Arada sırada spor kanallarında yayınlanan bilardo karşılaşmalarını izliyorum.Topları üçgen bir tahtanın içine istifliyorlar, sonra gidip topların oluşturduğu üçgenin sivri köşesinin tam karşısında duran beyaz topa ıstakalarıyla vuruyorlar.Amaç renkli topları masanın köşelerindeki deliklere sokmak...En çok insan iradesi ve yeteneğiyle doğa kurallarının çatışması ilgimi çekiyor benim.Çünkü topa ilk vurduğunuz anda her şey kontrolünüzdedir...Beyaz topun nereye gideceğini, nereye çarpacağını, amacınızın ne olduğunu bilirsiniz...Ama sizin kontrolünüz topa vurduğunuz anda biter.Bir üçgen halinde istiflenmiş topların kendilerine çarpan beyaz topun şiddetiyle masaya nasıl dağılacağını, dağılırken birbirleriyle nasıl çarpışacağını, masanın kenarlarına nasıl vuracağını ve topların hareketi bittiğinde nasıl bir kompozisyon olacağını hiçbir zaman kesin olarak bilemezsiniz...Topa vurduktan sonra masanın kenarında beklersiniz.Zaten oyun, sizinle rakibiniz aranızdaki çekişme kadar sizin iradenizle, sizin başlattığınız hareketin kendi doğal gelişimi arasındaki çekişmeye dayanır.***Aslında sadece bu oyunda değil, hayatın hemen hemen her cephesinde bu çelişkiyle karşılaşırız.Bir hareketi başlatma irademiz ve gücümüz vardır...Ama başlayan hareketin her aşamasını ve bütün sonuçlarını kontrol etme imkanımız yoktur.Olayların ve hayatın çekiciliği de bu belirsizlikte yatar.***Bugünlerde kime rastlasam Türkiye’deki gelişmelerden rahatsız...- Uludere katliamını sessizliğinden...- Hrant Dink davası sonucundan...-Gözaltıların ve tutuklamaların artmasından...- Başbakanın aklını başkanlık sistemine takıp, bunun için herkesle, her şeyle uzlaşabileceği -vatandaş hariç tabii- sinyallerinden...- Uzun tutukluluk sürelerinden...- Hala savaşarak ölmekten...- Muhalefet olmamasından.Ve ümitsizler...Türkiye’de bir oyun oynandığını ve oyunu başlatanın her şeyi kontrol ettiğini, edebileceğini, toplar onun istediği yerlere gelince oyunu bitireceğini, ‘Oyun bitti’ diyeceğini düşünüyorlar...***Ben de “En usta bilardocuların bile yenildiği oyunlar var” diyorum...Oyunu başlatırsın ama her zaman istediğin gibi bitiremezsin.Hele Türkiye’de topların dağılmasını milimetrik bir biçimde asla kontrol edemezsin...Şu an Türkiye’de toplar birbirlerine vuruyor.Hepimiz, oyunu başlatan da dahil , kenarda bekliyoruz, topların nasıl bir şekil alacağını izliyoruz.Oyun bittiğinde topların nerede duracağını bilen kimse yok aramızda.***Bir bilardo masasındaki topları bile kontrol edemezken, 75 milyonluk bir toplumda, içten içe çürüdüğü iyice ortaya çıkmış büyük bir devlet örgütlenmesinin ilk vuruştan sonra ne olacağını, Türkiye’nin içindeki güçlerin birbirlerine nasıl çarpacağını, dünyanın nerede Türkiye ile tokuşacağını hiçbirimiz kestiremeyiz.Toplar dağıldı artık...Rahatsız olanlar, endişeli olanlar, ümitsiz olanlar var aramızda...Haklılar da...Ama “Oyun bitmeden karar vermeyin” diyorum.Hemen ümitsizliğe kapılmayın.Her top, kendi içinde saklı olan gizli güçle yuvarlanıyor, masanın çeşitli köşelerine çarpıyor, birbirlerine değiyor, vuruşuyor, her birinin birbiriyle mesafesi değişiyor, sonunda başlangıçtakine hiç benzemeyen bir kompozisyonda duracaklar.Oyunu başlatan da şaşıracak .Çünkü çok belli ki oyun bittiğinde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...Sadece oyunu başlatan, öyle olacağını sanıyor, o kadar...
Dün Ahmet Hakan yazısında, ‘ne olduğum belli değildir benim... Mazlumu gördüm mü hemen onun kimliğine bürünmek gelir içimden, tıpkı Subcommandante Marcos’un Hitler Almanyası’nda Yahudi, İsrail’de Filistinli olduğu gibi’ demiş...Ne dediği, ne anlatmak istediği çok net anlaşılan cümleler.Gerçekten ben de öyle olurum...Siz de öyle olursunuz...Parasızlığın, açlığın, işsizliğin, baskının, korkunun kıskacına hayatını kaptırmış, zalimin pençesini ciğerinde hisseden insanları görünce, insanın yüreğinin kanamaması, üzülmemesi, acı çekmemesi, böyle bir düzende yaşamanın utancını içinde hissetmemesi pek kolay değildir zaten.Ama bu kederli görüntünün ardında, aklın soğukluğunu taşıyan bir başka soru saklıdır benim için .Ezilenler, zulüm görenler, sırf ezildikleri için haklılar mıdır gerçekten yoksa hem mazlum hem haksız olmak mümkün müdür?***Bu soru, yıllarca baskı altında ezildikten sonra iktidara yerleşmeyi başaran muhafazakârlarla ilgili olarak aklıma takılıyor son günlerde.Mazlumluğu sırtlarında ağır bir yük gibi taşıyanlar, aslında her zaman zulüm sistemine kızmıyorlar, zulüm sisteminin değişmesini istemiyorlar... Onlar mazlumlar arasında olmaya kızıyorlar sadece...Zalimlere kıskançlıkla beslenmiş bir öfke duyuyorlar ama zalim olmaktan korkmuyorlar.Zalimle mazlum aynı sistemi savunuyorsa...Birine kızar, birine acırsın ama ikisinden birinin daha haklı olduğunu düşünemezsin.Aynı sistemi savunan zalimle mazlumu birbirinden ayıran, zalimlerin mazlumlardan daha kurnaz, daha akıllı, daha şanslı olmasıdır sadece...Mazlumların haklı olması için zalimlere kızarken zulüm sistemine de karşı çıkması, iktidarı ele geçirmiş bir avuç insanın çıkarı için milyonlarca insanın hayatının darmadağın olmasına karşı mücadele etmesi gerekir.Mazlumların perişan hayatı göreni kederlendirir ama o mazlumlar, başka mazlumların ıstıraplarına sırtlarını dönüyorlarsa, haksızlığa değil de yalnızca kendi başlarına gelen haksızlıklara isyan ediyorlarsa, aynı çökmüş sistemin parçalarıdır...Mazlumlar mazlumdur ama onlar bize mazlumların da bazen zalimler kadar haksız olabileceğini gösterir.***Böyle düşününce...Zalimle mazlumu aynı zulüm terazisinde tartıp, birbirlerine benzediklerini görünce... Hayat zorlaşıyor.Mazlumu, sadece ona sahip çıkıp destekleyerek değil, zulmün her türlüsüne, her zaman karşı çıkıp dövüşerek, zulüm sistemini ortadan kaldırmak için mücadele ederek koruyabileceğini anlıyorsun.Mazlumu mazlumlaşarak savunamazsın, zulüm olduğu sürece hep biri mazlum olur çünkü.Zulüm sistemini yok et ki kimse mazlum olmasın.Kimse mazlum olmasın ki, mazlum görünce içim titrer gibi kolaycı,rahat ve çabuk söylenebilen,düşüncenin soğukluğunu taşımayan,alkışı hazır bekleyen yazılar da yazmayalım...*****Hangi Nihat Özdemir doğruyu söylüyor?15 Ağustos’ta yaptığı o tuhaf, ne dediği tam belli olmayan “Biz karışmayız...İsteyen Avrupa’ya gidebilir” açıklamasından itibaren şike sürecini darmadağın eden TFF, sonunda UEFA ile yaptığı temaslar neticesinde o dönemde yapması gerekeni cuma günü itibarıyla yapmaya karar verdi.Şike yapmış hiçbir takımı düşürmeyeceği gün gibi ortada olan M.Ali Aydınlar,-12’den başlayan ciddi puan indirimleriyle mevzuu toparlamaya çalışıyor.Buna karşın ilk günden beri ne yaptığını anlayamadığım F.Bahçe yönetimi -özellikle Nihat Özdemir- çelişkili açıklamalarla süreci içinden çıkılmaz hale getirmeyi başardı.Daha bundan bir ay önce Hürriyet gazetesine verdiği röportajda “58. maddenin değişmesi lazım” diyen Özdemir, iki gündür bu sefer “58. madde değişmesin.. Yarım puanımızı bile silemezler” diye bas bas bağırmaya başladı.Bu değişikliği sadece kafa karışıklığı ile açıklayabilir miyiz sizce?Bence hayır...Nihat Özdemir, Aykut Kocaman, Ali Koç, hatta Ali Yıldırım‘ın Başbakan’la son altı haftadır kaç kere görüştüğüne bakınca şunu net bir biçimde anlayabiliyoruz:F.Bahçe, şike sürecinden çıkma konusunda siyasetten açık açık yardım istiyor...Ama bu süreç, sadece siyasetin yardımı veya F.Bahçeli TFF Başkanı’nın ılımlı politikası ile çözülebilecek bir süreç değil ki...UEFA’yı adil cezalar verildiğine ikna edemezseniz, Türkiye 3 yıl Avrupa yasağı bile alabilir...Zaten F.Bahçe’nin günlerdir süren mekik diplomasisi sonunda UEFA duvarına çarptı.Hem de aleyhine davalar açtığı UEFA’nın...Başbakan ise hastalığına rağmen uğraştığı “F.Bahçe’ye yardım edelim” siyasetinin karşılığını Lefter’in cenazesinde F.Bahçeliler tarafından yuhalanarak aldı.Benim bildiğim Başbakan, o yuhalamadan sonra şike konusunda kendisinde yeni bir yol çizer...M.Ali Aydınlar, UEFA’ya gidip ceza garantisi verdikten sonra, artık milim geri adım atamaz bu kararından.UEFA Demokles’in kılıcı gibi herkesin tepesinde duruyor...Şartlar böyle olunca, F.Bahçe’nin “Yarım puanımız silinirse, kendi kendimizi küme düşürürüz” tehdidi insanın içini burkuyor...Gülüyorsun ama için sızlıyor düştükleri duruma...Üstelik Lille’den Sow’u toplam 20 milyon euro maliyetle satın aldıkları dönemde...Akıllarına da gelmiyor mu yani insanların “Arkadaş madem küme düşmeyi planlıyorsun, 20 milyon euroluk transferi neden yaptın?” diye sorabileceği...Bence artık çağdışı kalmış tribünlere oynama zaafından vazgeçsinler...Fenerbahçe’nin geleceği cezalar ve gerçeklerle yüzleşmesinde...Yok mu orada aklı başında bir yönetici?...
Geçen gece Tarafsız Bölge’de, Hrant Dink’i izledim...2006 yılında yapılmış bir röportajdı...Ahmet Hakan’ın beş sene önceki genç hali olmasa röportaj yeni yapıldı sanabilirdim...O muhteşem coşkusuyla öylesine hayat doluydu ki bir an onun öldürülmüş, aramızdan kopartılmış olduğunu unuttum.O an gerçekten oradaymış gibi geldi bana...Canım yandı.Anlattıklarının hâlâ bazıları için anlaşılması çok güç meseleler olması öfkelendirdi...Mahkemenin örgüt yoktur demesi kuşkularımı arttırdı...İçimi kızgınlıkla hüzün arası sızı kapladı...“Bu gidişle bunlar yakında Ergenekon’u da kapatacaklar... O dosyayı da çözmeden ortadan kaldıracaklar galiba’ diye düşündüm...***Jack London yaşadığı dönemde Amerika’nın en ünlü yazarlarından biri,belki de en ünlüsüydü...Amerika’yı en sert eleştiren romanlardan birini, Demir Ökçe’yi yazdı...Jack London o kitabı boşuna yazmadı...Düzenin kendisine muhalefet eden herkesi o dönemde nasıl vahşi bir acımasızlıkla ezdiğini, devletin kendi düşüncelerine karşı çıkanları, hele karşı çıkanlar sesini duyurabiliyorsa nasıl yok ettiğini, saygıdeğer bir piskoposun bile resmi görüşle çelişince devletin demir ökçesi altında nasıl çiğnendiğini, çöplüklerde dolaşan aç bir zavallı haline nasıl getirildiğini boşuna anlatmadı...***Karalama kampanyalarına hedef oldu, hakaret gördü, acı çekti, evi yakıldı ama onu ezmeye çalışan demir ökçeden daha sağlam çıktı...Amerika’nın o korkunç günlerini anlattığı için ona, sesini çıkaran başkalarına eziyet edenler, onları işsiz, parasız bırakan düzen bekçileri ise eriyip gittiler zamanın karanlığında...Bu yalnızca Jack London’un değil insanlığın da talihi; kalem her zaman ‘ökçeden’ daha güçlü, hiçbir ökçe kalemi ezemiyor...Kanatıyor, öldürüyor, parasız bırakıyor ama asla istediği gibi yok edemiyor...O gece Hrant Dink’i seyrederken bunu bir kez daha gördüm...Demir Ökçe insanları ezip yok etse de fikirleri yok edemiyor...Bedenleri yok etse de düşünceleri yok edemiyor...***Bir ökçeye kabara olmaya meraklı adamlar vardır bir de...Her dönem bir ökçeye kabara olacak pek çok adam vardır etrafta...Şöyle bir etrafınıza bakınca efendileri tarafından kalaylanıp parlatılmış, eğik sırtlarıyla dolaşan epey kabara görürsünüz...Ama aralarından Demir Ökçe’yi yazabilecek biri çıkmaz...Alaska’da tipiye tutulup bir kulübeye sığınan cahil bir avcının, o kulübede bulduğu kitabı okurken Ömer Hayyam’ı keşfetmesini anlatabilen biri çıkmaz...***Demir ökçelere alışkınız...Kabaralara alışkınız...Bunlara alışkın olmaya da alışkınız...Ama... O demir ökçeyle sonuna kadar mücadele etmeye de alışkınız...Tarihimiz o mücadelelerle dolu.O mücadelenin şimdi yeni bir bölümünü yaşıyoruz.O demir ökçeyi de, onun o pis kabaralarını da parçalayacağız bir gün.O gün gelecek...Dün Taksim’de toplanan kalabalık boşuna toplanmadı...Onlar bize o günün geleceğini bir kere daha gösterdi...
Kötü olan, acı çekmek değil, kötü olan hangi acıyı çekeceğinizi başkalarının size söylemesi...Kendi ruhunuza, kendi aklınıza ait acılar değil de size ait olmayan, sizin sebep olmadığınız acıların sizi kuşatması...Birilerinin yarattığı sıkıntıların ortasında sıkışıp kalmanız...İnsanın hayatında pek az şey kendisine ait oluyor bazen...Başkalarının yaptıklarını kendi sorunları olarak yaşıyor...Hele her şeyin sisli puslu olduğu bizim ülkemizde...Başkalarının yaptıklarının bedelini bazen biz ödüyoruz....Başbakan bile olsak...***Uludere’de 34 kişinin katledilmesi üzerinden günler geçti...Hâlâ tam ne olduğu anlaşılamadı...Ben Tayyip Erdoğan’ın da Uludere’de aslında ne olduğunu çok geç öğrendiğini düşünenlerdenim...Bu, onun bu katliamı aydınlatmada gecikmesini, hâlâ tek bir şey söylememiş olmasını mazur göstermiyor ama aslında ne olduğunu anlamam için bana yardım ediyor...Başbakan “o gecenin dört saatlik kaydı var” dediğinde, çoğumuzun da sonradan öğrendiği, çocukların kaçağa gittikleri mesafenin de zaten dört saat olduğunu bilmiyordu.Bilse “dört saatlik kayıt var” demesinin kendisini daha sonra zora sokacağını hesaba katardı...Dört saatlik kayıt varsa 38 çocuğu kaçağa giderken de görmüş olmalıydı Heron...Giderken gördüğünü, dönerken terörist diye öldürmek için birinin “bilerek” emir vermiş olması gerekiyor...Sonra bir başka gerçek daha ortaya çıkıyor...Aynı yoldan bir gün önce 150 kişilik bir kafile kaçağa gidiyor...Öldürülmeden geri dönüyor...Bir gün önce Heron onların kaçakçı olduğunu anlıyor, ertesi gün “giderken” anlıyor, dönerken anlamıyor...***Ben Başbakan’ın da tüm bunları çok geç öğrendiğine...Asıl “kaçağın” belki de içeride olduğunu çok geç fark ettiğine inanıyorum.‘Ben de bilmiyordum’ demeye cesareti yetmeyeceği için...‘Bana rağmen olmuş’ demeye gücü yetmeyeceği için...Sessiz bence...Başbakan’ın Uludere’de sakladığı asıl şey, bana sorarsanız, “emrindekilerin” yarattığı acıları, sorunları, ölümleri geç öğrenmenin utancı...“Yönetemedim” dememek için şimdi suçu paylaşıyor.Sustukça daha fazla suçlu duruma düşüyor.Ve soru hâlâ yerinde duruyor...Başbakan’ın sonradan da olsa öğrendiği şey ne?Bu katliam emrini kim vermiş?***Peki, Başbakan Uludere’yi bilmiyordu...Ama Hrant’ı biliyordu...Anlaşılan Uludere için bekleyeceğiz ama Hrant Dink davası 5 yıl sonunda da olsa sonuçlandı.Ve ikisinin de vebali Başbakan’ın boynunda...*****Ünal Aysal Felsefesi...İlk günden beri Ünal Aysal’ın G.Saray için büyük şans olduğunu düşünenlerdenim.- Futboldan anlamanın en büyük maharet sanıldığı bir dünyada, Aysal futboldan hiç anlamadığını daha ilk andan itibaren açıkça söylediği için...- Futbol meselelerini futboldan anlayan profesyonellere delege edebilecek gücü olduğu için...- Başarılı bir iş adamı olarak mali konulardaki hamleleri kimseye bırakmadığı için...- Gerekirse kişisel kefaletlerini ortaya koyarak hem ucuza kredi bulup kulüp borçlarını azalttığı hem de gerekirse kendi cebinden ödeyebileceği için...- Zaman zaman diğer başkanlar gibi taraftara şirin gözükmek istese de 6 aydır gönlünden geçen transferleri yapmadığı teknik ekibine saygı duymayı bildiği için...- Reyesler, Forlanlar, Drogbalar, şimdi Ronaldinholar Ünal Aysal’ın gerçekten almayı istediği oyuncular olduğunu biliyorum ancak teknik kadro istemediği sürece bunların hiçbirini alamıyor. Problem de etmiyor. Dolayısıyla Güiza, Lincoln veya Tabata krizleri yaşanmıyor G.Saray’da. Para da G.Saray’ın kasasında kalıyor.- G.Saray’ın hakkını her türlü zeminde korumayı bildiği için...- Şike Krizi’ndeki duruşu gerçekten hayranlık uyandırdığı için... “Eğer TFF gelecek sezonlarda bizim Avrupa kupalarına gitmemizi engelleyecek bir yaptırım uygularsa G.Saray olarak herkesi buldozer gibi ezeriz” diyebildiği için...- Ve bu tavrı hiç değiştirmediği için...- Beşiktaş, F. Bahçe ve Trabzon gibi ezeli rakiplerin yönetimleri başkan ne derse o! anlayışına göre yönetilmesine rağmen G.Saray’da Ali Dürüst gibi kontrolü, Adnan Öztürk gibi liseli kimliği ve “şahin” tavrı simgeleyen iki güçlü yöneticinin var olmasına izin verdiği, aralarındaki mücadeleyi yönetebildiği için...Ünal Aysal’ı önceki gece Telegol’de izledim.“Ben Aziz Yıldırım’ın durumunda olsaydım, kulübümü meselenin dışına çıkarır, kendi mücadelemi verirdim. G.Saray’ın benim hatamdan zarar görmesine müsaade etmezdim” demesini çok sevdim...Ben Ünal Aysal felsefesini G.Saray’a çok yakıştırıyorum...Bence başkanlık tam olarak bu demek...
Anneanneme bakıyorum.Gri koridorları sessiz bir hastanenin loş bir odasında...Zor nefes alıyor...Aletler yaşatıyor onu artık...Ama direniyor... Arada bir açtığı gözleriyle bana baktığı zaman yaşamak istediğini seziyorum...Benimle sohbet etmek istediğini, hayattan, çocuklarından, televizyondan, pahalılıktan şikayet etmek istediğini ama yine de yaşamak istediğini anlıyorum.Her şey anlamını yitiriyor o hastane odasında...İçine girip saklandığımız bütün ezberlenmiş cümleler, bütün denenmiş klişeler, hatta kurduğumuz bütün cümleler uçup gidiyor.Ölüm geliyor şimdi...Kader dansının iki başrol oyuncusundan hayat sahneden çekiliyor yavaş yavaş, geriye sadece ölüm kalıyor.Benim anneannem o...Annemin, dayılarımın annesi...Bu kadar genç insanın boşu boşuna öldüğü bir ülkede insan çok sevdiği 87 yaşındaki anneannesinin ölmek üzere olmasına üzülürken gizli bir utancın sızısını da hissediyor.Ama o benim anneannem.Beni, içinden çıktığımız, geçmiş denilen o sonsuz karanlığa bağlayan zincirin annemden sonra bana en yakın halkası.Çocukluk hafızamın ilk resimlerinden biri.Gülümserken, üzülürken, konuşurken, kızarken, gülerken, yürürken, elimden tutarken, öğüt verirken... Ne çok resmi var içimde.Yüzüne bakıyorum...Dakika dakika solan yüzüne.Neleri hiç söyleyemedi acaba?Hangi duygularını hep sakladı?Bana göstermediği güçsüz yanları neydi?Neleri bilmiyorum ben anneannemle ilgili?Çok güzel bir kadındı...Hâlâ çok güzel gözüküyor.İnsan bir hastane odasının sessizliğinde ne çok şey düşünüyor...O satırları hatırlıyorum.“Ölüm seni kuşattığında hayatı düşüneceksin” demişti...“Acı ağulu dikenler gibi tüm ruhuna dolandığında, keder yaşlı bir ağaç gibi üstüne yıkıldığında duracaksın” demişti...“Derin bir soluk alacaksın... Her şeyi kaybetsen bile hayallerini kaybetmeyeceksin...”Ben, önümdeki ekranı bir buğunun arkasından görerek bunları yazmaya çalışırken...Haber geldi...Zincir kopmuştu.Anneannem bizi bırakmış, bir gün hepimizin göreceği bir başka sonsuzluğa geçmişti...İçim kasıldı, birden beni saran o mutlak sessizliğin içinde dal çıtırdısı gibi bir ses duydum sanki, bir şey kırıldı.Yıllardanberi görmeye alıştığım, hep göreceğim sandığım bir yüz aniden kayboluverdi, içime, hafızama, ruhuma yansıyan resimler kaldı o yüzden bana sadece.Anneannemim öğüdünü tutacağım, ‘hayatına dön, seni bekleyen tek şey o’ demişti bana...Hayatıma döneceğim yeni acımla...Anneannemi her düşündüğümde şu anda dışarıda uçuşarak yağan karlar yağacak içime bundan sonra...Tek farkla, bu öğüdü ve onu söyleyeni unutmadığım sürece hiç üşümeyeceğim...
İnsanların günahları arttıkça yaptıkları mabedlerin de büyümesi gibi, suçlar arttıkça kutsallıkların çoğalması gibi, korku arttıkça da yalan artıyor.İstediğini her yapamadığında, kendini kandıracak iyi bir yalan gerekiyor...Devlet devlet olmaktan çıktığında, içine çeteler, cinayetler, hukuksuzluk gir diğinde vatanseverlik artıyor.Devletin karanlıklarına doğru yürüdüğünde, kanlı ayak izlerini takip ettiğinde insanın karşısına zırhı her gün biraz daha incelen o vatanseverlik kalkanı çıkıyor.İnsanları öldürüyorlar... Vatan için...İnsanları kandırıyorlar... Vatan için...İnsanlara eziyet ediyorlar... Vatan için...Bunları yapanların katil olduğunu söyleyenlere de hain diyorlar... ***Onlar gerçekleri arayanlara “hain” diyorlar ama bugünlerde başka türlü bir “hainlik” benim ilgimi çekiyor.Ben, bu aralar kendini kandıranlara hain diyorum...İsteklerini gerçekleştirmeye cesareti yetmeyenlere hain diyorum...Dikkat ettiniz mi hiç?Kendi isteklerimizden nasıl korkuyoruz...O istekleri gerçekleştirmemek için ne mazeretler uyduruyoruz...***Bu yaşanan sığlıklardan, çirkinliklerden, yalanlardan bunaldım.Geçen gün ülkeyi terk etmeye karar verdim...Başka bir ülkede daha mutlu bir gelecek hayal edebilirim dedim kendi kendime...Hayal kurdum , plan yaptım , hesapladım... Sonra da ‘gidemem, burayı terk edemem’ dedim...Geçen gün şehri terk etmeye karar verdim.Başka bir şehirde daha huzurlu bir gelecek kurabilirim dedim kendi kendime...Hayal kurdum , plan yaptım , hesapladım... Yapamam dedim...Geçen gün kendimi terk etmeye karar verdim...Düşündüm...Yapamadım...Sonra bir kahve koydum kendime, uzaklara daldım...***Neden korkuyoruz hayatımızı değiştirmeye?Mutsuzluğun bize kolay gelen yanı nedir acaba?Ya da hayatı değiştirmenin zor yanı...Ben bu aralar çok kararsızım...İsteklerimden vazgeçiyorum.Kendimizle is teklerimiz arasına hep korkular, hep endişeler giriyor...Oysa ki bir hayat neler vaat ediyor insana aslında...Bir hayat...***Beni anlayacağını düşündüğüm arkadaşımı aradım.‘Asıl canımı yakan ne yapmam gerektiğini bildiğim halde yapmamam’ dedim...‘Hamlet gibi’ dedi...Güldüm birden .‘Ne Hamlet’i?’ dedim...‘Baban yazmıştı , Hamlet öyleymiş... Kararsız, ne yapması gerektiğini bildiği halde yapmamış. Hatta yapmamak için deli taklidi yapmış, hayaletlerle konuşmuş. Senin durumun buna oranla iyi sayılır‘ dedi...Ve ekledi ‘Hamleti hiç okumadım, baban yazdığında sevmiştim, unutmadım’ dedi...Devam etti ‘Okumadım ama bilip de yapmamanın insanı yaralayan bir şey olduğunu biliyorum, kararsızlığın tatsız bir şey olduğunu biliyorum, Hamlet’i anlıyorum .’Uzun zamandır gülmediğim kadar içten güldüm...***Durumumun Hamlet’ten daha iyi olduğuna sevindim...Ve sahici olmaya karar verdim...İstediklerimi her ne pahasına olursa olsun yapmaya...Kendisine haksızlık etmeyen başkasına da etmez çünkü...Kendine hesap sorabilen, başkasına da hesap sorabilir.Buralardan gitme düşüncesinden vazgeçtim.Burası çok dertli, çok acılı, çok sıkıntılı ama burası benim.Burada kalacağım.Burada yaşayacağım.Burada istediklerimi yapacağım.Burada elimden geldiğince kötülüklerin hesabını soracağım.Hamlet’ten daha iyi bir örnek bulacağım kendime.Hele bir kitapları karıştırayım bakayım, neler var.
Benim çocukluğumun hatta benim babamın çocukluğunun da büyük bir bölümü gazetelerde, gazetecilerin arasında geçti...Çocuk hayallerimin münzevi kralları romancılardı her zaman.Ama sergüzeştten sergüzeşte hayatını her an ortaya koyarak dolaşıp güçsüzlerin yanında dövüşe girmekten bir an bile sakınmayan yiğit şövalyeleri de gazetecilerdi.Sonra daktilo tıkırtıları, teleks homurtuları vardı o yıllarda...Her an birinin elinde uçuşan bir kağıtla büyük bir haberi birilerine duyurmak için koştuğu, gergin, gürültülü ama benim için her zaman çekici olan binalardı gazeteler.Hürriyet gazetesinin Cağaloğlu’ndaki binasında gazeteci olmaya karar verdim ben...Gece muhabirlerinden genel yayın yönetmenleri ne kadar geniş bir hiyerarşik yelpazenin bütün renklerini tanıdım, onlarla sohbet ettim...Onları izledim...Binlerce yazı, binlerce haber yazıldı yanımda...Hayran olunacak insanlar da gördüm, yolunu kaybetmişlere de rastladım, tiksindiklerim de oldu...Yine de gazeteci olmak istedim.O binaları hep sevdim ben...Ama yıllar geçtikçe çocukluk aşkım coşkusunu yitirdi.O binaları sevmemeye, gazetecilerden hoşlanmamaya başladım...Yiğitliğe kahpeliğin karıştığını, her sabah insanların önüne aydınlık bir ayna gibi konması gereken ilk sayfaların ardında ilişkilerin birbirine karıştığı karanlık bir dehlizin uzandığını, haberlerin saptırıldığını, çarpıtıldığını, saklandığını da gördüm büyüdükçe...Babamın benim şimdi olduğum yaştan bile gençken dolaştığı, çalıştığı binalarda gazeteci olmayı hayal etmiştim ama o binalarda soğudum kurduğum hayallerden.Babamları izlerdim...Minik dedikodularla baharatlanmış şen şakrak konuşmalar, küçük maaşlardan zorlanarak birbirlerine verilen destekler, iş çıkışlarında içilen içkiler, hararetli tartışmalar, beni çok etkileyen entelektüel düzey...Onlar yok artık...Benim gördüğüm biraz dağınık ama mis gibi kokan bir mutfaktı, şimdi gördüğüm ise yağ kokulu, kirli ve kalabalık bir yemekhane.***16 yıl geçmiş gazeteci Metin Göktepe’nin gözaltında dövülerek öldürülüşünün üzerinden...16 yıl önce nasıl gazetecilerin o genç gazetecinin ölüsüne sahip çıkmadığını hatırlıyorum...Gazetelerin birinci sayfalarının nasıl sessiz olduğunu hatırlıyorum...Fotoğraflarında hep gülümseyen Metin Göktepe’nin dövüle dövüle öldürülmesinin gazete manşetleriyle nasıl hesabının sorulmadığını, gazetecilerin nasıl bütün güçleriyle bu cinayetin üzerine gitmediğini hatırlıyorum..O gün katiller karşısında sessiz kalan gazeteciler bence bu karanlık sistemin en büyük destekçileridir.Bugün de hukuksuzluk vahşetinin içinde olmamızın nedeni o günlerde sorulamayan hesaplardır...Bugün olanlar, o gün seslerini çıkarmadıkları düzenin bir gün herkesi yutacağını düşünmeyenlerin, buna aldırmayanların suçudur...***Devlet medyanın işbirlikçiliğine güvenerek o kadar rahat işledi ki o suçları.Devletin suçlarını, devletle birlikte sakladı gazeteciler.Mesleklerine ve okuyucularına ihanet ettiler.Bu ağır ve kirli yağ kokusu ondan.Bunu temizleyecek olanlar gene gazetecilerdir bence.Devleti ve bu sefer medyayı da sıkı bir denetime tutup, sahtekarlıkları, yalanları, işbirlikçilikleri ayıklayarak yapacaklar bunu.Yapmalılar.Yoksa çocuklarımız gazeteleri ve gazetecileri çok kötü hatırlayacaklar.
“Yüz metreyi on dokuz saniyede koşacak olan insanlar buraya toplansın” desem, üç milyar insan çıkar bu mesafeyi bu sürede koşacak...Ama “yüz metre dokuz saniyede koşulacak” desem, üç milyar insanın sayısı bir anda yüze düşer...Hayat, genelde on dokuz saniyede koşulan yüz metre gibidir...Kalabalıklar eşittir...Herkes çağdaşlıktan yanadır, herkes akıllı, herkes açık fikirli, herkes kibar, anlayışlı, sevgi dolu, ilerici, uygardır...Herkes ruh eşini bekleyecek kadar romantik, herkes aşk yaralarından dolayı titrek bir ceylan kadar güçsüz, bu güçsüzlüğü saklayacak kadar hoyrattır...Herkes yalnızdır...Sonra birden işler kızışır, yüz metrenin dokuz saniyede koşulması gerekir ve orada ortaya çıkar insanlar arasındaki gerçek farklar.***Ülkenizde insanlar ezilir, işkencelere uğrar, baskı altında kalır, yüz metrenin dokuz saniyede koşulacağı bir döneme girersiniz, ezilenlerle ezenler arasında bir seçim yapma zorunluluğuyla karşılaşırsınız ve o güne kadar ilericiliği bir kulüp rozeti gibi yakalarına takanlar birden ezenlerin yanında yerlerini alıp şovenleşiverirler, şaşarsınız...‘Daha düne kadar birlikte koşuyorduk, şimdi ne oldu’ diye merak edersiniz...Olan basittir aslında, yüz metreyi dokuz saniyede koşmaya nefesleri yetmemiş, yarışın yarısında taraf değiştirmişlerdir...***Demokrasi için dövüştüğünü söyleyenler, sosyal adalete inananlar, ülkelerinde gençler ölürken suspus olurlar...Barışa inandığını söyleyenler savaşı körükler, silahı olanlar silahsızları ezer...On dokuz saniye politikacılarıdır onlar, dokuz saniyelik yarışta tık nefes olur kalırlar...***Atatürkçüsü, ulusalcısı, solcusu, askercisi, ‘Batı uygarlığını hedef alıyorum’ der...O çok beğendikleri Batı, bir gün senin yaptıklarını eleştirirse, mesela ‘insan haklarına geçmen lazım’ derse Batı’ya hayran herkesin ‘bağımsızlığımıza saldırıyorlar’ diye bağırdığını görürsünüz...On dokuz saniyede rahatça sahip çıkılan Batılı değerler, yüz metre dokuz saniyede koşulurken en büyük düşman haline dönerler çünkü..***Haksızlığa tahammül edemeyenler, haksız yere hapishanede olduğuna inandığı insanlar olduğuna inananlar, bunlar için naralar atanlar, işçi hakları için canlarını verenler, başkaları için yürüyüş yapanlar, en çığırtkanlar, haksızlıklar için ölürüz diyenler, yüz metre on dokuz saniyede koşulurken en keskin mücadeleci geçinenler haksızlıklar işçilerin, Kürtlerin, tanımadıklarının başına geldiğinde seslerini çıkartmazlar...Onlar on dokuz saniyenin adaletçileridir çünkü... dokuz saniyeyi çıkartamazlar.***İnsanların gücü, nefesi, donanımı, birikimi, cesareti, dayanıklılığı, yüz metre on dokuz saniyede koşulduğunda neredeyse birbirine eşit gözükür...Herkes birlikte koşar ama işler keskinleşip de ‘yüz metre dokuz saniyede koşulacak’ dendiğinde asıl farklar çıkar ortaya, kimin, nerede, nasıl döküldüğü, taraf değiştirdiği, yarışı terk ettiği ve yarışa devam edenlere çılgınca öfkelendiği anlaşılır...***Türkiye yüz metrenin dokuz saniyede koşulacağı bir dönemden geçiyor.Herkes kendi karar verecek yarışı kaç saniyede koşacağına...Ama bundan sonra on dokuz saniyede koşup, dokuz saniyede koştuğunu söyleyenler öyle kolay kandıramayacak insanları.