Odunu kim getiriyor? Ateşin başında kim oturuyor?

Haberin Devamı

Her yanı karla kaplanmış ıssız bir bozkırda arabanız bozulsa...

Bir de tipi bastırsa...

Paçayı kurtarmanın tek yolu vardır.

Kuytu bir köşede ateş yakıp ısınmak...

Böyle bir durumda ateş yakmaya karar verseniz, önce gidip ilerdeki ormandan odun toplamanız gerekir...

Sonra onları ateş yakacağınız yere taşımanız, sonra da yakmanız...

‘Hadi gidip odun toplayalım ‘ diye yola çıksanız... Ormana varsanız... Sonra da bulduğunuz bir bıçağı iri yarı bir arkadaşınızın eline tutuştursanız... Ağaç dallarını ona kestirseniz...

Sonra ‘hadi gidip ateş yakalım’ deyip, odunları iri yarı arkadaşınızın sırtına yükleyip ona taşıtsanız...

Ateşi o arkadaşa yaktırsanız...

Sonra da ateşin başına kurulsanız...

Ateş biraz söner gibi olunca ‘biraz daha odun lazım’ diye gene arkadaşı odun toplamaya gönderseniz...

Ve o odun getirdikçe siz ateşin başında ısınıp keyfinize baksanız...

Odunu taşıyana da ikide bir akıl verseniz, ‘bu odunlar sayesinde ısınıp rahat edeceğiz’ diye.

Sonunda odunu taşıyıp duran kızar...

‘Biraz da ben ateşin başında oturayım, sen odun getir’ der...

Siz odunu illa ona taşıtmak ve tek başınıza ateşin başında oturmak isterseniz bela çıkar...

***


İşte buna benzer bir bela da ülkemizde de çıktı çıkacak bence.

Türkiye kaynakları ve olanakları kısıtlı bir ülke...

Ülkenin kalkınması için herkesin fedakarlık yapması gerekiyor.

Ama bizde genellikle fedakarlığı ‘biz’ yapıyoruz...

Yönetenler her zaman bu fedakarlıkları bizden bekliyorlar...

İşçiden, memurdan, öğrenciden, doktordan, hapishanedekinden, farklı düşünenden, farksız düşünenden, öğretmenden, taraftardan, senden,benden,ondan...

Odunu hep başka birileri taşıyor ama ateşin başında hep bir başkası oturuyor.

Sonra da bela çıkıyor...

***


Geçtiğimiz Ekim ayında Taraf gazetesinde Ahmet Altan’ın ‘Bir ayda 43 işçi ölür mü?’ başlığıyla ‘O çok yakındığımız, bir an önce dursun dediğimiz savaşta bile bu kadar insan ölmüyor.

Savaş şartlarından daha tehlikeli “çalışma” şartları olabilir mi?

Üstelik, bu bir aylık ölü sayısı.

2011’in ilk dokuz ayında ölen toplam işçi sayısı 419.

Dört yüz on dokuz.

Geçen yıla kıyasla işçi ölümleri yüzde 60 oranında atmış.

2000-2009 yılları arasındaki işçi ölümlerine baktığımızda rakam korkunç, on binden fazla ölümüz var.

Bu ölüm rakamlarının bir tek açıklaması olabilir ancak.

‘Yaşadığımız ülkede hâlâ gerçek bir devlet yok demektir bu’ yazdığı günden beri işçi haberlerini takip etmeye başladım...

***


Geçtiğimiz gün gazetelerde de ‘yıllarca yönetmelikle sağlanmaya çalışılan işçi sağlığı ve işyeri güvenliği ilk kez yasa ile düzenleniyor’ haberini okudum.

Haberde, ‘uzun süredir üzerinde çalışılan ama bir türlü yasalaşamayan İş Sağlığı ve Güvenliği Yasa Taslağında artık sona gelindi. Taslak, Bakanlar Kurulu’nda’ diye yazıyordu...

Ülkemizde hiçbir zaman tam anlamıyla bir işçi hareketi olmadı.

Daha doğrusu siyasi olarak örgütlenmiş bir yönü hiç olamadı...

Ve olmalıydı...

Türk işçisi yasaklara karşı çıkacak, haksızlıklarla savaşacak bilince hiç ulaşmadı...

Her zaman odunu gidip getiren o ‘arkadaş’ oldu...

***


Ülkenin zenginliği artıyor.

Yapılan açıklamalara göre verimliliği artıyor.

İşçilerin sağlığı ve güvenliği neden daha olumlu şartlara kavuşmuyor peki?

Odunu onlar getiriyor.

Ateşi onlar yakıyor.

Ve, biz ateşin başında otururken onların canını güvenceye alacak yasayı bile yıllardır çıkartmıyoruz.

Sadece üşümüyorlar.

Bir de her ay kitleler halinde ölüyorlar.

Biz bu gerçeği görmezden gelerek bu ateşin başında daha ne kadar oturacağız?

DİĞER YENİ YAZILAR