Ancak deli biri başbakana hesap sorabilir Sanço Pançolara göre

5 Ocak 2012

Kış daha başlamadı bile ama ben uzun bir yaz tatiline çıkmak istiyorum.Dinlenmek için değil daha ziyade unutmak için.Bütün bu yaşananları, savaş ihtimallerini, 35 parçalanmış bedeni, siyaset rezaletlerini, devlet örgütünün acizliğini, dövülen gençleri, hapse atılan öğrencileri, başbakanı, onu savunanları, ona içi boş bir öfkeyle saldıranları, korkanları, korkmayı aydın olmak zannedenleri... Unutmak için uzun bir tatile çıkmak istiyorum.Size de olmuyor mu bu?Hayattan kaçmak için yorganın altına saklanmak gibi... Rezaletlerden, acılardan, saçmalıklardan saklanmak için kaçmak istiyorum.İnsan herşeyden uzaklaşmak istiyor.Şöyle küçük dedikodular yapmak, yürüyüşe çıkmak, sahilde dolaşmak, maaile sofraya oturup şakalı kahkahalı bir yemek yemek, arkadaşlarla ahbaplık etmek, ayaklarını da uzatabileceğin bir koltukta kitap okumak, uyuya kalmak, karabasana dönen haber saatlerini bilerek kaçırmak, televizyonda eski filmler seyretmek istemiyor musunuz siz de?Ben bu aralar bunları çok istiyorum.Gerçekleri değiştirmeye gücüm yetmediği gibi onları görmeye de gücüm yetmiyor bazen.Aslında belki de güç meselesi değildir bu...İnsanın gücü oluyor da içi almıyor bu kadar alçaklığı.***Eğer tatile gitseydim, toplumu, acıları başbakanı unutmayı deneseydim yanıma Cervantes’in Don Kişot’unu alırdım okumak için...Ve yine şaşardım mukavvadan zırhlar giyen, yel değirmenlerini ejderha, katırcıları şövalye, uyuşuk bir beygiri soylu bir at zanneden zavallı ihtiyar bir çılgını insanlar niye bu kadar sevdi diye...Nasıl oldu da gülünç olması gereken bir roman kahramanı, bir yiğitlik, dürüstlük simgesi haline geldi?Sanırım Don Kişot’u alaycı bir kitabın itilip kakılan, gerçekdışı, komik karakteri olmaktan, en başa çıkılmaz güçlere meydan okuyan bir gözükaralığın cesaretin sembolü olmaya yücelten sır, Don Kişot’un kendisinde değil de Cervantes’in bu sıradışı kahramanın yanına çok sıradan, hergün rastladığımız gerçek bir karakteri, Sanço Panço’yu eklemesinde yatıyor.Yel değirmenleriyle bile dövüşen bir delinin yanında, dövüşmesi gereken hiçbir şeyle dövüşmeyen bir ‘akıllı’ bulunduğu için fedakarlığın ve cesaretin abidesi olarak gözüküyor Don Kişot.***Don Kişot gerçeklerden ne kadar kopuksa Panço gerçeklere o kadar bağlı...Don Kişot kendi çıkarlarıyla ne kadar ilgisizse seyisi küçük çıkarlarıyla o kadar ilgili...Don Kişot ne kadar deliyse sıska bir atın peşinden eşeğiyle dolaşan Sanço o kadar akıllı...Don Kişot ne kadar soyluysa seyisi o kadar bayağı...Ve Panço’nun minik çıkarlar peşinde koşan ‘akıllılığı’, onu edebiyat tarihinin en unutulmaz aptallarından biri yapan en önemli özelliği...Farkında mısınız önümüz arkamız Sanço Panço’larla dolu...Yalnızca elinin dokunduğu gerçekleri farkeden, hayatın gerçeğini, ülkesinin gerçeklerini Sanço gibi eşeğinin gölgesinde arayanlarla dolu...Hatta aynaya baktığımızda bile bazen rastlarız o herşeyi bildiğini sanan ‘akıllı’ köylüye...***Hiç bir haksızlığa sesinizi yükseltmez, hiç bir kavgaya karışmazsınız...O kadar karışmazsınız ki sonunda yeldeğirmenleriyle dövüşen birine hayran olursunuz...Es kaza bir gün, sizden biraz fazla güçlü birine karşı biraz yüksek sesle konuşsanız kendinizi Don Kişot ilan eder, farkına bile varmadan güçlülere karşı dikilmenin delilik olduğunu söylersiniz...Akıllılık sessizliktir çünkü Sanço Pançolara göre...Deliler bağırır...Deliler dövüşür...Deliler hakkını arar...Deliler ayaklanır...Deliler hesap sorar... Deliler yürür despotların üzerine...Ancak deli biri başbakana hesap sorabilir Sanço Pançolara göre...Akılı biri olanları alkışlar çünkü...Aslında Sanço Panço olmaktan duyduğunuz o gizli ve acınacak utanç, sizi Don Kişot’a hayran bırakıyor.Çünkü akıllılığınızda hayran olunacak hiçbir yan yok...İnsanların öldürülmesine ses çıkartmadığınız için kendi korkaklığına kılıflar bulan bir akıllılığın sahibisiniz çünkü...Çok var sizin gibi...Her yandasınız...Çok kalabalıksınız...Ve Don Kişot’a hayransınız...O yüzden siz aklınızla ve kalabaklığınızla hep aşağılanacaksınız...Don Kişotlar ise delilikleriyle ve teklikleriyle hep hayranlık yaratacaklar...

Devamını Oku

Zeka yerine kibir,utanç yerine öfke, cesaret yerine külhanbeylik

3 Ocak 2012

Dünya politika adına ne rezaletler gördü, ne alçaklara rastladı, hainlerle, faşistlerle,katillerle, canilerle, cellatlarla karşılaştı ama bütün bu rezilliğin içinde gene de insanlığın unutamadığı pırıltılar vardı.Almanlarla işbirliği yapan Fransız başbakanı Lavalle daha sonra ölüme mahkum edildiğinde, idam mangasının karşısına Fransız bayrağına sarınarak çıkmış ‘Yaşasın Fransa’ diye bağırarak ölmüştü...Mussolini konuştuğu zaman İtalya vecde gelirdi...Romalıların koynuna giren Kleopatra yenildiğini anladığında ölüme ulaşmak için üzüm sepetinin içinde getirilen yılanı seçmiş, üzüm yiyerek ölmüştü.Atilla ardında hala dikkatle incelenen yönetim dersleri bırakmıştı.Makyavel ikiyüzlülüğü unutulmaz bir kitaba dönüştürmüştü.‘Kendini satın alan herkesi satan adam’ olarak tarihe geçen Talleyrand bütün imparatorlarla alay etmişti.Edebiyat tarihinin en büyük faşitlerinden biri olan Mişima ayaklanmaya çağırdığı harb okulu öğrencileri onu dinlemeyince, yarı beline kadar soyunup öğrencilerin gözü önünde harakiri yapmıştı...***Dünyanın en kıyıcıları, kan dökücüleri, insanları ölüme sürükleyenleri, ikiyüzlüleri, alçakları bile insanları yönetmek için tırmandıkları merdivenlerin üst basamaklarına, zekalarından, kişiliklerinden, nüktelerinden, cesaretlerinden bir şeyler bırakarak ulaştılar.Bir de bizi yönetmeye talip olanlara bakın...20 seneyi bir tarayın...Ne kaldı onlardan?Ya da bunlardan ne kalacak geriye?Kandan ve acıdan başka ne bıraktılar ya da bunlar ne bırakacaklar...Hırsından başka hiçbir şeyi olmayan insanların yönetime gelebileceğinin kanıtı olmaktan başka ne işe yaradılar ya da bunlar ne işe yarayacaklar?***Evet, yapılmış ya da yapılan iyi şeyleri bir kalemde siliyorum...Evet, bu savaşı durduramayan, gençleri, çocukları, yaşlıları, kadınları, erkekleri öldüren herkese katil diyorum...Evet, ben bu ülkenin siyasetçilerine öfkeyle bakıyorum... Ttırmandıkları yerlere zekalarından, cesaretlerinden bir şey bırakamadıklarına kızıyorum...Politikayı kişisel hırs, hınç ve nefretten başka bir şey olarak görememelerinden tiksiniyorum.Bu ülke, Kürt Türk binlerce genç insanın öldüğü bir iç savaştan geçiyor yıllardır cesur olmayan politikacılar yüzünden...Özür dileyemiyor, istifa edemiyor, acı çekemiyorlar...Olanlar umurlarında bile değil...Ama canımı en sıkanı, umurlarında olmamasını yalanlarla,içi boş öfkelerle, sahte gözyaşlarıyla saklamaya çalışmaları.Bir an bile, bir nebze utanç geçmiyor gözlerinden...Kendi ihtiraslarıyla kendi yolculuklarını yapıyorlar, arkalarında bıraktıkları tabutlara aldırmadan...Yeter ki bu ülkeyi onlar yönetsin... Zeka yerine kibir, utanç yerine öfke, cesaret yerine külhanbeylik koyarak...Biz de kendi özlemlerimizle, acılarımızla kendi yolculuğumuzu yapıyoruz...***Bir gün bizim ülkemiz de özgürlüğe, mutluluğa, barışa, kardeşliğe ulaştığında...“Kana da bulaşsa bu bir çiçektir” diyeceğimiz ne bir nükte, ne bir yiğitlik gösterisi, ne bir kitap, ne bir jest kalacak kan dökmeyi durduramayan bu politikacılardan...Bir kum fırtınasındaki ayak izleri gibi silinip gidecekler...Bize yalnızca o fırtınaların acıları kalacak anı diye...

Devamını Oku

Kağıt çiziği gibi sızlıyor

1 Ocak 2012

Yeni yılın tüm tazeliğiyle başlamasından hissettiğim coşkuyla kendimi yeni yıla yumuşak terliklerini giyen biri gibi bırakıvermeyi çok istiyorum...O gazetelerdeki fotoğraflar, televizyondaki görüntüler olmasa ben de kendimi salıvereceğim ama... En olmadı gözlerimi kaçıracağım, bakmayacağım onlara ama...Dün Hasan Cemal’in yazısında BDP’li milletvekili Ayla Akat’ın Uludere mektubunu okuyunca, bu ülkede kendini yumuşacık bir huzura bırakmanın neredeyse imkansız olduğunu bir kez daha anladım...***‘Zulüm coğrafyasının küçük emekçileriydi onlar.Kışın çok soğuk geçtiği Uludere’de, bir kazak, bir pantolon, birkaç defa gidip biriktirebilirse, belki bir palto, defter kalem alabilecek.Sınırın öte tarafı ile yapılan ticaret onlar için de geçim kaynağı. Çocuk yaşta başlayan bir öğrenme süreci bu. Tıpkı bir berberin, bir marangozun çırağı olmak gibi...Kaçakçı onlar!Birinci ders, Heron!Birinci ders, Heron diye bir şey var, her şeyi görüyor. Sen görmesen de sesini duyunca saklan diye verilmiş ilk ders... Yavrular katırların altına saklanmış. Doğru bir ders değilmiş.Çocuk aklı işte. Katırın altı onun için saklanacak yer...Olağanüstü bir coğrafyanın olağanüstü çocukları onlar. Tıpkı, genci, kadını ve yaşlısı gibi...Ne yazık, ülkeyi yönetenler kendi çocukları olarak görmediler bu yavruları.Ailelerinin acısını paylaşmadılar.Susmayı tercih ettiler.Saatler sonra konuştular...Keşke hiç konuşmasalardı dedirtecek cümleler kurdular.‘Keşke hiç konuşmasalardı’diye yazmış Ayla Akat...***Korkudan katırın altına saklanıyorlar...Ölümün geldiğini hissediyorlar ama nereden geldiğini bile göremiyorlar.Korunmaya,kurtulmaya çabalıyorlar.Hayata tutunmaya uğraşıyorlar.Katırların altına atıyorlar kendilerini.Ama gelen F-16 bombası.Saklanacak bir yer yok.***Ne yazık ki ülkeyi yönetenler kendi çocukları olarak görmediler çocukları...Görmediler.Bu ülkede o Kürt çocukların ölümüyle ilgili yaşanan ortak öfkeden de kuşku duyuyorum o yüzden.Politikacılar tarafından alabildiğine kışkırtılıp sömürülen bir duygu patlaması gibi görünüyor bana, siyasetçilerin feryatlarının o Kürtlere hiçbir yararı yok, sadece kendilerine yarıyor...‘Çok üzülüyorum, en çok ben üzülüyorum’ yarışına dönen bir lanetleme korosunun içinde bağırıyorlar...Hiçbir politikacının acısı o çocukların ölümü kadar gerçek değil...***Bu acıyı anlatan cümlelerle başlıyor 2012 ne kadar direnirsek direnelim...İçini sızlatıyor insanın...Kağıt çiziği gibi...Parmağını her oynattığında, o cümleleri her okuduğunda aynı şiddetle sızlıyor yara...Dünya ümit dolu bir çağa ilerlerken, hiçbir ümidi kalmayan insafsız bir ölüm kapanına kısılmış insanlar için ne söylenebilir?O insanlar nasıl kurtarılabilir?Bilmiyorum...Kendi insanlarımızı kandan ve ölümden kurtaramadıkça bu ülke hiçbir zaman bize anlatılan masallardaki kadar güçlü olamayacak, bunu biliyorum.Başbakan ‘gerekli adli ve idari inceleme yapılıyor’ diyor...İnsan can acısından gülüyor bu lafa...Sorumlular nasıl bilinmez ki...Bombayı atma emrini veren başka ülkenin komutanı mı?O komutanın komutanı kim?Kim öldürttü o insanları?***Gözümün önünden Ayla Akat’ın mektubunda anlattığı o çocukların cansız, parçalanmış bedenleri gitmiyor bir türlü..Başka bir konu yazmaya elim varmıyor...Bu konuda yazmanın da bir işe yarayıp yaramayacağını kestiremiyorum...Ben de çaresizimYazı da çaresiz...Kıvranıp duruyorum içimdeki kağıt çiziği gibi sızlayan yarayla...

Devamını Oku

Yeni bir yılınız oldu

31 Aralık 2011

Ense kökünüzden başınıza doğru bir ağırlık, içki sigara depreminden geçmiş hasarlı bir mide, uykusu az bir geceden yorgun çıkmış bir gövdeyle Eşref Şefik’in kum balığı gibi hayata oturduğunuz yerden, tek gözünüzle bakıyorsunuzdur şimdi...Biten bir yılı azgın eğlenceyle yolcu edip, yeni yılı bitkin bir sabahla karşılamanın biraz bir tuhaf bir gelenek olduğunu düşünüyorsunuzdur belki de...Kiminiz çivi çiviyi söker deyip buz gibi bir biraya, kiminiz bol limonlu domates suyuna, kiminiz bir fincan sade kahveye, kiminiz alka-seltzer atılmış fışırtılı bir bardak suya sarılıyorsunuzdur şimdi...Erkekler tıraş olmamıştır,bir sakal gölgesiyle koltuklarında oturuyordur, kadınlar sabahlıklarına sarınıp terliklerini sürüyerek dolaşıyorlardır evin içinde...Biraz fazla açılmış bir televizyon sesi, sesi yüksek çıkan bir müzik, bağıran bir çocuk beyninizi çekiçlerle dövüyordur...Müziğin televizyonun çocuğun sesini kısıp günü, perdeleri kapalı bir evde koltuklarınıza yapışarak geçirmek istiyorsunuzdur...Gazetelere şöyle bir bakacaksınız belki...Öyle yazı falan okuyacak haliniz de yoktur..Akşam olsa da yatsam diye geçiriyorsunuzdur içinizden...Belki de bütün gün uyuyacaksınız zaten...Geçmiş yılın son gecesindeki şenlik yeni yılın ilk sabahında yaşanmaz ne yazık ki...Ama yine de yeni yılla ilgili umutlar vardır...Zaten bütün o gürültü patırtı, televizyon şenlikleri, dansözler, havai fişekler, çılgın partiler, içkiler bir umut tazalenmesinden geçmek için değil mi?İnsanların hep peşinde koştuğu mucize bu değil mi zaten, ‘taze bir başlangıç’...Yeni yıl taze bir başlangıçtır...Geçen yıl yapılan hatalar bu yıl yapılmayacaktır, geçen yılki sanşsızlıklar bu yıl olmayacaktır, geçen yılki acılar bu yıl çekilmeyecektir...Bu yıl bunları hissetmek zor olsa da yine böyle yapacağız...Yapmamız da gerekir...Her üç yüz altmış beş günde bir durup, şimdi yeniden başlıyoruz demek yorgun bedenlere soluk aldırıp, tazelenecek bir şenlik yaratmak kötü bir fikir sayılmaz...Belki de bu yıl gerçekten iyi bir yıl yaşarız...2012’nin uğurlu bir yıl olduğuna inanmamızı kim engelleyebilir ki...Hayat bize yine yaşanmamış, eskimemiş, kanlarla sulanmamış, haksızlıklarla örselenmemiş, acılarla sarmalanmamış pırıl pırıl bir yeni yıl armağan ediyor...Bugün, iki sınır arasındaki boş toprak gibidir, geçen yıla ait değildir ama yeni yılın ilk günü de sayılmaz, yeni yıl asıl yarın sabah başlayacak, bugünü yolda bulunmuş bir gün gibi yaşayın...Koltuğunuzda uyuklarken hayaller kurun...Ümitlenin...Her şeyin güzel olduğu bir ülkede yaşadığımızı düşünün...Önünüzde tam üç yüz altmış beş gün var...Alın, istediğiniz, tam içinizden geçtiği gibi eskitin...Bizim ülkemizde de sıradan, mutlu, sakin bir hayat olabilir belki 2012’de...Ümitlenmemizi kim engelleyebilir ki...Hepinize hayalleriniz kadar güzel bir yeni yıl diliyorum...2012 hoş geldi...

Devamını Oku

O çocukların Kürt ya da Türk olması ne fark eder artık, onlar ölü çocuklar...

29 Aralık 2011

Leyla Zana ‘Kürtlerin ne istediğini Kürtlere soralım, özerklik, bağımsızlık, federasyon’ deyince CHP’den Muharrem İnce, ‘TC masa başında kurulmadı, savaş meydanlarında kuruldu. Bedelini ödersin, gelir alırsın’ dedi...Aradan 24 saat bile geçmedi.İnce’nin çözüm diye önerdiği silah, o sabaha karşı Uludere’de çocuk yaştaki 35 Kürdü öldürdü.F16 uçaklarının bombalarıyla parçalandılar.Aralarından biri 12 yaşındaymış.“Kimseye fikrini sormayız, bizim fikrimize aykırı fikrin sahibini dinlemeyiz, cevabımız silah olur” diyen bir anlayışın eninde sonunda varacağı yer kendi halkını bombalamaktır.İster bilerek, ister yanlışlıkla.Sonunda çocukları öldürürsünüz.Bunlar ölen ilk Kürt çocukları değil ki...Ceylan var, Canan var, Muhammed var...Çocuklar öldürülüp duruyor.***Biliyorum şovenlik, düşmanlık, fanatiklik büyük alkış alıyor...Akla, sağduyuya, insanca ölçülere, barışa değer veren giderek çoğalsa da hâlâ az...İntikam çığlıkları bıraksanız dört bir yanı sarıyor...“Durun bir dakika, çocukları öldürüyorsunuz” deseniz vatan haini sayılıyorsunuz...Tamam, bayrak, vatan, toprak önemli de insan önemli değil mi?Vatanın her şeyini seviyoruz da bir insanını sevemiyoruz, ne tuhaf...“Kürtlere soralım” önerisinin cevabı, “bedelini ödersin” oldu.Bu mu bedeli?Kitle halinde ölümler mi?Sigara kaçakçılığıyla birkaç kuruş kazanmaya çalışan çocukları parçalamak mı?O çocukların canından daha kıymetli ne olabilir bu hayatta?Kürtlere sormayalım ne istediklerini.Savaşalım.Fikrini söylemek isteyene, fikrinin bedelini ödetelim.Öyle mi?Bu ölümlerden vicdanı titremeyenler girsin “bedel ödeticilerin” safına.Ben onlardan değilim.***Ben “çocuklar öldürülmesin artık” diyenlerdenim.Bu ölümleri durdurmak için sorabileceğimiz herkese soralım.Soralım, bu ölümler nasıl durur.Gözümün önünde sıra sıra dizilmiş çocuk ölüleri, kulaklarımda “bedelini ödersiniz” sözleri, kimsenin fikrinden, isteğinden dolayı bedel ödememesini istiyorum artık, yeter bu kadar bedel.Hâlâ doymadınız mı bunca kana, bedele?O çocukların Kürt ya da Türk olması ne fark eder artık, onlar ölü çocuklar, parçalanmış çocuklar, yaşayabilmek için 12 yaşında katır sırtında geceleri sınırları geçmek zorunda olan çocuklar, yaşayabilmek için ölümü göze alan çocuklar.Çocuk onlar.Ölü çocuklar.Bu ülkeyi yönetenler, yönetmeye talip olanlar, partiler, siyasetçiler, siz hepiniz, sizin göreviniz bu çocukları yaşatmaktı, beceremediniz.***Bana ne sizin laflarınızdan, siyasetinizden, partinizden.Bu çocuklar niye öldü, bize bunu anlatın.Başka çocuklar ölümden nasıl kurtulacak, bize onu anlatın.Bedel’i anlatmayın artık bize, savaşı anlatmayın, bize çocukları nasıl yaşatacaksınız onu anlatın.“Kürtlere sorun” diyene “bedelini ödersin” diyen akılla siz çocukları yaşatamazsınız, siz ucuz kahramanlarsınız, siz çocukların bedenleri üstünden siyaset yapan insanlarsınız, partiniz, rozetiniz, ambleminiz hiç fark etmez, siz hepiniz aynısınız.Siz, öldürmeyi tercih edensiniz.Çözmek yerine savaşmayı seçensiniz.Savaşı siz seçtiniz ama ölen çocuklar oldu.Artık “sormayı” öğrenin ne olur, dinlemeyi öğrenin, görevinizin öldürmek değil yaşatmak olduğunu öğrenin.Lanet olsun, yeter bu kadar ölüm.Şu çocukların cesetlerine bir bakın da...Savaşı, bedeli ondan sonra övün.Ben o çocukların annesi değilim, sadece anne olduğum için bu kadar ağlıyorsam, o çocukların anneleri nasıl ağlıyordur, nasıl yanıyordur içleri.Bir de bunu düşünün.Düşünecek bir aklınız, çocuk ölümleriyle titreyecek bir vicdanınız varsa tabii...

Devamını Oku

AK Parti BDP’yi kapatacak mı?

27 Aralık 2011

Lenin‘in herkesin kulağına küpe olması gereken bir sözü var:“Küçük bir hatayı büyütmenin en iyi yolu onu savunmaktır.”Türkiye bir hatayı, ki başta da küçük sayılmazdı, savuna savuna bir uçurumun kenarına geldi...Kürt sorununu demokratik yollardan çözmemek için attığı her adım, dönüp dolaşıyor kendi başına bela oluyor...PKK...KCK...Bunlar, bir hatanın savunulmasından büyümedi mi?“Kürt yoktur” vahşetinden doğmadı mı?***Ama şimdi aynı vahşeti Kürtler yapıyor, hem de Kürtlere...Bugün Kürtlerin bile kendi aralarında anlaşamama sebebi, ‘anlamsızlıkları’ savunmak değil mi?Demokratik haklarını alamayan bir halkın “temsilcisi olduğunu” söyleyenler, şimdi kendi halkına demokrasiye sığmayan işler yapıyor...KCK operasyonlarındaki siyasi hesaplar, hukuki çarpıklıklar tartışmasız ortada ama aynı zamanda KCK’nın güneydoğuda kendi halkına yaptığı baskı da ortada...Dün Taraf gazetesinde Kurtuluş Tayiz’i okuyunca bu durum kafamda iyice berraklaştı.Kurtuluş demiş ki “KCK modeli güneydoğuda kendisinden olmayana hayat hakkı tanımayacağını çok kısa sürede gösterdi. Kürt siyasetinin geldiği nokta ‘KCK’lı olmayan Kürt değildir’. AKP’ye oy verenleri ‘ihanetçi’ ilan edip malını canını tehdit etmeye başladılar.”“Bunlar Türklerden beter” diyor insan bunları okuyunca...3 milyon oy almış BDP, AK Parti ondan fazla oy almış güneydoğuda...KCK bu gerçeğe aldırmıyor...Çünkü yıllarca savaşmış onlar...Halkı için dağa çıkmış, ölmeyi göze almış onlar...Öyleyse AK Parti’ye oy verdi diye istediği her Kürdü tehdit edebilir onlar...Bu baskının arkasındaki duygusal gerekçeleri anlamak zor değil ama çözüm kendi halkını korkutmak olabilir mi?Bu, işlerine yarar mı gerçekten?***AK Parti de Kürtlerin haklarını, ana dilde eğitimi, iki dilliliği kabul etmiyor ...Ve kendini tartışmasız haklı görüyor...Hele Kürt siyasetçiler KCK’nın yaptıklarına ses çıkaramayınca, bu, iktidarın bayılarak kullanabileceği güçlü bir koz haline geldi hem BDP’ye hem Kürt halkına karşı...Eee peki, masum Kürt halkı ne yapsın?Barış isteyen, canı yanmış, acı çekmiş, acılardan yorulmuş, bıkmış Kürt halkı ne yapsın?..Masum Türk halkı ne yapsın peki?Bunları düşünürken sayfayı çevirdim ve Ahmet Altan’ı okudum...Kendisini yakından tanırım, analizlerine güvenirim...***O da diyor ki “AK Parti BDP’yi kapatmaya mı hazırlanıyor?”Başbakan’ın başdanışmanlarından Yalçın Akdoğan, Yeni Şafak’ta BDP’yi ağır biçimde eleştiren ve suçlayan bir yazı yazmış...Okumamıştım, hemen yazıyı bulup okudum...Gerçekten bu resmi bir ağızsa rahatlıkla şüphelenilebilir...Hemen ardından bir de İçişleri Bakanı, “BDP, PKK’nın uzantısıdır” deyince...“Bu iki tavır tesadüf olamaz” demiş Ahmet Altan...AK Parti gerçekten BDP’yi kapatacak mı peki?Türk siyasetini bu karanlığa gömecek mi?***İnsan şimdi ne olacak diye düşünmeden duramıyor...KCK davasından tutuklular kendi dillerinde savunma yapamıyor...Kürt gazeteciler, Türk gazeteciler KCK davasından tutuklanıyor...Ahmet Türk, “Kürtlerin tüm haklarının güvence altına alınacağı bir anayasa düşünülüyorsa bugün 5000 Kürt siyasetçinin hapiste olmaması gerekiyor” diyor...Bütün bunlar yüzünden KCK, AK Parti’ye oy veren Kürtleri tehdit ediyor...BDP bunlara ses çıkaramıyor...AK Parti, BDP’yi siyasi çıkarları için kapatmak istiyor.Herkes kendini haklı görüp, bu haklılığını şiddetin mazereti olarak benimseyince, ortada sadece tehdit, baskı, kavga kalıyor.Ve, sorun asla çözülmüyor.Olan da Kürt halkıyla Türk halkına, şu zavallı Türkiye’ye oluyor.Koskoca ülke, kuyruğunu yiyen kedi gibi yıllardır kendi etrafında dönüp duruyor.

Devamını Oku

"Ben muhafazakarım, Başbakan ne derse onu yaparım... Elhamdülillah..."

25 Aralık 2011

“Türkiye hiçbir zaman komünist olamayacak, çünkü burada Türk komünistleri var.”Bu sözü kimden duyduğumu unuttum ama sözün kendisini hiç unutmadım.Türkiye’de yaşıyorsanız cümleyi duyduğunuz an gülümsüyorsunuz. Aşktan sanata, politikadan inanca, o kadar fazla alanda geçerli ki bu söz...“Türkiye hiçbir zaman sanatın beşiği olamayacak, çünkü burada Türk sanatçılar var.”Ya da...“Türkiye hiçbir zaman medyası özgür bir ülke olamayacak, çünkü burada Türk medyacılar var.”Ya da...“Türkiye hiçbir zaman muhafazakar bir ülke olamayacak, çünkü burada Türk muhafazakarları var.”***Geçen hafta TRT Genel Müdürü’nün Kürt sanatçı Rojin için “aşüfte“ demesini, o sığlıktan tiksinerek takip ettim.Bu, nasıl bir üslup...Sonunda gelinen nokta, o sığlığı daha da sığlaştırdı.Başbakan ve eşi Rojin’i arayıp özür dileyince TRT Genel Müdürü de Rojin’den özür diledi.Oysa ki ‘ne güzel’ sözünün arkasındaydı.O kadar çok soru oluştu ki kafamda bu hikayeyle ilgili...İbrahim Şahin’in Rojin’e “aşüfte” derkenki ruh hali...Başbakan özür dileyince nasıl korktuğu...Rojin’den özür dilemesine rağmen, bu özrün gururuna yediremediği hezimetiyle arkadaşlarına bunu nasıl anlattığı...Aslında ne demek istediği...Aslında şu an Rojin için ne düşündüğü...***Geçen gün Hürriyet Gazetesi’nde Vahap Munyar yazdı.İhsan Kalkavan’la yan yana denk geldiği bir yemekte sormuş:“Pera Palas Oteli’ni çok güzel restore ettiniz. Ama kısa süre önce Demet Sabancı ve eşi Cengiz Çetindoğan’a ait Demsa’ya devrettiniz.” Kalkavan da demiş ki:“Aslında otel zinciri oluşturmak istiyorduk ama vazgeçtik. Sayın Başbakanımız Tayyip Erdoğan Pera Palas’a geldiğinde, “Burada içki servisi de var değil mi?” diye sordu. O gün içime kurt düştü.” Vahap Munyar da “Ne anlamda?” demiş. İhsan Kalkavan “İçki servisi yapılan bir yeri işletmek pek bize göre değildi“ demiş.Başbakanın tek sözü nelere kadir...***Muaviye‘nin orduları gibi mızraklarının ucuna Kuran-ı Kerim sayfaları taksınlar ya da koyu bir taassubun meraklısı olsunlar demiyorum tabii ki ama insan dindarlardan da içkinin günah olmasından, “Kadına istediğimi söylerim” tavrından fazla bir şey bekliyor doğrusu...İki küçük alıntıda adı geçen herkes inançlı çünkü...Ama neye inandıklarını anlamak güç...İbrahim Şahin kendince tasvip etmediği bir kadına “aşüfte” diyebiliyor Elhamdülillah...İhsan Kalkavan içki bile satmıyor Elhamdülillah...Başbakan da “Kadın mıdır, kız mıdır” bakış açısından, “özürlük” pas olunca bunu kaçırmayıp özrü diliyor Elhamdülillah...***Hepimiz Allahın kuluyuz da bazılarımız da “Erdoğan’ın kulu“ anladığım kadarıyla.Eğer Erdoğan ahlakı ve dini hatırlatırsa, hepsi ahlaklı ve dindar.Hatırlatmazsa, hepsi kendi bildiğine...Başbakan hep doğru yöne doğru gitse belki pek bir sorun yok da...Erdoğan, “Kadın mıdır kız mıdır?”, “Affedersiniz Rum!”, “Heykeli yıkın!” diyerek ‘faüllü’ yollara saptığında kulları da peşinden gidiyor.Onlara, ahlakı, zarafeti, kibarlığı, demokratlığı hatırlatacak kimse de kalmıyor.***Dindarlığın ya da muhafazakarlığın kendi ahlakı, edebi, adabı yok mudur?Sözüne ya da işine Allah korkusuyla yön vermez mi?“Başbakan korkusu” mu belirler onlar davranışlarını?Dindarlıkta başbakandan böyle korkmak, her şeyini Başbakan’a göre ayarlamak var mıdır?Bunlara baktıkça, neden bizim kültürümüzde “Kıblesi şaşmış“ diye bir laf olduğunu daha iyi anlıyorum.Bazıları gözünü kulağını Başbakan’a çevirmiş.“Ben muhafazakarım, Başbakan ne derse onu yaparım... Elhamdülillah...”

Devamını Oku

Her insan bir başka insana muhtaçtır...

24 Aralık 2011

Kızının, ‘Kadın ve güzellik sözcüklerinin bir arada kullanıldığı bir dünyada çirkin bir kadın olmak ne demek biliyor musun anne’ dediğini anlatmıştı bir gün bir arkadaşım.‘14 yaşındaki güzel kızıma, doğanın sanıldığı kadar insafsız olmadığını, güzelliği esirgediği kadınlara güzellerde olmayan pek çok şey armağan ettiğini anlattım’ demişti.Gözleri dolmuştu bunları söylerken... Söylediklerini hiç unutmadım...Doğanın, Tanrı’nın o kadar da insafsız olmadığını...***Çirkin kadınlar ve adamlar görmüşsünüzdür...Hayatları tamamen kendi iradeleri dışında oluşan bu haksızlıkla boğuşarak geçer...Ama hemen hemen hepsi, güzellerden pek çok farklı özelliğe ve yeteneğe sahiptirler...Ya daha sıcak ve sokulganlardır ya beş dil konuşurlar ya inanılmaz keman çalarlar ya çok zekidirler ya çok başarılı olurlar...Güzel kadınlar ve adamlar da görmüşsünüzdür...Kendi iradeleri dışında sahip oldukları bu güzelliğin, ayrıcalıkları olduğunu bilirler...Ama hemen hemen hepsi, o güzelliği bozacak bir kusurun acısıyla kavrulurlar bir ömür boyu...Ya yeteneksizdirler ya vücutlarında beğenmedikleri bir yan vardır ya başarısız olurlar ya ilişkileri onlara acı verir ya istedikleri toplumsal sınıfa ait değillerdir...***Güzellik ve çirkinlik, insanlar yaratıldıklarından bu yana, birlikte olacak birine muhtaç oldukları için böylesine önemli hayatımızda.Tek başımıza varolabilseydik, herhalde bunlar bu kadar önemli olmazdı ama hayat da çekiciliğini yitirirdi.Güzellerle çirkinlerin değişik biçimlerde acı çektiği bu dünyada, doğanın bu “adaletsizliğinin” yarattığı üzüntülere, “bir başkasına muhtaç olan” insanlar da kendi çelişkileriyle yeni acılar eklerler.İstedikleri her şeyi bir yandan da reddetmeye, reddettikleri her şeyi bir yandan da istemeye eğilimlidirler.***İnsanoğlu, bir yandan bütün şiirlerinde, şarkılarında, romanlarında, sevişmeye övgüler düzer, bir yandan da özgürce canının istediğiyle sevişmeyi günah, ayıp, yasak cenderesinin içine hapseder...Hem doğanın insana verdiği en büyük zevki böylesine özleyip hem de onu böyle asla dokunulmaması gereken yasaklar listesinin en tepesine oturtmasının yarattığı tuhaflıktan da, acılar, felaketler, dramlar çıkar...Ama bu tür dramların asıl nedeni , “erkeklerin aldatılamaz, kadınların aldatılabilir” olduğu inancıdır...Kadına düşen “affetme, hoşgörülü olma” rolü nasıl koca bir yalandır aslında, değil mi?Toplumun söylediği en büyük yalanlardan biridir bu bence...Karısından dertli bir erkek arkadaşım, “Bu resmi tarihten bile büyük yalandır” demişti de çok gülmüştüm...***Kadın affetmiş gözükse bile affeder mi gerçekten?“Kadınlar affeder ama unutmaz, erkekler affetmez ama unutur” diyor bir yazar.Unutmuyorsan affetmiyorsun demektir...Kadınlar affetmiş gözükse de affetmez bence de.Çünkü o geçiştirilmiş acının hesaplaşması bir gün, hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkacaktır mutlaka...Üstü gölgelerle kapanmış derin bir uçurum gibi ilişkinin içinde bu olay duracak ve bir gün küçücük bir tartışmayla, minik bir jestle, bir sözcükle bu uçurum açılacaktır...Affetmek zorunda kalan kadın, hem yaşanan acının hem affetmek zorunda kalışının intikamını alacaktır...***Aşk, galip görünenin her an mağlup duruma düşebileceği, güçlü olanın göründüğü kadar güçlü, güçsüz olanın göründüğü kadar güçsüz olmadığı, stratejileri, taktikleri, geçici ateşkesleri, pusuları, baskınları olan uzun bir savaş oyunudur..Kimin kazandığına ya da savaşın bittiğine çabuk karar vermek yanıltır insanı.Sevişmek, insanların hem çok sevdiği hem de çok kızdığı, çelişkilerle dolu bir muamma olarak yaşandığı sürece, bu savaş kendi kurallarıyla sürecek, hiçbir şey göründüğü gibi olmayacaktır...***Her insan, bir başka insana muhtaçtır.Hayatın tüm çekiciliği ve insanın tüm zaafı da “başkasına duyulan bu ihtiyaçta” yatar.Bu, bizim şiddetle reddetmek istediğimiz bir gerçek olduğundan, “muhtaç” olmayı içimize sindiremediğimizden, bin türlü çelişki ve acı barınır bu “reddetmeye çabalamamızın” içinde.Doğa, kendi adaletsizliğini “gizli bir adaletle” dengelemeye çalışır ama biz kendi çelişkilerimizi dengeleyecek bir çare bulamayız.O küçük kıza, “Çirkinlikten ya da güzellikten korkma” demek isterdim, “doğa bunun bir çaresini bulur, sen asıl insanın yarattığı çelişkilerden, kendi kendisiyle hesaplaşmasından, zaaflarından ve bu zaafları kabul edememesinden kork.”

Devamını Oku