Aşk kaybolduğunda bir ilişkinin bayağılaşması gibi “düşünce kaybolunca” da siyaset bayağılaşıyor...Küfür, hakaret, şantaj, tehdit, demagoji, hamaset, sığ bir ihtiras savaşının cephanesi olarak siyaset namlusuna sürülüyor hemen...Yaratıcılık ışıkları söndürülmüş bir politikanın sefaletinden kendimize eğlence çıkarmaya yorulmadık mı?Fransa’da Sarkozy oy avcılığına çıkınca Türkiye’de milyonlarca insan neden çıldırıyor, neden bütün hayat bu saçmalığın üstüne oturuyor kısa bir süreliğine de olsa?Neden bizi, aklımızı taktığımız “tek bir kelime” yüzünden oyuncak haline getirmelerine izin veriyoruz?Ermeni meselesini başkalarının konuşmasını istemiyorsak, neler olup bittiğini oturup kendimiz açıkça konuşalım.Yüz yıl önceki bir günahı kabul etmemek için bugün işlenen günahlara göz yumuyoruz.Susurluk cinayetleriyle, Fransa’yla ilgilendiğimiz kadar ilgilenmiyoruz.***Kış öğleden sonralarının puslu dinginliğine ayak uyduramayacak kadar bir öfke kabarmasıyla sarsılıyorum ben doğrusu...Toplumuma, insanlarıma, mesleğime inancım azalıyor.Kendimi ortak bir yalanın, ortak bir seviyesizliğin, ortak bir palavracılığın parçası gibi hissediyorum.Irkım hakkındaki, dinim hakkındaki o manasız övgüler, toplumun gönlünü okşayan, onları coşturmak için söylenen abartılı yalanlar, sahtekarların arkasına saklandığı birer yalan kalesine döndü çünkü...Bu kadar açıkça yalan söylenilmesinden, aptal yerine konulmaktan bıktım artık...Yalan söylenmesi, Fransızların aptallığından daha fazla kızdırmıyor mu sizi gerçekten?Ne zaman bir aptallığa başka bir aptallıkla cevap versek, kandırıldığımızı anlıyorum hemen...Yeni gürültüler yaratıyorlar gerçeği duymamamız için, yeni görüntüler yaratıyorlar gerçeği görmememiz için...İstedikleri de oluyor zaten...Ülkenin asıl gerçeğinden kopuk yapay öfkelerle uyutuluyoruz...***Elli yıl önceki o derin uykuda değiliz artık elbette ama uyanık da değiliz...Soğuk bir havada ıslak çarşaflar üzerinde yatmak zorunda kalan yorgun bir insanın tedirgin uykusunu uyuyoruz, ne uykuya dalabiliyoruz, ne uyanabiliyoruz...Sizce, 1915’te gerçekten ne olduğunu merak ediyor muyuz?Soykırım mı değil mi tartışması bir yana, aslında ne yaşandığıyla ilgileniyor muyuz?Tabii ki hayır...Tabii ki ilgilenmiyoruz...Ermeni kimdir, Kürt kimdir, Rum kimdir, Yahudi kimdir bilmiyoruz bile...Ne acılar çekmişler; korkuları, çaresizlikleri neler olmuş bilmiyoruz...Hepimiz 75 milyonluk bir çetenin üyesi gibiyiz...Bunu saklamak için yalanlar söyleyip övündükçe övünüyoruz...Hepimiz derdimizin ne olduğunu gayet iyi biliyoruz aslında ama bilmiyormuşuz gibi yapıp yalanlarla tempo tutuyoruz.Artık başkalarına değil de kendimize kızmanın, kendi gerçeklerimizi gözden geçirmenin, kendi toplumumuzun gerçeklerini yüreklice kabul etmenin zamanı gelmedi mi?***Çarşamba gecesi TGRT Haber’de Mehmet Altan’ı izliyordum...Duyduğumda önce kahkaha attım ama sonra içimi sızlatan bir şey söyledi:‘Muhalefet lideri Ermeni değil ki...’Bu ülkede bizim Başbaka’nın Ermenileri sevmesi, onları siyaseten kazanmak istemesi, onlardan özür dilemesi için muhalefet liderinin Ermeni olması, kendi Ermeniliğine sahip çıkmaması gerekiyor...Çünkü başka hiçbir gerçek, hiçbir acı, hiçbir toplumsal baskı Başbakan’a gerçekleri söyletemiyor bu konuda.***Bıktım bu yapay siyasetten.Fransız politikacıların ihtirasından yararlanıp “milliyetçilik” üzerinden oy avlanmasından.Ermeni meselesi sizin için bu kadar hayatiyse...Bırakın Sarkozy’yi, Fransa’yı falan da 1915’te neler oldu kendiniz araştırın, kendiniz tartışın.Ben daha Ermeni meselesinde gerçekçi bir analizin siyaset dünyasında yapıldığını duymadım.Duyduğum, bağırış, çağırış, hamaset.Boşverin Fransa’yı da siz söyleyin 1915’te Ermenilere ne olduğunu.Ama mesele Ermeniler değil, 1915 de değil... Mesele, bu gürültüde Susurluk’u, Ergenekon’u, derin devlet cinayetlerini unutturmak.1915’teki “derin devletin” cinayetleri, 2000’deki derin devletin cinayetlerine pansuman oluyor...Bu da taze cinayetlerin unutturulmasını sağlıyor.Olan bu.
Geçen akşam, dünyayla Türkiye’yle kendi yaşıtlarından daha fazla ilgilenen, öğrendikleriyle sonuçlara varan, son dört yıldır her hafta pazartesileri toplanan ve bazen de konuşmacı olarak gazetecileri, akademisyenleri, kendi konusunun uzmanı olan kişileri davet eden bir grup gençle beraberdim...P53 Düşünce Grubu...30-35 yaşları arasında olan on kişilik kızlı erkekli bir grup.Kendilerine P53 Düşünce Grubu dedikleri için insan hemen nedir bu P53 merak ediyor...Öğrenince de merak ettiğine değiyor doğrusu...P53, insan vücudundaki her hücrenin çekirdeğinde bulunan “genomun gardiyanı” olarak bilinen bir genmiş.Genom, genetik bilgilerin yani DNA’nın teknik adıymış.Her gün, hücrelerimizin birçoğunda DNA kendisini kopyalar ve her gün bu kopyalama işlemi sırasında bazı hataların yarattığı yeni hücreler kanserleşme potansiyeli taşırmış.İşte P53 geni hücredeki bu değişiklikleri ve hataları temizliyormuş...İnsan etkileniyor, değil mi?Adlarından anlaşıldığı kadarıyla kendilerini “Büyüklerin yaptığı hataları temizleyip düzeltme örgütü” olarak görüyorlar.***Benim Türkiye’yi nasıl algıladığımı, niye son zamanlarda kendi deyimleriyle ‘haddinden fazla’ AK Partiyi eleştirdiğimi, dünyanın nereye gittiğini düşündüğümü merak ediyorlardı.2,5 saat sohbet ettik...Bana bilmediğim pek çok şey anlattılar...Benim bilmediğim pek çok şeyi çok iyi biliyorlardı...Oradan çıktığımda onları uzun süre düşünmeye devam ettim...Çünkü otuzlarının başında olan, düşünmeyi seven, bunun için gruplar kuran akıllı gençler bile siyaseti hayatın merkezine koyma yanılgısına düşmüşlerdi.En azından ben böyle hissettim...“Siyaset değildir dünyayı yöneten, dünyayı ekonomi yönetir hatta artık teknolojinin bu kadar ilerlediği bir çağda dünyayı bir fikir, bir küçük alet, tek bir kişi şekillendirebilir,” dediğimde bunu uzun uzun tartıştık...Ben de çıktığımda bunu düşündüm...Neden benim söylediklerim gençlere bu kadar “değişik” gelmişti?***Silahlar, fizik yasalarına göre çalışır...O yüzden silahlarla ilgilenirseniz fizikle de ilgilenmek zorunda kalırsınız... Ve hayatın birçok cephesinde geçerli olacak kurallar öğrenirsiniz...O kuralların en bilineni de topçuluk kuralıdır: Hedefi vurmak için hedeften yukarıya ateş etmek zorundasınızdır...Top mermileri için geçerli olan şey siyaset için de geçerlidir.Bugünü vurmak istiyorsan on yıl sonraya ateş etmen gerekir...On yıl sonrayı hedef almayan hiçbir politikacı bugünkü sorunları kalıcı biçimde çözemez...Olaylara bu açıdan baktığımızda hayatımızı yönlendirebilmek, dertlerimize çare bulabilmek için yalnız bugünü değil, hayatın gelişim yönünü ve hızını anlayabilmek de son derece önemli hale geliyor.On yıl sonra Türkiye ve dünya nereye gelecek, bunun cevabını araştırmadan bugünün sorunlarına reçete yazmak mümkün gözükmüyor bence.Teknolojinin tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar büyük patlamalarla tüm kavramları sarstığı bir dönemden geçiyoruz...Gerçi bu hızın içinde on yıl sonrasını görmemiz zorlaşıyor ama tüm tanımlar değişiyor, on yıl sonra bambaşka bir dünyada yaşayacağımız anlaşılıyor.Bunu hissetmemek neredeyse mümkün değil...P53 grubuna, “günah tanımı da değişiyor, dünyayı ekonomi yönetiyor, üretimde insan beyni öne çıkıyor, bu kadar çok kaliteli malı tüketmek için yeryüzünün kaliteli mal tüketecek zenginliğe kavuşması gerekiyor, bu yüzden gelişmemiş toplumlar gelişmeye zorlanıyor, fakirlik ve içe kapalı toplum anlayışı bitmek zorunda kalıyor, artık bir Hintli ile bir Amerikalı eşit fırsatlara sahip oluyor, beyinsel kalite önem kazanıyor, rekabet hızlanacak,” dediğimde yüzüme sanki bir bilimkurgu senaryosundan bahsediyormuşum gibi baktılar.***Her şey değişse de, en azından bazı fizik kanunları hiç değişmeyecek...Hedefi vurmak için hep biraz yukarıya nişan almak zorundayız...Bugünü, bugün ne yapılacağını anlamak için on yıl sonrasını görmeye, on yıl sonraya göre hesaplar yapmaya mecburuz.Gençler ise sanki gelecekten ziyade bugünle ilgili gibiydiler.Bugünün gerçekleri benim dediklerimi çürüyordu onlara göre...Zevkli kahkahası bol bir tartışma oldu...Adını taşıdıkları DNA’ların “uzun vadeli” programlar olduklarını, sadece bugünü değil yarını, öbürsügünü de belirlediğini aradabir unutuyorlar gibi geldi bana.Kendi içlerindeki P53’lerin “bugünkü siyasetin” onların bünyesinde yarattığı hataları düzelteceğine eminim.Kopyalamada bir hata olmuş ama...Hücre sağlam.
İlk kez, 15 Temmuz’da Şike Soruşturmasıyla ilgili yazı yazmıştım...3 Temmuz’da gözaltılar başlamış ardından tutuklamalar olmuş... Ben de tapeleri okumuş ve...Okuduklarıma göre F.Bahçe şike ve teşvik organizasyonu yapmış demiştim...F.Bahçe Kulübü tuhaf bir yazı yayınlamıştı sitesinde beni hedef gösteren... Taraflarlar deliye dönmüştü küfür, tehdit dolu mailler gelmişti...Aradan 5 ay geçti...Geçen hafta art arda 411 sayfalık iddianame, 800 sayfalık polis fezlekesi ve 6690 sayfalık ek delil konuşmaları emniyet tarafından bütün medyaya dağıtıldı.Bugün de somut delillerin olduğu dosya dağıtılacak diye bekleniyor...Ve artık resmi dinlemelerin ışığında ‘iddialar’ iyice berraklaştı...F.Bahçeli yöneticiler, Rüştü’nün dövülmesi, İsviçre milli maçında ceza almamıza yol açan soyunma odası kavgası gibi kriminal olaylarda adı geçen bazı kişilerle birlikte 23 ile 34. haftalar arasında ligi dizayn etmeye çalışmışlar.Bazı maçlarda amaçlarına ulaşmışlar, bazen de aracılar kulüpten gönderilen parayı aralarında paylaşmışlar. F.Bahçe takımı bu şike işlerine kesinlikle bulaşmamış, ancak yöneticiler rakip takımlardan bazı oyuncular veya teknik adamları satın almış veya almaya çalışmış.***İddianameyi okurken neredeyse işaret koymadığım sayfa kalmadı ama en ilginizi çekecek olanlar sanırım şunlar:- İddianame; F.Bahçe Asbaşkanı İlhan Ekşioğlu, Sedat Peker’in eski adamlarından Ali Kıratlı ve menajer Yusuf Turanlı arasındaki konuşmalara dayanıyor aslında... Birtakım kenar adamları var ama şikenin orta sahası bu üçlü... Aziz Yıldırım’ın direkt şike konuşması yok denecek kadar az. Ancak ilk talimatları hep Ekşioğlu’na veriyor ve meselenin gelişmelerini Ekşioğlu’ndan takip ediyor. Dolayısıyla bu pazarlıklar Aziz Yıldırım’ı da bağlıyor.- Somut olarak para aldığı belli olan futbolculardan biri İbrahim Akın... Akın; fotoğraflı, teknik takipli, konuşmalı bir biçimde, F.Bahçe-İBB maçında kötü oynamak için F.Bahçe ile 100 bin dolara anlaşmış, 50 bin dolarını da tahsil etmiş. Ve parayı da kendisine şike fetvası veren şarlatan imama bağış, 14 bin liralık kumar borcu ve menajer Turanlı’nın 16 bin liralık payı biçiminde dağıtmış bile...- 7 Mart’taki G.Birliği-F.Bahçe maçından önce İlhan Ekşioğlu’nun; Hurşut, Serkan, Mehmet, Murat, Orhan, Harbuzi, Aykut, Jedinak ve Azofeifa’ya dağıtılmak üzere menajer Doğan Ercan’a şike parasını, 5 Mart’ta Kandilli İskelesi’nde bizzat verdiği de saklanamayacak kadar ortada... Tam 100 bin dolar.. Ancak maç 2-0’dan 2-2’ye gelip G.Birliği iyi oynayınca Ercan’ın kimseyle şike konusunda anlaşmadığı ortaya çıkıyor. İlhan Ekşioğlu parayı geri istiyor. Ve alıyor...- Aynı maçta menajer Mehmet Şen üzerinden Serdar Kulbilge’ye hem para hem transfer sözü veriliyor. F.Bahçe Kaleci Antrenörü Murat Öztürk tarafından Serdar’ın eşi Elif Kulbilge’nin hesabına para da yatırılmış. Ancak savcı bu paranın miktarını belirtmemiş. (Serdar o maçta 2 hatalı gol yemişti.)- Yine Serdar’a G.Birliği-Trabzon maçında iyi oynaması karşılığında 50 bin dolar teşvik primi sözü de veriliyor. Ancak, Serdar 77. dakikada sakatlanıp onun yerine giren kalecinin yediği golle Trabzon maçı 2-1 kazanınca, bu ödeme gerçekleşmiyor.- 22 Nisan’daki E.Şehir-Trabzon maçından sadece 3.5 saat evvel şikenin baş aktörü Ali Kıratlı, E.Şehirspor’un kampına ziyarete gidiyor... Kendi telefonundan Sezer Öztürk ile İlhan Ekşioğlu’na transfer konuşması yaptırıyor.- Aynı takımdan Ümit Karan, Ali Kıratlı’nın E.Şehir takımına dağıtılmak üzere kendisine söz verdiği 300 bin doları alabilmek için defalarca Kıratlı’ya SMS atıyor, İstanbul’a gelip görüşüyor. Savcı bu alışverişin belgesi olduğunu belirtiyor ama onu görmek için ek delillerin devamını beklemek gerek.- Emenike’ye Karabük-F.Bahçe maçından evvel bir ödeme yapılmış. Emenike sakatlık bahanesiyle o maçta oynamayınca o para geri isteniyor.Tabii; böyle bir ödemenin ne amaçla veya hangi sebeple yapıldığını tartışmanın da manası yok bana göre...- Tabii benim için en önemli veri, F.Bahçe Spor Kulübü’nün kasasından şike organizasyonunun kalbi sayabileceğimiz İlhan Ekşioğlu’na 3 ay içinde toplam 2.2 milyon lira ödendiğinin belgelenmesi... Bu para için “İnşaat parası” diyenler var ama paraların alındığı dönemler ile şike pazarlıklarının yapıldığı tarihler örtüşüyor ne yazık ki...***Kısacası o kadar ikna edicidetaylar var ki, F.Bahçe’yi TFF ve UEFA nezdinde çok zor günlerin beklediği aşikar..Umarım, iddianamedeki belge ve bilgileri çürütecek sağlam kanıtlar koyarlar ortaya.Yoksa bu iş, Başbakan Erdoğan’ın “yeni şike yasasıyla”, küfür ve tehditle kapanacak gibi görünmüyor.*****F.Bahçe’yi mağdur ve masum görenler hep şu soruyu soruyor:F.Bahçe şike yaptıysa, neden şu anda Metris’te hiç futbolcu yok?İki basit nedeni var bunun;1. Bazı futbolcular 14 Nisan’dan önce bu suçu işledikleri için ilk andan itibaren tutuksuz yargılanmak üzere bırakıldı.2. Şiddet Yasası’nın değişmesiyle şikeye karışanların tutuklu olarak yargılanmasına gerek kalmadı. Çıkanlar da beraat etmedi, tutuksuz yargılanacaklar. Yani davaları devam ediyor.
Acının her türü korkutur bizi.Neredeyse hayatımızın önemli bir bölümünü acılardan sakınabilmek için bir şeylerden kaçmakla geçiririz...Sonunda belki acı vardır endişesiyle bize sunulan birçok zevkten kendi isteğimizle vazgeçeriz...Dileğimiz acının varolmamasıdır.“Keşke acı hiç olmasa” deriz...Acı kaybolduğunda dünyanın nasıl bir yer haline gelebileceğini düşünmeyiz pek...Çok ender rastlanan bir hastalık vardır, bu hastalığa yakalananlar hiçbir fiziksel acı hissetmezler...Parmakları kopsa hiçbir şey duymazlar ya da ateşle yanıp kavrulsalar bunu fark etmezler ya da bir yere çarpsalar irkilmezler.Acı duymadığı için kendini tehlikelerden sakınamaz bu insanlar.Vücutları parça parça olur o yüzden.Bizler de bugün ‘acısını’ kaybetmiş insanlar gibiyiz...O yüzden her yanımız parçalanıyor ama fark etmiyoruz.Gençlerimiz ölüyor, işçilerimiz ölüyor...Acılarını duymuyoruz.Acı çekmekten bu kadar korkarken acı çekmediğimiz için insanlarımızı kaybediyoruz.***Biliyorsunuz, insanlar, yaşadıkları anın sonsuz olduğuna, o gün kendileri nasıl yaşıyorsa, nelere inanıyorsa dünya kurulduğundan beri bütün insanların da öyle yaşadığına ve bunun dünyanın sonuna kadar devam edeceğine farkına varmadan inanırlar...Kadın erkek ilişkileri, evlilik, aşk, devlet, asker, vatan bugün onlar için ne ifade ediyorsa , ebediyen insanlara da aynı şeyleri ifade edeceğini sanırlar.Bu yanılgı, sanırım yokoluşa, ölümü de içinde taşıyan değişime karşı insanın kendini savunmak istemesinden kaynaklanıyor...Ama ne yaparsak yapalım değişim, yenilikler ve ölüm hep hayatın içinde...Ne kadın erkek ilişkileri, ne vatan anlayışı bundan yüzyıl öncesine benziyor artık...İşin garip yanı, değişimi inkar etmeye çalışırken her gün değişiyoruz ve duygularımız hep bir önceki evrede kalıyor, değişimin hızına yetişemiyor...Duygularımız ve inançlarımız hep bir adım geride duruyor...Bilgisayarları avucumuzun içi kadar küçültebiliyoruz ama onu kullananlar olarak bilgisayarsız dünyanın duygularını yaşıyoruz hala...Vatan millet anlayışı, bilgisayarlar ne kadar küçülürse küçülsün hep aynı kalıyor...Kötülük, şiddet, riya, alçaklık hep aynı kalıyor...Hayat canımızı acıtarak geçiyor, kavramlar değişiyor, üretim biçimleri farklılaşıyor, ilişkiler eski ilişkilere benzemiyor ama acıdan korkumuz hep aynı kalıyor.***Yeni yıl geliyor...Her yer ışıklı, her yer renkli, her yer hareketli şu günlerde...Bir cafede oturup insanları izliyorum.....Her birini durdurup, o klişeyi tekrarlamak , ‘bugün geri kalan hayatınızın ilk günü’ demek istiyorum...Bu gerçek, onları irkiltir mi ya da irkilseler bile hayatlarında neyi değiştirirler acaba diye düşünüyorum...Acıdan korktuğumuzu, hayatlarımız içinde kıpırdayamaz hale geldiğimizi, parça parça olurken canımızın yanmadığını düşünüyorum...***Bizi uyaracak, irkiltecek, kendimizi sakınmamızı sağlayacak acıyı duymuyor, kendimizi de insanlarımız da feda ediyoruz...Duygularımız değişimin hızına yetişemediği için hayatın sürekli kımıltısını hissedemiyoruz...Hayatımızın acısını fark edemediğimiz için hazzını da fark edemiyoruz, değişimi hissedemediğimiz için değişimin tadına da varamıyoruz.Yaşıyor ama kendi hayatımızı kucaklayamıyoruz.Kendi hayatımıza bile yabancı gibiyiz.***Yeni bir yıl gelirken bütün insanların acılarını fark edebilmelerini diliyorum.Hayatın, değişimin tadını ancak bu acıyı duyduklarında yaşayabileceklerine inanıyorum çünkü.
Biraz tuhaf bir benzetme olacak biliyorum ama düşünmeden de edemiyorum...Sevişmek, “milli birliği ve bütünlüğümüzü korumak için” yasaklansa bir sabah, memleket, kadını erkeği, CHP’lisi, MHP’lisi, AK Partilisi, ulusalcısı, liberali, Atatürkçüsü, Kürtçüsü nasıl ayağa kalkar, ortalık nasıl karışır ‘bu kadar da olmaz artık’ diye, değil mi?Düşünce yasaklarına karşı çıkmayan insanlar, nasıl da bir bütün olup beraber sokaklara dökülürdü.Neden peki?Bence cevap çok açık...Yarım yamalak da olsa sevişiyoruz ama hiç düşünmüyoruz.Bu ülkede düşünce özgürlüğünün olmamasının nedeni yasaklar değil aslında, düşüncenin kendisinin olmaması.***Bu ülkede insanlar düşünse, toplumdan düşünce fışkırsa, bugünkü efendilerin haddine mi kendine göre yönetmek burayı...Düşünen insanlar yeryüzünde nasıl bin bir belaya rağmen mücadele etmişlerse biz de ederdik düşünsek... Vücudumuzun diğer organlarına sahip çıktığımız gibi beynimize de sahip çıkardık...Ama düşünmüyoruz...İlgilenmiyoruz...Merak etmiyoruz...Merak edenlere getirilen yasakların farkında bile değiliz...Saflara ayrılıp, yüzeysel tartışmalar yapıyoruz sadece...***Konuları, her birimizin aklına daha çocukken yerleştirilmiş ezbere cümlelerle tartışıyoruz.Genellikle yeni bir düşünce olmuyor bu tartışmalarda.İşte o yüzden düşünmek yasaklanınca kimse sesini çıkarmıyor...Bu ülkede düşünmeyi yasaklamak, hadımlar ülkesinde sevişmeyi yasaklamak gibi, olmayan bir şey yasaklanıyor...O yüzden de aldırmıyoruz...***Sincan Kadın kapalı Cezaevinden Didem Akman’dan bir mektup aldım...Hapishaneleri, içinde Ahmet Şık, Mustafa Balbay olmayınca merak etmeyen insanlara yazmış...AK Parti döneminde, hapishanelerin içler acısı durumu daha da iç acıtacak duruma gelmiş...‘Sanem hanım başbakanın Dersim özürüne inanmadım diye yazmıştınız, o yüzden size yazıyorum. AK Parti kadar riyakar başka parti yoktur herhalde. Bize verdikleri hiçbir sözü tutmadılar. Adalet Bakanlığı’ndan hapishanelerde ölen insanların sayısını isteyin, göreceksiniz. Son on yılda, 2011 başında alınan sayı 1758 kişiydi. Tecrit öldürüyor Sanem Hanım...AK Parti özür dileyecekse önce 19 Aralık 2000 katliamının faillerini yargılasın.Size Ulucanlar’da, Bayrampaşa’da diri diri yakılan tutsakların fotoğraflarını yolluyorum. (Hayatımda daha korkunç bir manzara görmedim. S.A.)Eğer katliamların hesabı sorulacaksa, eğer özürler dilenecekse, bu, AKP’nin lütfuyla olmayacak, bu bizlerin, halkın her kesiminden insanın sorunlara sahip çıkmasıyla olacak.‘diye yazmış.***19 Aralık 2000’taki hayata dönüş operasyonun yıldönümü geldi...Cemil Çiçek 2004’te, o dönemki Ceza ve Tefkifevleri Genel Müdürü olan Ali Suat Ertosun’a Devlet Üstün Hizmet madalyası vermişti.Şimdi de tuhaf, anlaşılmaz pek çok yeni karar alıyor AK Parti...Hala bir fikir söylemek “terör suçu” sayılabiliyor.Halkın hep beraber bu yasaklara karşı çıkması için sevişme yasaklanana kadar bekleyeceğiz anlaşılan...*****SuSesi ve Divan Otelleri...Aralık ayının birinci günü Antalya’da denize girdim...İlk defa bir kış ayında, yaz sıcaklığında bir güneşle yapıyorum bunu...Gerçekten çok sevdim...Ama asıl güzeli, denizden çıktıktan sonra o güneşte deniz kenarında yürüyüş yapıp adından üşüyünce kendimi uzmanların eline bırakmak oldu... SuSesi Hotel’in sürpriz vahası, spası dört günlük tatil boyunca ‘kış ortasında yaz’ yaşattı bana...SuSesi Hotel’in tüm sürprizlerine çok teşekkür ederim...Unutulmaz bir dört gün yaşattılar gerçekten...Sürpriz, Aralık ayında peşimi bırakmayan kış güneşi gibi oldu sanki...***7 Eylül’de Divan oteli yenilendi tekrar açılıyor diye bir yazı yazmıştım.‘Divan oteli denince dedemin beni oraya yemeğe götürmesi ve benim için kurbağa bacağı ısmarlamasıydı.’ demiştim...‘Acaba menüde hâlâ kurbağa bacağı var mıdır?’ diye sormuştum.‘Varsa gidip yiyeceğim.’ demiştim...Divan oteli menüsünde olmamasına rağmen kurbağa bacağı hazırlatıp beni yemeğe davet etti...Gerçekten çok teşekkür ediyorum Nur Bilgin Hanım’a...Uzun zamandır yediğim en iyi öğle yemeğiydi...Şef Aydın Demir tam hatırladığım kurbağa bacağını hazırlamıştı...Hele bir de aşure dondurması yedim ki...Divan Oteli tam hatırladığımız hatta hatırladığımızdan bile iyi...
Şike yasası değişti...Mahkeme, örgüte üye olmadığını düşündüğü 8 kişiyi tahliye etti...Tutuksuz yargılanacaklar...Gazetedeki fotoğraflara, televizyondaki görüntülere bakınca içeriden çıkanların gözlerine sinen acıyı hissetmemek mümkün değil...Yasanın değiştiğine seviniyor insan o bakışları görünce...Ama aklı da karışmıyor değil doğrusu...Vicdanı da huzursuz olmuyor değil...Türkiye’de o gözlerden kaç tane daha var düşünsenize...İnsan sevincindeki tuhaflığı seziyor böyle düşündüğünde.1997 yılında baklava ile antepfıstığı çalan dört çocuk ağır ceza mahkemesinde yargılanmış ve dokuz yıl hapis cezasına mahkûm olmuştu.O çocukların gözleriyle hiç kimse ilgilenmedi.Adil olmayan bir hukuk insanın içine o kadar da kolayından sinmiyor işte...Milletvekillerinden, Başbakan’dan bir açıklama bekliyor herkes...Yapmaya korkmadıkları değişikliğin nedenini söylemeye de korkmasınlar, bize açıklasınlar... Bu yasa değişikliğini neden yaptılar?O güçlü vicdanları neden sadece bu konuda çalıştı ve birleşti?***Ama Türkiye çok iyi yazılmış bir cinayet romanı gibi.Kitabın asıl kahramanı hiç bilinmiyor...Her bölümde yalnızca, olayların gidişatına çok da etkili olamayacak ikinci sınıf kahramanları görüyoruz sürekli...Biliyoruz ki bir başka kahraman olayları yönlendiriyor, her olayda, her sayfada onun varlığını hissediyoruz ama kimliğini bir türlü ortaya çıkaramıyoruz...Peki kim bu gizli kahraman?Bu bölümdeki, şike yasası bölümündeki gizli kahraman kim?Şamil Tayyar, Neşe Düzel’e verdiği röportajda ‘Aziz Yıldırım içinde olmasaydı bu yasa değişmezdi’ demiş...Bunu söyleyen Ak Partili bir milletvekili.Peki o halde, Aziz Yıldırım ile Tayyip Erdoğan arasındaki anlaşılması zor o ilişki ne?***Biz hep sanıyoruz ki devleti yönetenler aşırı bir vatan sevgisiyle körleşerek bu kadar hata yapıyor.Peki bütün bunları yapanlar bu kadar saf ve bu kadar kör mü gerçekten?Ellerindeki bütün bilgilere, iddianamelere, delillere rağmen bu kadar aymaz davranıp bu kadar yanlış yapmaları mümkün mü?Şike yasası değişikliğine evet oyu veren 284 milletvekilinin ortak çıkarı nedir?Korktukları ya da çekindikleri şey ne?Bu değişikliği Tayfur Havutçu’nun gözlerindeki acı için yapmadılar besbelli...Bu değişikliği neden yaptılar?Neden şikeyi ciddi bir suç olmaktan çıkardılar?Hep beraber oturup ‘şikenin cezası çok ağırmış ama’ diyerek yapılan müdahaleyi içimize sindirmeye çalışıyoruz şimdi ama ‘şike yapmayacaksak’ şikenin cezasının bu kadar ağır olmasıyla neden ilgileniyoruz ki?***Bana sorarsanız Tayyip Erdoğan siyasi hayatındaki en büyük yanlışlardan birini yaptı...Çok sevdiğim bir avcı hikayesi var...Afrikada ava çıkan bir grup, bir zebra sürüsüne rastlıyor.Diz boyu otların arasından dört ayak sürünerek zebralara belli bir mesafede duruyorlar.Aralarından iri bir erkek zebrayı seçiyorlar.Avcılardan daha acemi olan nişan alıp ateş ediyor.Daha usta olan avcı, merminin ete değdiğini duyuyor ama kafalarını kaldırıp baktıklarında zebraların kaçıştığını görüyorlar. O iri erkek zebra da dahil.Usta avcı yaralı olduğunu düşündüğü zebrayı vurmak için silahını kaldırdığında gruptaki Afrikalı iz sürücü ‘ateş etme’ diyor...‘Ateş etme... Zebra öldü ama öldüğünü bilmiyor.’Gerçekten de bir süre sonra zebranın ölüsünü buluyorlar ilerde...Afrikalı anlatıyor: ‘Arkadaşınızın attığı kurşun kaburgalarının arasından girip kalbini delerek geçti, hayvan ne olduğunu anlamadı...Koşmaya devam etti, her adımda kan içine boşaldı, sonunda da kanı bitti, öldü... Kurşunu yediğinde ölmüştü ama bunu fark edemedi.’AK Parti hükümeti de bu yasa değişikliğiyle kendi kalbine ateş etti...Öldü ama öldüğünü bilmiyor...Bu yaranın kanı artık sürekli akar.Ölümcül yerinden, “dürüstlüğünden” vurdu Ak Parti çünkü kendini.
Kitapçıda dolanıyorum...Ne aradığımı bilmiyorum... Nasılsa, onu görünce ne aradığımı anlarım diye düşünüyorum.Ve onu görür görmez onu aradığımı anlıyorum...Julian Assange, Onaylanmamış Otobiyografi...Çok uzun zamandır merak ettiğim biri Assange.Üstelik de biyografi, otobiyografi okumaya bayılan biri olarak çok da çekici bir başlık, onaylanmamış otobiyografi...Hemen kitapçıda ilk bulduğum koltuğa usulca oturup dünyadan ‘kaybolarak’ başlıyorum okumaya.‘Yayınevinden Bir Not’ başlığıyla açılıyor kitap.‘20 Aralık 2010’da Julian Assange ertesi yıl yayınlanmak üzere Canongate Books’la bir kitap anlaşması imzaladı.O tarihte Julian şöyle demişti, ‘Son derece kişisel olacak bu kitapta halk ve hükümetler arasında yeni bir ilişki kurulmasını zorunlu hale getirmek için verdiğimiz küresel mücadeleyi açıklayacağım.’Ev hapsinde yaşadığı Norfolk’taki Ellingham Hall’de elli saati aşan teybe kaydedilmiş söyleşilere, o uzun gecelere karşın Julian otobiyografi yayınlama düşüncesinden git gide bunalmaya başlamıştı. Kitabın ilk taslağını okuduktan sonra ‘hatırat tepeden tırnağa saçmalık’ dedi.7 Haziran 2011’de kitabı yayımlamaya hazırlanan dünyanın her yerindeki 38 yayıneviyle birlikte bize de kitap sözleşmesini feshettiğini bildirdi.Julian kitabın iyi yazılmış olduğu görüşündeydi, biz de aynı görüşteyiz bu da onu okuyucularına ulaştırmamız konusunda bizi yüreklendiriyor.Elinizdeki kitap onaylanmamış ilk taslak.Julian anlaşmayı feshetmek istemesinden önce avukatlarına olan borçlarının ödenmesi için bir de avans anlaşması imzalamıştı. Dolayısıyla sözleşme hâlâ geçerli.Biz de sözleşmeye bağlı kalmaya ve kitabı yayınlamaya karar verdik.’***Gerçekten ilginç bir kitap başlangıcı...Hayatını merak ettiğin bir adamın otobiyografisi böyle bir notla başlarsa, kitabı bitirdiğinde hâlâ o adamı merak edeceğini anlıyorsun aslında...Öyle de oldu, kitabı bitirdim ama hâlâ Assange kim merak ediyorum...Kitap Antoine de Saint Exupery’nin ‘Eğer bir gemi inşa etmek istiyorsan kereste toplatmak için davul çalarak insanları bir araya getirip iş ve görev dağılımı yapmana gerek yok; onlara denizin sonsuz enginliğini anlatman yeter de artar.’ sözüyle başlıyor...Bunu bir ipucu olarak aklımda tutuyorum...***7 Aralık 2010’da tutuklanıp 16 Aralık günü kefaletle bırakılmış...Demek ki çıkar çıkmaz bütün bunları anlatmalıyım öfkesi, hırsı, acısı sardı içini ve o heyecanla 20 Aralık günü kitap anlaşmasını yaptı Assange...Ama hayatını kağıt üzerinde görünce de, bunu sevmedi besbelli...Assange’ın hapishanede geçirdiği 9 günü anlattığı satırları okuyunca, dünyanın hiçbir yerinde hapishane şartlarının çok iyi olmadığını anlıyor insan...Ona düşünmeden, sonradan vazgeçecek kadar sevmediği bu kitap anlaşmasını yaptıran duygunun, sesini duyurmak için attığı çığlık olduğunu anladım şu satırları okuyunca...Diyor ki Assange ‘Gürültüyü ve galiba soğuğu kesmek için hücremin bir önceki sakini havalandırma deliğini bir A4 kağıtla kapatmıştı. İlerleyen saatlerde gardiyanlar ışıkları söndürdüğünde her şeyden kötü olanın iletişimin dışında kalmak olduğunu farkettim. Ben bağlantı kurma sanatlarıyla hayatımı sürdürüyordum,ama şimdi ansızın hiç birşey duymadan ve sesimi duyuramadan orada içerde olmanın ne kadar zor olduğunu anlayıvermiştim...’***Julian Assange otobiyografisini ben sevdim...Daha 16 yaşında, çok iyi ama tartışmasız çok iyi bir hacker olan Assange ‘yetişkin dünyasına girmenin ve ona meydan okumaya hazır olmanın hazzıydı bu’ diyor...Gel de bir genç bir hackerın WikiLeaks’i kurma öyküsünü merak etme şimdi...
Bu hafta sonu babamın evinde, yani ilk gençliğimin geçtiği evde kaldım...Dokunduğum her şey, sadece benim hatırladığım bir geçmişle canlanıyordu sanki...Zaman tüneline girmek gibi kapısından girdiğim anda yürüdükçe eskiye gidiyordum... Büyüdüğüm ev işte...Her köşesi başka başka fısıldıyor insana...İlk gece sabaha karşı uyandım...Hava karanlık, şehir derin bir uykunun sessizliğine sarınmış, geceden yağmış bir yağmurun ıslak serinliği vardı sokaklarda...Bir sigara yaktım...Işığı yakmadan, karanlıkta boşluk gibi bir hareketsizliğin içinde kendimle yüz yüze oturdum.Dağınık bir yumak gibi çeşit çeşit düşünce, birbirinden kopuk birbirinden ayrı renklerde, mahmur bir utangaçlıkla bir görünüp bir kayboluyordu içimde...Düşüncelerimi yakalamaya çalışmıyordum...Onları kendi haline bırakmıştım... Zamanla ilgili bir şeyler dolaştı kafamda önce.Milyonlarca yıldan beri gecelerin böyle olduğu, milyonlarca yıl daha böyle olacağı geçti aklımdan.Sonra babamın koltuğuna bıraktım kendimi...Koltuğun başucunda duran küçük abajuru yaktım, abajurun ışığı penceredeki karanlığı daha da artırıyordu.O karanlığa bakarken sabahın geldiğini anlamak neredeyse olanaksızdı...Karanlık, çocukken karanlığından korktuğum tavan arasını aklıma getirdi...***Sırlar...O tavan arası kimselerin bilmediği hikâyelerle doluydu çocukken benim için...Çocukluğumda her şeyin sır olmasını sevdiğimi hatırladım sonra...İçinde sır olmayan hiçbir macera heyecanlı olmazdı çocukken, öyle değil mi?Gerçi büyüdükçe, içinde saydamlığın, gerçeğin olmadığı hiçbir şeyin heyecanlı olmadığını anladım...***Geçmişini kahkahalarla anlatan, yaşı hayli ilerlemiş ama dudaklarına sürdüğü kırmızı rujdan hâlâ vazgeçmemiş bir dostum, ‘Sevgilinin düşüncelerini, heyecanlarını, hastalıklarını, bunalımlarını, arzularını, isteklerini, zaaflarını komşuların senden daha iyi bilmeye başladığında ihanetten kuşkulanma zamanın gelmiştir’ demişti.Ve eklemişti, ‘İhanetten kuşkulanman için illa başkasının koynuna girmesi gerekmez,sana en yakın olması gereken başkalarının bildiğini senden saklıyorsa bu en korkunç ihanettir işte’...Çok sevmiştim dediklerini...İhaneti, sırları, gerçekleri, saklananları, aşkı düşündürmüştü bana...Bu evin her köşesinde düşünmüştüm bunları...Merdivenlere doğru yürüdüm, sabah oluyordu artık...Tavan arasına çıktım...***Artık eskisi kadar eski olmayan hatta yepyeni gözüken bu hâlini de sevdiğimi hissettim ışığı yaktığımda.Her zamanki yerime oturdum...Geçmişini kahkahalarla anlatan kırmızı rujlu dostumu düşündüm.Belki dedikleri değil kendisiydi hatırlanması gereken...Ne kadar şeffaf yaşarsan o kadar kahkahalarla anlatabilirsin geçmişini çünkü.Çocukken sırlar yarattığım tavan arasına bu kez bir ‘gerçek’ yaratmak için çıktım.Sadece büyümek değil... Bu ülkede büyümemenin de sırların, gizli kalmış bilgilerin heyecanını azalttığını düşündüm sonra...Çünkü bizden saklanmamış, sır olmamış tek bir bilgi bile yok neredeyse...Bizim bilmemiz gereken her şeyi bizden başka herkes biliyor...Bu ülkede hâlâ her şey sır...***Ama biz büyüdük...Ben büyüdüm...Sırlar eskisi kadar heyecanlı değil artık...Ama bu ülkede olanlara rağmen hâlâ heyecanlı bir şeyler var...Tavan arasında rastladığım çocukluğum...Ve yıllar sonra o çocuksu heyecanla çıktığım tavan arasında büyümüş halimle şunu merak ettim:Sırrın zıt anlamlısı nedir?