İki haftayı geçti sanırım açılalı ama ilk günden beri merak ettiğim Salt Galata’yı ancak geçtiğimiz gün gezebildim...İstanbul’da yaşayanlar bilir eğer yaşantınız Karaköy civarında değilse sadece adını duymuşsunuzdur Bankalar Caddesi’nin ve o caddeden geçmeden bir ömür bile geçirseniz aslında o caddeyi, o caddedeki büyük binaların içlerini hep bi merak edersiniz...Ya da en azından ben öyleyim...Daha önce Bankalar Caddesi’nde hiçbir binanın içine girmemiştim...Ve çocukluğumdan beri o caddeden her geçişimde o binaların içini merek eder dururdum...Hayaller kurardım...Eski Osmanlı Bankası’nın binası renovasyondan sonra harika bir kültür sanat merkezi Salt Galata olunca çocukluk hayalimi gerçekleştirmek için hiç vakit kaybetmedim...***19. yüzyılda inşa edilen Fransız mimar Alexander Vallaury’nin imzasını taşıyan, ön cephesi neorönesans, arka cephesi oryantalist esintili bina gerçekten o sokağın en etkili binalarından.Bankalar Caddesi’ne bu adın verilmesinin muhtemelen en büyük sebeplerinden heybetli Osmanlı Bankası binası.Tam yanında müthiş heybetiyle Merkez Bankası var...Tam beş yılda bitmiş çalışmalar.2006 yılında başlanmış.2007’de mimari çizimleri yapılmış projenin.2009 yazında Anıtlar Kurulu’ndan alınan izinle beraber restorasyon çalışmaları başlamış.2011’de de bitmiş.Binanın yeni hali gerçekten etkileyici olmuş...Tam ortasında özel bir bilgisayar sistemiyle çalışan günışığı panelleri var.***En üst katta Tayfun Serttaş’ın hazırladığı ‘Foto Galatasaray’ sergisi son derece çarpıcı, görsel bir roman gibi...Açık Arşiv’in ilk projesi Foto Galatasaray.1935’ten 1985’e kadar Galatasaray’daki stüdyosunda aralıksız fotoğrafçılık yapmış olan Maryam Şahinyan’ın tüm mesleki arşivi.İlk kadın stüdyo fotoğrafçılarından..İlk, Nur Çintay yazdığında öğrenmiştim bu arşivin varlığını...Foto Galatasaray sergisinin ve kitabının yaratıcısı Tayfun Sertaş’tan alıntı yaptığında...Tayfun şöyle anlatmış: ‘İstiklal Caddesi’ndeki Hıdivyal Palas’ın ikinci katında topu topu 15 metrekarelik bir deponun zemininde, üzerine kitap kolileri yığılmış halde, 20 yıla yakın süredir, dokuz büyük koli içerisinde, 1139 kutu dolusu negatif film bekliyordu beni. Unutulduğu yerde, kaybolmuş halde, son bırakıldığı biçimde. Hiçbir karşılaşmanın tesadüfi olmadığına çoktan ikna olmuştum. Şimdi geriye tesadüf olmayan o buluşmaların doğuracağı sonuçlara ikna olmak kalıyordu. İlk andan itibaren tek çıkar yol olduğu açıktı; ya onlara dokunacak -ve de son güne kadar sadece ben dokunacak- ya da onları görmemiş olacak, gördüğüm yerde unutacaktım, unutulduğu biçimde. Öylesi manevi bir yükü sırtlamaya hazırlanmanın yol açtığı vicdani kaygı ve aniden tüm gelecek programları iptal edecek olmanın yarattığı mantık muhasebesini hesaba katmazsak, düşünmem pek uzun sürmedi. O ilk kesişmenin ardından hiçbir şey bana, koliler dolusu İstanbul’dan daha cazip gelmedi. Biz aslında o ilk görüşte birbirimize çoktan tav olmuş, rüyalarımızda başlamıştık bile hikayeyi tersten sarmaya,’.***Tayfun henüz 29 yaşında ama yaptıklarını öğrenince insan gerçekten hayranlık duyarak şaşırıyor. Açık arşiv projelerinin ilki ‘Stüdyo Osep’miş.İstanbul’un yaşayan en eski stüdyo ve set fotoğrafçılarından Osep Minasoğlu’nun 80 yıllık hayatı ve 60 yıllık fotoğraf tarihini canlandırmıştı Tayfun.Bu sefer de, Beyoğlu’nda 50 yıl kesintisiz fotoğraf çeken hayatını fotoğrafa adamış olmasına rağmen, kendi fotoğrafının çekilmesinden hiç hoşlanmayan, sadece dört tane vesikalığı ve bir aile fotoğrafı bulunan bir kadın: Maryam Şahinyan.Babasından devr aldığı işi ölünceye kadar yapıyor.Fotoğraflar gerçekten inanılmaz...Maryam Sahinyan’ın arşivini görünce Türkiye’de fotoğrafçılık Maryam Şahinyan’la ‘bitmiş’ diye düşündüm.Abartılı bir ifade olduğunu biliyorum bunun ama fotoğrafları gördüğüzde bu abartının çok abartılı olmadığını anlayacaksınız...Tek bir fotoğraf koca bir hayat anlatıyor...Sergi 22 Ocak’a kadar açık...Kitabı da Aras Yayınlarından çıkmış...Nur Çintay’dan okudum yine, Maryam Şahinyan, gösterişten uzak, tevazu içinde bir kadınmış.Öğle yemeğinde evden getirdiği bir kırmızı elma yiyormuş.İçine kapalı, yalnız biriymiş,hiç evlenmemiş.Çocuğu yok.Müşterileriyle asgari düzeyde konuşurmuş.Kendisine soru sorulmasını sevmezmiş.***Sergiden çıktığımda iki şey düşünüyordum...Maryam Şahinyan harika bir roman kahramanı olur...Maryam Şahinyan’ın hayatı harika bir film olur...O fotoğrafları görün...
Bize çok normal gelen, artık çoğuna çoktan alıştığımız birçok tuhaflığımız, bizimle ilk defa karşılaşan insanlar üzerinde nasıl bir etki bırakıyor acaba?Düşünsenize Türkiye’yi hiç bilmiyor, merak ediyor ve geliyorsunuz.Üç gün içinde birbirinin tam tersi kaç tane ‘doğru’ duyarsınız acaba?Gözleriniz her duyduğunuz hikâyede faltaşı gibi açılır, “Burada kaç çeşit hukuk, kaç tane demokrasi anlayışı var?” diye şaşırırsınız.***Mesela burada politik öneride bulunmak suç sayılır.Kitap yazdınız ya da çevirdiniz diye hapishaneye girebilirsiniz.Yazı yazmak, politik önermede bulunmak, adam öldürmekten bile tehlikelidir bizim ülkemizde...Bin yıl hapsi istenen yazı işleri müdürleri tanıdım ben gazetecilik hayatımda.Haklarında hapis cezası istenen futbol adamları kadar dikkat çekmediler bu ülkede...Hâlâ yazdığınız yazı için bedel ödersiniz bu ülkede...***Bizim toplumumuz kalemi her defasında silahtan daha tehlikeli bulmuştur nedense.Her zaman bizim ceza yasamız düşünceyi suç kabul etmiştir.Düşünen herkes bir tehdit olarak görülmüştür.Buna bizim toplum eskiden ses çıkarmıyordu.Şimdi de ancak kendi sevdikleri bu anlamsız baskıların hedefi olduğunda ses çıkarıyor.Maçlarda hakemlere gösterilen tepkinin binde biri hukuksal çarpıklığa karşı gösterilmiyor.***Kafalar hep karışık...Kafalar hep ‘kendinden’ yana...- Bir PKK sanığı 14 yıl tutuklu olarak hapis yattığında buna itiraz eden yok.- Vicdani retçilere yapılan zulümlere ortaklaşa bir isyan yok.- Sanık bir Kürt olduğunda, bir solcu olduğunda ya da sizin desteklemediğiniz herhangi bir görüşten olduğunda yapılan hukuk dışı uygulamalar kimseyi rahatsız etmiyor.- Hâlâ “herkes” için adalet peşinde değiliz.- Hâlâ “adalet” dediğimizde asıl söylediğimiz, “Bizimkiler kurtulsun” gerisi ne olursa olsun.***CHP Milletvekili Hüseyin Aygün tutuklu üniversite öğrencilerinin sayısının 500’ü aştığını söyledi.Birçokları bu öğrencilerin sadece öğrenci olmadığına inanıyor.Onlara göre o gençler terörist...Bu ülkede öğrenciler hiçbir şeyi protesto edemez hâle geldi.Ne parasız eğitim, ne ülkedeki olaylar, ne dünya üzerindeki gerçekler öğrencileri ilgilendirmeli onlara göre...Gençler düşünmesin.“Düşünüp eylem yapıyorlarsa mutlaka örgüt bağlantısı vardır” inanışı tüm hukuk anlayışını yerle bir ediyor.Öğrenci tutuklamalarında olan haksızlıklar gazetecilere olanlardan ya da KCK tutuklamalarında olan haksızlıklar Ergenekon davasında olan haksızlıklardan daha az değil...Ama kimse bütün bu hukuksuzluklara aynı kararlılıkla karşı çıkmıyor.***Neden şikede, Ergenekon’da, Balyoz’da “Tutukluk süreleri çok uzun, haksız yere yatıyorlar” diye bağıranlar, davalar sonuçlanmadan üniversitelerden atılan öğrenciler için de bağırmıyor?Neden ülkeyi bölmek, devleti ele geçirmek için asli görevlerini bırakıp kendi halkını öldüren öldürme plânları yapan askerler için “Plân eyleme dönüşmedi ya da onlar vazifelerini yapıyorlardı” diyenler KCK davasında tutuklanan avukatlar için aynı çığlığı atmıyor?***Bize çok normal gelen, artık çoğuna çoktan alıştığımız birçok tuhaflığımız, bizimle ilk defa karşılaşan insanlar üzerinde nasıl bir etki bırakıyor acaba?Düşünsenize Türkiye’yi hiç bilmiyor, merak ediyor ve geliyorsunuz.Bakıyorsunuz her dava için ayrı bir “hukuk” tarifi, değişik görüşlerden her insan için ayrı bir “adalet” kavramı var.Bir dava için çığlık çığlığa bağıran biri başka bir dava için aniden susuveriyor.Ne derdiniz acaba?Bu ülkenin hukukunu dostlarınıza nasıl anlatırdınız?Herhalde, “Burada hukuk var ama sadece bazıları için, burada insanlar adalet istiyor ama sadece bazıları için” derdiniz.“Burada herkes kelimesi sürekli olarak başka başka insan gruplarını tarif eden bir kelime, insanlar herkes dediğinde sadece kendi gibi düşünenleri kastediyor, onun için herkesin tarifi de değişip duruyor” da derdiniz...Başka ne derdiniz?“Ben bunaldım, hemen eve dönüyorum” derdiniz herhalde.
Her yanı karla kaplanmış ıssız bir bozkırda arabanız bozulsa... Bir de tipi bastırsa...Paçayı kurtarmanın tek yolu vardır.Kuytu bir köşede ateş yakıp ısınmak...Böyle bir durumda ateş yakmaya karar verseniz, önce gidip ilerdeki ormandan odun toplamanız gerekir...Sonra onları ateş yakacağınız yere taşımanız, sonra da yakmanız...‘Hadi gidip odun toplayalım ‘ diye yola çıksanız... Ormana varsanız... Sonra da bulduğunuz bir bıçağı iri yarı bir arkadaşınızın eline tutuştursanız... Ağaç dallarını ona kestirseniz...Sonra ‘hadi gidip ateş yakalım’ deyip, odunları iri yarı arkadaşınızın sırtına yükleyip ona taşıtsanız...Ateşi o arkadaşa yaktırsanız...Sonra da ateşin başına kurulsanız...Ateş biraz söner gibi olunca ‘biraz daha odun lazım’ diye gene arkadaşı odun toplamaya gönderseniz...Ve o odun getirdikçe siz ateşin başında ısınıp keyfinize baksanız...Odunu taşıyana da ikide bir akıl verseniz, ‘bu odunlar sayesinde ısınıp rahat edeceğiz’ diye.Sonunda odunu taşıyıp duran kızar...‘Biraz da ben ateşin başında oturayım, sen odun getir’ der...Siz odunu illa ona taşıtmak ve tek başınıza ateşin başında oturmak isterseniz bela çıkar...***İşte buna benzer bir bela da ülkemizde de çıktı çıkacak bence.Türkiye kaynakları ve olanakları kısıtlı bir ülke...Ülkenin kalkınması için herkesin fedakarlık yapması gerekiyor.Ama bizde genellikle fedakarlığı ‘biz’ yapıyoruz...Yönetenler her zaman bu fedakarlıkları bizden bekliyorlar...İşçiden, memurdan, öğrenciden, doktordan, hapishanedekinden, farklı düşünenden, farksız düşünenden, öğretmenden, taraftardan, senden,benden,ondan...Odunu hep başka birileri taşıyor ama ateşin başında hep bir başkası oturuyor.Sonra da bela çıkıyor...***Geçtiğimiz Ekim ayında Taraf gazetesinde Ahmet Altan’ın ‘Bir ayda 43 işçi ölür mü?’ başlığıyla ‘O çok yakındığımız, bir an önce dursun dediğimiz savaşta bile bu kadar insan ölmüyor.Savaş şartlarından daha tehlikeli “çalışma” şartları olabilir mi?Üstelik, bu bir aylık ölü sayısı.2011’in ilk dokuz ayında ölen toplam işçi sayısı 419.Dört yüz on dokuz.Geçen yıla kıyasla işçi ölümleri yüzde 60 oranında atmış.2000-2009 yılları arasındaki işçi ölümlerine baktığımızda rakam korkunç, on binden fazla ölümüz var.Bu ölüm rakamlarının bir tek açıklaması olabilir ancak.‘Yaşadığımız ülkede hâlâ gerçek bir devlet yok demektir bu’ yazdığı günden beri işçi haberlerini takip etmeye başladım...***Geçtiğimiz gün gazetelerde de ‘yıllarca yönetmelikle sağlanmaya çalışılan işçi sağlığı ve işyeri güvenliği ilk kez yasa ile düzenleniyor’ haberini okudum.Haberde, ‘uzun süredir üzerinde çalışılan ama bir türlü yasalaşamayan İş Sağlığı ve Güvenliği Yasa Taslağında artık sona gelindi. Taslak, Bakanlar Kurulu’nda’ diye yazıyordu...Ülkemizde hiçbir zaman tam anlamıyla bir işçi hareketi olmadı.Daha doğrusu siyasi olarak örgütlenmiş bir yönü hiç olamadı...Ve olmalıydı...Türk işçisi yasaklara karşı çıkacak, haksızlıklarla savaşacak bilince hiç ulaşmadı...Her zaman odunu gidip getiren o ‘arkadaş’ oldu...***Ülkenin zenginliği artıyor.Yapılan açıklamalara göre verimliliği artıyor.İşçilerin sağlığı ve güvenliği neden daha olumlu şartlara kavuşmuyor peki?Odunu onlar getiriyor.Ateşi onlar yakıyor.Ve, biz ateşin başında otururken onların canını güvenceye alacak yasayı bile yıllardır çıkartmıyoruz.Sadece üşümüyorlar.Bir de her ay kitleler halinde ölüyorlar.Biz bu gerçeği görmezden gelerek bu ateşin başında daha ne kadar oturacağız?
Bir aşk ne zaman gerçekten aşktır... Bunu hep merak ederim...Bir hayat ne zaman gerçekten bir hayattır... Onu da...Ya da yaşamak ne zaman gerçekten yaşamaktır...Düşman ne zaman düşman, direniş ne zaman direniş, affetmek ne zaman affetmektir...Her seferinde başka başka cevaplar verilebilen sorular bunlar.Tam doğru cevabı olmayan bir sorunun kendisi ne kadar önemlidir o zaman?İşte bunu da çok merak ederim...***Casablanka filmini seyretmişsinizdir değil mi?Gelmiş geçmiş en iyi aşk filmi derler...2002 yılında ABD Film enstitüsü tarafından tüm zamanların en iyi aşk filmi seçildi.Filminin ilk gösterimi, 1942 yılının 23 Kasım’ında yapılmış...69 yıl önce...Humphrey Bogart, Ingrid Bergman’ın oynadığı film En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo dallarında Oscar aldı.Geçen hafta filmi tekrar seyrettim...Nerdeyse her sahnesi hafızanızdan çıkmayacak bir söze sahip...***Rick ve Ilsa, Humprey Bogart ve Ingrıd Bergman tanıştır tanışmaz birbirlerine aşık olurlar.Unutulmaz bir haftanın sonunda 2. Dünya savaşında Almanların Paris’e doğru geldiklerini öğrenip şehirden kaçmak için tren garında buluşmak için sözleşirler...Rick, Ilsa’yı bekler...Bekler... Ama Ilsa gelmez...Yıllar sonra...Ilsa, yanında çok ünlü bir direniş kahramanı olan kocasıyla birlikte Casablanca’ya gelir.Amacı Lizbon’a, oradan da ABD’ye iltica etmektir.Bütün umutları, Casablanca’nın en meşhur gece kulübünün sahibi olan Rick’e bağlanmıştır.Rick, kaçış için gerekli olan evraklara sahip tek kişidir.Rick, sahibi olduğu gece kulübünde ünlü direnişçi ve onun “karısı” ile karşılaşır...Rick’i beklemektedirler.Victor’un karısı Ilsa, Rick’in bir zamanlar kendisini terk ettiğine inandığı ve kalbinin derinliklerine gömdüğü büyük aşkıdır...Rick ya Victor’un yakalanmasına ve ölmesine izin verecek ya da sevdiği kadının kocasıyla gitmesini izleyecektir...***Bir aşk ne zaman bir gerçekten bir aşktır?Gitmesine izin vermek mi, seninle kalmasını istemek mi?Casablanka’yı unutulmaz bir aşk filmi yapan, Rick’in sevdiği kadından, onu delicesine severken vazgeçmesi...***Aşk bazen “vazgeçebildiğinde” aşk oluyor.Bazen de “asla” vazgeçmediğinde.Bunun daha önceden bilinebilecek bir kuralı yok, ne yaparsan bir aşk gerçekten aşk olur, bilmiyorsun.Ama gerçekten aşık olduğunda, aşk gerçekten aşk olduğunda, ne yapacağını biliyor, en doğru, en unutulmaz kararı veriyorsun.Ya da en azından bunu yapabildiğine inanıyorsun...***Çekilmesinden 69 yıl sonra Casablankayı yeniden seyrettim...Ilsa Rick’den, kocasını kurtarmasını isterken ‘ikimiz için de düşün’ diyor...Rick de düşünüyor...Ve Ilsa’nın kocasıyla birlikte Casablankadan kaçmasının en doğru şey olduğuna karar veriyor.Ve insan düşünmeden duramıyor; ‘kendini unutmadan’ bir aşk gerçek bir aşk, bir hayat gerçek bir hayat olamıyor mu diye?
Siyaset, Türkiye’de en önemli zannedilen işlerin başında gelir.“Siyaset dışı” bir gündem yaratılması neredeyse imkansızdır bizim ülkemizde.Son yıllarda magazin bile heyecanı yitirilmiş bir alan.Ünlülerin dedikodularıyla o kadar ilgilenmiyoruz sanki artık...Hatta ‘büyük’ paşaların bile davaları, ifadeleri, hatta mahkemeleri sönük bir ilgiyle takip ediliyor.Nedir siyasette aklımızı bu kadar taktırdığımız, bilemiyorum.***George Clooney’in hem yönetmenliğini yaptığı, hem yapımcısı olduğu, hem senaryosunu yazdığı ve hem de başrollerinden birinde oynadığı “Zirveye Giden Yol”u seyrettim geçen gün...Amerika’daki başkanlık seçimi öncesi aday kampanyalarını anlatıyor.Siyasete çok meraklı bir toplum olsak da bizim bilmediğimiz bir yarış türü Amerika’daki başkanlık seçimleri.O yüzden her zaman severim başkanlı filmleri...Siyaseti, hayatın kalbine yerleştirmiş bir ülke olarak Amerikan seçim dönemi filmleri mutlaka seyredilmeli bence...Elimde olsa haftada bir böyle bir film mutlaka seyrettirirdim milletvekillerine...***Filmden çıkar çıkmaz George Clooney’in film macerasını merak ettim.İnternette filmle ilgili çıkan yazıları okudum.Venedik ve Toronto film festivallerinde filmin çok beğenildiğini okumuştum daha önce zaten.Aklımda iyi bir George Clooney röportajı okumak vardı, onu da buldum sonunda...Çok sevdiğim cümlelere rastladım anlattıklarında:“Politikacı rolü oynamak hiç de kolay değildi. Dürüst olmak gerekirse filmde gördüğünüz poster çekimlerini bile yapmak zordu. Çeneni havaya kaldıracaksın, dik duracaksın, uzakta bir yere bakacaksın. Düşündüğümden çok daha fazla bir egoya sahip olmak lazımmış.”Bunu söyleyen çok başarılı, çok zengin, çok yakışıklı, çok ünlü bir adam...Yani egosu hakkında bir fikrimiz kolayca olabilir, değil mi?Ama film icabı oynadığı siyasetçi karakteri için “Düşündüğümden bile daha fazla bir egoya sahip olmak lazımmış” diyor.Biz Türklerin siyaseti niye bu kadar kolayından sevdiğimizin ve hayatın özü zannettiğimizin cevabı gibi...Çünkü bir Türk’ün egosu dünyaya bedeldir.***Filmi 5 yılda tamamlamış Clooney.Obama seçimi kazandığı dönemde aslında film hazırmış ama “Eleştirisel ve alaycı olmanın zamanı değil” diye filmi bekletmişler.“Herkes o kadar umut doluydu ki... Sonra baktık, artık alaycı olabiliriz dedik” demiş.Film bittikten sonra ilk kopyayı Steven Soderberg’e göstermiş George Clooney.“Etrafımda bana fikir verecek zeki insanlar olması güzel” diye anlatmış.Ve şöyle söylemiş:“Harika bir şarkıcı olan halam Rosemary’ye kariyerinin sonunda ‘Şimdi notalara bakmıyorsun ama çok daha iyi söylüyorsun, nasıl yapıyorsun’ dediğimde, ‘Çünkü artık şarkı söyleyebildiğimi kanıtlamak zorunda değilim, malzeme iyiyse sadece onu servis et’ dedi... Ben de bu filmde onu yaptım işte, malzemem çok iyiydi. Çok iyi oyuncular ve sinemacılarla çalıştım, harika dostlardan tavsiyeler aldım.”***Clooney’in filmini seyredince, neden Amerikan başkanlık seçimleriyle ilgili filmleri sevdiğimi, neden Türkiye’deki siyasetten sıkıldığımı daha iyi anladım.Galiba aradaki temel “fark” sinemacılar ve seyirciler.Amerikan siyasetçileri de bizimkiler kadar ilkesiz, çıkarcı, kulisçi, entrikacı, numaracı ama onların bütün bu olumsuzluklarını alaycı ve eleştirel bir dille anlatan sinemacıları ve bundan hoşlanan seyircileri var.Bu filmler siyasete de bir neşe ve espri katıyor.Bizim siyaset dünyamızın ne kendisinde, ne eleştirisinde bulunmayan özellikler bunlar.Neşe ve espri yok.Sadece ego ve kavga var.Bence, siyaseti düzeltmek için siyasetçilerden çok, siyasetçilerle dalga geçecek, siyasete zeka katacak sinemacılara ve sanatçılara ihtiyacımız var.Clooney’in filmini seyredince buna daha çok inandım.
Şapkasını gözlerinin önüne kadar indiren kovboy, rahvan giden atının üzerinde kasabaya girer.Uğursuz bir rüzgar eser.Ana cadde boştur.Rüzgar, toz, toprak arasında bir-iki devedikenini sürükleyip götürür.Ve birden bir tüfek uzanır bir köşeden:“Eller yukarı!”Tüfeği tutan Teksas’ın efsanevi yargıcı Roy Bean‘dir.Kovboyu alıp bara götürür. Kendisi barın arkasına geçer.Ve bir elinde tüfek, “Seni inek çalmak suçundan idama mahkum ediyorum. Malların müsadere edilmiştir” der.Kovboyu asarlar.Mallarını da yargıç alır.Kovboy, ineği çalmadığını bir türlü anlatamaz.Yargıcın elindeki tüfek her itirazı bastıracak kadar güçlüdür.Bu tür olaylar geçen yüzyılda Teksas’ta yaşandı herhalde.Hukuk pek gelişmemişti.Hukuku, ‘güçlü’ olanlar kendilerince uyguluyordu. Aradan bir yüzyıl geçti.Teksas düzeldi.Ama biz hala düzelemedik.Teksas usulü hukuku bir türlü bırakamadık.***Neşe Düzel’in Taraf Gazetesi’nde iki gündür devam eden Dengir Mir Mehmet Fırat röportajını okudum.Anlattıkları çok çarpıcıydı ama yeni anayasayla ilgili yorumları özellikle ilgimi çekti.Çünkü hukukun bir süre daha ‘güçlü’nün elinde kalacağını düşündürdü bana.Dengir Fırat demiş ki:“Benim yeni anayasa yapılacağına dair bir ümidim yok. Bu Meclis’ten yeni anayasa çıkmaz. İki parti, ‘Mevcut anayasanın üç değişmez maddesi değiştirilemez’ diye kırmızı çizgiler koydu. Değişmez maddeler kalacaksa, o zaman yeni anayasa yapmaya gerek yok ki. AK Parti de bunu destekleyince anayasa yapmada onun da ayak sürdüğü kanısı bende hakim olmaya başladı. Dört parti anayasanın çıkmaması için anlaştılar. ‘Dört partiden biri çekildiği takdirde anayasa uzlaşma komisyonu dağılacak’ ilkesinde anlaştılar. Böyle bir ilkede anlaşmak bizim yeni anayasa yapma niyetimiz yok demek.”Dengir Fırat 2007’de Anayasa Komisyonu Başkanı‘ydı.AK Parti’nin kurucularından ve eski genel başkan yardımcısı.Ne dediği önemli...Ve demiş ki Dengir Fırat:“Gülünç yasaklar değişmedikçe anayasa yapsan bile ne değişir ki? Harf yasakları, soyadı yasağı duruyor, yer isimleri iade edilmedi. Siyasi Partiler Yasası, Terörle Mücadele Yasası değişmedi, ki tek maddelik bir kanunla birgünde toptan değişir bunlar. Kürtler vatandaş olur. Türkiye’deki Kürt sorunu vatandaşlık sorunudur. Türkler vatandaş, Kürtler tebaa.Bu ikili sistem kalkarsa Kürt problemi kalmaz. O zaman anayasada vatandaşlık anlayışını değiştirmenize lüzum kalmaz.”İçinden geldiği AK Parti’nin, bu gülünç yasakları, hukuku ve demokrasisi gelişmiş ülkelerde olması mümkün olmayan yasaları değiştirebilecek gücü olduğu halde değiştirmediğini söylüyor Dengir Fırat.***Bakın, dört parti birleşip Futbolda Şiddet Yasası’nda şikeyle ilgili cezaları hafiflettiler.Kendi çıkarttıkları şike yasasındaki cezaları abartılı buluyorlar, inanılmaz bir süratle hareket edip bunu değiştirebiliyorlar ama fikir özgürlüğü konusundaki yasakları, siyasi yasakları, harf yasaklarını, tutukluluk sürelerini abartılı bulmuyorlar.“Tutukladığı insana niye tutukladığını söylememe hakkını mahkemeye veren yasayı” abartılı bulmuyorlar.Bu yasaklar, aslında 21. Yüzyıl’ın Türkiye’sindeki Roy Bean yasakları.“Vahşi Batı” yasakları bunlar.Niye partiler bunlardan rahatsız olmuyor, neden iktidar, muhalefet, bundan rahatsız olmuyor?Şike kadar önemi yok mu bunların?Futbolda şikeyi önlemek önemli ama sanırım daha önemli olanı...Siyasetteki şikeyi önlemek.Çağdışı yasaklar konusunda iktidarlamuhalefet arasındaki “gizli” anlaşmaları ortaya çıkarmak...
Çağdaş demokratik bir ülkeye gittiğinizde garip bir eksiklik hissedersiniz...Bir süre sonra da o eksik şeyin ne olduğunu anlarsınız...Alıştığınız bir duygu yok olmuştur içinizde.Yasaklarla, baskılarla, hapishanelerle, darbelerle, işkencelerle, insanların insanlara ettiği zulümlerle dolu bir ülkede büyüyen çocukların çoğu gibi sizde de ‘tedirginlik duygusu’ yapınızın doğal parçası olmuştur.Yasaksız, baskısız, insanların birbirlerini haksız yere yargılamadığı bir yere gittiğinizde bu alıştığınız tedirginlik duygusu birden kaybolur.Çünkü o ülkelerde insanlar düşüncelerini rahatça söyleyebilmekte, istedikleri her şeyle rahatça dalga geçebilmektedirler.Oralarda düşüncelerinizden, yaptıklarınızdan dolayı yargılanmazsınız...Biz güya çağdaşlaşma yolunu neredeyse tamamlamış, hatta çağdaşlaşmış bir ülkeyiz ama her türlü baskı hala sürüyor.Milliyetçilik adına sürüyor en başta...Kürtsen ya da Kürtlerin haklarını almasını destekleyen bir Türksen bu baskı ağır biçimde hissediliyor...Benim için anlaşılması her zaman zor bir meseledir milliyetçilik.Milliyetçilik nedir gerçekten?***Bundan tam 222 yıl önce, 1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilaliyle doruğuna ulaşıp bütün dünyayı etkilediğinde, bu anlayış, toplumlar arası ekonomik çatışmaların politik bir ifadesiydi.Birçok imparatorluk, milliyetçilik vurgunu yiyerek parçalanmıştı.Yeni ulus devletler oluşmuştu.Başta Avrupa haritası olmak üzere bütün dünyanın haritası değişmişti.Küçük küçük parçalara ayrılmıştı.Sonra 90’lı yıllara geldiğimizde küçük parçalara ayrılan milletlere bölünen Avrupa yeniden bütünleşmeye karar verdi.Geçmiş 200 yılda birbirleriyle savaşa giren Avrupa ülkeleri, kendi istekleriyle tek bir Avrupa devleti kurmaya karar verdiler..Avrupa’da 1789’da açılan milliyetçilik parantezi, 1990’larda gene Avrupa’da bitti aslında.Bütünleşerek bitti.Hatta bütünleşme arayışı sadece Avrupa’yla sınırlı kalmadı, dünyanın çeşitli kesimleri bu bütünleşmenin peşine takıldı o yıllarda.Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle dünyada “ekonomik sistem” de ikili bir yapıdan çıktı.Eski komünist ülkeler serbest piyasa ekonomisini benimsedi .Ülkeler birleşti, sistemler bütünleşti 90lı yıllar içinde.Fransız şair Eluard’ın mavi bir portakala benzettiği dünya 200 yıl dilim dilim ayrıldıktan sonra tekrar mavi bütün bir portakal oldu.***Milliyetçilik, bu değişime ayak uyduramayanlara kaldı.Bu bütünleşmede, üretimleriyle, fikirleriyle, yaratıcılıklarıyla yer bulamayacaklarından korkanlar “milliyetçilik” mağaralarına sığındı.Bütünleşmeyi lanetledi.Ait oldukları “parçanın” herkesten ve her şeyden üstün olduğu iddiasıyla kendini avutmaya çalıştı.Türkiye ise bir yandan hem serbest piyasa ekonomisine geçerek, hem AB’ye üyeliğe ağırlık vererek “bütünleşmenin” parçası olmaya çalıştı, bir yandan da bu bütünleşmenin çağdaş ölçülerinden korkup milliyetçiliğe sapmaya uğraştı.O yüzden de ne olduğu anlaşılmaz bir şizofreninin içine düştük.Hem çağdaşız hem çağdışıyız, hem kürselleşmenin parçasıyız hem Kürtlerin haklarını inkar ediyoruz, hem AB üyeliğine adayız hem en faşist yasalara sahibiz.Bir gün oyuz, öbür gün öbürü.Kararsızlığımız yarattığı sarsaklığı her alanda hissederek yaşıyoruz.***Çağan Irmak’ın son filmi Dedemin İnsanları’nı izledim...1923 yılında yaşanan zorunlu göçü, mübadele yıllarını ve o yıllarda çocuk olan Mehmet Bey’in hikayesini anlatıyor.Çetin Tekindor, Giritten göç eden bir Türk olan ama kendi topraklarında ‘gavur’ denilen Mehmet Bey’i olağanüstü oynuyor...Hatta olağanüstü sıradan bir kelime olarak kalıyor o oyunculuğun yanında...Çağan Irmak anlatmak istediği hikayeyi inanılmaz çekmiş, senaryoya, oyunculuklara, renklere, seslere bayıldım...Hele Girit’ten göç sahneleri dünya sineması düzeyinde bence...Filmi seyrederken “Türk olmak ne demek” diye düşünüp durdum...2011 yılında “Türk” kimdir?Avrupa’nın üyeliğine üye ülkenin vatandaşlığına aday olan, Dersim’den özür dileyen insan mı yoksa Kürtlerle “eşit” olmamak için her türlü belayı göze alan, Atatürk’ün hatalarını saklamak için kıvranan insan mı?Sonunda Başbakan Erdoğan’ın, “Türk kimdir” sorusunun en iyi cevabı olduğuna karar verdim.Kürt açılımını da yapar, Kürtleri de hapseder, hem uluslararası vicdanın sesidir hem en faşist yasaları sahiplenir, hem dünya liderliğine oynar hem hiç duraksamadan “affedersiniz, kadın mıdır kız mıdır bilmiyorum,” der.Kararsızdır anlayacağınız, iki dünya arasında gider gelir, kendine bir yer bulamaz, kendini hiçbir yerde rahat hissedemez.Gidip bu filmi seyredin.Bakalım sizde de aynı soruları sorma ihtiyacı yaratacak mı?
Fark etmediğimiz ne çok ‘yük’ taşıyoruzaslında hayatımızda, ruhumuzda farkındamısınız? Bu yüklerden pek çoğu bizi mutluetmiyor ama...Onları, bize sağladıkları başka avantajlarından, uzaktan bakıldığındaki ışıltılı görüntülerinden vazgeçemediğimiz için taşımaya devam ediyoruz...Kimimiz parası, kimimiz adı, kimimiz toplumsal kimliği, kimimiz hırsları, kimimiz dertleri, kimimizgüzelliği yüzünden kendini olduğu gibi hayatabırakamıyor...İçinden geleni yapamıyor...İstediği insan olamıyor...Mutluluğu, derinlerimize saklanmış o gerçekisteklerimizi yok farz ederek bulmaya çalışıyoruz...Böyle bulabileceğimize inanıyoruz...Bir ömrü, aslında ne istediğimizi kendimizeunutturmaya çabalayarak yaşıyoruz...İsteklerini unutmayan, isteklerinin peşinden giden birilerini gördüğümüzde de buna çok kızıyoruz...Bir insanın, başkalarının en çok hangidavranışlarına öfkelendiğine bir bakın, o öfkede büyük bir olasılıkla o insanın “sırlarını” bulacaksınız.Öfkelendiğimiz de, küçümsediğimiz de, o neöldürmeyi ne yaşatmayı becerebildiğimiz, gizliisteklerimiz aslında...Sakladığımız, korktuğumuz, utandığımız, olmakisteyip de olamadığımız yanımız...Kaçımız bunları yenip kendimiz olabiliyoruzacaba?Sanırım pek azımız...Çoğumuz, aslında olmadığımız biri olaraksürdürüyoruz hayatımızı.***TOG Toplum Gönüllüleri Vakfı, Mudo Concept, Trump Towers ve Maison Française Dergisi, sosyalsorumluluk projesi “Sokak Lambası”na destek vermek için hep birlikte 12 mimar 12 ünlü evi projesinigeliştirmiş.Aslında fikir, Mudo Concept’in sahibi MustafaTaviloğlu’na ait...Açıkça söylemek gerekirse zaten fikrin kendisiprojenin en etkileyici kısmı...12 ünlü isim, Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın çalışmalarını desteklemek, tanıtmak amacıyla 12 mimarla birlikte, kendi zevklerine ve seçimlerine uygun olarak Mudo Concept koleksiyonlarıyla evler dekore etmiş Trump Tower’da.10 lira verip 12 evi geziyorsunuz ve toplanan para sokakta çalışan çocukların, sosyal aktiviteler aracılığıyla kendi potansiyellerini keşfetmelerini, özgüven kazanmalarını ve bu sayede toplumsal yaşama katılmalarına yardım eden “Sokak Lambası” projesine kaynak oluyor.Gerçekten iyi bir proje...4 Aralık’a kadar gezebilirsiniz...***Ben geçen akşam gezdim...Beni heyecanlandıran, 12 hayattan izler, sesler, renkler bulabilecek olmamdı bu projede...12 de mimar düşünürsek...24 bilmediğim hayata değecek olmam beni heyecanlandırıyordu...Yani ben projenin böyle birgerçeklikle yapıldığını sanıyordum...Aksi takdirde Mudo Concept’in ürün tanıtımı gibi olurdu bu proje çünkü...12 ünlü, eşyaları seçer, Mudo da onu vitrininihazırlar gibi döşerdi...Evleri gezerken sadece Mudo Concept’inmobilyalarını beğendim doğrusu, bir de çoğumuzun kendimiz olamadığını düşündüm durdum...O evden o eve geçerken rastladığım izler, sadece saklamış olduklarıydı çünkü...Mesela Oya Eczacıbaşı yatak odası kurdurmamış...Caroline Koç da neredeyse sadece bir yatakkoymuş odaya...Arzuhan Yalçındağ, Mudo vitrini gibi bir evyapmış...Zenginler hayatlarından izler bulmamızıistememişler...Sahip oldukları para, sahip oldukları soyadı, sahip oldukları toplumsal kimlik onları kendileri gibiolmaktan alıkoymuş işte...Ayşe Arman’sa yatak odasındaki yatağın üstüne kırmızı iç çamaşırları ve kelepçe koymuş...O da sakin bir oda kuramamış belli ki...Okuyucusunun tanıdığı Ayşe’ye ihanetedememiş...Evden eve geçerken acaba hangisi hangisineözeniyordur en çok diye merak ettim...Yatak odası kuramayan ile kelepçeli yatak odası hazırlayan birbirleri hakkında nedüşünüyordur?***Ben projeyi sevdim ama sanırım en çok Mudo Conceptmobilyalarına bayıldım...Ümit Boyner’in yemek masası ve sehpaları, İzzet Çapa’nın kitaplık duvar kağıdı ve müzik kutusu, Rana Erkan Tabanca’nın merdiven şeklindeki kitaplıkları ve lambaları,Siren Ertan’ın lambaderi harikaydı.Tabii Trump Tower’ın daireleri de o mobilyalarla çok çarpıcıgözüküyordu.Ama o evler hüzünlendirdi beni.Kendimiz olmakta, kendi gerçek kimliğimizi ortaya koymakta ne kadar zorlandığımızı gördüm.Belki de o insanlara haksızlık yapıyorum,bilmiyorum... Ama en azından o evler bana bunudüşündürdü.Evlerin yapaylığı, insanların gerçekliğiyle ilgilikuşkularımı depreştirdi sanırım.