Başbakan neden bu kadar futbolun içinde... Ya da gerçekten içinde mi?

20 Şubat 2012

Futbol Federasyonu Başkanlığı ile ilgili son dönemde olanlar kafamı iyice kurcalamaya başladı.Birincisi, M.Ali Aydınlar “sahiden” neden görevi bıraktı?İkincisi de, Şenes Erzik, Bakan ve Başbakan’la görüşüp adaylığını açıkladıktan 24 saat sonra “sahiden” niye vazgeçti?İki sorunun da görünürde bir cevabı var.Ama ben o cevaplardan bir türlü gerçeği sezemiyorum.Sahiden neler oluyor, çok merak ediyorum doğrusu...***Perde arkasında bilmediğimiz, bize anlatılmayan pek çok şey oluyor, eminim...Hatırlarsanız, Mehmet Ali Aydınlar, istifasında iki geçerli sebep ortaya sürmüştü.UEFA’dan gelen kritik bir belgenin kendisinden saklandığını düşünmesi ve Ahmet Çakar ile Erman Toroğlu’nun kendisiyle ilgili yaptığı eleştiriler...Sonra ertesi gün ortaya çıktı ki belge konusu tam anlamıyla gerçeği yansıtmıyormuş.Söz konusu belge zaten kendisine iletilmiş ve Aydınlar da bunu Ali Koç’a cevaben yaptığı basın toplantısında kullanmış.Üstelik hangi belgeyi okuduğundan bile haberi olmadığı da böylece ortaya çıkmış oldu.Ahmet Çakar, Erman Toroğlu eleştirileri ise kesinlikle inandırıcı gelmiyor bana...Aydınlar’ın seçilir seçilmez MHK başkanlığını önerdiği iki yorumcu nedeniyle istifa etme ihtimali en hafif anlatımıyla komik geliyor insana.Gerçek nedeni hala sır...***Peki... UEFA ‘nın asbaşkanı Şenes Erzik gibi içi boş argümanlarla ortaya çıkmayacak kadar tecrübeli, diplomasi geleneğine sadık birinin önce TFF başkan adaylığını açıklayıp, 24 saat geçmeden FIFA ve UEFA’dan izin alamadığını söyleyerek geri çekilmesi ne anlama geliyor?Bunu da hatırlarsınız; Şenes Erzik, Ankara’da Spor Bakanı Suat Kılıç ile yaptığı görüşmeye Zürich’ten geldi.UEFA’daki çalışma arkadaşları ile konuşmuş olmalı, çünkü Bakanın kendisine TFF Başkanlığı’nı teklif edeceğini biliyordu.Nitekim o randevudan çıktıktan sonra adaylığını kendisi açıkladı.Ama sonra “FIFA bana izin vermedi“ kartını masaya koyarak olay yerinden uzaklaştı.Sanırım AK Parti’ye “hayır” demiş olmak istemediği için UEFA’yı kullandı.Aydınlar’ın istifası gibi bunun da gerçek nedeni hala sır...Aydınlar’ın istifası ile Erzik’in vazgeçmesi birbirine çok benziyor bana kalırsa...***Başbakan’ın Aydınlar’la yola devam etmek istemediği çok açık.Yerine uygun gördüğü Erzik de durumu fazla “netameli“ bulduğu için UEFA bahanesiyle görevden kaçtı.Gördüğüm kadarıyla ne Aydınlar ne de Erzik, şike cezalarının geciktirilmesi nedeniyle UEFA’nın vermesi muhtemel cezaların muhatabı olmak istemedi.Çünkü başından beri söylenen şey hep aynı:UEFA en geç mart ayı sonuna kadar şike ile ilgili cezaların verilmesini istiyor.Eğer adalet duygusunu tatmin edici bir ceza uygulanmazsa, bu sefer Türkiye Futbol Federasyonu’nu bütün organizasyonlardan 3-5 yıl arası men etmeleri gündeme gelebilir...Ki, bu da felaket olur.Oysa başbakan TFF’nin kulüplere vereceği disiplin cezalarının mahkeme sonuna bırakılmasını ve kişilere verilecek cezaların bir an önce verilmesini istiyor.***F.Bahçe Kulübü bu noktada çok etkin lobi yapıyor.Nihat Özdemir’in ifadesiyle “TFF’nin F.Bahçe Kulübü’ne vereceği herhangi bir cezanın Aziz Yıldırım’ı mahkemede suçlu göstermesinden endişe ettikleri için, TFF’nin cezalarını mahkeme bitene kadar erteletmesini” istiyorlar.Doğru bir mantık olabilir...Ama Aziz Yıldırım için doğru bir mantık bu...Cezaları bekletelim derken, Türkiye’nin alabileceği herhangi bir ceza kimsenin umurunda değil.F.Bahçeliler tarafından şike soruşturmasının bir numaralı sorumlusu olarak görülen Başbakan, bu meseleyi yumuşak bir finalle çözmeyi planlıyor.Galiba dananın kuyruğu da 22 Mart’ta İstanbul’da yapılacak UEFA Kongresi’nde kopacak.İstanbul’a gelecek olan UEFA Başkanı Michel Platini ile Başbakan arasında yapılacak özel görüşmede bu mesele ya tatlıya bağlanacak ya da Aziz Yıldırım’ı mahkemede zor duruma düşürmemek için Türkiye ceza alacak.İnsan karar veremiyor, Başbakan mı futbolun çok içinde, futbol dünyası mı sürekli topu Başbakan’ın kucağına atıyor?Sanırım ikisi birden...***İnsan, başbakanın çözeceğini söylediği Kürt sorununun, Kıbrıs sorununun, Alevi sorununun, demokrasi sorununun, anayasa sorununun bugünkü halini düşününce...Bu sorunun çözümü başbakana bırakılmasa iyi olur diye düşünüyor.UEFA bizim kadar sabırlı olmayabilir çünkü.***Bu arada, Galatasaray yöneticisi olan bir dostum UEFA’nın, Türkiye’ye ceza vermesi halinde bile Galatasaray’ı özel bir izinle Şampiyonlar Ligine kabul edeceğini söyledi.UEFA bu sözü vermiş...Sanırım bizi hayli karışık günler bekliyor...

Devamını Oku

‘Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi’

18 Şubat 2012

Yahya Kemal’in şiirindeki o unutulmaz mısra bir ok gibi saplandı aklıma son günlerde...‘Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi,Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.’Ölmeden önce ölmek...İnsanların çok azı gerçekten yaşıyor.Oscar Wilde’ın dediği gibi pek çoğu sadece var olmakla yetiniyor... Ama yaşamıyor.Var olmayı sürdürmekle, yaşamak arasında ciddi bir fark var.Var olmak, sana verilenin içinde, mümkün olduğunca onu değiştirmeden, sıkıntıya düşmeden, acı çekmeden, sadece kendini sakınarak düz bir çizgide doğumdan ölüme doğru ilerlemektir.Yaşamak ise cesaret ister...Kaybetmeyi göze alarak, riskleri göğüsleyerek, mutluluğun zirvelerine çıkmaktan da mutsuzluğun uçurumlarına düşmekten de korkmadan, gücünle ve zaafınla kendine ait bir alan açıp orada önemli ya da önemsiz bir iz bırakarak, sana verilen zamanın her anını doldurarak, duygularınla düşüncelerinin gereğini yapmaktır yaşamak, kendini küçümsememektir.Bunun bedeli var, kaybedebilirsin, mutsuz olabilirsin.Belki de onun için, kendi duygularımız ve düşüncelerimiz bizi bedel ödemek zorunda bırakacak diye kendimizden korkuyoruz.İnsan en çok kendisinden korkuyor...O kadar korkuyor ki ölmeden evvel ölmeyi göze alıyor.***Kendi duygularımızdan, kendi zaaflarımızdan, kendi güçsüzlüklerimizden hatta bazen kendi gücümüzden ürküyoruz.Yaşama her dokunuşumuzda duygularımızın taşacağından, alevlenip bizi yakacağından öyle çekiniyoruz ki...Kendimizden de, yaşamdan da, aşktan da kaçıyoruz.Bütün hayat acıklı bir kaçış hikayesine dönüyor sonra.***Korktuğumuz için yaşayamadığımız bir hayatı ellerimizde taşımaya uğraşıyoruz.Yaşamdan uydurduğumuz bin bir mazeretle saklanmaya, onunla köşe kapmaca oynamaya, ona arkamızı dönmeye çabalıyoruz.Yaşamaya değil yaşamdan kaçmaya adadıkça kendimizi, en büyük ‘düşmanımız’ yaşam oluyor.Çünkü yaşam her yanda, sen kaçıyorsun diye o seni bırakmıyor.İnsan kendi duygularıyla kuşatılıyor.Döndüğü her yerde kendi duyguları çıkıyor karşısına.Yaşamaktan öyle korkuyoruz ki mutluluğa, aşka rastlasak ardından gelecek terk edilme ihtimaline dikiyoruz gözlerimizi...Başkaldıracak isyan edecek bir kıvılcıma rastlasak, ödenecek bedeller düşündürüyor bizi...Korktukça kendimize acımaya başlıyoruz sonra.Kendimize acıdıkça zavallılaşıyoruz...Zavallılaştıkça yaşamla yüzyüze gelmektense ölmeyi yeğliyoruz...***Ama ne garip ki...Yaşamaktan korkanlar, gözlerini mutlulukların ardında saklı acılara dikenler aslında hep en çok acıyı çekenler oluyor.Yaşanmamış bütün duygular daha sonra intikamlarını alıyor onlardan.Sonrası umurumda değil deyip yaşamayı göze alanlardan hep daha fazla yarayı yaşayamadıkları için taşıyorlar.Acıları çekiyorlar ama bunca acıyı korktukları için çektiklerini bir türlü göremiyorlar...Yaşamanın cesaret istediğini bir türlü sezemiyorlar.Oysa ki...Ne kadar çok korkarsak korkumuz o kadar artıyor.Ne kadar çok yaşarsak, cesaretimiz o ölçüde bileniyor...Yaşayamıyorsanız eğer siz de pek çoğumuz gibi, bu başkaları yüzünden değil...Sizi güçsüzleştiren, çaresiz bırakan, isyan etmekten alıkoyan, sizi yaşatmayan şey sizin kendi korkunuz.***Ölmeden önce ölmemek cesaret istiyor...Belki de bu yüzden ölmeden önce ölmek birçoğumuzun işine geliyor.Neticede herkes ölüyor...Bazıları yaşamadan, bazıları da yaşayarak ölüyor.

Devamını Oku

Duvardaki gölgeleri oynatan el, siyasetçileri kandırıyor ama ya bizi de kandırıyorsa?

16 Şubat 2012

Gazetede yazı yazan birinin başına gelebilecek en büyük felaket ağır ağır bana da yaklaşıyor.Gazete haberleriyle ilişkim gevşiyor....Okuduklarım nedense bana bir türlü gerçek gelmiyor.Haberleri, o haberlere yapılan yorumları okudukça sanki bir ışığın önündeki elin duvara yansıyan gölgesini izliyormuşum duygusuna kapılıyorum...El bir sürü hareket yapıyor ama gölgesinden başka hiçbir şey görmüyorum...El bazen kaplan, bazen tavşan, bazen kaçan, bazen kovalayan oluyor ama ben onların hepsinin hep aynı gizli elin oyunları olduğu duygusundan sıyrılamıyorum...***Siyaset dünyamız hakkında, Türkiye’de olanlar hakkında, duvarda görgümüz gölgeler hakkında yorum yapmak, bir başka tavşan gölgesi halinde duvara yansımakmış gibi geliyor bana.Bu ülkede olanların ya da olanlar diye gözüken şeylerin tümden yalan olduğu duygusundan kurtaramıyorum kendimi.Ne iktidardaki bir siyasinin iktidar, ne muhalefteki bir siyasinin muhalefet olduğunu düşünüyorum.Onları, gizli elin her kıpırtısında bir başka kılığa giren çaresiz, etkisiz, her an şekil değiştirebilecek ya da kaybolacak gölgeler olarak görüyorum...***Çocuklar, hayalle gerçeğin içiçe geçtiği, gerçekle gerçek olmayanın sürekli yer değiştirdiği, hayatın keskin sınırlarından kopuk bir belirsizlik içinde kendilerince dalgalanarak yaşarlar ya...Mesela bir çizgi roman kahramanı en büyük dostları, bir filmin kötü adamı en büyük düşmanları olur ya...Onların sevgisi ve düşmanlığıyla kendi minik hayatlarını yaşarken, gerçek tehlikeler karşısında gözlerini kapattıklarında o tehlikenin de kaybolacağına inanırlar ya...Bizim siyaset dünyamız da öyle işte...Gerçeklerden kopuk bambaşka dünyaları, düşmanları, savaşları var sanki...Sadece duvardaki gölgelere bakıyorlar...Gölgeler onlara ne gösteriyorsa ona göre bağırıyor, korkuyor, saldırıyor ya da siniyorlar.***Mesela CHP...Çoktan duvardaki kurultay kavgası gölgelerine dalmış, dünyayı unutmuşlar...Ne Uludere, ne devlet krizi, ne ihale yolsuzluğu...Onların derdi kurultay. Mesela AKP...Onlar çoktan Erdoğan sonrası dünyanın savaşlarına girmiş durumdalar.Kürt meselesine, ihale vurgunlarına falan aldırdıkları yok.Cemaat’le kavga da herhalde Erdoğan sonrasını belirleyecek bir kavga onlar için.***Pazu gücüyle, fetihleriyle, Türk olmakla övünen Türkler sanat, sevda işleri, yaratıcılık gibi çocuksuluğa her zaman kendi içinde yer veren alanlarda çocukluklarını tümden unutuyorlar ama...Çocukluğa hiç yer olmayan siyaset ve diplomaside tam bir çocuk gibi davranıyorlar...Hepsinin kendi hayali kahramanları, hayali dostları ve hayali düşmanları var.Sadece gerçeklerle ilgilenen dünyayla o yüzden hiçbir zaman anlaşamıyor, birbirlerini anlayamıyorlar...Ve tam bir çocuk gibi kendilerini dünyanın merkezine koyuyorlar...Onlar için iyi olan bütün dünya için iyi, onlar için kötü olan bütün dünya için kötü...***Gölgeleri oynatan eli merak ediyorum ben.Onların çocuk olduğunu bilen biri sadece onları değil hepimizi oynatıyormuş gibi geliyor bana bazen...

Devamını Oku

Peki siz, mutluluk adanızı buldunuz mu?

14 Şubat 2012

Bazen nasıl zorlanıyorum yazı yazarken bilemezsiniz...Bir yandan, hızla üzerimize gelen, ilkbahara kadar gittikçe de yoğunlaşacakmış gibi gözüken belalar, kavgalar, savaşlar...Bir yandan da tüm güzelliğiyle yanı başımızda duran hayat.Sevinmeyi, şaşırmayı, herhangi bir şeye gülümseyerek bakmayı, gördüğümüz bir şeyi başkasına heyecanla göstermeyi unutmuşuz gibiyiz...Ya da bazılarımız gibi ben de hayatımın önemli bir kısmını gazete haberlerinin içine gömdüğüm için bana öyle geliyor.***Dün Sevgililer Günü’ydü...Eğlenen, sevinen insanlar vardı.Sokakta, lokantada, dükkanda Sevgililer Günü’nü küçümsemeden ama abartmadan da geçiren insanları izledim.Onların sevimli telaşını, alışverişini, daha haftalar öncesinden yapmaya başladıkları programlarını, sokaklara, vitrinlere yansıyan sevinçlerini seyrettim.Ben belki kırmızı kalp kılığına giren Sevgililer Günü coşkusunu çok yürekten paylaşamam ama Sevgililer Günü’nü reddetmenin kendi önemlerinin, zekalarının göstergesi zanneden, tuhaf bir şekilde o günü kutlayanları küçümseyen insanları da komik bulurum.İnsanlar eğleniyorlarsa, neşeleniyorlarsa, coşuyorlarsa bunun kimseye zararı olmayan masum nedenlerini küçümsemenin anlamını pek kavrayamam doğrusu.Genç bir çift birbirilerinin yüzüne bakıp, kollarını birbirinin içinden geçirerek içkilerini içiyorlarsa, bırak onlarla dalga geçmeyi, onları aşağılamayı, onlar bundan bir sevinç aldığı için sen de sevin, iki genç mutlu işte, bundan daha şefkat ve hoşnutluk yaratan sahne ne olabilir?***Sevgiyi göstermenin, dünyayı unutmanın yöntemi insandan insana değişir, herkes kendi yetişme tarzına, alışkanlıklarına, okuduğu kitaplara, seyrettiği filmlere göre gösterir sevgisini.Bazıları için bu sakin bir gülümsemedir...Bazıları için sevdiğinin elini tutup sıkmaktır...Bazıları için gürültülü barlarda birlikte dans etmektir...Bazıları için halay çekmek, bazıları için horon tepmektir...Bazıları için şiir okumaktır...Bazıları için şarkı söylemektir...Bazıları sevgisini herkesin içinde gösterir, bazıları bunu göstermek için bir mahremiyet arar...Ne fark eder eğer bu yaptıklarından zevk alıyorlarsa, bu sevgiyi gösterme ve paylaşma biçimleri onları mutlu ediyorsa?Sevinmenin en doğru yolu diye bir yol yok.Mutlu olan insanların mutluluğunu görmekten her zaman sevinirim, onların mutluluğundan bana düşen pay da budur, başkalarının mutluluğunu, o mutluluğa ulaşma yollarını küçümseyerek kendi mutsuzluklarına bir “üstünlük” madalyası takmak isteyenler bana her şeyden ve herkesten daha acıklı gözükür.Kırmızı kalpten mumlar almam ama alan birini görürsem ona gülümserim, o bundan memnun diye memnun olurum.***Bunca sıkıntının ortasında hepimiz kendimize bir mutluluk adacığı arıyoruz, biraz mutlu olmak, bu mutluluğu biriyle paylaşmak istiyoruz.O adacığa zaten ulaşmış insanlara, oraya nasıl ulaşılması gerektiği konusunda akıl vermenin çok akıllıca olmadığını düşünüyorum doğrusu.Kırmızı kalpten bir mumla o adacığa ulaşıyorlarsa bırakın mumlarla ulaşsınlar.Siz oraya sakin bir gülümsemeyle ulaşıyorsanız, siz de öyle ulaşın...Yeter ki o adacığa ulaşın, hiç kimsenin çok uzun kalamadığı o adada geçireceğiniz kısa zamandan daha güzel çok fazla bir şey yok çünkü hayatta.

Devamını Oku

Bu kavganın kaybetmeden kazananı olmaz...

12 Şubat 2012

Tarih, batmış, dağılmış, yok olmuş devletlerin üstüste yığıldığı bir enkaz yığını gibidir...O enkazın arasında binlerce macera, maceraların içinde binlerce hata görürsünüz...Bugünden geriye doğru bakıp da hataları incelediğinizde şaşırıp “bu hatayı nasıl yapmışlar” diye sorarsınız kendinize.Birkaç yıl önce bir yazıda okumuştum, Amerikalı bir araştırmacı, batmış ülkelerin hangi hatal ardan battığını inceleyen bir kitap yazmış.Yok olan devletleri tarihten silinmeye götüren hatalara yakından baktığınızda, yok olan her toplumda birilerinin çıkıp ‘bu hatayı yapmayın yokoluruz’ dediğini görüyormuşsunuz...O yazıdan aklımda kalan en çarpıcı örnek de Truva Atı.Truvalılar ın kapılarına bırakılan tahta atı kalenin içine alıp, yaptıkları bu akılsızc a hatadan dolayı yenilmelerinden önce, bazı Truvalılar çıkıp ‘bu atı kaleye almayalım, bu tuzak olabilir’ demişler ama sözlerini dinletememişler...Toplumun kendi içinden çıkan insanların söylediği doğrulara kulaklarını tıkamaları , enkaz yığınının arasına katılmalarıyla sonuçlanmış.***Türkiye’de yıllardan ama gerçekten yıllardan beri ‘şu cumhuriyeti yeniden kuralım, devletin yapısını değiştirelim, toplumu özgürleştirelim yoksa sonumuz hayırlı olmayacak’ diyen insanlar kendilerini parçalıyorlar sözlerini dinletebilmek için, ama tarihte binlerce kez rastlandığı gibi topluma duyuramıyorlar...Değiştirmemekte direndiğimiz yapının sonucunda geldiğimiz yeri görüyorsunuz...Bütün müesseseleri çürümüş bir toplum olduk...Polis ve yargı , hükümet ve MİT’le savaşıyor...***Her masada , her konuşmada tekrarlanan bir söz vardır , ‘Polis ceaatin elinde .’Cemaat, Tayyip Erdoğan kavgası bu yani...Bu kavgayı ne anlamak mümkün, ne de bu kavganın kaybetmeden kazananı olması mümkün...Kazananın da , kaybedenin de büyük yara alacağı bir kavga bu.Peki, aslında anlaşıyor olması gereken bu iki ekip neden kavga ediyor?Ve onlara yakın olanlar ‘bu kavgayı yapmayın yoksa çok ciddi güç, prestij ve kan kaybedeceksiniz’ demiyor mu?Yoksa bunları söyleyenler çıkıyor da kimse dinlemiyor mu?Herkes kaybedeceğini bile bile bu kavgaya neden giriyor?Herkes felaketin geldiğini görüyor ama gene de ışığa düşmüş bıldırcın gibi kör bir halde duvara doğru son sürat uçmaya devam ediyor.***Tabii asıl mesele, kimle kimin çatıştığından çok bir devletin içinde bu tür çatışmaların olabilmesi.Bu nasıl bir devlettir ki savcı istihbarat şefini tutuklamak ister...Polis, istihbarat ajanlarını yakalar...Ajanlar gazetecileri izler...İstihbarat servisi sahte belgelerle gazetecileri dinler...Bu darmadağınık yapının bile farkına varamayan hükümet, kavga çıkmadan önce “mükemmel koordinasyon var” diye övünür.Kendi uçaklarıyla Uludere’de kendi insanlarını parçalar...Kaçakçıyı militandan ayırt edemez.Bir özür dilemeyi bile beceremez...***Devlet diye bir şey yok burada.Kürt meselesini çözmeden, yeni bir anayasa yapmadan da gerçek bir devlet kuramayacağız, halkının önemli bir çoğunluğunun eşit vatandaş olmasını kabul etmeyen bir anlayış gerçek bir devlet kuramaz.Hukuk ve demokrasiye bağlı bir devlet kurmak zorunda olduğumuzu söyleyip duruyor insanlar.Dinleyen yok.Türkiye kendine bir çeki düzen veremezse, ülke içindeki baskıyı, yasağı, düşmanlığı temizleyemezse, tarih kızgın ağzını açmış , enkazına katacağı yen i bir ülkeyi daha yutmak için iştahla bekliyor olacak...***Bize bir olmaz mı diyorsunuz?“Almayın” diye uyaranları dinlemeyip o tahta atı içeri alan Truvalılar da öyle diyorlardı.

Devamını Oku

Hiçbir düşman kendi gerçeğimiz kadar ürkütücü olamaz... Ne dersiniz?

11 Şubat 2012

Sonunda buldum galiba...Bu ülkede düşmanlığın, zekasız bir kötülüğün, kızgınlığın, öfkenin, nefretin neden gözde duygular olduğunu.Farkındasınız siz de değil mi, herkes kendini neye ve kime düşman olduğunu söyleyerek tarif etmeye çalışıyor.Olmayan kimliklerimizi, düşmanlıklarımızla oluşturmaya çalışıyoruz.Her şeyin aydınlık ve açık olacağı bir dünyada, yalanlardan, eskimiş, anlamsızlaşmış düşmanlıklardan, yersiz böbürlenmelerden yaptığımız mevzilere saklanmaya çalışıyoruz.Halbuki içine girip saklanacağımız hiçbir ezberlenmiş cümle, hiçbir denenmiş klişe kalmadı artık.Türkiye tarihinin en önemli dönemeçlerinden birini yaşadığımız şu yıllarda, gelecek bizi karanlığıyla değil ışıklarıyla korkutuyor...Kendi kendimizle yüzleşme tehlikesiyle karşı karşıyayız çünkü...Hiçbir düşman kendi gerçeğimiz kadar ürkütücü değil bizim için...Belki de o yüzden düşmanlarımıza değil ama düşmanlıklarımıza sığınıyoruz.***Bazen o kadar hızlı değişiyor ki her şey...İnsafsız gündem bazen bütün düşmanların da yerini öyle bir değiştiriyor ki korkuyla çırpınan bir kör gibi artık yerinde olmayan düşmanlara ateş ediyoruz...Bir şeyi vurduğumuz yok ama ateş etmek bizi var olduğumuza inandırıyor.Aslında ülkedeki bütün düşmanlıkları ortadan kaldırmak, herkesi eşit ve özgür insanlar olarak kabul edecek bir düzen kurmak, içinde yaşadığımız çağın huzurlu bir parçası olmak mümkün.Ama her şeyin “düşmanlıklarla” tarif edildiği bir sistem kurmuşuz, düşmanlıkları ortadan kaldırdığımızda o sistem de yok olacak, belki de o yüzden bu acılara ve sefalete razı oluyor, düşmanlıklardan vazgeçmiyoruz.Ancak düşmanlıklarımız kadar varız bu yeryüzünde...Düşünsenize, otuz yıldır devam eden şu savaş bitse, kendini bu savaştan beslenerek Kürt ya da Türk olarak tarif etmekten hoşnut olan, “düşmana” duyduğu öfkeye bağımlı hale gelen, kendini ırkıyla ve başka bir ırka duyduğu düşmanlıkla biçimlendiren kaç kişi kimliksiz kalacak?Kaç kişi hayattaki mertebesini, makamını kaybedecek?Kaç kişi kendisiyle, kendi kişisel gerçeğiyle yüz yüze gelecek?“Ben kimim?” sorusuna sadece kendisini tarif ederek cevap vermeye zorlanacak?***Çoğu zaman çok hararetli konuşan, kızgın olan birini gördüğümde usulca yanına sokulup kulağına ‘bütün düşüncen bu düşmanlıksa sen aslında hiç kimsesin’ demek istiyorum...O anda bu dediğime kızsa bile eve giderken beni anlayacağını biliyorum...Çünkü gerçeğin, açıklığın, şeffaflığın, dostluğun, geleceğin bize bu kadar yabancı olduğunu görmek gizlice yaralıyor hepimizi aslında.Düşmanlıkları çok seviyoruz ama düşmanlıklardan yoruluyoruz da.***Birini düşman kabul edip öfkelenerek yaşamanın, onun üstünden kimliğini tarif etmenin bir konforu, ezberlere sığınmanın bir rahatlığı, hak etmeden bir kimlik edinmenin kurnazlığı var ama...Bütün bunların bir de bedeli var.Bir türlü gelişememek,barış içinde yaşayamamak,huzura erişememek, güvensizlik içinde yaşamak, süreklibirbirimiz kanatmak, birbirimizi öldürmek...Ağır bedeller bunlar.Değer mi gelecekten korkup geçmişin düşmanlıklarına sığınmak için bunları çekmeye?Değer mi geleceği yok etmeye?Buna vereceğimiz cevap, belki de gerçek bir kimlik edinmek için ilk adımız olacak.

Devamını Oku

Tanrı yarattığı mükemmelden sıkıldığı için insanları yarattı

9 Şubat 2012

Siz de benim gibi mükemmeliyetçiyseniz şu usul usul yağan karda bile rahat rahat bir kardan adam yapamazsınız kızınızla...O minik elleriyle siyaha boyayıp evden getirdiğiniz küçük patatesleri kardan adamın gözlerine koyar, siz, ‘ama böyle yamuk oldu, çıkartalım tekrar takalım’ diye tutturursunuz...O kendi en sevdiği atkısını takmak ister kardan adamın boynuna, siz, ‘ama atkını ıslatmayalım, istersen ona bu eski atkıyı takalım’diye düzeltirsiniz hemen...Ne kendinizi beyazın huzuruna bırakırsınız ne de küçük kızınıza huzur verirsiniz...Çünkü size göre her şey mükemmel olmalı...***Tanrı’nın yarattığı her şey mükemmeldir aslında...Biz kardan adam yaparken, kurumuş ince dalları kardan bembeyaz olan ağaçlara kuşlar konuyor arada bir...O kuşları Tanrı yarattı...Kanatlarının uçlarının kıvrıklığına, o sadece sırtlarındaki tüyün maviliğine, ürkek gözlerine hayran olursunuz...Bu mükemmelliğe kendinizi teslim edersiniz...Sırt üstü, hiçbir şeyi ama hiçbir şeyi önemsemeden karlara yatarsınız...Gözlerinizi gökyüzüne dikersiniz...Üstünüze karlar yağar, siz o küçük kar tanelerinin gökyüzünden ilk koptuğu anı görmeyi istersiniz ama gökyüzüne ne kadar baksanız da o anı göremezsiniz...Ancak size yaklaştıklarında fark edersiniz onları.Sonra mükemmeliyet giderek anlamsızlığa dönüşür...Çocukların sesi giderek uzaklaşır...Ve gözlerinizi kapar, kendinize sorarsınız ‘var olan her şeyin sonunda yok olduğu bir düzeni bu kadar mükemmel yaratmanın manası nedir’ diye...Yaratıcının vahşi alaycılığı mı?Neden olmasın...***Mükemmeliyetçiğiz...Çünkü hayatımızdaki her mükemmel şey, kardan adamın simetrik patates gözleri bile bizi onları yaradana yaklaştırır...Bazense bütün mükemmelliği darmağın etmek isteriz...Çünkü mükemmeli her bozduğumuzda kendi eksikliğimize bozukluğumuza, zaaflarımıza yaklaşırız...İkisinin de yakıcı bir çekiciliği vardır... Mükemmelliğin de eksikliğin de..Ve çoğu zaman hangisini istediğimizi bilemeyiz...Ama çoğunlukla Tanrı’nın kurduğu her mükemmelliği bozarız...Doğada bütün hayvanlar müthiş bir uyum içinde çoğalırlar ve mükemmel bir şekilde ölürler...Biz cinayetler işler, savaşlar çıkarır ölümün mükemmelliğini bozarız...Ya da aşkı icat edip, çifleşmenin sade, sakin ve manasız mükemmelliğini paramparça ederiz...Ama bundan şikayet etmemeliyiz değil mi?Aşkın doğanın mükemmel anlayışını karmakarışık edecek çılgınlığı, Tanrı’nın alaycılığıyla baş etmemizi sağlıyor belki de...***Yazmak, savaşmak, sevişmek, düşünmek, aşık olmak insanları, manasını bir türlü kavrayamadıkları o tekdüze mükemmellikten kurtarır...Mükemmel olanın öldürücü yeknasaklığından bizi alıp, alabora olacağımız çılgın dalgalar arasına bırakır.Üremeyi sevişmeye, sevişmeyi kıskançlıklara, kuşkulara, alınganlıklara, kavgalara, acılara çevirir...Mükemmeli her bozduğumuzda, Tanrı’yla her yarıştığımızda, bunu kanayarak, yaralanarak, acıdan kıvranarak, kederle burularak, kuşkuyla yanarak öderiz.Mükemmelliğe yaklaştıkça manasızlaşır, mükemmellikten uzaklaştıkça da yaralanırız...***Tanrı yarattığı her şeyi mükemmel yaratır...Ama belki o da, yarattığı mükemmelden sıkıldığı için insanları yaratmıştır.Tanrı, imzasını mükemmeli yaratarak, biz de mükemmeli bozarak atarız...Tanrı’yla yarışırız...Her mükemmeli bozarız...Belki de yaratılma nedenimiz budur.***Gözlerimi açtım, kafamı usulca çevirdim, mükemmel yaptığımız kardan adama baktım...Hızlıca yerimden kalktım, Leyla’ya “eve gidiyoruz” diye seslendim ve düzgün taktığımız patates gözleri Leyla’nın seveceği gibi yamuk hale getirip, beş yaşındaki o sıcacık eli tutarak güvenle eve doğru yürüdüm...İşte bu mükemmeldi...Ben de bunu asla bozmak istemiyordum.Mükemmelin her zaman sıkıcı olmadığını o minicik el bana gösteriyordu çünkü.

Devamını Oku

Dünyayla aramızdaki zaman farkını nasıl kapatacağız?

7 Şubat 2012

Türkiye’de politikacılar konuştukça, hayat politikanın sığ oyunlarına gömüldükçe, bizler de bunu hayatın en önemli şeyi zannettikçe...Gelişen dünyanın zaman ölçüsünden iyice kopuyoruz.Dünyada zaman burada olduğundan daha hızlı akıyor...Biz bir köylü yavaşlığıyla yürüyoruz hayatın içinde.Dünyanın laboratuarlarında, araştırma merkezlerinde, üniversitelerinde, fabrikalarında neredeyse her an bir yenilik bulunup hayata katılıyor.Her an yeni bilgisayarlar, robotlar, insan yerine düşünen aletler, çipler oralarda insanların hayatını ve hayatı algılayış biçimlerini sürekli değiştiriyor...Hayat süratli koşuyor oralarda...***Geçen gece televizyonda Uludere’de akrabalarını kaybeden iki genç adamı seyrettim.Yaşadıkları hayat, başlarına o korkunç felaket gelmeseydi bile televizyona çıkmayı hak ediyormuş doğrusu.Onları dinledikçe zaman durdu sanki...Onların yaşadığı yerdeki zamanı düşündüm...Yozgat’ın köylerindeki, Hakkari’nin mezralarındaki, Diyarbakır’ın gettolarındaki, Mardin’in sınırındaki hayatın hangi süratle aktığını...Karadeniz’in çay toplayan köylülerinin hayatını, İstanbul’da gecekondularda oturan kadınların hayatının hangi aralıklarla değişime uğradığını...Hayatlarına yeni bir unsur, yeni bir makine, yeni bir düşünce, yeni bir bilgi, yeni bir anlayış hangi süratle katılıyor sizce onların?***Türkiye’de yenilik ve değişim çok yavaş...Dünyayla aramızdaki fark geometrik bir hızla açılıyor...Cebinde parası olan, dünyanın hızına yetişiyor, evet... Ama ya diğerleri?Mezralarda hayat yüzlerce yıldır değişmeden aynı yavaşlıkla akıyor.Batılıların hayatına bir günde katılan yenilikler onların hayatına kaç günde katılıyor acaba?***Dünyayla aramızdaki zaman farkını nasıl kapatacağız?Aynı değişim sürecini nasıl yakalayacağız?Aynı zaman ölçüsüne nasıl kavuşacağız?Ve en önemli soru;Yakalayamazsak ne olur?Politikacılar ne çok konuşuyor Türkiye’de değil mi?Ama bir tanesi bile dünyanın zamanını nasıl yakalayacağımızı anlatmıyor.Bununla ilgilenmiyor ki...Hâlâ “dindar nesil” yetiştirmek isteyenlerle “Atatürkçü nesil” yetiştirmek isteyenlerin mücadelesini izliyoruz.Facebook’u bulan genç, Windows’u icat eden Bill Gates, Apple’ı kuran Steve Jobs, ne dindar, ne Atatürkçü, onlar yaratıcı sadece.Yaratıcı geçlik yetiştirecek, gençlerin aklını, zekasını, düşünme gücünü artıracak bir eğitimden yana kimse yok mu burada?Yok.Kendileri yaratıcı değil ki, kendileri özgün düşüncelerle ortaya çıkabilmiş değil ki gençlerin öyle olmasını istesinler.Saz aşıkları gibi laf yarıştırıyorlar.Düzeyleri bu kadar.***Zaman ölçüsü tümüyle dünyadan kopmuş, değişim hızı çok yavaş, neredeyse bütün enerjisini savaşa, şiddete, ölüme harcayan bir toplum, çok hızlı davranan, tüm enerjisini insanı daha iyi yaşatmaya harcayan sürekli üreten bir dünyayla nasıl bütünleşecek?Üniversite öğrencilerini dekanı eleştirdi diye okullardan atan, hapishaneleri gençlerle dolduran, en küçük bir eleştiriye tahammül edemeyen bir anlayış zaman ölçümüzü onların ölçüsüne nasıl denk getirecek?***Köylülükten polisliğe, hukukçuluktan marangozluğa, siyasetçilikten gazeteciliğe kadar hiçbir dalda evrensel ölçüleri tutturamıyoruz.Laboratuvarlarımızda, araştırma merkezlerimizde, üniversitelerimizde hayatımıza yenilik, derinlik, anlam katacak büyük buluşlar pek olmuyor.Hayat çok yavaş burada...Bizim ölçümüze göre gelecek çok uzaklarda, onların zaman ölçüsüne göre gelecek çok yakında.Bize “uzak” geleceği “yakın” gelecek yapacak birileri lazım.Ama onları da siyasette, televizyon ekranlarında, gazete sütunlarında pek bulamıyoruz.

Devamını Oku