Adam vardır…Bir kadın topuğuna bakarak, bir erkekle bir kadının yapabileceği her şeyi hayal edip bir sevişmeden alınacak bütün zevki bir topuk seyrinden alabilir.Bir topuk fetişistidir o adam…Ve kadının kendisinden ziyade topuğuyla ilgilidir.Küçük bir parçanın bütününden daha önemli duruma geçmesi fetişizmin temel özelliğidir.Ve fetişist insanlar gibi fetişist toplumlar da vardır.***Fetişist toplumlar da, küçük bir ayrıntıya takılıp bütünü bir kenara bırakırlar, yalnızca o ayrıntıyı konuşmaktan, o ayrıntıyı tartışmaktan, o ayrıntıyla ilgilenmekten zevk alırlar.Bizimki gibi ülkelerde ise en sık rastlanan fetişizm türü ‘söz’ fetişizmidir.Bu ülkelerin politika tutkunukitleleri de ‘sözlere’ düşkündür.***Söz fetişizmi bizim toplumumuzda da çok yaygın bir hastalık…Siyasi nutuklar, ‘sert sözler’, televizyon tartışmaları, gazete köşeleri, laf boyutunu aşamayan içeriksiz politik tartışmalar, günlük hayatın içindeki her türlü tartışma daima hayatın kendi gerçeğinden daha öne çıkıyor.Genellikle olayın bütünüyle değil küçücük bir parçasıyla ilgileniyoruz.Bugünkü bitmeyen şikayetlerimizin altında yatan temel çarpıklıklarla, sistemin özündeki bozuklukla, bu bozuklukları değiştirmek için acilen yapılması gereken değişikliklerle ilgilenmiyoruz…Bizim için Başbakan’ın ne kadar hasta olduğu dedikoduları, Beşiktaş’ın başına kimin geleceği, kimlerin birbirine küfür ettiği, insanların birbirine sarf ettiği ‘sözler’ yaşamın zevk veren özellikleri…***Bugün yapılması gereken önemli değişiklikleri görmezden gelmenin hazırladığı faturayı sanki biz ödemeyecek gibiyiz…Bir söz fetişizminin bizi çıldırtan zevki içinde, yaşamın bütününü bir kenara bırakıyoruz.Küçücük parçasıyla ilgileniyoruz.Hem de o küçük parçayla ilgilenirken, yaşamın bizi bırakıp gidebileceğini hiç düşünmeden…***Son çıkan 28 Şubat tartışmasına bakıyorum da…Yine ‘söz’ ön planda…Aslında ne deniyor, neler oluyor kimse ilgilenmiyor.Onlar da bizim söz fetişisti olduğumuzu bildikleri için ‘Ertuğrul Özkök, Ahmet Hakan’a şerefsiz dedi mi demedi mi?’ çemberine sıkıştırıp bütünü unutturuyorlar…Medyanın “iktidarla” olan ilişkisini konuşmuyoruz.İktidarlar değişiyor, askerler siyasetten çekilip yerini sivillere bırakıyor falan ama medyanın “güçlü” olanın yanındaki yeri hep aynı kalıyor.Medyanın “sistemi” hiçdeğişmiyor.Gerçekleri kimin için sakladığın önemli değil ki, gerçekleri saklıyor olman önemli.28 Şubat’ta söylenen yalanlar karşısında susmanla Uludere’de katliam konusunda susman arasında nasıl bir fark var?İkisinde de insanlara gerçeği anlatmıyorsun.Medyayla ilgili “büyük resim” bu.Hangi gazetecinin hangi gazeteciye ne dediği, kadının topuğu sadece…
Bir toplumu ileri götürecek tek güç, o toplumdaki yaşama isteğidir bence…Duyduğu isyandır…Yapabileceklerine olan inancıdır…Hayatı dibine kadar yaşama arzusudur…Bunlar olmadığı zaman o toplumu yerinden kıpırdatamıyorsun, ağır bir kaya gibi olduğu yere çöküyor…Peki, bu kayayı olduğu yerden oynatacak bir güç var mı?Tabii ki var…Kadınlar…***Bir toplumda kadınlar değişmeye başlarsa herkes orada bir hayat da olduğunu anlar…Geçen gün Türkçe’ye “Duyguların Rengi” diye çevrilen The Help filmini seyrettim.Octaiva Spencer’ın en iyi yardımcı kadın Oscar’ını aldığı film…Kathryn Stockett’in New York Times’ın çok satanlar listesinde bir numara olan romanından uyarlanmış.***Altmışların başında Mississippi, Jackson’da geçen olağanüstü bir kadın hikayesi.Daha önce sinemada defalarca işlenen 1960’lardaki ırkçılık meselesinin merkezine kadınları yerleştirerek anlatıyor olanları.Beyaz kadınların siyah kadınlara yaptığı zulmü anlatıyor aslında…Beyaz genç kadınların evinde çalışan siyah hizmetçilerin hikayesi.Ve film, iki siyah bir beyaz kadının toplumun tüm baskılarına rağmen bu zulme başkaldırışının öyküsü …***Kadınların “daha iyi yaşamak istiyoruz” demesiyle koskoca bir toplumun değişebileceğinin hikayesi…Özgürlüğün kadınların cesareti ve konuşmaya başlaması sonucunda geldiğinin en güzel anlatımı.İnsanı gerçekten derinden sarsan çok etkileyici ama yumuşacık bir anlatımı olan bir film…Seyretmediyseniz mutlaka seyredin…Kadınların gücüne hayran kalacaksınız…***Filmden çıktıktan sonra bizi düşündüm…Bizim toplumumuzda yaşayan kadınları…Yöneticileri, patronları tarafından horlanan, erkeklerin bütün hıncını boşaltacağı bir öfke tenekesi gibi kullanılan…Ezilmiş erkeklerin kendilerini güçlü hissetmelerini sağlayan bir sübap görevi gören…Herhangi bir şeyi istemesi yasaklanan…Kendi istekleri, kendi hayatı olması imkansız olan kadınları…Bu kadınlara isterlerse içlerindeki güçle tüm hayatlarını değiştirebileceklerini nasıl inandırabiliriz diye düşündüm…Onları hapsedildikleri küçücük hayatlardan nasıl çıkarabiliriz diye…***Çünkü bir çıktılar mı her şeyi değiştirecek güce sahipler.Erkeklerde olmayan bir gücün kadınlarda bulunduğuna inanıyorum.Sanırım seyrettiğim film de bu inancımı güçlendirip…Beni “hadi hayata çıkalım,hadi inandıklarımızı yapalım” diye bağırmaya kışkırttı.Buna inanmakta zorlanan tüm kadınlara hayat denen mucizeyi anlatmak istedim…Neler yapabileceklerini, ihtiyaçları olan tek gücün kendilerinde olduğunu göstermek istedim…Hadi hayata çıkalım…Hadi bunu istemekteki sihri keşfedelim…Çünkü o sihir, yeni bir yaşamın anahtarı…
Ülkenizin çıkarı gerektiriyor diye masum bir adamı hapishaneye attırır, bir insanın öldürülmesine göz yumar mısınız?Aklınızdan, vicdanınızdan, insanlığınızdan vazgeçer misiniz ülkenizin çıkarı için?Ülkenizin çıkarı, onurunuzdan daha mı önemli?İnsanı düşündüren bir sorudeğil mi?Bir çırpıda karar verilemeyen bir soru belki de sizin için…Ülkenizin çıkarı her şeyinizden önemli belki de…***Geçen yüzyılın başlarındaFransa’yı birbirine katan bir olayyaşandı. Sonra bu konuda çok kitaplar yazıldı, filmler yapıldı.Seyretmiş olabilirsiniz…Fransız ajanları, Paris’teki Alman askeri ataşesinin çöplerini karıştırırken, Fransız generallerinden birinin yaveri olduğu anlaşılan bir subayın ataşeye yazdığı mektubu bulurlar…Ve Yahudi asıllı Yüzbaşı Dreyfus’u, ‘bu el yazısı onundur’ diyerek tutuklarlar.Dreyfus’u sağlam hiçbir delil olmamasına rağmen yargılar ve mahkum ederler.O sırada Fransız ordusunun en parlak subaylarından biri olanYarbay Picquart istihbarat servisinin başına getirilir.***Yarbay bütün belgeleri inceler, Alman ataşeyi takip ettirir ve asıl casusun bir başkası olduğunu görür.Dreyfus’un sadece Yahudi olduğu için mahkum edildiğini anlar.Hemen gidip durumu anlatır, Dreyfus’un masum olduğunu derhal bırakılması gerektiğini söyler.Yarbayı, ‘Senin de adın Alman ajanına çıkabilir’ diye tehdit edip Tunus’a sürerler.***Fransız yazar Zola meseleyle ilgilenir ve o meşhur ‘Suçluyorum’ yazısını yazar…Dreyfus’un haksız yere hapishanede olduğunu halka açıklar.Fransız halkı, Dreyfus’un suçlu olduğunu düşünen “vatanseverler” ve Dreyfus’un masum olduğuna inanan “hainler” olarak ikiye bölünür.Zola bir süreliğine ülkeyi terk etmek zorunda kalır.***Fransız halkı işin ucunu bırakmaz ve sonunda generallerin kendi çıkarlarıyla ordunun ve ülkenin çıkarlarını birbirlerine karıştırdıkları ve masum birini haksız yere hapse attıkları anlaşılır.Dreyfus serbest kalır.Cesur yarbay daha sonra savunma bakanı olur…İnsan hikayenin burasına geldiğinde, kendisinin o yarbay olduğunu düşünüyor değil mi?Kendisine yarbayın cesaretini yakıştırıyor.Peki gerçekten öyle mi?Siz o yarbayın yerinde olsaydınız ne yapardınız gerçekten?Ülkenizin çıkarı ön planda diye masum bir insanın hapiste kalmasına razı olur muydunuz?Ülkenin çıkarlarından söz edildiğinde size söyleneni derhal kabul eder miydiniz?Yoksa…Bir yoklayın içinizi…Ülkenizin çıkarları için kötülük yapar mısınız?Ülke çıkarları diye gerçekleri halktan saklar mısınız?***Bence daha derinliğine bir sorun var.Gerçeklerle “halkın çıkarı”çatışır mı?Gerçeklerin gizlendiği toplumlar mı gelişiyor yoksa gerçeklerin açıklandığı toplumlar mı?Her ülkede “gerçekleri” çarpıtmak isteyen birileri mutlaka vardır.Ama her ülkede bir Albay Picquart ile bir Zola’ya rastlanmıyor.Dreyfus’unkine benzeyen korkunç olayları belki her yerde bulabilirsiniz ama…Zola gibi yazarları her yerde bulamazsınız.Toplumlar arasındaki fark da “Zola farkı” işte.İnsanları belirleyen soru da herhalde şu:Zola mı olmak isterdinizyoksa Dreyfus’u hapse attıran bir general mi?Cevabınız, kim olduğunuzu da söyleyecek size.
Dün Taraf gazetesinde Melih’in (Altınok) yazısını okuduğumda ‘işte okumayı istediğim yazı’ dedim kendi kendime…CHP kurultayını takip eden Melih’in ‘Bugün CHP’yi değil CHP’lileri anlatayım dedim size’ diye başlayan yazısı tam kurultayı seyrederken aklımdan geçene tercüman oluyordu.CHP’yi biliyoruz da kim bu CHP’liler?Kaç çeşit CHP’li var?Gerçekten çeşit çeşitler mi yoksa aynı bedenin farklı kolları mı?Melih iki gün boyunca takip ettiği kurultayda gördüğü, kendi anlatımıyla “ağabeyleri, ablaları, kardeşleri” beşe ayırmış…Anadolu kaplanları, Güneş Yolcuları, Karaoğlan Efekti, CHP’nin şakirtleri, CHP-ML’liler.Harika bir anlatım bence.Bu yazıyı mutlaka okuyun…İnsana CHP’yle ilgili pek çok şey düşündürüyor…İlk akla gelen de ‘sahtekarlıkları’ oluyor aslında…Durun hemen kızmayın…Belki okuyunca siz de hak verirsiniz…CHP, Kemalist bir parti.Tek parti olarak kurulmuş, tek parti ideolojisine göre biçimlenmiş.İsmet Paşa’nın bir sabah aniden tek parti faşizminin kalesi olan CHP’nin artık ‘ortanın solunda’ olduğunu açıklayıvermesiyle de Kemalizm olmuş “solcu” Kemalizm…Halkın sırtına binen devletin temsilcisi, milleti ezen asker ve sivil bürokrasinin partisi, işçilerin ve emekçilerin partisi haline gelmiş bir sabah.Gene sapına kadar devletçilerdi, darbelerin ordusu gene onlara sadıktı ve onlar gene orduya sadıktılar.Devletin valisi, bürokratı, generali, jandarması gene CHP tarafından temsil ediliyordu ama aynı zamanda da onlardan sopa yiyen işçinin, emekçinin temsilcisi de CHP’ydi.O sırada Sovyetler yönetiminin de devletçi olması devletçilikle solculuk arasında kesin bir bağ olduğuna inandırmıştı insanları.CHP de bu inançtan faydalanıp kendi devletçiliğini solculuk diye sunuyordu.Ama söylenmeyen bir gerçek vardı…Sovyetler’de devlet işçilerindi…Burada ise generallerin, bürokratların, valilerin, polislerindi…CHP bu küçük ayrıntıyı buradaki emekçilerinden saklıyordu…Bu arada İşçi Partisi kapatılmıştı, Komünist Parti yasaklıydı…Ortada tek sol parti olarak CHP vardı.Gerçek sol partileri sahneden silmişler, CHP’yi de “işte bundan böyle sol bu partidir” diye ortaya koymuşlardı.Türkiye’deki yasakların savunucusu olan devletin partisi aynı zaman da solcu partiydi…Bu olanlara “sahtekarlık” diyebiliriz değil mi?Kurultay sonuçlarına ya da yıllardır CHP’de yaşananlara bakarsanız, bu sahtekarlığın onları nasıl eritip yok ettiğini görürsünüz.CHP kaçınılmaz olan erime sürecini yıllardır yaşıyor aslında…45 yıldır sürdürdükleri kurnazlık artık onları taşımıyor…Aslına bakarsanız bu gerçeği görmezlerse, başkanları kim olursa olsun eriyip yok olacaklar…Çünkü hem Kemalist, hem solcu, hem ilerici, hem Ergenekonu destekleyen bir parti olmaları mümkün değil…Yıllarca gerçek kimliklerini sakladılar…Ne olduğu belirsiz bir parti oldular…Melih bu durumu nefis anlatmış…Eğer şimdi sahtekarlıktan yoruldularsa onlar için bir ümit var demektir.Belki artık kendilerine şimdi gerçek bir kimlik bulurlar…
Ankara’daki politikacıların kendi aralarındaki hastalıklı didişmesinden yararlı bir sonuç çıkmayacağını, yıllardan beri süre gelen yapının artık iflas ettiğini, başkentin ülkenin gerçeklerinden koptuğunu hemen hemen herkes biliyor…En tutucu kalemler bile bu sistemin değişmesi gerektiğini yazıyorlar.Ben yazıya başlarken, CHP kurultayından kavga arbede görüntüleri geçiyor ekrandan.Kısa bir süre bakıyorum…Bugün çıkacak CHP kurultayını anlatan analizleri düşünüyorum…Herkes her şeyi biliyor, herkes olanları görüyor ama yine de hepimiz Ankara’nın isteri krizleriyle uyumlu bir cinnet dansına eşlik etmekten kendimizi alamıyoruz işte…Televizyonlar, gazeteler, tartışmalar, sohbetler hep Ankara’nın manasızlıklarıyla dolu.Bu size tuhaf gelmiyor mu?CHP kurultayını ciddiye almak içinizden geliyor mu gerçekten?Ülkenin hangi büyük sorununu çözmeyi tartışıyorlar, hiçbirini, sadece parti içi iktidar kavgası yapıyorlar.Neden bütün bir ülke, aslında hiçbir sonuç yaratmayacağını bile bile entrikalarla dolu seviyesiz bir politika labirentinin içinde kendini kaybetmeye razı oluyor?Ülkenin gerçek sorunlarını görmekten korktuğumuz için, belki de işimize gelmediği için, gözlerimizi politika cambazlarının perendelerine dikip, ahkam kesmekle ömür tüketiyoruz.Ankara’nın sefillikleri bizi Türkiye’nin gerçeklerini tartışmaktan kurtarıyor…Artık bundan eminim…CHP kurultayını ve yapılan yorumları izledikçe daha da emin oluyorum doğrusu.Politika, bu ülkede gerçeklerden bunalanların kaçış kapısı…Hayatın ağırlığına dayanamadığı için damarına eroin şırınga eden zavallı bir güçsüz gibi damarlarımıza bu sefil politikayı bir uyuşturucu gibi basıyoruz…Ve sahte kabuslarla, sahte kavgalarla dolu bu bulanık aleme atıyoruz kendimizi.Yoksa neden bu manasızlığı bile bile Ankara’daki seviyesizliğin parçası olalım ki?Biz niye Ankara’daki acaipliklerin esiri oluyoruz?Bence asıl bu sorunun cevabıyla yüzleşmeliyiz…İnanın bu, CHP’nin kavgalarından çok daha önemli…Başımıza getirdiğimiz insanların ya da buna gönüllü olanların yaptıkları ettikleri o kadar önemli değil.Hep aynı tür insanları seçip onları analiz etmekle, onlardan şikayet etmekle hayatı geçirmemizin nedeni, önemli olan.Politika kavgalarına alkışçı ya da yuhalayıcı olarak katılmak bizi ülkenin gerçek dertlerini görmekten, onlara çözüm aramaktan kurtarıyor.Belki de asıl zavallılar tepede itişenler değil, bu itişmeyi kendi hayatlarının odak noktası yaparak bile isteğe bir körlüğe razı olanlar.Asıl zavallılar biziz belki de.Onların suladığı çamuru alıp,elimize yüzümüze bulaştırıyoruz.Hangimiz daha korkak hangimiz daha güçsüz bilemiyorum…Ankara’dakiler mi biz mi?Sanırım biz…Bu zavallı oyuna figüran olduğumuz için.
Geçen akşam herkesin bir başkasıyla eğlenerek konuştuğu kalabalık bir masada, dışarıda ne olduğunu merak etmeyecek kadar hararetle konuşan iki arkadaşımdan biri konuşmalarının bir yerinde bana dönüp, cevabını aldıktan sonra kendi konuşmasına döneceği belli olan bir ses tonuyla, ‘Sanem, sen yalnızlığı ne zaman öğrendin?’ dedi…‘Çocukluğumda’ dedim ne konuştuklarına pek aldırış etmeden...Ama gece bitip eve döndüğümde, soru aklıma takıldı…Gerçekten yalnızlığı ne zaman öğrenmiştim acaba?İlk ne zaman yalnız hissetmiştim kendimi?***Çocukken akşamları yalnız hissederdim kendimi…Akşam olurken çökerdi içime o yaşlarda tarifini yapamadığım bir yalnızlık…Yatılı okulda okumadım ama yatılı okul akşamlarının sessizliğini hep duydum içimde nedense…Okula bırakıldığında bahçede tek başına kalıp annesinin arkasından bakan çocuğun niye yalnız kaldığını anlamayan acısını hep hissettim içimde nedense…***Ölümü öğrendiğimde de kendimi çok yalnız hissetmiştim, onu hatırladım…Sonra, en çok kalabalıkların içinde yalnızlığı hissettiğimi düşündüm…Çocukken yalnız kaldığımda… Büyüdükçe de insanların arasında kendimi hep yalnız hissettim…***Aşkı da yalnızlığın ve ölümün izlerinden yürüyen herkes gibi o izlerin yanında gördüm ilk.O yüzden sanırım olduğundan hep daha parlak gözüktü gözüme aşk.Karanlığa alışan gözlerin o ilk ışığı gördüklerindeki parlak an gibi yalnızlık ve ölüm anlarının karanlığına alışan gözler de böyle zamanlarda ışığı olduğundan daha parlak görüyorlar çünkü.En güzel aşklarımı da, en derin acılarımı da, en büyük yanlışlarımı da hep aşkın o parlak ışık olduğuna inanmam yüzünden yaşadım.***Yalnızlık, hiç bitmeyen bir acıyı, başkalarının yanında unutmuş gibi yapıp, derinlerde bir yerinde saklayan bir insanın, için için bıkmadan usanmadan söylediği gizli ve sesiz bir ağıt gibi…O his varsa sanırım aslında hiç geçmiyor…Ne aşkla, ne başarıyla, ne zenginlikle…O yüzden belki de “yalnızlığı ne zaman öğrendin” diye soran arkadaşıma “onu bilerek doğdum” demeliydim…Belki de yalnızlığı gerçekten bir şeyle öğrenmiyoruz…Sadece var işte…***Bazen gerçekleştiremediğimiz bir hayal…Bazen unutulmak istenen bir sevgili…Bazen gecikmiş bir kavuşma…Bazen başarısızlık, yitirilmiş umutlar, bastırılmış öfkeler, utanç, itiraf edilmeyen ihanetler, zedelenmiş bir gurur, korkular yüzünden çıkar karşımıza.***Ama belki de yalnızlık meselesini çok abartıyoruz…Yalnızlığı herkes bir şekilde yaşamıştır, bilir ne olduğunu.Ama yalnızlığa sanırım çok az insan dayanabilir.Yalnızlığa dayanabilecek gücü olanların her acıya da dayanabildiklerini düşünürüm ben.O yüzden yalnızlıktan ziyade yalnızlığa tahammül edemeyen bir güçsüzlükten korkarım.İnanırım ki yalnızlıktan korkmayan bir insan kolay kolay yalnız kalmaz, onun gücü insanları çeker çevresine.***Ama işin belki de en çetrefilli yanı, yalnızlığa dayanacak kadar güçlü olanların, genellikle çevrelerinde insanlar olsa da hep o yalnızlığı içlerinde, varlıkların bir parçası olarak taşıyan insanlar olması.Bazen yalnızlığa en dayanıklı olanların aslında en yalnız insanlar olduğunu düşünüyorum.Yalnızlığına kalabalıklarla çare bulamayan insanlar...Güçleri yalnızlığa dayanmaya yeter de yalnızlıktan kurtulmaya yetmez onların.
Hristiyan Avrupa, Rönesans’ı ve dinde reformu yaşadığında Hristiyanlık yaklaşık bin beş yüz yaşındaydı...Dinin karanlık bir baskı aracı olmaktan çıkması, insanların engizisyon mahkemelerinde yargılanmalarının önlenmesi için aradan bin beş yüz yıl geçmişti.Bugün Müslümanlık, Hristiyanlığın reformlarını yaşadığı yaşta aşağı yukarı...Eğer dinlerin de insanlar gibi olgunlaşma dönemi olduğunu düşünürsek, Müslümanlık da bir değişim ve reform dönemine girecek demektir...Zaten dünyanın gidişatı, Ortadoğu’da yaşanan tartışmalar, “Arap Baharı” Müslüman aleminin yaşadığı ya da yaşamaya hazırlandığı değişimleri gösterdi bize...Belki kolay olmayacak ama Müslüman coğrafya da diktatörlüklerden, zorbalıklardan uzak bir yaşama kavuşmak için hareketleniyor.***Müslümanlık anlayışı değişiyor dünyanın gelişmesiyle beraber...İslam’la demokrasi arasında var olduğu iddia edilen çelişkiyi aşarak, demokrasiyle Müslümanlığın birlikte var olacağı yeni bir anlayış arıyor Müslümanların önemli bir kısmı.Arap Müslümanlığının dünyadan kopuk hali, dünyadaki gelişmelerle uyumlu değil çünkü...Türkiye ise “Müslüman demokrat” ülke olmaya aday.Tökezleyip duruyoruz ama bunu becerebilirsek yeryüzünün “yıldız ülkeleri” arasına katılacağız.***İşte tam bu noktada da hala bizim ülkemizde şeriattan, dinden korkmak ya da mesela zorunlu eğitim 12 yıl olacak dendiği zaman “bunu imam hatip liseleri için yapıyorlar” demek, “dindar nesiller” deyince Başbakan, bunu “devlet-halk” ilişkilerini sakatlayan bir zorlama olarak görme yerine “şeriat” işareti olarak görmek dünyada ne olup bittiğiyle hiç ilgilenmediğimizi gösteriyor aslında.Bizim “şeriattan” değil, yeterince demokrat olmamaktan, insanlarımızı eşit ve özgür yaşatamamaktan korkmamız gerekiyor bence.Zaten geçenlerde Neşe Düzel’le konuşan CHP yöneticisi Nihat Matkap bile artık “şeriat ya da irtica” gibi tehlikelerin kalmadığını söyledi.***Dünyanın nereye gittiğiyle ilgileniyorsanız Ak Parti’nin Müslümanlığından değil, bu ülkenin değişmeyen yazgısı gibi görünen o kirli sisteminden korkmalısınız önce...Bu ülkede korkulacak o kadar çok şey var ki...Hrant Dink cinayetini aydınlatmayan o korkunç koalisyondan, Uludere’de insanları öldüren tuzağı kuran güçten, hükümetin devleti yönetememesinden, yolsuzluklardan, devlet içindeki çekişmelerden korkmalıyız.Müslümanlık bu listenin en sonunda olmalı...Çünkü eğer şeriattan korkuyorsan, neden onun panzehiri olan özgürlüğü ve demokrasiyi istemiyorsun diye sorarlar insana...Niye CHP ve “Cumhuriyetçiler” demokrasiye sahip çıkmıyor?Kürtlerin eşitliğini savunmuyor?Dink cinayetinde, misyoner suikastlarında, Uludere’de ortaya çıkan derin devletle hesaplaşmıyor?Niye hükümeti bunlarla hesaplaşması için zorlamıyor?***Yalancı tehlikelerden korkmak...Gerçek tehlikeleri gözlerden saklamak için başvurulan eski bir oyun.Şeriattan korkmayın...Korkacaksanız, o karanlık sistemin parçası olan herkesten korkun...Bu sistemin bir türlü temizlenmemesinden korkun.Ak Parti’nin bu sistemle anlaşmaya yatkın görüntüsünden korkun.***Ak Parti, Müslüman olduğu için tehlikeli değil.Onun tehlikeli olması, bu devleti değiştirmeden onun bir parçası haline gelmesi.Demokrasiyi unutması.Asıl tehlike bu bence.Asıl korkmamız gereken bu.
Hiçbir şey kendi gerçekliğinde yaşanmıyor bu ülkede sanki...Devlet, büyük bir çete gibi...Polis, küçük bir devlet gibi...Ordu, köylüleri bilerek öldürdüğünden kuşkulanılan bir zanlı gibi...MİT, suçluyu mu izliyor yoksa suç mu işliyor bilinmeyen bir sır gibi...***İnsanoğlunun devlet denilen örgütlenmeyi keşfinden beri, devlet biçim değiştirse de parayı ve bilgiyi hep elinde tuttu.Gücünü buradan aldı.Bu gerçek hep aynı kaldı.Gizli istihbarat örgütlerinin kurulması, paranın basımının yalnızca devlete tanınmış bir hak olması, bilgiyle paranın devletin tekelinde kalmasını sağlamak içindi...Ama gerçeklerin çok değiştiği bir çağdayız artık.Bilgi ve para devletlerin kontrolünden çoktan çıktı.Her gün yüz milyarlarca para dolaşıyor dünyayı...Tunus’Tan bir adam bilgisayarının tek tuşuyla Tokyo borsasına bir milyar dolar aktarıyor mesela... New York’taki bir iş adamı HonKong’daki bir bankaya istediği kadar para yatırabiliyor...Para elden ele dolaşmıyor...Artık parayı kimse görmüyor, sadece var olduğunu biliyor.Tek bir kredi kartıyla bütün dünyayı dolaşıp, paraya hiç dokunmadan para harcayabiliyorsunuz.O kart, her ülkede başka bir para birimi haline gelebiliyor.Gidip hiçbir ülkenin bankasından o ülkenin parasını çekmek zorunda değilsiniz.Avrupa Birliği’nde ise zaten hiçbir devletin kendine ait parası yok, ortak para birimini kullanıyorlar.***Aynı şey bilgi için de geçerli.Bilgi de sınır tanımıyor.Devletin sınırları, bilginin ve paranın durduğu yer değil artık.‘Sır’ kalmadı devletlerarası ilişkilerde.Teknoloji geliştikçe, devletlerin bilgiyi tekelinde tutma dönemi de bitti.Devlet tanımı da değişti...Bilginin ve paranın kontrolü toplumlara yayıldı.Ve dünya her gün şu soruya bir cevap arıyor, bilginin ve paranın kontrolünü kaybeden devlet, bunları kontrol edemediği zaman ne işe yarar?Devlet iktidarı nasıl bir ayrıcalık taşır bunları kontrol edemediği zaman?***Devlet, iktidar, sınırlar gibi kavramların tarihten silinmeye hazırlandığı, yerine insan, teknoloji, vicdan gibi kavramların güçlendiği bir dönemdeyiz...Peki, dünya üzerinde son 20 senede kavramlar değişirken bizde neler oluyor?Bizim hikayemiz masal gibi.“Az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de baktık, bir arpa boyu yol gittik.”Devlet hâlâ herkesi korkutuyor.Şarkı söyledi diye tutuklananlar var hâlâ bu ülkede.Devlet özgürlüklerin önünü açmıyor, aksine, önünü kapatıyor.Bilgi ise hâlâ halktan özenle saklanıyor.Hâlã dünyanın tek tuşla hakkımızda öğrendiği bilgilere biz ulaşamıyoruz.Ordunun harcamalarını, başbakanın sağlığını, hükümet-cemaat kavgasının iç yüzünü, devletin içinde neler olduğunu biz bilmiyoruz.Uludere’de ne olduğunu hâlâ bize söylemiyorlar.Neler oluyor hâlâ bizler için sır...***İktidara her gelen, bu çürük sistemi dünyayı yakalayalım diye değiştireceğine kendisi o sistemin parçası haline geliyor.Bir rezalet yaşanıyor ama o rezalete yol açan nedenleri değiştirmeye burayı yönetenler talip olmuyor.Ve sonunda tek tuşla, “bir zamanlar bu ülkeyi yönetmişti” bölümüne geçiveriyorlar...Tarihe geçmek varken...