Herkes başbakanın Dersim katliamı için devlet adına özür dilemesinden çok etkilendi...“Dersim’de isyan yoktu, katliam için isyan bahane olarak kullandı” itirafı, tarihi gerçeklerin bu denli yalın ve yalansız bir dille anlatılması, her insanı sarsacak kadar etkileyici...Ama, bu ülkenin gerçeklerini ve Başbakanı birarada düşününce, beni gelecek için çok heyecanlandıramıyor bu büyük alkışı hakeden özür bile...Başbakanın bu denli cesur, yalansız, duyarlı gözükmesi, muhalefetin korkak, yalancı ve kendi geçmişine duyarsız olmasından...Başbakan bu refleksi, özür dilemeye olan inancı yüzünden değil, tarihi gerçeklerin açıklanmasına duyduğu heyecandan da değil, bizi gelişmiş bir demokrasinin parçası yapmak için de değil... Kemal Kılıçdaroğlu’nun korkaklığının yarattığı boşluğu -akıllı biri olduğu için- kusursuzca doldurma şansını yakaladığı için bence.Tarihe geçecek sayfaya kendi adını yazdırdı.Ama iddia ediyorum, bunu başbakana, bizi heyecanlandıran sebepler değil, horoz dövüşünden ileri gidemeyen siyasi dünyanın sığlığı yaptırdı...Çünkü ana muhalefet partisi genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bu ‘aklı’ gösteremedi...***“Bu neyi değiştirir” diyeceksiniz?“Bu çok önemli bir özür” diyeceksiniz...“Bu ülkenin başbakanı ülkesinin kendi yalanlarıyla yüzleşebilecek cesareti gösterdi” diyeceksiniz...“Atatürk gerçeğini ortaya çıkardı” diyeceksiniz...“Bundan artık geri dönemeyiz” diyeceksiniz...“Bu ülke artık böyle bir ülke” diyeceksiniz...Ama...“Başbakanın yerel siyaset oyunları dışında demokrat olamaması çok şey değiştirir” diyeceğim ben de...“Hadi 1915 için, hadi Şeyh Sait isyanı için, hadi Sivas katliamı için de aynı özürleri isteyelim başbakandan... Bakalım ne olacak,” diyeceğim.***Yine diyeceksiniz ki “olsun Dersim geçmişi aydınlandıyine de...”“Bunu başbakan yaptı...”“Bunu yapmayı istedi, göze aldı, inandı...”“Alkışı hak etmedi mi yani diyeceksiniz...”Kesinlikle hak etti...Dersim gerçeğinin böylesine ortaya çıkması, konuşulur olabilmesi, Atatürk’ün bu katliamı planlayan ve yöneten kişi olduğunun söylenebilmesi, bizim tarihimiz için çok önemli, tüm yalanlarla dolu geçmişi köklerinden sarsarak değiştirecek bir durum...***Ama başbakanın yaptığına inancı olmaması, en azından bu ihtimalin de güçlü olması beni tedirgin ediyor...Ben bunu yapabilen başbakanın, bunu yapabilen Tayyip Erdoğan’ın gerçekten bunları yapabilecek bir adam olmasını, sadece gündelik siyasi çıkarları gözeterek değil gerçekten Türkiye’yi değiştirmek isteyerek bunları yapmasını istiyorum...Benim inancım yok...Kürtler en sıradan vatandaşlık haklarını almadan...Kürt meselesin kökünden çözülmeden, kan durmadan, benim bu özre inancım tam değil...***Tamam, Dersim özrü çok önemli...Ama Ermeni meselesi önemli değil mi?Hala çözemediğimiz Kürt meselesi önemli değil mi?Kürtlerin demokratik hakları önemli değil mi?Hukuktaki yaşanmış ve yaşanmakta olan rezaletler önemli değil mi?Onları neden çözmüyor, neden o konularda yaşananlar için özür dilemiyor, neden o meselelerdeki gerçekleri bütün çıplaklığıyla anlatmıyor?Ben her konuda aynı tutarlıkla davranan insanlara güvenirim.Erdoğan’ın Dersim katliamıyla ilgili özrü önemli ama...Tutarlı değil, bütünlüklü değil, ilkesel değil.Öyle olması için aynı dürüstlüğü ve cesareti her konuda göstermesi gerekir.İşte, henüz bunu göremediğimiz için ben diğerleri kadar heyecanlanmıyorum Dersim açıklamalarından.
Dün sebebini bilmediğim bir enerjiyle uyandım...Çok erken saatlerde gazetelerin hepsini okumuştum...Bir taraftan da televizyonda, yeni yapılan KCK operasyonunu ve Oda Tv davasının ilk duruşma haberlerini takip ediyordum göz ucuyla...Ama tuhaf bir şekilde, yerel politikayla ilgili yazılar ve haberler o kadar da ilgimi çekmiyordu...Dış politika haberlerine ve yazılarına takılıyordu gözüm...Sonra günlerde hiç farkında olmadan onları okuduğumu ve biriktirdiğimi fark ettim...Dersim tartışmaları, yeni anayasa çalışmaları, KCK operasyonları, Oda Tv duruşmasıyla ilgilendiğimi sanıyordum ama bir baktım asıl merak ettiğim Türkiye’nin dış dünyayla ilişkileriydi.Suriye meselesi tüm dünya ilişkilerini yeniden yapılandırıyordu aslında...Dostlar düşman, düşmanlar dost oluyordu...***Abdullah Gül, İngiltere Kraliçesi’nin daveti üzerine İngiltere’ye gitti...Bu haberleri görmüşsünüzdür.Ve ilk iş olarak Beşşar Esad’a seslendi ve “Akdeniz’in sahillerinde otoriter rejimler, hesap verebilirliği veya şeffaflığı olmayan tek partili sistemlere artık bir yer olmadığına kuvvetle inanıyorum. İngiltere’de okumuş ve yaşamış biri olarak Suriye Cumhurbaşkanı Esad bunu anlamalı” dedi.Başbakan her gün sert bir açıklama yapıyor Esad’la ilgili...Ortadoğu’nun değişim liderinin Türkiye olduğu artık çok açık...Ve Türkiye bu rolün hakkını verdikçe, ABD ve İngiltere ile ilişkiler kardeşlik düzeyine çıkıyor...Ve görünüyor ki PKK’nın çözümü de bu ilişkilerden geçiyor...Dolayısıyla “dışarda neler oluyor”u anlamadan içeriyi anlamak zorlaşıyor...***Dün Radikal’de Murat Yetkin’i okuduğumda öğrendim.ABD’nin önceki büyükelçilerinden biri Murat Yetkin’e “Benim görev yaptığım dönemde bunu hayal bile edemezdim. Üç savaş helikopterinin satışı konusu Kongre’de iki hafta askıda kaldı ve Türkiye İsrail ilişkileri bu durumdayken bir kişi bile itiraz etmedi. Beyaz Saray ağırlığını koymaksızın bu olmaz. Bence Başkan Barack Obama ile Başbakan Tayyip Erdoğan arasındaki ilişkiler, baba George Bush ile Turgut Özal arasındaki ilişkiden sonra iki ülke liderleri arasındaki en iyisi.” demiş...Hatta geçen hafta İstanbul’da ABD’nin birden fazla eski Ankara büyükelçisi, eski Dışişleri Bakanı Madeline Albrigh, eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley, halen görevdeki Başkanlık İstihbarat Konseyi üyesi Chuck Hagel siyaset, güvenlik, enerji, ticaret ve toplumbilim konularında uzman onlarca araştırma kuruluşu uzmanı varmış. Hepsi de Türk-Amerikan ilişkileri üzerinde yoğunlaşan bir dizi toplantı için gelmişler.Birkaç gün sonra da ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden Türkiye’ye geliyor.Geçen hafta Time Degisi’nin kapağı Başbakan Erdoğan’dı...Bütün bunların yeni Türkiye, yeni Ortadoğu, yeni dünya çalışmalarının bir parçası olduğu çok açık.Yine Murat Yetkin’den öğrendim, üst düzey bir Türk diplomat “Eskiden Türk Dışişleri’nin en önemli faaliyetlerinden birisi, iki ülke dışişleri müsteşarları düzeyinde yıllık olarak yapılan siyasi istişarelere hazırlanmak olurdu... Şimdi Obama’nın telefonda en çok görüştüğü liderlerden birisi Erdoğan” demiş.***Türkiye, Ortadoğu’nun liderliğine ağırlığını koydukça dünyadaki ağırlığı da artıyor anlaşıldığı kadarıyla.Hem Ortadoğu, hem de Batı için Türkiye’nin en büyük özelliği “Müslüman ve demokrat” olması.Müslüman ülkeler, Türkiye’ye bakarak, “demokratikleşmenin ve laikliğin” zenginlik ve güç getirdiğini düşünüyor.Batı ise, Müslüman dünyanın Türkiye’yi örnek alarak demokratikleşmesini destekliyor.Müslümanlarla Batı’nın kesiştiği noktada duran Türkiye, bütün ışıkları üstünde topluyor.Şimdi sorun bu ışıkların altında “Müslüman ve demokrat” olarak durmaya ve örnek olmaya devam etmek.Ama “demokrat” olmak konusunda Erdoğan Müslümanlık kadar istekli gözükmüyor.Halbuki ikisini aynı ağırlıkta götüremezsek en büyük gücümüz olan bu yeni “Müslüman demokrat” kimliğini kaybedeceğiz.Bu, liderliği ve gücü de kaybetmek anlamına geliyor tabii.Onun için dışarıya baktıkça aslında içeriyi görüyor ve demokrasinin Türkiye için ne kadar gerekli olduğunu anlıyorum.Tek sorun benim bile anlayabildiğimi başbakanın anlayıp anlamadığı.
Ülkede olanlara bakınca şu hisse kapılıyor insan: Oylarımızı kendi beynimize doğrulttuğumuz bir silah gibi kullanıyoruz biz...Ve bunu çok sık yapıyoruz.Hemen aklınıza iktidarı seçmek için kullandığımız oylar gelmesin, muhalefeti de biz seçiyoruz oylarımızla...Bir iktidar partisi, bir de muhalefet seçiyoruz...Ve bizim seçtiğimiz iktidar partisi AK Parti, seçtiğimiz muhalefet partisi de CHP.Bu satırları yazarken başımın üzerinden ne yazdığıma göz atan arkadaşım ‘asıl tersi olsaydı görürdün sen’ dedi...CHP iktidar, AK Parti muhalefet olsaydı...Neler olurdu ya da neler olmazdı bu ülkede düşünsenize gerçekten...AK Parti, temel değişiklikler yapamıyor ama hep değiştirmekten söz ediyor, değiştirmek gerektiğini vurguluyor, değiştirmeyi meşrulaştırıyor, böylece değişim duygusunu ve umudunu hep canlı tutuyor.CHP, değişimin gereğini ve meşruiyetini baştan reddediyor, bunun tartışılmasını bile istemiyor, hatta değiştirebildiklerimizi de eski haline döndürmemizi talep ediyor.CHP iktidarda olsaydı, değiştirme umudu bile kalmazdı.***Dersim gerçekleri ortaya çıksın, arşivler açılsın diyen herkese kızıyor CHP milletvekilleri.Kendi aralarından CHP Tunceli milletvekili Hüsetin Aygün, “Dersim’le yüzleşilmesi lazım CHP olarak özür dilemeliyiz” diyince, bir an önce Aygün’ü CHP’den atmak için çalışmalara başladılar bile...Sanki gerçekler Hüseyin Aygün CHP’den giderse değişecekmiş gibi...Günlerdir bu konuda pek çok yazı yazıldı.Dersim katliamı şimdi derinlikli biçimde tartışılıyor, sorumluları ilk kez açıkça ortaya konuyor.CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ise insanın aklının alamayacağı cesaretsizliğiyle, kendi yakınlarının da büyük acılar çektiği trajedinin üstünü örtmeye çalışıyor.Gerçeklerden korkuyor.***Çok merak ediyorum,CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu neden bu kadar korkuyor?Bu ülkenin muhalefet partisi kendi tarihiyle yüzleşmeyi neden yapamıyor?İktidar partisinden daha geride kalan, gerçekleri göstermeye değil saklamaya çalışan bir muhalefet partisinin iktidara gelme ümidi olabilir mi?Ne Kürtlere hakkını vermeden Kürt sorununu çözmeye çalışan başbakanı anlıyorum, ne Dersim’le yüzleşmeden bu ülkede iktidar olmak isteyen Kılıçdaroğlu’nu...Bu ülkenin en önemli sorunlarından biri Kürtlerin hakları ve durdurulamayan kan...İktidar bunu değiştireceğini söylüyor ama değiştirmiyor, ana muhalefet değiştirilmesine bile karşı çıkıyor.***CHP içinde şu an büyük bir kavganın olduğu açık...Yeni bir genel başkan aranıyor...Kılıçdaroğlu ile Gürsel Tekinciler birbirinden ayrılmış, yeni planlar yapıyor...Bu ülkeye bir katkıları var mı?Yok...Kemal Kılıçdaroğlu’na haddim olmayarak bir tavsiyede bulunmak istiyorum.Eğer CHP’ye gerçek bir “lider” olmak istiyorsa , bu ülkede gerçekten AK Partiyi zorlamak istiyorsa önce CHP ile yüzleşmeli...CHP gerçeğini görüp, bunu açıkça ortaya koymalı.Kılıçdaroğlu, CHP’den korkarsa, CHP onu yiyecek.Çok yakında koltuğundan devrilecek.CHP’nin açık bir ikilemi var, kendisini iktidara taşıyacak kadar değişimci ve gerçekçi bir başkan istemiyor ama iktidar olmak istiyor.CHP’yi değiştirmeden CHP’yi iktidara taşıyamaz.CHP’yi değiştirmezse onu oradan atacaklar ve unutulacak, CHP’yi değiştirmeye çalışırsa belki gene onu oradan atacaklar ama bu sefer unutulmayacak, tekrar geri çağrılacak bir “lider” olacak.***Başbakanın Türkiye’yi...Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi değiştirmesi gerek.İkisi de bunu biliyor, ikisi de bunu yapamıyor.Ve, onları biz seçtik...Kendi oylarımızla vurduk kendimizi.
Bugün kasım ayının üçüncü pazarı...20 Kasım’a denk geldi.Kimimiz için sıradan bir gün, kimimizin doğum günü, kimimizin kaybettiklerini andığı gün, kimimizin hayatının mutlu bir dönüm noktası...Tarihte bugün neler olmuş diye baktım:- 1910’da Rus romancı Leo Tolstoy ölmüş.- 1910’da Meksika Devrimi başlamış.- 1922’de Lozan Konferansı’nın açılış töreni yapılmış.- 1923’de Güney Afrikalı yazar Nadine Gordimer doğmuş.- 1925’de Ağabeyi Amerika Birleşik Devletleri Başkanı John F. Kennedy’nin ardından, bir suikast sonucu hayatını kaybeden eski adalet bakanı Robert F. Kennedy doğmuş.- 1926’da ABD’li yazar Jack London intihar etmiş.- 1928’de Andy Warhol doğmuş.- 1943’de İstanbul Teknik Üniversitesi kurulmuş.- 1961’de Türkiye’de ilk koalisyon hükümeti, Başbakan İsmet İnönü tarafından Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’ne mensup bakanlarla kurulmuş.- 1998’de İtalya, 12 Kasım’da Roma Havaalanı’nda yakalanan PKK lideri Abdullah Öcalan’ı serbest bırakmış.- 2003’de El Kaide bağlantılı teröristler İstanbul, Levent’teki HSBC Bankası genel müdürlüğü ve Beyoğlu’ndaki İngiliz Konsolosluğu’na bombalı saldırı düzenlemiş. 27 kişi öldü, 400’den fazla kişi yaralanmış.Bunlar, olanların bir kaçı...***Ben de şöyle bir mail aldım:“Sanem Hanım merhaba,Gazetedeki köşenizde dünya trafik mağdurları anma gününden bahsedebilir misiniz? Her yıl kasım ayının 3. pazarı anma günü olarak geçer. Fakat Türkiye’de çok ses getirmeyen bir gündür. Sizden ricam bu güne dair sizi takip edenlere bilgi verebilir misiniz? Bu arada pazar günü aşağıdaki basın açıklaması yapılacaktır. İlginiz ve duyarlılığınız için çok teşekkürler.***“Dünya Çapında Bir Anmadan, Dünya Çapında Bir Eyleme ...Unutmayın ve Hatırlayın!Bazılarının hoşçakal demeye vakti olmayabilir...20 Kasım 2011, Pazar, saat 13.00’de Şişli Meydanında Trafik Mağdurlarını Saygı ve Sevgi ile Anmak için katılımınızı bekliyoruz.Saygılarımızla”***Bazılarının “Hoşçakal” demeye vakti olmayabilir.Berke bir trafik kazasında öldüğünde 25, bense 23 yaşındaydım.16 yıl geçti aradan.Bir gün Berke’yi yazacağımı biliyordum ama ne zaman, hangi nedenle yazacağımı bilmiyordum.Kasımın üçüncü haftası trafik mağdurları günü...“Hoşçakal” demeye vakit bulamayanların günü...Biz de birbirimize “Hoşçakal” diyememiştik.***Berke benim gençlik aşkımdı.Ben Aktüel Dergisi’nde ilk işime başladığım dönemde o da Sabah Gazetesi’nde Dış Haberler servisinde çalışıyordu.Uzun sarı saçları vardı.Hergele bir gülüşü... Sessiz ve yumuşak hareket ederdi.Yaşıtlarına benzemeyen bir hali vardı.Bana kalırsa hiçbir zaman yaşıtlarına benzemedi ama hep onlara benziyormuş gibi davrandı.Yazı yazmayı çok severdi.Pek çok küçük hikaye yazdı...Acaba yazar mı olurdu ‘büyüdüğünde’ yoksa gazeteciliğe devam mı ederdi. Bilmiyorum...Onunla ilgili cevabını bilmeyi istediğim pek çok sorudan biri de bu...Bira içerdi, bir de kısa Camel...Kendini anlatmayı sevmezdi.Dışarıda olan dünya ona değmezdi sanki...Hayata aldırmaz tavrını çok severdim.Aldırmaz ama kibar, aldırmaz ama güzel gülümseyen, aldırmaz ama sevecen olabilmesine şaşardım.Çok konuşmazdı.Ama uyumluydu.Sessizliğini severdim.Gülümsemesini severdim.Başkalarına benzememesini severdim.Ben Berke’yi severdim.***Bugün Kasım’ın üçüncü pazarı.Trafik mağdurları günü...Bazılarının “Hoşçakal” demeye vakti olmayabilir...Biz diyemedik.Vedalaşamadık.Söylemek istediğimiz birçok şeyi söyleyemedik.Öyle gitti.Vedalaşamamanın acısını onunla öğrendim ve hiç unutmadım.Berke’nin o genç hayali benimle kaldı, hep genç kaldı, zamanla, ben büyüdükçe, onun hayali içimde bir sevgiliden, şefkatle hatırladığım bir “oğula” dönüştü.Şimdi çocuğunu özleyen bir anne gibi özlüyorum onu.Çocuğunu koruyamamış, onunla vedalaşamamış, bunun izini hep aynı şefkat ve acıyla taşıyan bir anne gibi...
Genellikle piyeslerde olur.Sakin bir akşam yemeği ile başlar oyun...Herkes mutludur. Kibardır. Neşelidir. Küçük şakalar yapılır...Piyes yavaş yavaş ilerler.Oyundaki kahramanları daha yakında tanımaya başlarız.Biri alkoliktir.Öbürü küçük hırsızlıklar yapmaktan vazgeçemez.Diğeri yalancıdır.Bir diğeri eniştesiyle sevişir.Yüzeydeki mutlu ve sakin görüntü aslında gerçeğin tam aksini yansıtmaktadır.Bizde de durum tam olarak böyle.Perde açıldığında karşımızda tüm Ortadoğu’ya barış gelmesini isteyen lider pozisyonunda, dünyada ekonomiler çökerken ekonomisi güçlü, insan hakları konusunda üst düzey bir duyarlılığa sahip, Müslümanlıkla batının özgürlük anlayışını harmanlamış bir devlet çıkıyor.Sanıyorsunuz ki ardında ciddi partiler, güçlü, eşit ve sarsılmaz bir hukuk anlayışı, güvenilir liderler, sosyal adalet ve refah konusunda ileri safhada bir yaşam var.Oysa öyle mi...Her yerinden dökülüyoruz.Başbakan medya mensupları için “Özgürlüklerin de sınırı var, 25 kuruşa simit yok” diyor.İnsan bir seferde ne demek istediğini bile anlamıyor Başbakan’ın...Yani özgürlüklerimizi daha ‘pahalıya’ mı alalım?Yoksa Başbakan’ın bize bahşettiği 25 kuruşluk özgürlüğümüze layık olmaya mı çalışalım?Ben Başbakan’ın özgürlük tarifinde bir problem olduğunu düşünüyorum.Hepimizin özgür olmasını istiyor ama ne kadar özgür olacağımıza da kendisi karar vermek istiyor sanki.Hatta bana sorarsanız bunu sadece istemiyor, bunun böyle olması gerektiğine de inanıyor.Sezar gibi...Sezar da beyaz harmaniyesiyle Senato’da imparatorluk yemini ederken “Romalılar özgürce düşünmeli, özgürce ticaret yapmalı, her şey özgür olmalı” demişti.Ve Senato’dan çıkıp eve gittiğinde eşi Kalpurniya‘ya “Bugün Romalılara özgürlüğün gereğini anlattım. Ve bir Romalı olarak ben de özgür olmalıyım. Özgürce yönetmeliyim halkımı. Özgürce istediğimi yapabilirim” dedi.Ve özgürce ‘özgür’ Romalıları yönetti.Başbakan da öyle...“Siz siyasetçiyi eleştirme hakkına sahip olacaksınız, siyasetçinin sizi eleştirme hakkı olmayacak...” dedi geçen gün.“Özgürlüğün de sınırları var” demek “eleştiri” mi oluyor, bunu söyleyince gazetecileri eleştirmiş mi oldu Başbakan?“Özgürlüğün sınırları var” diyen insanlar genellikle o sınırları da kendilerinin çizeceğine inanan insanlardır.Konumuz “gazetecilik ve eleştiri” olduğuna göre neden eleştiri özgürlüğünün sınırları olsun?Başbakan, “övmenin sınırları” olduğuna da inanıyor mu peki, çevresinde onu ölçüsüzce eleştirenlere de “sınır” getirmeye çalıştığını hiç görmedim.Sınırsız övgü, sınırlı eleştiri.Başbakan istediği “özgürlük anlayışı” bu herhalde.Tayyip Erdoğan hiç kusura bakmasın, başbakanları, hükümetleri, devletleri eleştirmenin sınırı yoktur, hakaret etmedikçe her icraatı, her politikayı, her sözü eleştirebilir gazeteciler.Biz, Sezar’ın Romalıları değiliz. Erdoğan bunu duyunca belki hayal kırıklığına uğrayacak ama kendisi de Sezar değil.Halkın oylarıyla işbaşına gelmiş, halkına hesap vermek zorunda olan bir Başbakan.Halk adına o hesabı soracak olan da gazeteciler...“Yirmi beş kuruşa simit yok” ama...Demokrasi sözü verip sonra Sezarcılık oynamak da yok.*****2008’de G.Saray’a gitmediği gün Milli Takım’ın kapısını açmıştı“Her seçim bir kayıptır” da derler ama Milli Takım’ın yeni teknik direktörü Abdullah Avcı her kendi istediğini seçtiğinde kazandı aslında...Avcı’yı yakından tanıyan gazetecilerden biri olan Gökmen Özdemir’in, dünkü analizini okuduktan sonra ilk aklıma gelen buydu..- G.Saray’ın başına teknik direktör olma şansı 2007-2008 sezonunun 28. haftasında geliyor Avcı’ya... O zamanki “sihirbaz” futbol şubesi sorumlusu Haldun Üstünel’in evinde görüşüyorlar. Son 6 hafta takımın başına geçmesi öneriliyor. O sırada 44 yaşında ve bir daha bu şansı yakalayamama ihtimali de yüksek...- Ama son 6 haftada İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni bırakmayı teknik direktör etiğine uygun bulmuyor ve G.Saray’ı geri çeviriyor Avcı...- Sonra ne mi oluyor? Feldkamp’ın sürpriz ayrılışından sonra takımın başında Cevat Güler kalıyor ve G.Saray şampiyon oluyor. Ödül olarak Cevat Güler’in görevine son veriliyor. Hatta Adnan Polat ile Adnan Sezgin o dönemde “Takımı biz şampiyon yaptık” diye böbürleniyorlar.Her başarıyı muktedirlerin sahiplendiği, başarısızlığı ise çalışanlara bıraktığı bu adaletsiz sistemde, o teklifi kabul etse Abdullah Avcı bugün Türk futbolunun 1 numaralı koltuğunda oturabilir miydi?Bence hayır...Bu tarz Makyavelist yaklaşımları değerlendirmeye kalkan Rıdvan Dilmen, Oğuz Çetin, Gheorghe Hagi, Bülent Korkmaz, Rıza Çalımbay‘ın başlarına nelerin geldiğine bakarak kolaylıkla anlaşılabilir... Avcı kendisine şöhret ve para getirecek bir apoleti değil her zaman istikrarı seçmiş hikayesine baktığınızda.- 2006’dan beri İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde. Aynı takımın başında 205 lig maçına çıkarak Alex Ferguson tarzı bir kalıcılık sergilemiş Türkiyedeki ‘değişim’ hızını düşünürsek... Her ‘kayıptan’ bir değer çıkaran Abdullah Avcı bugün Milli Takımın başına geçti.48 yaşında,Türkiye’nin önce Fatih Terim, sonra Guus Hiddink ile iki turnuva kaçırarak “dibin dibi“ni gördüğü bir dönemde, “iyi ve temiz” bir futbol adamından “efsane”ye dönüşme fırsatını yakaladı...Bence Fatih Terim-Mustafa Denizli arasına sıkışmış Türk teknik adamlığı için yepyeni ve taptaze bir soluk...Doğru bir seçim...Hoşgeldin Abdullah Avcı...*****Celal Tan ve Ailesi’nin aşırı Acıklı HikâyesiFilm Shakespeare’den “İnsan insandır” sözüyle açılıyor.Celal Tan, bir taşra şehrinde ailesiyle birlikte yaşayan saygın bir anayasa profesörü.Kendisinden çok genç olan bir üniversite öğrencisi kızla evlenmiş.O gün doğumgünü, sürpriz doğumgünü planlanmış. Akşam sofra hazır...Ev halkı, Celal Tan’ın kızı torunu, oğlu, annesi ve genç karısı onu bekliyor.Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi adlı film böyle başlıyor.Ve gerisi bir aile karmaşası...Yönetmen Onur Ünlü, absürd komedi türünü başarıyla çekmiş bence.Ama film bir çırpıda herkesin seveceği bir film değil.Ben senaryoyu, esprileri, filmin hayatla dalga geçme biçimini sevdim.Çekimler de çok iyiydi doğrusu.Ama bir-iki sahne vardı ki, filmin doğal akan absürdlüğünü bozacak kadar saçmaydı doğrusu.Yönetmen Onur Ünlü “Ölümden korkmadığım için hayattan da korkmam” demiş bir röportajında...Ben bu filmde o cesareti gördüm.Ezgi Mola‘ya ve Tansu Biçer’in oyunculuklarına da hayran kaldım.Yeni birşey seyretmek isterseniz bence bu filmi görün.
Casus romanları heyecanlıdır...Eğlencelidir...Planlar, komplolar, suikastlar vardır...Bütün bunlar bir devletin, bir devlete istediğini yaptırabilmesi için olur.Birçok insan gibi ben de çok severim bu romanları...Zekice oyunlar kuran insanların usta bir bilardocu gibi ıstakayla bir topa vurarak, bütün topların birbirine vurmasını sağlamasını ve topların duruş biçimlerini değiştirmesini izlemek hoşuma gider...Bu tür romanları sevdiğim için gerçek hayatla ilgili ‘komplo teorilerini’ de merakla okurum.İyi tezler her zaman dikkatimi çeker, göz ucuyla da olsa hep takip ederim devamında ne olduğunu...Bugün, okumaktan sıkılıp bir de ben böyle bir teori uydurayım istiyorum, istiyorum ama “uydurmak” mümkün olmuyor ki...Gazeteleri okuyorum, haberleri dinliyorum...Zaten her şey yeterince casusu romanlarına benziyor ya da her şey komplo teorileri gibi...Kendi kendinize bir hikaye ‘uyduramıyorsunuz’.MİT’çi Kaşif Kozinoğlu’nun ölümü gibi...Kozinoğlu, ‘ağır spor’ sonucu kalp krizi geçirerek öldü Silivri Cezaevi’nde...Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklu bulunan Kaşif Kozinoğlu, Harp Okulu mezunu.Dağ komandosu eğitimi almış.Özel Harp Dairesi’nde (Bordo Bereliler) tim komutanı olarak çalışmış.Ardından MİT’e girmiş.Suriye, Bosna Hersek ve Afganistan’da görev yapmış.‘Yoğun spor’ nedeniyle mahkemesine on gün kala kalp krizinden ölüyor...İnsan, ister istemez bu işin altında bir iş var diyor...Acaba mahkemede nasıl bir savunma yapacaktı Kaşif Kozinoğlu?İddianameye göre, Soner Yalçın’ın ofisinde bulunan ‘koz’ isimli dosyada MİT’e ait bilgi ve belgeler ile bazı AK Partililer hakkında istihbarat notları bulundu ve bu bilgilerin MİT mensubu Kozinoğlu tarafından sızdırıldığına inanılıyordu.Bu iddiaları reddetmişti Kozinoğlu, Soner Yalçın’ı tanımadığını söylemişti...Savunması hazırmış, hatta ölmeden az önce yine onun üzerinde çalışıyormuş koğuş arkadaşı emekli albay Hasan Atilla Uğur’un anlattığına göre...Belki de bir şey anlatmayacaktı ama bildiği çok önemli gerçekler olduğu kesin.Kozinoğlu kalp krizi geçirdikten sonra hemen dil altı hapı verilmiş.Söylentilere göre daha önceden bir kalp sorunu varmış. Kalp sorunu olan biri ‘yoğun spor’ yapar mı?Kozinoğlu 17.59’da kalp krizi geçiriyor. Ambulans, Kozinoğlu’nu 18.37’de cezaevinden alıyor, hastaneye girişi 19.15...Cezaevi ile hastane arasındaki mesafe 9 kilometre... O kadarcık yolu 38 dakikada almış ambulans.Kısa bir yol için uzun bir süre.Mafyayla ilişkiler kurmuş, Susurluk’a adı karışmış, ona rağmen MİT’te yükselmeye devam etmiş, devletin içindeki neredeyse bütün kirli ilişkiler konusunda bilgi sahibi sağlıklı bir asker, tam mahkemeye çıkıp ifade vereceği sırada aniden ölüyor.Ölümüyle ilgili bilgiler ve açıklamalar çelişkilerle dolu.Kozinoğlu’nun öldürüldüğünden şüphe etmek için bir şey “uydurmaya” gerek var mı?Gerçekleri alt alta yazınca zaten kocaman bir komplo teorisi çıkıyor ortaya.Romancılara hiç ihtiyaç kalmıyor.*****Aselsan intiharları mı Aselsan cinayetleri mi?Bu haftaki Aktüel Dergisinde -komplo teorisine gerek bırakmayan bir hikaye daha- Aselsan intiharlarının arkasını araştıran bir haber hazırlanmış.Özgül Apaçe hazırlamış.Beş yıl önce ardı ardına ölü bulunan 3 Aselsan mühendisinin akıbetini merak ediyor yazı...Hüseyin Başbilen Ankara’da otomobilinin içinde bileği ve boğazı kesilmiş bulundu.Halim Ünem Ünal Eymür gölü yanında kafasından aldığı tek kurşunla ölü bulundu.Evrim Yançeken evinin bahçesinde ölü bulundu, camdan atlamış...Üç mühendis de şifre çözme konusunda parlak isimlermiş...Aselsan,Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaçlarını karşılamak için kurulan bir şirket.Kendi internet sayfalarında faaliyet alanı bölümünde; Aselsan elektronik ürünler ve sistemler tasarlayan, geliştiren, üreten ve ürünlerinin satış sonrası servis hizmetlerini karşılayan; yüksek teknolojili ve çeşitli ürün yelpazesine sahip bir elektronik sanayi kuruluşudur diye yazıyor.Üç mühendis de milli tank projesi üzerinde çalışıyormuş en son.Oğullarının intihar ettiğine inanmayan Hüseyin Başbilen’in ailesi tekrar savcılığa başvurunca... Öteki kapanmış iki dava da tekrar gündeme geldi.Mesele milli tank projesi...Tank alımlarını ve alınmaktan vazgeçilen projelerin hangi ülkeye ait olduğunu merak ettim doğrusu?Komplo teorisi üretmek için çok düşünmeye gerek yok sanki bu intiharlar için...
Şamil Tayyar’ın “Kürt Ergenekon’u-Derin PKK’nın gizli kodları” kitabını okuyorum...Kitabın adı benim için yeterince çekici...Ama uzun zamandır devam eden tuhaf ve anlaşılması zor tutumları yüzünden hayli merak ettiğim PKK’yı bilmediğim yanlarıyla anlatacak olması da okumaya başlamadan beni heyecanlandırdı doğrusu...“PKK’nın bir Kürt sorunu yoktur, Kürtlerin bir PKK sorunu vardır” yazıyor kitabın üzerinde...Merakla okumaya başladım kitabı.***PKK’nın, uzun yıllardır tekrarlanan ama sanırım hiç kanıtlanmayan MİT tarafından kurulduğu ve 12 Eylül darbesiyle birlikte Öcalan’ın özerkliğini ilan ederek MİT’ten koptuğu iddiasıyla başlıyor kitap...Tayyar’a göre MİT’le bağlantılarını incelten PKK o tarihten sonra yabancı gizli servislerin eline düşmüş...Yani bir nevi el değiştirmiş...Kullanıcısı değişmiş...İnsan hemen merak etmeye başlıyor...Bu yazılanlar gerçek mi ya da gerçeğin tümü bu mu?Eğer bu yazılanlar gerçekse o zaman bir dizi başka soru çıkıyor karşımıza.PKK’yı MİT kendi inisyatifiyle kurdurduysa onun bu kadar büyük bir silahlı örgüte dönüşmesine nasıl izin verdi?Yoksa bilerek mi PKK, Suriye ve Lübnan’da uluslararası sulara bırakıldı?Nasıl oldu da PKK başka gizli örgütlerin eline geçti?Gerçekten her şeyin başı bu hikaye mi?Bu beceriksizlik, bu akılsızlık mı...Bu merakla okumaya devam ettim...Tabii aklımın bir kenarında da, “Bu söylenenler gerçek değilse kim böyle bir hikaye uyduruyor ve bundan ne amaçlıyor” sorusu duruyordu.Tayyar, bu söylediğimi kendisine karşı bir inançsızlık ve saygısızlık olarak algılamasın ama bu kadar karışık konularda kuşkuların hep taze durmasında yarar var.***PKK’yı şimdi kim yönetiyor? onun cevabını arıyordum kitabın sayfalarında.Ama ondan önce şuna rastladım...1971’deki 12 Mart muhtırasından sonra Öcalan pek çok eyleme katılmış... Sol eylemlere...Bunlardan bir tanesinde yakalanıp gözaltına alınmış.Yargılanmış ve 6 ay ceza almış Şafak adlı bildiriyi dağıtmaktan.Bildiri, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın idam kararlarının kaldırılması için yazılmış bir bildiriymiş.Yaklaşık 6 ay Mamak cezaevinde yatmış Öcalan ama sonra 3 ay hafif hapis cezasıyla kurtulmuş bu işten.Uğur Mumcu’nun da öldürülmeden önce araştırdığı ilişki bu ilişkiymiş.Apo’yu Mamak’tan kim kurtardı?Askeri savcı Baki Tuğ iddianameyi hazırlarken ağır suçlamalar yönelttiği Apo’ya karar aşamasında “delil yoktur, isim hatası” diyerek “suçsuzdur” demiş.Burada Baki Tuğ kimdir diye Google’a girdim...Tansu Çiller dönemi devlet bakanı ve Deniz Gezmiş’leri asan mahkemenin askeri savcısı olarak hatırlıyordum.Doğruymuş... Ayrıca TSK’dan hakim albay rütbesiyle emekli olmuş...Kitabın ilerleyen sayfalarında Ergenekon sanığı Ferit İlsever’in Doğu Perinçek ile yaptığı bir telefon görüşmesi anlatılıyor.Perinçek orada ‘PKK’yı kurduran aktörlerden diye kapak yapalım’ diyor.İlsever’e polis ifadesinde bu sorulduğunda, ‘o ifadeyi Baki Tuğ için kullandım. Baki Tuğ PKK’yı kuran ve yöneten tiyatro içersinde yer almıştır’ demiş...Sırf bu bilgi bile, Tansu Çiller döneminin karanlığını bir kere daha hatırlattı bana...***Kitabı okuduğunuzda, devletin bir kanadının PKK’ya karşı olduğunu ama bir kanadının da PKK’yı kendi çıkarları için kullandığı sonucuna varıyorsunuz...Ve bu PKK için de geçerli...PKK içinde de devletle işbirliği yapanlar da var, gerçekten Kürtlerin özgürlüğü için ölümü göze alanlar da...***Kitapta en ilgimi çeken bölüm, Ergenekon operasyonlarında ele geçen dökümanlarda, verilen ifadelerde, Emniyet, MİT ve askerin arşiv bilgilerinde, PKK’nın kuruluş öncesine kadar uzanan derin devlet bağlarının hala aktif olduğunu ve Ergenekon’un sivil ayağı olan lobi yapılanmasının Apo’nun 1999 yılında yakalanmasından sonra kurulduğunu anlatan bölüm oldu...***Şimdi garip bir durumla karşı karşıyayız.Bir yandan, bir yazar PKK’yı MİT’in kurdurduğunu yazıyor...Bir yandan da savaşta binlerce insan ölüyor.Bu savaşı başlatan örgütü kuran MİT ise bunun hesabının sorulması gerekmiyor mu?Devletin bir açıklama yapması gerekmiyor mu?Siyasi iktidarın bir açıklaması gerekmiyor mu?Bu iddiayı yazan gazeteci şu anda o iktidarın üyesi, iktidar kendi üyesini ciddiye almıyor mu?Ya da “PKK’yı devlet kurdurdu” iddiası, onlara üstünde konuşulmayacak kadar doğal mı geliyor?Eğer bunu bu kadar doğal buluyorlarsa bu savaş bitmez, bu “doğallık” da insanları öldürmeye devam eder.
Cuma günü, ‘Kendi küçük hayatının sınırları içinde mutlu olmanın hatta mutsuz olmanın ayıp olduğu bir ülke burası... Burası büyük acıların ülkesi. Yaklaşan bir kışın huzursuzluğunu yaşamak bile haram bize, canımızın sıkılması ayıp, küçük ve solgun mutsuzluklardan söz etmek günah. Kendimizle bile baş başa kalamıyoruz, koca bir toplumun kederi doluyor içimiz’ diye yazmıştım...Bazen, tek bir kişi okumayacak bile olsa yine de ben bunu yazarım diye düşünürsün, bazen de egona yenik düşer büyük kalabalıkların yazını okuyup çok beğeneceklerini hayal ederek yazarsın...Yukarıdaki satırları ben dipsiz bir kuyunun kör karanlığına yazmıştım aslında, ne bir ses, ne bir alkış, ne de bir cevap beklemiştim yazarken...Ama şaşırtıcı biçimde beklenmedik mailler aldım...***İnsanlar uzun uzun dertlerini anlatan mailler göndermişler...Haklı olduğumu, doğru söylediğimi, kendilerini yalnız hissettiklerini yazmışlar.Şaşırdım... Sevindim... Üzüldüm...İnsanların kendi ‘küçük’ dertlerini anlatacak kimseleri olmadığını anladım...Kocaman bir yalnızlar kalabalığı olduğumuzu gördüm...En çok da aşk acısıyla ilgili mailller gelmişti...“İnsanların sürekli öldüğü bir ülkede aşk yaşamak da, aşk acısı çekmek de ayıp gerçekten, peki biz ne yapacağız” diyorlardı?Çok korktum...Çünkü cevabını bilmediğim bir şey soruyorlardı bana.Bildiğimi, bilebileceğimi düşünüyorlardı...“Peki biz şimdi ne yapacağız?”***Genç bir kız olduğunu düşündüğüm Büşra şöyle yazmış:‘Benim baba tarafım Van’lı. Hiç tanımadığım akrabalarım var orada. Annem ve babam peşpeşe olan depremlerde arkadaşlarını akrabalarını kaybettiler. Evimizin içinde matem havası var. Çok acı biliyorum ama ya benim içimdeki matem. Ben de ölüm acısı kadar büyük acı çekiyorum. Babanızın eski yazılarını okuyorum. Çok doğru söylüyor o yazılar ama yine de ağlamadan duramıyorum. Bir hata yaptım ve çok sevdiğim bir insanı kaybettim. İçim yanıyor. Sokaklara çıkıp bağırmak istiyorum ‘beni affet, seni seviyorum’ diye. Ama insan incittiği biriyle yapamıyor aslında (babanızın yazısından) ve sizin de söylediğiniz gibi kendi küçük dertlerimize yer yok bu ülkede. Sizinkinden daha çok, çok çok önemli bir dert var. Ama bana sorsanız benim acımdan daha büyük bir dert yok. Ama ne annem farkında ne babam. Söylesem de kendi acılarının yanında anlamazlar zaten. Suçlayamam da onları, öyle değil mi?’Büşra’nın maili çok uzun bir mektuptu aslında ben bir iki paragrafını aldım buraya.Bir film gibi seyrettim Büşra’nın satırlarından sızan hayatını...Bu satırları hissetmemek mümkün değil zaten...Her şey apaçık ortada...***Ama “İncittiğin biriyle yaşamak kolay değildir...”En çok bu cümle sert bir yumruk yemiş boksör gibi sersemletti beni maili okurken çünkü çoğumuz incinmekten korkarız, incinirsek bizi incitenle mutlu olmamız zorlaşır...İnsanı, sevdiği biri tarafından incitilmek, her defasında şaşırtır...Buna alışkın olduğumuzu düşünürüz güya, hayatın hoyrat olduğunu hep biliriz.Ama her seferinde çok şaşırır, hayata, kendimize, sevdiğimize güvenimizi kaybederiz.Güvenerek yaralanmaktan çok korkarız...Zırhlarımızı kuşanırız hemen... İncindiğimiz için istemesek de incitiriz...Ve o önemli soru çıkar karşımıza;İnsan incittiği biriyle mi yapamaz, kendisini inciten birisiyle mi?İncittiğin biriyle mutlu olmak mümkün müdür?Pek çoğumuz incinirsek bir daha mutlu olamayız...***Ama Büşra’ya katılıyorum, incitirsek karşımızdakini, çok sevsek de, bizi affetmesi için yalvarsak da artık onunla yapamayız...Ve bunları konuşamadığımız için, büyük acılar bunlara izin vermediği için her gün incitir her gün daha fazla incitiriz...Hiç farkında olmadan yaşadığımız ülkenin kaderi kaderimiz olur...O ülkenin kaderinden ne kadar uzakta yaşarsanız yaşayın...İncinmek ve incitmek.Bu iki kelimede zehir saklı.O zehre dokunan mutluluğu kaybediyor.En acıklısı da, hayatın içinde saklı bu zehre dokunmadan yaşamış kimse de yok...Hele bu ülkede...