Bu hafta sonu babamın evinde, yani ilk gençliğimin geçtiği evde kaldım...
Dokunduğum her şey, sadece benim hatırladığım bir geçmişle canlanıyordu sanki...
Zaman tüneline girmek gibi kapısından girdiğim anda yürüdükçe eskiye gidiyordum... Büyüdüğüm ev işte...
Her köşesi başka başka fısıldıyor insana...
İlk gece sabaha karşı uyandım...
Hava karanlık, şehir derin bir uykunun sessizliğine sarınmış, geceden yağmış bir yağmurun ıslak serinliği vardı sokaklarda...
Bir sigara yaktım...
Işığı yakmadan, karanlıkta boşluk gibi bir hareketsizliğin içinde kendimle yüz yüze oturdum.
Dağınık bir yumak gibi çeşit çeşit düşünce, birbirinden kopuk birbirinden ayrı renklerde, mahmur bir utangaçlıkla bir görünüp bir kayboluyordu içimde...
Düşüncelerimi yakalamaya çalışmıyordum...
Onları kendi haline bırakmıştım... Zamanla ilgili bir şeyler dolaştı kafamda önce.
Milyonlarca yıldan beri gecelerin böyle olduğu, milyonlarca yıl daha böyle olacağı geçti aklımdan.
Sonra babamın koltuğuna bıraktım kendimi...
Koltuğun başucunda duran küçük abajuru yaktım, abajurun ışığı penceredeki karanlığı daha da artırıyordu.
O karanlığa bakarken sabahın geldiğini anlamak neredeyse olanaksızdı...
Karanlık, çocukken karanlığından korktuğum tavan arasını aklıma getirdi...
Sırlar...
O tavan arası kimselerin bilmediği hikâyelerle doluydu çocukken benim için...
Çocukluğumda her şeyin sır olmasını sevdiğimi hatırladım sonra...
İçinde sır olmayan hiçbir macera heyecanlı olmazdı çocukken, öyle değil mi?
Gerçi büyüdükçe, içinde saydamlığın, gerçeğin olmadığı hiçbir şeyin heyecanlı olmadığını anladım...
Geçmişini kahkahalarla anlatan, yaşı hayli ilerlemiş ama dudaklarına sürdüğü kırmızı rujdan hâlâ vazgeçmemiş bir dostum, ‘Sevgilinin düşüncelerini, heyecanlarını, hastalıklarını, bunalımlarını, arzularını, isteklerini, zaaflarını komşuların senden daha iyi bilmeye başladığında ihanetten kuşkulanma zamanın gelmiştir’ demişti.
Ve eklemişti, ‘İhanetten kuşkulanman için illa başkasının koynuna girmesi gerekmez,
sana en yakın olması gereken başkalarının bildiğini senden saklıyorsa bu en korkunç ihanettir işte’...
Çok sevmiştim dediklerini...
İhaneti, sırları, gerçekleri, saklananları, aşkı düşündürmüştü bana...
Bu evin her köşesinde düşünmüştüm bunları...
Merdivenlere doğru yürüdüm, sabah oluyordu artık...
Tavan arasına çıktım...
Artık eskisi kadar eski olmayan hatta yepyeni gözüken bu hâlini de sevdiğimi hissettim ışığı yaktığımda.
Her zamanki yerime oturdum...
Geçmişini kahkahalarla anlatan kırmızı rujlu dostumu düşündüm.
Belki dedikleri değil kendisiydi hatırlanması gereken...
Ne kadar şeffaf yaşarsan o kadar kahkahalarla anlatabilirsin geçmişini çünkü.
Çocukken sırlar yarattığım tavan arasına bu kez bir ‘gerçek’ yaratmak için çıktım.
Sadece büyümek değil... Bu ülkede büyümemenin de sırların, gizli kalmış bilgilerin heyecanını azalttığını düşündüm sonra...
Çünkü bizden saklanmamış, sır olmamış tek bir bilgi bile yok neredeyse...
Bizim bilmemiz gereken her şeyi bizden başka herkes biliyor...
Bu ülkede hâlâ her şey sır...
Ama biz büyüdük...
Ben büyüdüm...
Sırlar eskisi kadar heyecanlı değil artık...
Ama bu ülkede olanlara rağmen hâlâ heyecanlı bir şeyler var...
Tavan arasında rastladığım çocukluğum...
Ve yıllar sonra o çocuksu heyecanla çıktığım tavan arasında büyümüş halimle şunu merak ettim:
Sırrın zıt anlamlısı nedir?