşmanlıklarımızdan besleniyoruz…Dostluklarımız güçlendirmiyor bizi o kadar.Bir düşmanımız varsa ve bir bıçak gibi bileyebiliyorsak kendimizi o nefretle, kinle, düşmanlıkla o zaman iyi hissediyoruz kendimizi.Düşmanlarımızı yok etmek için duyduğumuz ihtiras, yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz gücü veriyor bize…Toplumca bu haldeyiz…Tek tek hepimizin olduğu gibi bi-zim toplumun da bir duygusu var…Kine, nefrete, intikam duygusuna kapılmaya, onunla kimlik bulmaya çok yatkınız…***Ezilmiş, yaralı, kendini yenik hisseden, hakkı yenilmiş hisseden bizler, hepimiz…Kürdü, Türkü, Alevisi, Ermenisi, Müslümanı, kadını, erkeği, genci, yaşlısı…Kin ve nefret duygularımıza yapışmış durumdayız.Bu duygular diğer tüm duygulardan çok daha çabuk yerleşiyor içimize…Çok daha çabuk gelişiyor, çok daha çabuk eyleme dönüşüyor.Nefretlerimizden bıkmıyoruz.‘Sıktı artık bu kin, bu nefret, sıkıldım’ diyemiyoruz…Dersek yeniliriz zannediyoruz…Nefret, kin duyguları değişmez, değişmemeli sanıyoruz…Çoğumuz böyleyiz…Yaşadığımız duygu aşk kin nefret gibi keskin bir duyguysa değişebileceğine hiç ihtimal vermiyoruz…Sonsuza kadar o nefreti,kini taşıyacağımızı sanıyoruz.…Sımsıkı sarılıyoruz o duygulara…***Kafka’nın ünlü hikayesindeki gibi…Bir sabah uyandığımızda, Gregor Samsa gibi kendimizi böcek olmuş olarak değil de nefretleri, kini alınmış bir ruh olarak bulsak…Arasak, tarasak ve değişmez sandığımız kinimizi bulamasak içimizde…Kinin, nefretin sonsuz dek sürmeyeceğini, onun da değişeceğini anlasak…Ne yapardık acaba?Bana sorarsanız… Hayat bir anda anlamsızlaşırdı sanki.Öyle değil mi?Nefretimiz olmadan, intikam duygumuz olmadan ne yapardık ki biz?***Şu geçtiğimiz pazartesi günü hava gerçekten bahar havasıydı…Beşiktaş’tan vapura bindim Kadıköy’e geçtim…Modaya yürüdüm…Oradan Göztepe sahiline geçtim…Çimlerde yattım…Denize baktım…Şükrettim…Gülümsedim…Ve düşündüm…Bu havanın bile insanları iyileştirmeye yetmediği, düşmanlıklara denizin ortasında can havliyle tutunduğumuz tahta parçası gibi sarıldığımız bir hayatın sorunları, gerçek olabilir mi diye?İçim hep aynı cevabı verdi bu soruya…Gerçek olamaz…Bu ülkenin Kürt sorunu bile yalan…Çözümünü bilip de çözemediğimiz sorunlara benim inancım kalmadı artık…Bu bahar havasında, baharın gelişini kutlayan Nevruz kutlamalarındaki nefrete, kine inanabilir mi insan?***Bu tamamen hem Kürtlerin hem Türklerin kine olan bağımlılığından…O nefrete olan aşkından…O duyguların vazgeçilmez olduğunu sanmasından…Bu ölümler, başkalarının değil hepimizin kine, intikama olan inancından…Çünkü iki tarafın da kini, nefreti, intikam isteğini sürdürme arzusu olmasa, bu bahar havasında bu yorgun savaşı kim sürükleyebilir?Kendi kin kasırgasının içinde savrulan, düşmanlığın devlet eliyle beslendiğini sezemeyen, bunları bu bahar havasında iliklerinde hissedemeyen, bütün enerjisini sahip olduğu kine, nefrete harcayan, geleceğini, geleceğimizi en değerli duygusu intikamla yok eden herkesi Tanrı’nın Gregor Samsa gibi cezalandırmasını diliyorum…Umarım bir sabah uyanırsınız ve elinizdeki en büyük kozunuz nefretiniz, kininiz elinizden alınmış olur.
Ölüm vurduğu yeri karartır...Ve sevdiklerini kaybeden insanlar o karanlıkta bir ışık, bir teselli ararlar kendilerine, yaşama tekrar tutunabilmek için..Savaşta ölen bir erkeğin eşi için ise şehitlik mertebesi en büyük tesellidir herhalde...Toplumun en kutsal değerlerinden biri olan şehitlik payesinin avuntusuna sarılarak o büyük acıyı biraz olsun yatıştırabilirler...‘Vatan için öldü’ düşüncesi ölümün manasızlığını ortadan kaldırır, arkadakalan sevenleri ölümün bir yücelik taşıdığını düşünürler içlerindeki o büyük boşluğu doldurabilmek için...***Ama hatırlar mısınız bilmem?Ben o günden beri hiç unutmadım çünkü çok az rastlanan bir şeydi bu...Eski Mardin Jandarma alay Komutanı Rıdvan Özden teröristlerle çatışmada öldüğünde, eşi Tomris Özden şehitlik tesellisini reddetmişti...‘Ben kocamı şehit olarak kabul etmiyorum... İnsan ancak savaşta ölürse şahit olur. Bu çirkin politikanın sonucu bir ölümdür’ demişti.Ancak yaşayanın bilebileceği o derin acının içinde bile bu yüreklilikte durabilmek, her insanın yapabileceği bir şey değildir.İçi kavrulurken, bir insanın yaşadığı en büyük acıya karşı teselliyi kabul etmemesi hatta korkmadan baş kaldırması Tomris hanımı hafızanızın en önemli yerine yerleştiriyor tabii...O yüzden Tomris Hanımı yıllar yılı hep merak ettim...Rastladığım tüm demeçlerini okudum, kocasının ölümünün cinayet olduğuna ilişkin inancına sahip çıkışını uzaktan da olsa hep izledim.***17 yıl geçti aradan...Tomris Hanım tüm tehditlere ve aşağılık oyunlara rağmen sonunda geçtiğimiz ay kocasının mezarını açtırabildi otopsi için...Ve iki gün önce de faili meçhul cinayetler kapsamında mezarı açılan eski Mardin Jandarma Alay Komutanı Rıdvan Özden ile ilgili Adli Tıp Kurumu raporu Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildi.O dönem Özden’in teröristler tarafından açılan ateş sonucu alnının ortasından vurularak öldürüldüğü öne sürülmüş ancak ailesi Özden’in alnında kurşun izi olmadığını belirterek bu iddiayı kabul etmemişti.Çıkan rapora göre, sol kaşının 6 cm üzerinden bir mermi girişi bulunmuş. Başının arka alt kısmında ise bir mermi çıkışının olduğu gözlenmiş. Kafatasında oldukça yoğun kan tespit edilmiş. Burnundan da kan geldiği ve bu kanın kurumuş olduğu tespit edilmiş.Ailenin yıllardır iddia ettiğini tam doğrulamasa da rapor yepyeni soru işaretleri beliriyor insanın kafasında...***Ama ondan da önemli olabilecek bir başka gelişme daha oldu aslında geçenlerde.18 yıldır koruculuk yapan Bedran Akdağ’ın, “Dağın Ardındaki Gerçekler” isimli kitabı yayınlandı...JİTEM ve faili meçhul cinayetlerle ilgili çarpıcı iddialar var kitapta...Ve Rıdvan Özden’le ilgili...Bedran Akdağ “Albay Atilla Uğur, Yarbay Celal Kısa ve bunların emrinde bazı kişilerin kanunsuz işlerde çalıştığını, havuz şeklinde toplanan paraları ortaklaşa paylaştıklarını kesin olarak biliyorum. Çünkü bu raydan çıkmış timlerin, içine alma baskısı bana da yapıldı. Bana teklifte bulundular. Atilla Uğur, bölge halkı üzerine baskısını koymuş, halkın korkulu rüyası olmuştu.Albay Rıdvan Özden, Uğur’un yaptığı işlerden çok rahatsızdı ve sürekli uyarılar yapıyordu.Uğur’un yapmış olduğu kirli işlerin önüne geçmeye çalışmasından dolayı, Özden’i de yapmış oldukları kirli işlerin içine çekmeye çalışıyorlar, JİTEM’in içine almak için uğraşıyorlardı.Albay Hasan Atilla Uğur ve emekli Tuğgeneral Veli Küçük, Rıdvan Özden’le ölümünden bir gün önce tartışmışlardı. Ertesi gün Özden’i teröristlerin yoğun olduğu bölgeye çekerek orada öldürmüşlerdir. Daha sonra da PKK ile girdiği çatışma sonucunda şehit oldu diye açıklamışlardır’ diyor.***Ergenekon diye bir şeye inanıyorsak, çözülmesini istiyorsak, sadece bu bilgi bile ortalığı ayağa kaldırmalı ama öyle olmuyor işte bizim memlekette...1997-1999 arasında JİTEM’de haber elemanı olarak da çalışmış Akdağ.Mardin’in Derik ilçesinde Gönüllü Köy Korucusu olarak görev yapmaya da devam ediyor şimdi...İtiraflarda bulunuyor.İtirafları, Tomris Hanım’ın iddialarını doğruluyor.Kendi albayını öldüren bir örgütten, katili inatla saklayan bir devletten söz ediyoruz.Bu kanlı rezilliği sonuna kadar temizlemeden bu toplum rahata kavuşabilir mi?Bunları ortaya çıkarmadan Uludere gibi katliamların tuzağına düşmekten kurtulabilir mi?
Nasıl özlüyorum…Çok fazla özlüyorum şimdilerde…Çünkü geliyor…Yaklaştıkça daha fazla istiyorum…Sabırsızlanıyorum…Neyi mi?Yaz sabahlarını… Öğlenden sonralarını… Yaz akşamlarını…Yaz sabahlarının serinliğini, sonra öğlen olmadan yakan güneşi…Öğlen oldu mu saklandığım gölgeleri…O gölgelerde uyumayı…Ya da o uykulu sıcaklığa rağmen bir ağaç gölgesinde uzanıp kitap okumayı…O sahipsiz, sır saklayan saatlerin yorgun haline rağmen günün en esrarlı saatleri olduğunu sezmeyi…Kimsenin kimseye dikkat etmediği, gözetlemediği, aldırmadığı rehaveti…Herkesin kendi düşlerinde olduğu saatleri…Bildiğiniz yaz öğleden sonralarını işte…***Nasıl da sessiz sakin gözükür hayat yaz öğleden sonralarında…Çocukluğumdan beri bir gölgeye çekilip o sessizliği izlemeye, hayal kurmaya bayılırım…Yaz öğleden sonralarında tüm hayat sadece sizinmiş gibi olur…Sokaklar tenhalaşır…Deniz kenarlarında sadece kumların üzerinde bırakılmış, kimsesiz gözüken çocuk oyuncakları, üzerlerinde havlular olan boş şezlonglar kalır…Herkes kendi perdeleri örtülmüş ‘odasına’ çekilir…Sadece siz ve hayat baş başa kalırsınız…Zamanın tek sahibi sadece sizmişsiniz gibi olur…Ve hiçbir şeyden kuşku duymazsınız…Siz hayatın efendisisinizdir artık…Ben yaz öğleden sonlarını çok severim…***Sonra akşamüstü başlar…Yaz akşamüstleri günün en güzel saatleridir.Günün kendini bir kez daha doğurduğu saatlerdir benim için…Geceye, gecenin sihrine, serinliğine, her şeyi daha masum gösteren rüzgarına geçiştir…Güneşin, denizleri, bulutları, evleri, baktığınız her şeyi size parıltılarla sunduğu saatlerdir…Yeşiller daha farklı bir yeşil…Maviler daha farklı bir mavi olur gün batarken…Hiç tanımadığınız bir kırmızı çıkagelir ardından, tüm gökyüzünü ele geçirir…Yaşadığınıza sevinirsiniz…Ölmeye korkmazsınız hatta…Yaz günlerinin o saatleri hayatın en ölümle çarpışıp da kazandığı saattir…***Babam söylemişti, yazmıştı da sanırım, ‘ben, insanın çocukluğunda okuduğu kitapların onun kişiliğini oluşturmasında önemli roller oynadığına inanıyorum’ demişti…Hiç unutmadım bu cümleyi nedense…Çünkü o yaz öğleden sonralarında okuduğum her kitapla hayatıma yeni bir satır ekledim…Hâlâ da ekliyorum…Yaz öğleden sonralarının kuytusunda bir hayat büyütüyorum…Bunu tam da farkında olmadan yapıyorum aslında…Sanki bunun benimle ilgisi yokmuş gibi…O kitaplar olmasa, o gölge olmasa, yaz öğleden sonralarının o yavaşlığı olmasa bir hayatım da olmayacakmış gibi…İşte şimdi o yüzden çok özlüyorum yazı, yaz öğleden sonralarını… Yaz gecelerini…Hayatımı…***Malraux’nun sözünü severim, ‘uğruna ölünmeyen hayat yaşanmaya da değmez.’Bir kız çocuğu için belki de heyecanla akılda tutulacak bir söz değildi onu ilk duyduğum yaşta.Ama sanırım her yıl biraz daha içime işledi.Çünkü gerçekten uğruna ölünmeyecek bir hayat sadece korkuyla yaşamak demek oluyor en sonunda…***Yaz geliyor…Eğer şanslıysak, önce bahar gelecek, ardından yaz…Ama benim için yaz öğleden sonraları gelecek asıl…Hayattan korkmadığım, korkmamayı öğrendiğim saatler…Taze naneli limonatalar, usulca boşalan sahil, bir küçük kürekle aniden bırakılıp kaçılmış gibi gözüken o küçük, içi kum dolu kova, uykuya çekilen yaşlılar, perdeleri çekilmiş gölgeli odalarda birbirine sımsıkı sarılan gençler…Bir kitap…Ben…Hayat…Ve cesaret…
Çanakkale savaşının ya da zaferinin ya da korkmadan söylersek faciasının 97. yılı…Tarih, belki de hiçbir toplumda olmadığı kadar önemlidir bizim için…Çünkü bizde tarih, bugünkü siyasi kavgaların hiç bitmeyen malzemesidir.Onun için yalanlarla ve saptırmacalarla doludur.***İki yüz elli günde Osmanlı cephesinde doksan yedi bin çocuğun öldüğü Çanakkale savaşları bir askeri facia olarak değil de büyük bir askeri başarı olarak anlatılır bu ülkede mesela…Google’a girip 18 Mart Çanakkale yazınca…Karşınıza sadece Çanakkale Zaferleri başlığı çıkıyor.Vikipedi’de Çanakkale Savaşı’nı okudum, komutanlar kimmiş diye baktım.Enver Paşa’nın adı hiçbir yerde yok.Tarih severim ama hiçbir zaman istediğim kadar derinliğine bilgi sahibi olamadım.Daha çok bilmek, daha çok merak etmek kim bilir bana neler öğretecekti ama ıskaladım sanırım gençlik heyecanın verdiği aldırmazlıkla...Ama Enver Paşa’nın o dönemin Başkumandan Vekili olduğunu bilirim.O halde Vikipedi neden bunu yazmamıştı acaba?Oysaki Mustafa Kemal daha Atatürk olmamıştı, sadece yarbay rütbesinde tümen komutanıydı bu savaşta…Ama Çanakkale’nin adı geçtiği her yerde Atatürk’ten bahsedilir.- Çanakkale’de Osmanlı güçlerinin başında kim vardı?- Osmanlı ordusunun başında kim vardı?- Niye o kadar büyük zayiat verdik?- O zayiatı vermek gerçekten askeri açıdan gerekli miydi?Bunlardan hiç konuşulmaz.“Çanakkale Zaferi ile Atatürk” denir ve konu kapatılır.***Peki Enver Paşa kimdi gerçekten?Sarıkamış’ta insanların ölümüne neden olan, Almanlarla gizlice anlaşarak bizi hazırlıksız olduğumuz bir savaşa sokan ama hep büyük komutanmış gibi anlatılan biri…Ama bunları da bize okullarda öğretmezler.O dönemin “Başkumandan vekili” nasıl biriydi?Sivri bıyıklı, kısa boylu, kısa boyunu saklamak için gereğinden fazla dik durarak yürüyen, parlak çizmeli Enver Paşa en yakınları tarafından bile kabul edilen bir zeka fukaralığına sahipti.Hep merak ederim tek bir savaş bile kazanmadığı halde nasıl olup da Osmanlı İmparatorluğu’nu ele geçirmiştir ve bu nasıl hiç sorgulanmamıştır…Gençliğinde Abdülhamit’i deviren hareketi dağa çıkarak başlatan, cesur, gözü kara bir yüzbaşı ama yeteneksiz bir general.Paşa olduktan sonra padişah damadı olabilmek için yırtınacak kadar görgüsüz biri…Almanlarla ilişkisi hiçbir zaman derinliğine anlatılmamış bir yönetici.Enver Paşa, özetle yabancı bir ülke ile işbirliği yaparak Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına yol açmış ihtiraslı ama yeteneksiz bir paşa…***Pazar günü 18 Mart.Yenilgilerden…İhanetlerden…Yeteneksizliklerden hiç bahsetmediğimiz…Atatürk’ü yücelttiğimiz, o kadar insanın niye öldüğünü sorgulamadığımız bir gün olacak yine…Böyle yalanlar söylediğimiz, kendi yalanlarımızla kahramanlar yaratabildiğimiz için de bizim başımızdaki ‘kahramanlar’ ve içi gencecik çocuk dolu tabutlarımız hiç bitmeyecek…Geçmişimizdeki yalanlar, değil bugünle geçmişle bile yüzleşmeye cesaret edemeyen korkaklığımız, bizi hep aynı acılı maceranın içinde oyuncak yapacak.
Tuhaf bulacaksınız belki ama ben çıkan kavgayı seviyorum…Stratfor belgeleri yüzünden olanı diyorum… Çünkü bir kere daha görülüyor ki…Bir fikrin, bir eylemin, bir haberin güçlenmesi, yayılması, etkinliğini arttırması için onu destekleyenlerden çok düşmanlarının varlığına ihtiyacı var…Eğer şu ortalığı toz dumana çeviren tepinmeler olmasa belki pek çoğumuz Stratfor nedir, belgelerinde ne yazar bilmeyecektik…Merak etmeyecektik…Dünyanın 28 gazetesinde bu belgeler yayınlanacaktı yine bugünkü gibi… Ama biz aldırış bile etmeyecektik…***Hani cinayet romanlarında olur…Kitabın kahramanı, üstünde ne yazdığını anlamadığı ama şüphelendiği bir kağıt ele geçirir.Katilin kimliğiyle ilgili ipuçlarının bu ilk bakışta anlaşılmaz gözüken kağıtta yazılı olduğunu bilir.Ama kağıtta yazılanlardan bir türlü bir anlam çıkaramaz.Sonra adam bir karton bulur…Kartonun üzerinde delikler açılmıştır.Delikli kartonu daha önce bulduğu yazının üzerine koyar…Yazı kartonun altında kaybolur sadece bazı harfler gözükür.O harfler yan yana gelince katilin ismi ortaya çıkar.***Bizim elimizde de karmakarışık bir sistem, anlaşılmaz bir adalet düzeni, kimlikleri ve ilişkileri belirsiz bir sürü insan var…Ne olduğunu tam olarak kimse anlamıyor…Bir şeyler oluyor… Öyle bakıyoruz. Sonra biri delikli kartonu buluyor…Bana sorarsanız bugün o kartonun adı Stratfor belgeleri…Koyuyorsun karışıklığın üzerine, sana bir cevap veriyor…Bizim ülkemizde gerçekler ne televizyona, ne gazetelere kolay yansımadığı için, yalansız bir dünyanın varlığını hiç bilmediğimiz için…Ne yazık ki her zaman delikli bir kartona ve bir tutam da düşmanlığa ihtiyaç duyuyoruz gerçekleri görebilmek için…***Siyaset yeniden şirazesinden çıkmış gözüküyor.Yalancılıkla kahramanlık, dolandırıcılıkla yiğitlik, sahtekarlıkla vatanseverlik birbirine karışıyor…Ruhları cılk yara kesmiş insancıklar, en süslü, en gösterişli değerlerle kaplanmış zırhlar kuşanıyorlar…Yeteneksiz sığlıklar, pullarla işlenmiş kaftanlara sarınıyor…Her şey bulanıklaşıyor.Ama bizim gerçeğimiz de bu…***Ben bu yazıyı yazarken… Bir alt yazı geçiyor televizyondan…Sivas Davası bitti…19 yıl önceki Madımak Otelinin yakılması ve 35 kişinin ölümüne ilişkin beş sanığın yargılandığı dava, zamanaşımı nedeniyle düştü…Bir katliamın üstü, hesabı tam sorulamadan örtüldü.***Şimdi…Bir delikli karton alın…Şu yaşananların üstüne koyun.Çıkan yazı bizim hayatımızı yok eden cinayetin ipucunu anlatıyor:Demokrasi ve hukuk düşmanlarının iktidar sevdası.
Mutlu musunuz?Hayatı istediğiniz gibi mi yaşarsınız?Bu sorularla karşılaşan herkesin duraksaması, kolayca cevap verememesi her zaman düşündürmüştür beni.Hele beklenmedik bir “mutlu musun” sorusunun insanları alabora etmesi ürkütmüştür beni …Mutlu muyuz hakikaten?Bu küçük kısacık soru her şeyden daha mı fazla korkutuyor bizi acaba?Sanırım öyle…***Yıllar önce Hülya Avşar’ı Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında izlemiştim.Avşar şöyle anlatmıştı kendini ‘psikoloğum ‘mutlu musun’ diye sordu. İki saat ağladım hiç konuşmadan.’Bazen hepimizin aynı anda iki ayrı bahçede ya da beş ayrı bahçede dolaşmak isteğimizi düşünüyorum…İşin acıklı ya da gülünç yanı, her bir parçamızın içinde dolaştığı bahçede değil de diğerinde olmak istemesi…İngilizlerin o sözünü seviyorum, “hep başka çimenlerin daha yeşil olduğunu zannederiz” diyorlar ya…Mutlu musun sorusu karşısında duraksamamızın nedeni bu belki de…Hayatın bir parçalanma mı yoksa bir bütünleşme mi olduğuna karar veremememiz.***Hayatı parça parça yaşamaktan vazgeçip, istediklerini sınırsızca ve korkusuzca gerçekleştirmeye uğraşanlara çılgın dememiz, isteklerimizle yaptıklarımız arasında hep bir farklılık olduğunu ve hep de öyle olacağını kabullenmemiz, bir şeyi yaşamak isterken bir başka şeyi yaşamayı akla kurallara ve hayata uygun bulmamız, hayatın gerçeği mi?Yoksa iki ayrı bahçede dolaşmak, karşılaşacağımız binlerce tehlikeden, dikenlerden, uçurumlardan, canavarlardan hiç olmazsa parçalarımızdan birini kurtarma isteği mi?İsteklerimizle yaptıklarımız arasındaki bu farklılığı soru sormadan benimsememiz, parçalanmış bir hayatı yaşamanın en güvenli biçimi olarak görmemiz, gerçekten yaşamak mı?***Çok istediğimiz, çok özlediğimiz, hep ondan söz ettiğimiz mutluluğa, farklı bahçelerde dolaşarak ulaşamayacağımızı bile bile hayatımızı neden parçalarız peki?Neden olduğumuzdan farklı gözükmek, olduğumuz gibi gözükmekten her defasında daha zor?Hayat, bir parçalanmışlığı başarıyla sürdürme çabası mıdır yoksa bütünleşme arzusu mudur?Ben de bu sorunun cevabını arıyorum bugünlerde doğrusu.Güvenlik hangisinde?Zevk hangisinde?*** Yoksa güvenliğin zevkle ve heyecanla yan yana düşmemesi mi bizi parçalıyor?Farklı bahçelerde dolaşan parçalarımızı bir araya toplasak cesaretle, hiç korkmadan, coşkuyla salıversek ağaçların arasına başımıza gelecek belalar daha mı fazla olur?Size de olur mu bilmiyorum, bazen koltukta otururken ya da yürürken ya da sohbet ederken birden yabancı bir şehirde tek başına birini bıraktığım hissine kapılıyorum, kimi terk ettim, kimi yalnız bıraktım acaba diye merak ederken içimde bir sızı oluyor ne olduğunu anlamadan…Sonra, benim tarafımdan terk edilen kendimmişim gibi bir hisse kapılıyorum…O sızı daha da artıyor o an…Ne o parçamı çekip yanıma alabiliyorum, ne o parçama çekip gidebiliyorum.Böyle zamanlarda mutlu musun sorusu şaşırtıyor bizi işte.Bu soruyu kendimize sormadan bir hayat kuruyoruz biz de.Parçalamayı güvenli, bir araya getirmeyi zor ve tehlikeli buluyoruz çünkü…O yüzden ajandamız hep dolu...Ne kadar meşgulsek o kadar o sorudan uzağız çünkü...***Ben bu aralar bunu düşünüp duruyorum…Hayatı istediğimiz gibi neden yaşayamayız?Peki ya şu küçük soruya ne cevap vermeli:Mutlu musunuz?
Bu ülkede gördüğümüz her kavga, güce ve silaha sahip olmak içindir…Her kavga ‘ben öldüreceğim, ben ezeceğim, ezme hakkına ben sahip olacağım’ kavgasıdır…Her kavga, ‘güçlünün bileğinin hakkı olan haracı ben alacağım’ dalaşıdır.Mesela…Eğitim için kavga ettiklerini söylüyorlar ama aslında ideoloji yarıştırıyorlar…Çocukların eğitimi umurlarında bile değil…Bırakın eğitimi çocuklar bile umurlarında değil bence onların…Mesela…Hukuk için mi dövüşüyorlar…Mesela…Demokrasi için mi birbirlerini yiyorlar…Emin olun yalan söylüyorlar…Onlar için ne ülkede olan hukuksuzluklar önemli ne de ihtiyacımız olan demokrasi…***Kendi aralarında bunun için dövüşüyor gibi yapıyorlar… Hem politikacılar hem gazeteciler…Demediklerini bırakmıyorlar…Ama gücün ve silahın denetimini halka vermeyi öneren her düşünceye de elbirliğiyle karşı çıkıyorlar…Devlet içindeki, ordu içindeki, hükümet içindeki, cemaat içindeki güçler hep beraber gerçeklerin üstünü örtüyorlar…Yalnızca gücü bölüşürken bölünüyorlar, kendilerine küçük derebeylikleri yapıyorlar.Yoksa hep beraber uygarlığı, kültürü, demokrasiyi, hukuku reddediyorlar.Bu hiç değişmeyen, neredeyse hiç çatırdamayan bir sistem…Her devirde bu aynı…***Bana insanoğlunun ortak kabulüne mazhar olmuş öyle bir değer söyleyin ki bu topraklar üzerinde küçümsenmemiş, ezilmemiş, aşağılanmamış olsun.Demokrasi…Her devirde demagojiyle, yalanla, safsatayla tartışılmıştır… Ne işe yaradığı belli olmayan bir kavram muamelesi yapılmıştır.Müslümanlık…Her devirde irtica olarak görülür…Ya da bir siyaset aracı olarak değerlendirilir…Değişim…Her devirde ‘nerden çıktı bu icat’ kıvamında tutulur…Aydınlar…Her dönemde ‘liboş, dönek, deli,vatan haini’ olarak tanımlanır…Kültür…Her dönemde, kendi rengini yaratamamış, hiçbir icada imza atmamış, hiçbir kent kuramamış, felsefi görüş yaratamamış bir toplum olarak duyduğumuz aşağılık kompleksiyle kaçınılmaz olarak aşağılanır…***Şimdi de her şey aynı gözüküyor.Peki o halde bu dönemin farkı ne?Bu dönemin farkı şu:Silahla çözeceğiz diye tutturulan Kürt sorunu sadece gençlerin, masumların öldüğü çözümsüz bir savaş olmaktan kurtulamadı ama bir zamanlar tanklarla üzerlerine gidilen muhafazakarlar bu dönemde iktidar oldu…Ve dünün ‘mazlumu’ olan dindarlar, bütün geçmiş günahlarımıza rağmen bugün insanca yaşama ihtimalimiz varken, bunu başarabileceklerken, yarı yolda bundan vazgeçtiler…Demokrasiye, hukuka, insan haklarına yeni temeller getirebilecekken birden makas değiştirip sadece kendi çıkarlarının peşinde koşmaya koyuldular…Geçmiş hep karanlıktı…Herkes kirli paslıydı…Ama sonra ışık göründü…Bu ışığı muhafazakarlar yaktı...Sonra kendi yaktıkları ışığı kendileri söndürdüler…Başbakan bu ülkede iyi yaptığı ne varsa kendi elleriyle yıkıyor neredeyse…Buna karşı çıkanlara da çok kızıyor şimdi…Ama şunu anlayamıyor nedense;Aynı yoldan gidersen aynı yere çıkarsın.Geçmiştekilerin yolundan gidersen, geçmiştekilerin vardığı yere varırsın.Orada çözümsüzlük, haksızlık, acı, savaş ve ölüm var.Başbakan’ın varmak istediği yer orası mı?İsterse ve böyle giderse oraya varacak ama orada mutluluk ve huzur yok.Ne başkası için, ne kendisi için.
Dayak yiyen kadınlar konusunda bir araştırma okumuştum…Tüm dünyada yaygın olan, bizim topraklarımızdaysa neredeyse normal kabul edilen bu duruma çok ilgi çekici yeni bir bakış açısı getiriyordu…Karısını döven erkekler gibi kocasından dayak yiyen kadınlar diye de bir kadın türü var diyordu…Araştırmaya göre dayak yiyen kadınların önemli bir kısmı kocasının hangi sözü duyunca çıldırıp saldıracağını biliyor ve garip bir dürtüyle bu sözü söyleyip kocasının kendisine saldırmasına neden oluyordu.Bu tip kadınlar kendilerini dövecek erkeği neredeyse içgüdüsel bir şekilde buluyorlardı…***Bir kadın, kendisini döven bir erkeğe niye tahammül eder?Bunun klasik cevabını biliyorum, kadıncağız çaresizdir, gidecek yeri, sığınacak damı yoktur, boyun bükmesin de ne yapsın…Bazı durumlar için bu yüzde yüz gerçektir…Ama bir de kendi ayakları üstünde durabilen, kocasına muhtaç olmayan kadının yediği dayak var…Kadında saklı olan sorunu bulmadan, erkekteki sorunu düzeltmemiz çok zor.Çok uzun süren acılarda acı çektiren kadar o acıyı çekenin de bir tuhaflığı olduğundan kuşkulanıyorum hep.***Böyle baktığınızda dayak yiyen kadınların ikiye ayrıldığını görüyorsunuz.Bunu kendi isteğiyle hayatının parçası haline getirenler ve bu işkenceye çaresizlikten boyun eğmek zorunda kalanlar.Kendi isteğiyle dayak yiyen kadınların herhalde psikolojik bir sorunu var, bundan bizim anlayamadığımız bir zevk alıyor olmalılar.Böyle bir ilişki konusunda yapılabilecek bir şey yok.Çaresizlikten dayak yiyen kadınların durumu ise daha değişik.Orada bir suç ortaklığı zinciri var bence.***Döven adam zaten ilkel ve zavallı bir yaratık.Kadını döven, kendinden güçsüze el kaldıran, bunu yapmayı içine sindirebilen birine erkek de denmez, insan da denmez bence.O yaratık suç zincirinin ilk halkası.Çaresiz kadınları çaresiz bırakan, onları bu tür adamlara muhtaç eden toplum, ikinci halka.Başka birine muhtaç olmadan yaşayabilecek kadınları yetiştiremeyen bir toplumun, gelişmişlikten söz etmesi bile mümkün değil.Üçüncü halka ise dayak yiyen kadının kendisi.İnsafsızlık etmek istemem ama “bakımını” bir adamın üstlenmesi karşılığında dayak yemeyi kabul etmek, o kadar da doğal kabul edilmemeli bence.Geleneklerin baskısını, ailelerin baskısını, hayat şartlarının zorluğunu biliyorum ama terazinin öbür kefesinde de bütün kişiliğinden vazgeçmek, ezilmeyi, köleleştirilmeyi kabul etmek duruyor.Kadının buna isyan etmemesi, baş kaldırmaması, kendine yeni bir hayat aramaması, ayaklarının üstünde durabileceği yeni koşulları yaratmak için kıpırdamaması da “mazlumu” bu zulmün bir parçası, suç zincirinin bir halkası yapıyor bence.***Bütün bunları, sadece döven adamı cezalandırarak sorunu çözemeyeceğimizi söyleyebilmek için anlattım.Toplumu ve kadını da değerlendirmeliyiz.Bu toplum, neden güçlü kadınlar yetiştiremiyor diye sormalıyız.Toplumun geleneğini, eğitimini, inancını, zihniyetini sorgulamalıyız.Bir kadının, “bana bakıyor” diyerek bir adamın dövmesini sineye çekmesini de çok sıradan karşılamamalıyız.Bunu kabullenmenin “ayıp” olduğunu da konuşmalıyız.***Yarın dünya kadınlar günü.Kadına şiddete dikkat çekmek için sayısız kampanya yapılmış durumda…Eminim hepsinin bir katkısı olacaktır.Ama sorunu ciddiye alacaksak, o zaman klişelerden sıyrılıp gerçeğin her yanına birden bakmalıyız.Döven erkek suçlu ama o erkeği yetiştiren toplum da suçlu, o dayağı normal kabul eden kadın da, “suçlu” demeyelim ama, “suç ortağı” bu ilkelliğin.Biz bu toprağın bu zehirli “hasadından” şikayetçiysek, sadece hasadı değil o hasadı yetiştiren toprağı havalandırmalıyız…Sürmeli, değiştirmeliyiz…*****Twitter’da Buse Terim’e yapılan...Twitter, insan psikolojisinin aynası gibi... Bu ayna durumu o kadar net ve yalansız yansıtıyor ki, insan içinde olmaktan rahatsızlık duyuyor zaman zaman…Sivas-G.Saray maçından sonra Fatih Terim’in kızı Buse, iki hafta sonraki derbiye ve Sivas’ta yıldızlaşan Necati Ateş’e atıfta bulunmak için twitter’da “F.Bahçe’yi Ateş Bastı” yazmış.Kendi gibi düşünmeyenin ne olursa olsun canını yakmaya ve canını sıkmaya baştan yeminli twitter ‘bilgin’leri de Buse’nin anasından emdiği sütü burnundan getirmiş.F.Bahçeli kadınlar başta olmak üzere Buse’ye edilen küfürler, “Hakkında En Çok Bahsedilenler” listesinde uzun süre bir numarada kalmasına neden oldu dün.Biz kadınlara şiddet bitsin diye uğraşıyoruz ama Buse’nin maruz kaldığı, üstelik rakip takım taraftarı hemcinsleri tarafından uğradığı şiddeti görünce, bu sorunun kadın erkek sorunu olmadığını iyice anladım…Bu tamamen insan olma sorunu bu ülkede…