CNN Türk’de Şirin Payzın’ın Neler Oluyor programına katılan Bülent Arınç ‘Bir medeniyet dili midir Kürtçe? Türkçe bir medeniyet dilidir’ demiş...Bu, bana kalırsa ‘Biz Türkler siz Kürtlerden üstünüz’ demenin açıkça söylenememiş halidir...Oysa ki açıksözlü, cesareti diğer pek çok politikacıya benzemeyen, güvenilir bir politikacıdır Arınç...Keşke böyle tuhaf bir cümle söyleyeceğine, çıkıp kestirmeden ‘Biz Kürtlere anadilde eğitim hakkı vermeyeceğiz’ deseydi...Bunu tartışırdık ama hiç olmazsa böyle şaşırmaz, böyle utanmazdık...Arınç’a neler oluyor diye düşünmezdik...Tayyip Erdoğan’la aralarında neler geçiyor ki Arınç ona en yakışan tavrını, cesaretini kaybetti diye merak etmezdik***Arınç demiş ki ‘Kürtçe eğitimin önünde anayasal engel var .’‘Size yeni anayasa yapacağız’ diyen bir hükümetin başbakan yardımcısı bunu nasıl söyler, insanın aklı almıyor...Anayasal engel varsa kaldırın.Herkesin hakkını teslim eden bir anayasa yapın.Kürtlerin hakkını teslim etmemek için 12 Eylül anayasasına sığınmak yakışıyor mu Arınç’a?İş, Kürtlerin hakkına gelince mi 12 Eylül anayasası böyle değerli ve vazgeçilmez oldu?Gerçekten demokrasiden ve eşitlikten yanaysanız, “bu anayasa izin vermiyor ama biz anayasayı değiştireceğiz” demek gerekmiyor mu?“Sizin diliniz medeniyet kurmadı, bizim dilimiz medeniyet kurdu” türünden nezaketsizliklerin, 12 Eylül anayasasından değiştirilemez kutsal bir metin gibi söz etmenin anlamı ne?Anlamı, şoven ve kaba bir milliyetçiliğin AKP’nin ruhuna sızması ya da AKP’nin ruhundaki şovenliğin kendilerini güçlü hisseder hissetmez ortaya çıkması.Başörtüsünü “medeni” bulmayan Kemalizm’in, AKP’nin “Kürtçeyi medeni bulmayan” ruhunda yeniden dirilmesi.***Arınç, “Türkçe bir medeniyet dilidir” diyor.Öyle midir gerçekten?Dil nenir?Edebiyat nedir?Medeniyet nedir?“Medeniyet dili Türkçe”de ilk roman ne zaman yazıldı, ilk piyes ne zaman yazıldı?Türkçede ilk piyes yazılmadan binlerce yıl önce Yunanca piyesler yazıldığını hatırlatan bir Yunanlı çıkıp “Türkçe medeniyet dili değildir, Yunanca medeniyet dilidir” derse ne yapacağız?Hadi geçmişi bırakalım.Bugün,AK Partinin önem verdiği, dindar olmasını istediği gençlik kendi dilini kullanırken nasıl?Konuşmayan, anlatmayan,ahbablık kurmayan, sohbet edemeyen, tartışmayan bütün bunların yerine ‘geyik yapan’...Kızmayan, öfkelenmeyen, hiddetlenmeyen, köpürmeyen, çılgına dönmeyen, gözü kararmayan , bunların yerine yalnızca ‘kafayı yiyen’...Yemek yemeyen, sinemaya gitmeyen, sevişmeyen, aşık olmayan bütün bu fiilleri tek bir fiile indirerek yemeğe, sinemaya, aşka, yatağa ‘takılan’ bir gençlik...Medeniyet dili bu mu?Önce bu dili zenginleştirmemiz, bunun için de her şeyden evvel “edebiyatı terörizm” sanmayan bir içişleri bakanı bulmamız gerekmez mi?***AKP yönetimi,Uludere’de vicdanını, Kürtçe konusunda nezaketini, demokrasi konusunda dürüstlüğünü kaybetti.Vicdandan, nezaketten, dürüstlükten yoksun bir anlayış şimdi medeniyetten söz ediyor.Buna medeniyet denmiyor Sayın Arınç.Buna ne dendiğini biliyorum ama...Hangi dili konustuğumuz değil, o dilde ne söylediğimiz önemli olduğu için,susuyorum...
Dergi okumayı çok severim...Okuduğum pek çok dergiyi atmam...Zaman zaman onları açıp tekrar okumak hoşuma gider...Ve her defasında ne farkederim biliyor musunuz; elime aldığım o eski dergiyi zamanında yeterince iyi okumadığımı.Çünkü her seferinde geçmişte dikkatimi çekmemiş yeni bir şeye rastlarım...İnsan ‘hazır’ olmadan hiçbir şeye denk gelmiyor sanki...Dün Yasemin Çongar’ın yazısında söz ettiği Carl Jung’un “tesadüf yoktur” sözünün doğru olma ihtimaline inanıyor insan.O gün görmediğini bugün görüyorsun, bu bir tesadüf değil, çünkü o gün onlara dikkat etmeni sağlayacak düşüncelere ya da duygulara sahip değildin, bugünkü düşüncelerin ve duyguların ise o konuları senin için önemli kıldığından, o gün görmediğin şimdi dikkatini çekiyor.***2009 Haziran Sinema dergisini karıştırdım geçen gün...Çünkü Oskar’ın en güçlü adayı The Artist filmini seyrettim ve sinemanın sessizlikten başlayan hikayesini bir daha merak ettim...2011 Cannes En İyi Erkek Oyuncu Jean Dujardin’in -ger-çekten muhteşem performanstı- sesli filmlerin piyasaya çıkmasıyla kariyeri dibe vuran bir aktörü canlandırdığı, konuşmasız, siyah-beyaz, eski filmler gibi saniyede 22 kare çekilen bir film The Artist...Sessiz filmlere bir saygı duruşu gibi...İnsana sinema tarihini merak ettiren bir film.Sinema dergisinin o sayısında da dünya sinema tarihiyle ilgili iyi bir yazı vardı, hatırlıyordum...***Dergiyi karıştırırken 1976 yapımı Network (Şebeke) filmini anlatan bir yazıya rastladım.Daha önce hiç dikkatimi çekmeyen bir yazı.Sinema tarihinin gördüğü en kuvvetli medya eleştirisi yapan filmmiş...Başrolde ki Peter Finch ölümünden sonra Oscar adaylığı açıklanan ve alan ilk oyuncuymuş...Yaşı geçgince bir haber sunucusunu anlatıyormuş film.Howard Beale’nin hikayesi...Filmin bir karesinde Howard canlı yayında intihar edeceğini açıklıyormuş ve onu bir anda meşhur eden bir nutuk atıyormuş.***Diyormuş ki “Size işlerin kötü olduğunu söylememe gerek yok. Bunu herkes biliyor. Bu bir çöküş. Herkesin bir işe ihtiyacı var. Bankalar batıyor. Dükkan sahipleri tezgah altında silah saklıyorlar. Serseriler sokakta dehşet saçıyorlar. Kimse ne yapacağını bilmiyor. Oturmuş televizyon seyrederken bile on beş cinayetin, sayısız suçun işlendiği söyleniyor. Sanki çok normalmiş gibi...Artık giderek evimizde oturuyor ve giderek daha küçük dünyalar yaratıyoruz...Ve diyoruz ki ‘bari beni oturma odamda rahat bırakın .’Ama ben sizi yalnız bırakmayacağım...Sizin delirmenizi istiyorum...Protesto etmenizi, isyan etmenizi istemiyorum... Kongre üyelerine mektuplar yazmanızı da istemiyorum...Tek bildiğim önce kızmanızı istiyorum...‘Ben bir insanım, lanet olsun! Hayatımın değeri var’ demenizi istiyorum...Şimdi sizden ayağa kalmanızı istiyorum.Pencereye doğru yürümenizi ve pencereyi açıp kafanızı dışarı uzatıp ‘çok kızgınım ve buna daha fazla dayanamayacağım’ diye bağırmanızı.Bir şeylerin değişmesi lazım...Bırakın sorunların nasıl çözüleceğini...Önce şansınızı kullanın ve bağırın ‘çok kızgınım ve buna daha fazla dayanamayacağım.’”***Howard’ın isyanı 1976’dan çok günümüze uyuyor sanki.Yaşamanın cesaret istediğini söylüyor...Çok azımızın yaşadığı hayata tepki gösterdiğini söylüyor...“Kızın,” diyor, “Tüm olup bitenlere kızın... ”***O gün o dergide görmediğimi neden bugün gördüm?Bu bir tesadüf mü?Değil.Bugün gördüm çünkü öfkeliyim, bugün gördüm çünkü insanların isyan etmesini, pencerelerini açıp bağırmasını, öfkesini dile getirmesini, Uludere’den özür dilemeyen, “dindar nesil yetiştireceğim” diyen saçmalığa karşı çıkmasını istiyorum.“Artık dayanamayacağım” demesini istiyorum.Çünkü ben dayanamıyorum.Milyonlarca insanın da dayanamadığını biliyorum.Howard’ın dediği gibi...Bağırın o zaman, var gücünüzle bağırın...Bağırın ki duysunlar.Bağırın ki dursunlar.
Dedemin dedesi,babamın büyük dedesi, benim büyük büyük dedem tekke şeyhiydi.Hiçbir zaman hakiki bir dindar olamadım ama gerçek dindarlara hep özendim...Belki büyük büyük dedemden gelip ailenin içine akan ve ailenin bir kesiminde hep bir nabız gibi atan o inanca duyduğum sıcaklıktan...Belki rastladığım gerçek dindarlarla aramda hep zorlamasız bir dostluk, dürüstlüğün ve hoşgörünün değerini bilen karşılıklı bir sevgi olmasından...İnananların o derin ve güvenli sükunetinde her zaman imrenilecek bir huzur buldum.Nerede karşılaşsak, ki bunların sayısı gerçekten az, birbirimizi hep sevdik...Onlardan hep etkilendim...Onları dinlemekten hep hoşlandım.***Bugünse dinin temsilcileri olarak ortaya çıktıklarını ilan eden edenleri gördükçe gerçek dindarlar adına utanıyorum...Beni utandıran, nefsine sahip çıkamayan şeyhlerin kalabalıkta günah dediğine ıssızlıkta arsızlıkla saldıran sahtekarlığı, Allah sevgisini oya tahvil etmeye çalışan politikacıların ikiyüzlülüğü, Müslümanım diyenin şaşılacak zaafları değil...Asıl büyük günah bu değil bence...Büyük günah, babalarımızın gençliği zamanında solcuların Marks’ı,vatanseverlerin vatanı, şimdilerde ise dincilerin kendi dinlerini ayaklar altına alması, kendilerini biraz daha büyük ve diğer insanlardan farklı göstermek için basamak yapmaları, inançlarıyla böbürlenmeleri, inancı bir gösteriye çevirmeleri...***Benim bilebildiğim kadarıyla dindarlık, bir büyük güç karşısında kendi güçsüzlüğünü kabul etmeyi, bu büyük güç dışındaki her insanın eşit olduğunu içine sindirmeyi, o güç karşısında kendi güçsüzlüğünü tevekkülle sırtlayıp tevazuunun sınırlarını aşmamayı gerektirirken, bunlar Allah’ın adından kendilerine pay çıkartıyorlar...İnançları onları mütevazi değil tam aksine kibirli yapıyor...İnançlarını bir rozet gibi yakalarına takıp bununla övünüyorlar...Allah’la aralarındaki ilişkiyi, insanlarla aralarındaki ilişkilerinde kullanıyorlar...***Ne diyor başbakan Tayyip Erdoğan, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun ‘Türkiye’yi dindarlar ve dinsizler diye ikiye ayırdılar’ sözüne tepki olarak?‘Benim ifademde dindarlar dinsizler diye bir şey yok. Dindar bir gençlik yetiştirmek var. AK Partiden ateist bir nesil mi yetiştirmesini bekliyorsunuz. O belki senin amacın olabilir ama bizim böyle bir amacımız yok. Biz muhafazakar demokrat bir nesil yetiştireceğiz.’Sanki gençleri biçimlendirmek, inançlarını ve düşüncelerini şekillendirmek bir siyasetçinin göreviymiş gibi.Bir dindar Allah rızası için “dindar gençlik” yetiştirilmesini istese bu anlaşılabilir ama bir siyasetçi oy için “dindar gençlik yetiştirme” işine girişince görüntü çirkinleşiyor.Başbakan bu açıklamayla kendi inançlarının ödülünü Allah ’tan değil bizlerden istiyor... ‘Ateist nesil yetiştirme senin için olabilir Kılıçdaroğlu’ dedikten sonra kopacak alkışın peşinde belli ki...Yoksa dini siyaset sahnesine niye sürsün?Niye kendi iktidarıyla din arasında böyle bir bağ kursun?Niye sade ce kendini dindar, siyasi rakiplerini “dinsiz” ilan etsin?Niye din üzerinden oy devşirmeye kalkışsın?İnanç, nefsini terbiye etmiyor, sanki nefsi bu inançla oburlaşıyor...***Bence başbakan gerçek dindarları utandıracak şekilde davranıyor...‘Öteki dünya’ çoktan çıkmış aklından, aklı tamamen ‘bu dünya da’ ama bir mümin olduğunu iddia ederek diğer insanları küçümseyip dünyevi bir çıkar sağlıyor...Tevazuyu, tevekkülü çoktan unutmuş gibi...Tevazu olmadan din olur mu?İnancınızla bu kadar övünmek ayıp değil mi?Dini, rakiplerini ezmek için kullanmak gerçek dindara yakışır mı?
Mısır’daki devrimin birinci yılı doldu...Geçen sene 25 Ocak’ta başlayan ayaklanma, 11 Şubat’ta Hüsnü Mübarek’in devrilmesiyle şaha kalkmıştı.Cengiz Çandar, devrimin 1. yılında Tahrir Meydanı’na gitmiş.Devrimin hâlâ devam ettiğini, çok uzun yıllar da devam edeceğe benzediğini yazmış...Mısır’da halk yaşadıklarına “Arap Devrimi” diyormuş hatta “Arap Baharı” denmesi onları sinirlendiriyormuş...Tahrir Meydanı yine kalabalıkmış...Askeri Konsey’in varlığına sol ve liberal gençler kızıyormuş...Ortada bir devlet olmaması, Mısır’ı kimin yönettiğinin belirsiz olması herkesi huzursuz ediyormuş...***Bunları okurken, bir taraftan da pencereden pazartesiden beri aralıklı da olsa hiç durmadan yağan karın şehri nasıl bembeyaz bir tülle kapladığına bakıyordum...İnce ince yağmaya devam ediyor kar hâlâ...Mısır’daki gençleri düşündüm...Türkiye’deki gençleri düşündüm...Sonra aklımdan şu geçti; aşkı ve devrimi seviyoruz... Seviyoruz ama aşkın kendisini bir kadından ya da bir adamdan, devrimin kendisini de amacından daha çok sevdiğimize çok sık rastlıyoruz.Öyle değil mi?Aşka aşık olan ne çok kişi var...Ya da devrimin kendi içinde taşıdığı coşkuyla tutuşan ne çok genç var...Che Guevara, Küba devrimi başarıya ulaştığında başka dağlara devrim aramaya gitmemiş miydi?Ya da Mecnun Leyla’yı bırakıp aşkın peşinde yanmamış mıydı?***Erkeksiz ya da kadınsız bir aşk, aşkların en yakıcısı, amacına pek aldırmayan bir devrim, devrimlerin en ateşlisi çünkü...Saf aşkı arıyorsanız... İçine kıskançlığın, sıkıntının, acının, öfkenin, özlemin, kederin karışmadığı, o el değmemiş duyguyu istiyorsanız, bunu ancak tek başınıza, bir sevgiliyle paylaşmadan yaşayabilirsiniz...Aşk bir sevgili olmadığında, devrim amacını unuttuğunda en saf halindedir...Sevgili aşkın, amaç devrimin saflığını bozar çünkü...***Aşkın kendisinde billurlaştığı bir sevgili ortaya çıktığında, aşkınız yeryüzünde yalnızca bir tek kişinin yüzünü ve gözlerini görmek için yanıp tutuştuğunda, aşka dünyanın kapıları kapanır... Eşiğinde beklenecek tek bir kapı vardır artık...O kapıdan bir başka kişinin girdiğini görürseniz kıskançlıktan kahrolursunuz...Kapı zamanında açılmazsa kederden kavrulursunuz...Şefkatinize vahşet, özleminize öfke karışır...Devrimde amacınıza ulaşmak istediğinizde, o amaca uygun stratejiler yapmanız, planlar kurmanız, duygularınızdan çok aklınıza güvenmeniz gerekir...Bir şenlik ateşinde biraz sonra gelebilecek ölüme omuz silkerek dans etmek yerine yalnız bir odada saatlerce çıkış yolları aramanız gerekebilir...***Peki ama aşkın ve devrimin en güzel hali, en saf hâli midir?Bunun asıl cevabını, aşkı bir sevgiliyle devrimi bir amaçla yaşayanlar bilir...Mecnun, bir kadının usulca sokulup ‘seni seviyorum’ dediği andaki o ilk itirafın yarattığı titremeyi, ilk dokunuşun getirdiği heyecanı, öpüşmenin lezzetini, bir başka bedende yok olmanın hazzını, bütün dünyayı küçümseyerek el ele dolaşmanın mutluluğunu, bir şarkı dinlerken sevgiliyi özlemenin hüznünü, kıskançlığın vahşi ve saldırgan kederini bilmez...Bilmediği için sevgiliyi değil aşkı arar...***Amacını belirleyememiş devrimci, bir amaca doğru adım adım yürümenin gücünü, amacının doğruluğuna inanmanın getirdiği güveni, amaca yaklaşmanın sevincini, amaca ulaşmak i kendini bile yakmanın şehvetini, o amaca giden yoldaki muhteşem kararlılığın hayatı sarsan depremini bilmez...Bilmediği için amacını değil devrimini arar...***Umarım Mısır’daki gençler gerçek aşıklar ve gerçek devrimcilerdir...Amaçlarını unutmaz, mücadeleden yorulmazlar.Mücadelelerini, amaçlarını gözden kaçırmadan sürdürürler.
Kendisi zümrüt kakmalı tahtında oturup, testilerle şarap içerek fıskiyeli mermer havuzlarda üryan kızlarla oynaşırken; içki içerken yakalanan insanların kellesini kestiren bir padişahın, yaptıklarını yadırgamayan ve onu tarihe yiğit olarak kaydettiren bir halkın bugünkü politikacısı da elbet “Bizim söylediklerimizle yaptıklarımız birbirini tutmaz, bu bizim geleneğimizdir” der.Tarihi sahtekarlıklarla dolu bir ülkenin elbet bugünü de sahtekarlıklarla dolu olacak.Tarihi yalan olanın elbet geleceği de yalan olacak.Geçmişinden korkan elbet geleceğinden de korkacak.Yalanla övünen elbet yalanla batacak.Her şeyi yalan bu ülkenin...***- Son 300 yılında neredeyse her savaşı kaybeden, hatta bazen kendi komutanını bırakıp kaçan Osmanlı’yı biz kahraman ilan etmiyor muyuz?- Çanakkale Savaşı’nda 250 günde 250 bin kişinin ölümüyle biz “büyük başarı” diye övünmüyor muyuz?- İttihatçıların yolsuzluklarını çocuklarımızdan saklamıyor muyuz?- Kadınları namus uğruna ahlak uğruna öldürüp, evlere hapsedip eşcinselliği gelenekselleştirdiğimizi neredeyse bütün divan edebiyatının aslında bir eşcinsel edebiyatı olduğunu biz inkar etmeye çalışmıyor muyuz?- İstiklal Savaşı’nı Kürtlerle birlikte yapıp onlara sözler verdikten sonra o sözleri biz unutmadık mı?- Bu ülkede sahte komünizm partisini Mustafa Kemal emir verip Kılıç Ali’ye kurdurmadı mı, Kılıç Ali’nin anılarında anlattığı bu hikayeyi biz yok saymadık mı?Daha sayılabilecek ne çok şey var aslında...- Hazırlıksız bir halde girdiğimiz Dünya Savaşı’nda zavallı köylüleri öldürtüp, salak gibi yenildikten sonra aslında galip geldiğimizi ama Almanlar yenildiği için yenik sayıldığımızı okutmuyor muyuz okullarda?- Ya da çok dindar, çok müslüman olduğu söylenen bir toplumda müslüman olmayanlara nasıl zulüm yaptığımızı tarihin dipnotları arasına sıkıştırmaya biz çalışmıyor muyuz?***Bunca yalandan, çarpıtmadan, sahtekarlıktan ne çıkmasını bekliyoruz?Bu toplumu yönetenler kendi halkından, bu toprakların halkı kendi geçmişinden ve kendi gerçeğinden korkuyor.Bir kere de cesur olamaz mıyız?Çıkıp, sorunlarımızla açıkça yüzleşemez miyiz?Bunu bir kere yapamaz mıyız gerçekten?Korkuyu ve yalanı bir kenara bırakıp bir kere de cesur olmayı deneyemez miyiz?Bir kere...***Sizi de söylenen yalanlar sıkmıyor mu artık?Bu toplum ciddi sorunlarını normal yollarla çözemezse, söylediği yalanlarla bu sorunları kendinden bile saklamaya çalışırsa sonumuzun iyi olmayacağını siz de hissetmiyor musunuz?Dünyaya yalanlarımızla kafa tutmak sizin de ağırınıza gitmiyor mu?Yalanlara dolanarak yaşamaktansa, öleceksek de cesur olup dürüstçe ölmek size daha çekici gelmiyor mu?***Gerçeğe varmak gerçeğin parçası olmak gerçekten yaşamak için hayatımızdaki sahtelikleri, yalanları söküp atmamız gerekmiyor mu?“Bunca sahtekarlıkla kuşatılmış bir hayatın içinde bizim hayatlarımız gerçek olabilir mi?” diye endişe sarmıyor mu her yanınızı?Peki, bu sahte hayatı yaşayanların duyguları, aşkları, sevişmeleri, heyecanları, başarıları gerçek olabilir mi?Biz onca yalan varken gerçek olabilir miyiz?
Perşembe günü Ankara’da yapılan Olağanüstü Futbol Genel Kurulu’nu dikkatle izledim.O kadar sıkıcı bir şeyi izlememin nedeni, sırlara meraklı olmamdan aslında...Futbol dünyasının sırlarının, o “Türk futbolunu kurtaralım” yalanının yolunu kaybetmiş didişmeleri arasında olduğuna inanmamdan...Ama tıpkı sizin gibi benim de kafam daha da karıştı izleyince.Benim anladığım şuydu: Şikeye adı karışan kulüpleri küme düşürmek istemeyen M. Ali Aydınlar, UEFA’dan da onay alarak 58. maddeyle ilgili yeni bir değişiklik metodu üretmişti.Kulüpler küme düşmeyecek, sadece puan silinecekti suçun derecesine göre...Zaten bir de play-off üretilmişti daha önceden, neredeyse F. Bahçe bile zarar görmeden bu işten sıyrılacaktı.Ve 250’ye yakın delege bunu oylayacaktı.Zaten hepsi bunu istiyordu...***Ama işler öyle olmadı.Öneriye karşı çıktığı bilinen, “Şike dosyasında benimle birlikte 7 kulüp daha var. Beni düşürecekseniz, herkesi düşürün bakalım” diyen F.Bahçe ve “Bizim bu taraklarda bezimiz yok. Kimseye acımayın” diyen G.Saray dışında öteki kulüpler de bu değişikliği istemediler.Zaten taban tabana zıt beklentilerinin olduğu bir konuda, bu iki kulubün aynı noktada olması işin anladığımızdan daha karışık olduğunu gösteriyordu aslında...Ve yapılan oylamayla 58. maddenin değiştirilmesi kabul edilmedi.Ama bunu isteyen kulüplerdi aslında...Peki orada bu kulüpler birden neden fikir değiştirdi?***F. Bahçe’ninki kolay anlaşılıyor.Zaten genel kurulda dört yönetici Nihat Özdemir, Ali Koç, Abdullah Kiğılı ve Cihan Kamer kürsüden Aydınlar’a fena yüklendi.Dediler ki “Bize iyilik yapıyormuş numarasını bırakın. Trabzon ve Beşiktaş dahil toplam 8 kulübün ismi şikeye karışmış. 58. maddeden dolayı bize ceza verecekseniz, aynısını diğer 7 kulübe de vereceksiniz. Dolayısıyla, bu genel kurulun ruhuna karşıyız. Hiçbir şeyi değiştirmeyin, biz 58. maddenin aynen kalmasına razıyız.”Tape tape şike konuşmaları olan F.Bahçe’nin bu özgüvenini “Demek ki suçsuzlar” diyerek açıklamak saflık olur.F.Bahçe, Metris’te yatan başkanı Aziz Yıldırım’ın kumanda ettiği sert bir siyaset yürütüyor haftalardır.Ve her yerde anlatıyorlar: “Bize bunu cemaat yaptı.”Başbakan’ın ailesinden Göksel Gümüşdağ’ın Sporda Şiddet Yasası değişsin diye uğraştığı dönemde Şike İddianamesi’ne dahil edilmesi de, F.Bahçe ile Başbakan’ın yakınlaşmasını sağlamış anlatılana göre...Aykut Kocaman, Rıdvan Dilmen, Nihat Özdemir, Cihan Kamer defalarca, Ali Koç ile Ali Yıldırım ise birer kez Başbakan’la görüşmüşler. Ve Başbakan F.Bahçe’nin küme düşmesini istemiyormuş.Bu desteği arkalarına aldıkları için, M.Ali Aydınlar ile kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyorlar şimdi.“Nasılsa beni düşüremeyeceksin, bari disiplin kararlarını önceden alma, yargı sürecini etkileme ve mahkeme bitene kadar cezaları beklet” diyorlar...***Şike Operasyonu başladıktan 10 gün sonra Mehmet Ali Aydınlar ile F.Bahçe Asbaşkanı Murat Özaydınlı arasında geçen konuşmayı hatırlayın:- Mehmet Ali, küme düşüreceksen hemen düşürme, sezon sonunu bekle. Hemen düşürürsen kulüp batar, bana süre ver, oyuncuları satayım, küçüleyim, ondan sonra düşür...Olayın başlangıcında “Düşürme” diye rica eden F.Bahçe’nin altı ay içinde “Düşüremezsin kiii Memet Ali!” noktasına gelip Aydınlar’a “nanik” yapmasının sebebi:İyi bir iş adamı olan Aydınlar’ın, sporun siyaseti ve diplomasi konusunda çok başarısız olması dışında Başbakan’ın bu işin kazasız belasız atlatılması için F.Bahçe’ye siyaseten verdiği destek.Başbakan’a yakın bir siyasi yazar dostum söyledi geçen gün:“F. Bahçe’nin dağılmasını istemeyen Tayyip Bey, Aykut Kocaman’a mentörlük yapıyor, hatta transferler konusunda kaynak yaratmaya bile çalışıyor. F. Bahçe ayakta duruyorsa Aziz Bey’den çok, Tayyip Bey sayesinde duruyor.”Bu bile, M.Ali Aydınlar’ın nerede sıkıştığını göstermiyor mu?*****F. Bahçe’nin durumu böyle de diğerleri ne yapıyor peki?- BEŞİKTAŞ:Öyle veya böyle, Beşiktaş’ın adı şike dosyasında geçiyor. Ve şu haliyle 58. madde uygulanırsa, Beşiktaş’ın da şikeye teşebbüs ettiğine hükmedilebilir. Genel Kurul’da şike maddesi bir seferliğine değişseydi Beşiktaş’tan 12 puan silinme ihtimali vardı. Yıldırım Demirören, bu şekilde kaosun büyüyeceğini düşünüp kürsüye çıktı, “Biz teklifimizi geri çekiyoruz, federasyonu da seçime davet ediyoruz” deyip Aydınlar’ın fişini çekiverdi. Onlar aslında hiç kimse ceza almadan bu işin bitmesini istiyor.- G. SARAY:Dertleri F. Bahçe ile... Kıblesi siyasete dönük olan TFF’nin adam gibi ceza vermemesi halinde Türkiye’nin Avrupa Kupaları’ndan men edileceğini düşünen G.Saray düşmeden yana... Zaten 7 kulübe birden düşme veya puan silme cezası çıksa, G. Saray bu sezon şampiyonluğunu o dakika ilan etmiş olacak. Bu yüzden çok bağırıp ceza sürecinin başlamasını sağlamaya çalışıyorlar.- TRABZON:F. Bahçe’nin yerine Şampiyonlar Ligi’ne gittiler. DolayısıylaF. Bahçe’yi suçlu, kendilerini suçsuz görüyorlar. Şampiyonluk kupalarını istiyorlar. Bence de suçları yok ama 58. maddeye göre suç da teşebbüs de aynı cezaya tabi olduğu için onların da ceza alma ihtimalleri var.- TAYYİP ERDOĞAN:Tuttuğu takımın camiası ile karşı karşıya geldi. Lefter’in cenazesinde yuhalandı. Taraftar her şeyin sorumlusu olarak onu görüyor. F.Bahçe’yi karşısına almak istemiyor sanki ve küme düşme cezasına kesinlikle karşı...Genel afla bu işin bir an evvel çözülmesini istiyor. Tek hesap etmediği şey, af olursa UEFA’nın Türkiye’ye verebileceği ceza... Ama sürecin bu kadar içinde olması bile aslında sonuç ne olursa olsun, Başbakan’ın aleyhine dönebilir...
Bir insan için çöküntü ne zaman başlar bilir misiniz?Toplumun ahlak kurallarına, geleneklerine, göreneklerine, değerlerine uymadığı zaman değil...Bir insan, kendi koyduğu ve savunduğu değerlere aykırı davranmaya başladığı zaman çöküntüye girmiş demektir.Kumarın kötülüğünü anlatan biri kumara bulaştığında, içkinin haram olduğuna inanan biri içmeye başladığında, ihanetin en büyük günah olduğunu söyleyen biri ihanet ettiğinde kişilik çöküntüsü de başlar.İnsanı içki, kumar, zina, merhametsizlik, yalan, ihanet çökertmez, o insanları çökerten kendi ölçülerine, değerlerine, inançlarına ihanet etmeleridir.Aynı şey devletler için de geçerlidir...Bir devlet, kendi hukukuna, yasasına aldırmamaya başladığında çöküntü başlar.***Diyarbakır’da yapılan kazılarda 23 insana ait kemikler bulundu...23 kafatası...Kemiklerin bulunduğu Saraykapı sıradan bir yer değil üstelik.Orası JİTEM’in ana karargahı olarak bilinen bölge...Orası insanların infaz edildiği yer...O bölgede yaşayan bütün insanlar orada katliamlar yapıldığını biliyor.Bir tek bilmeyen devlet ve biziz galiba.Çünkü ne politikacılar ne de biz hiçbir harekette bulunmadık hâlâ...O 23 kişi kim merak bile etmiyoruz...Hatta haberleri önem sırasına göre dizsek, bu haber, bizim için en altlarda gelir.Soruşturma başlamıyor...Bir ülkeyi baştan aşağı ayağa kaldıracak bu haber, küçücük bir hareket bile yaratmıyor bizim ülkemizde...Bu sessizlik, yeri geldiğinde mangalda kül bırakmayan o bağrış çağrışlarımıza, ‘bu haksızlık, gelişmiş ülkelerde bu olamaz’ diyen haykırışlarımıza bakınca hepimizin ve devletin çöktüğü yerdir işte.***Hayatın içinde dolaşan biri, ardında hiçbir iz bırakmadan, sanki üstüne bastığı toprak tarafından emilmişçesine kayboluveriyor birden, artık bir daha onun ne yüzünü görüyor, ne sesini duyuyor sevdikleri, bir zaman sonra ceset bile denemeyecek kalıntıları çıkıyor bir yerlerden, hatta çoğu zaman onlar bile çıkmıyor...Ve biz, hayattan kaybolan bu insanlarla hiç ilgilenmiyoruz...Maç sevinçlerine, şike çekişmelerine dalıyor, parti içi dövüşleri takip ediyor, Başbakan’ın nutuklarını dinliyor, özgürlük kavgalarına giriyor, gazeteci mırıldanmalarına takılıyor, kendi uydurduğumuz pek çok köksüz ve anlamsız acıya üzülüyoruz...Bizim aldırmadığımız o kemikler ortaya çıktıkça bizim insanlığımızdan, varlığımızdan, değerimizden, onurumuzdan da bir şeyler kaybolduğunu hissetmiyoruz bile...Zamanında ölümlere, kayıplara, cinayetlere ses çıkarmamamızın bize sessiz bir cellat yamaklığı rolü yüklediğini bilmezden gelip, o cellatlığa şimdi bir de bulunan 23 kafatasına olan aldırmazlığımızı ekliyoruz ve yanımızdakine dönüp aslında ne kadar akıllı, duyarlı, onurlu biri olduğumuzu anlatıyoruz.Bu bizim çöktüğümüz an değil de nedir sizce?Madem o kadar inaçlı, madem o kadar onurlu, madem o kadar haksızlıklara duyarlı, madem o kadar ‘o kadarız’ nasıl bu kadar sessiz kalabiliyoruz Diyarbakır’da çıkan 23 kafatasına karşı?..Bu, her şeyden önce kendi olduğumuzu iddia ettiğimiz kişiye ihanet değil mi?***Cinayetler karşısında bir ceset gibi sessiz duran bu toplum, bulunan kemikler karşısında dirilse keşke...Henüz onurunu, insanlığını, vicdanını bu cinayetlere kurban vermemiş, bu ölü toplumda hâlâ insan olarak yaşamaya çalışan birilerini bulabilmek için çığlık çığlığa bağırmak gerekiyor belki de...İnsanlar neredesiniz?Öldünüz mü hepiniz?
Dün sabah erken uyandım.Bu aralar hep erken uyanıyorum zaten...Sabahın o erken saatlerinde, gecenin içinden gelen o tertemiz aydınlığı, lacivert denizi, yaprakları oynaşan ağaçları, nerede olduklarını göremediğim kuşların sesini duymayı seviyorum.Sabahın o saatleri, günün diğer anlarında pek olmayan bir iyimserliğe sahip sanki...Sizde olmayanı tamamlamak istiyor gibi.Sabah erken uyanıyorsanız... İnsanın, sabahın sunduğu sevince kendisinden de bir sevinç eklemek istediğini fark etmişsinizdir.Güzel şeyler geçiyor insanın aklından...Öyle güzel olmalı ki herşey, sabahın o ışıklarından utanmamalı insan...Tuhaf ama gün büyüdükçe keder de büyüyor bu ülkede...Her zaman sabahın sunduğu sevinçten geride kalıyor her şey...Hayat çoğu zaman utandırıyor sizi sabahın sevincine karşı...***Gazeteler geldi biraz önce...Taraf Gazetesi Ekonomi Şefi Eylem’in (Düzyol) annesi Suna Hanım’ın başına gelenleri okudum...Çengelköy’de halk otobüsünden inerken şoförün aldırmazlığı, işine göstermediği saygıyı insanlara hiç göstermediği için, kim iniyor kim biniyor dikkat etmeden otobüsü hareket ettirdiği için, kapıda sıkışarak sürüklenen, bir kolu bir bacağı kırılan, Ümraniye Araştırma Hastanesi’ne kaldırılan Suna Hanım, iyileşmesi beklenirken birden fenalaşınca, fakat hastanede tam teşekküllü bir yoğun bakım olmadığı için başka hastaneye nakil olması gerekirken ambulans bulunamayınca, bulunan ambulans ters yola girdiği için lastikleri patlayınca, bir başka ambulansın gelmesi saatler sürünce, bu ülkede yaşadığı için göz göre göre hayatını kaybetmiş.İnanır mısınız, Suna Hanım’ın başına gelenleri size özetledim.Yazdıklarım, ihmallerin sadece bir kısmı...Gün bir iki saate kadar olgunlaşıp öğle vaktine geçecek, sabahın sunduğu sevinçten eser kalmadı içimde...Utanç, öfke, nefret, hepsini hissediyorum şimdi...***Nefrete övgü diye bir yazı yazmak istiyorum.“Uzlaşmayın ve nefretlerinizden vazgeçmeyin” demek istiyorum.“İnsanları göz göre göre öldüren insanlara, sisteme, devlet anlayışına duyulan nefret, çocuklara duyduğunuz sevgi kadar kutsaldır” demek istiyorum.Her an, dehşetin insanların yüzüne doğru böyle patladığı bir toplumda, insan sevgi ve uzlaşmanın toplumu kurtarabileceğini de düşünüyor çünkü.Ama çok açık ki, bu toplumun sevgi kadar öfkeye ve nefrete de ihtiyacı var...Devletin devlet olmadığı bir ülkede neden nefret etmekten, neden öfkelenmekten vazgeçelim ki?Neden korkalım nefretten?Evet, tek başına yıkıcı ve çirkin bir duygu nefret ama sevgi de tek başına çok zavallı, acınacak ve çirkin bir hale gelebilir.Sevgi, hoşgörü, umut, iyimserlik; ancak nefret, öfke, kızgınlık gibi duygularla birlikte bulununca bir anlam taşıyor.Yoksa tüm bu olanları içinize sığdırabilir misiniz?Öfke duymadan, nefret etmeden bağışlayabilir misiniz o şoförü, o hastaneyi, Suna Hanım’ı kabul etmeyen diğer hastaneleri, ambulansı, diğer gelmeyen ambulansı...***İşte öğlen oldu bile...Söylendiğinde sabahın sevincine katılacak bir şeyler yazmak isterdim.Kalemime, kalbime dolanan elemden başka hiçbir şey yok yazacak ama...Bugün de utandırdı bu ülkede yaşamak hepimizi...Eylem başın sağ olsun...Suna Hanım nur içinde yatsın...