Genellikle piyeslerde olur.
Sakin bir akşam yemeği ile başlar oyun...
Herkes mutludur. Kibardır. Neşelidir. Küçük şakalar yapılır...
Piyes yavaş yavaş ilerler.
Oyundaki kahramanları daha yakında tanımaya başlarız.
Biri alkoliktir.
Öbürü küçük hırsızlıklar yapmaktan vazgeçemez.
Diğeri yalancıdır.
Bir diğeri eniştesiyle sevişir.
Yüzeydeki mutlu ve sakin görüntü aslında gerçeğin tam aksini yansıtmaktadır.
Bizde de durum tam olarak böyle.
Perde açıldığında karşımızda tüm Ortadoğu’ya barış gelmesini isteyen lider pozisyonunda, dünyada ekonomiler çökerken ekonomisi güçlü, insan hakları konusunda üst düzey bir duyarlılığa sahip, Müslümanlıkla batının özgürlük anlayışını harmanlamış bir devlet çıkıyor.
Sanıyorsunuz ki ardında ciddi partiler, güçlü, eşit ve sarsılmaz bir hukuk anlayışı, güvenilir liderler, sosyal adalet ve refah konusunda ileri safhada bir yaşam var.
Oysa öyle mi...
Her yerinden dökülüyoruz.
Başbakan medya mensupları için “Özgürlüklerin de sınırı var, 25 kuruşa simit yok” diyor.
İnsan bir seferde ne demek istediğini bile anlamıyor Başbakan’ın...
Yani özgürlüklerimizi daha ‘pahalıya’ mı alalım?
Yoksa Başbakan’ın bize bahşettiği 25 kuruşluk özgürlüğümüze layık olmaya mı çalışalım?
Ben Başbakan’ın özgürlük tarifinde bir problem olduğunu düşünüyorum.
Hepimizin özgür olmasını istiyor ama ne kadar özgür olacağımıza da kendisi karar vermek istiyor sanki.
Hatta bana sorarsanız bunu sadece istemiyor, bunun böyle olması gerektiğine de inanıyor.
Sezar gibi...
Sezar da beyaz harmaniyesiyle Senato’da imparatorluk yemini ederken “Romalılar özgürce düşünmeli, özgürce ticaret yapmalı, her şey özgür olmalı” demişti.
Ve Senato’dan çıkıp eve gittiğinde eşi Kalpurniya‘ya “Bugün Romalılara özgürlüğün gereğini anlattım. Ve bir Romalı olarak ben de özgür olmalıyım. Özgürce yönetmeliyim halkımı. Özgürce istediğimi yapabilirim” dedi.
Ve özgürce ‘özgür’ Romalıları yönetti.
Başbakan da öyle...
“Siz siyasetçiyi eleştirme hakkına sahip olacaksınız, siyasetçinin sizi eleştirme hakkı olmayacak...” dedi geçen gün.
“Özgürlüğün de sınırları var” demek “eleştiri” mi oluyor, bunu söyleyince gazetecileri eleştirmiş mi oldu Başbakan?
“Özgürlüğün sınırları var” diyen insanlar genellikle o sınırları da kendilerinin çizeceğine inanan insanlardır.
Konumuz “gazetecilik ve eleştiri” olduğuna göre neden eleştiri özgürlüğünün sınırları olsun?
Başbakan, “övmenin sınırları” olduğuna da inanıyor mu peki, çevresinde onu ölçüsüzce eleştirenlere de “sınır” getirmeye çalıştığını hiç görmedim.
Sınırsız övgü, sınırlı eleştiri.
Başbakan istediği “özgürlük anlayışı” bu herhalde.
Tayyip Erdoğan hiç kusura bakmasın, başbakanları, hükümetleri, devletleri eleştirmenin sınırı yoktur, hakaret etmedikçe her icraatı, her politikayı, her sözü eleştirebilir gazeteciler.
Biz, Sezar’ın Romalıları değiliz. Erdoğan bunu duyunca belki hayal kırıklığına uğrayacak ama kendisi de Sezar değil.
Halkın oylarıyla işbaşına gelmiş, halkına hesap vermek zorunda olan bir Başbakan.
Halk adına o hesabı soracak olan da gazeteciler...
“Yirmi beş kuruşa simit yok” ama...
Demokrasi sözü verip sonra Sezarcılık oynamak da yok.
2008’de G.Saray’a gitmediği gün Milli Takım’ın kapısını açmıştı
“Her seçim bir kayıptır” da derler ama Milli Takım’ın yeni teknik direktörü Abdullah Avcı her kendi istediğini seçtiğinde kazandı aslında...
Avcı’yı yakından tanıyan gazetecilerden biri olan Gökmen Özdemir’in, dünkü analizini okuduktan sonra ilk aklıma gelen buydu..
- G.Saray’ın başına teknik direktör olma şansı 2007-2008 sezonunun 28. haftasında geliyor Avcı’ya... O zamanki “sihirbaz” futbol şubesi sorumlusu Haldun Üstünel’in evinde görüşüyorlar. Son 6 hafta takımın başına geçmesi öneriliyor. O sırada 44 yaşında ve bir daha bu şansı yakalayamama ihtimali de yüksek...
- Ama son 6 haftada İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni bırakmayı teknik direktör etiğine uygun bulmuyor ve G.Saray’ı geri çeviriyor Avcı...
- Sonra ne mi oluyor? Feldkamp’ın sürpriz ayrılışından sonra takımın başında Cevat Güler kalıyor ve G.Saray şampiyon oluyor. Ödül olarak Cevat Güler’in görevine son veriliyor. Hatta Adnan Polat ile Adnan Sezgin o dönemde “Takımı biz şampiyon yaptık” diye böbürleniyorlar.
Her başarıyı muktedirlerin sahiplendiği, başarısızlığı ise çalışanlara bıraktığı bu adaletsiz sistemde, o teklifi kabul etse Abdullah Avcı bugün Türk futbolunun 1 numaralı koltuğunda oturabilir miydi?
Bence hayır...
Bu tarz Makyavelist yaklaşımları değerlendirmeye kalkan Rıdvan Dilmen, Oğuz Çetin, Gheorghe Hagi, Bülent Korkmaz, Rıza Çalımbay‘ın başlarına nelerin geldiğine bakarak kolaylıkla anlaşılabilir... Avcı kendisine şöhret ve para getirecek bir apoleti değil her zaman istikrarı seçmiş hikayesine baktığınızda.
- 2006’dan beri İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde. Aynı takımın başında 205 lig maçına çıkarak Alex Ferguson tarzı bir kalıcılık sergilemiş Türkiyedeki ‘değişim’ hızını düşünürsek... Her ‘kayıptan’ bir değer çıkaran Abdullah Avcı bugün Milli Takımın başına geçti.
48 yaşında,Türkiye’nin önce Fatih Terim, sonra Guus Hiddink ile iki turnuva kaçırarak “dibin dibi“ni gördüğü bir dönemde, “iyi ve temiz” bir futbol adamından “efsane”ye dönüşme fırsatını yakaladı...
Bence Fatih Terim-Mustafa Denizli arasına sıkışmış Türk teknik adamlığı için yepyeni ve taptaze bir soluk...
Doğru bir seçim...
Hoşgeldin Abdullah Avcı...
Celal Tan ve Ailesi’nin aşırı Acıklı Hikâyesi
Film Shakespeare’den “İnsan insandır” sözüyle açılıyor.
Celal Tan, bir taşra şehrinde ailesiyle birlikte yaşayan saygın bir anayasa profesörü.
Kendisinden çok genç olan bir üniversite öğrencisi kızla evlenmiş.
O gün doğumgünü, sürpriz doğumgünü planlanmış. Akşam sofra hazır...
Ev halkı, Celal Tan’ın kızı torunu, oğlu, annesi ve genç karısı onu bekliyor.
Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi adlı film böyle başlıyor.
Ve gerisi bir aile karmaşası...
Yönetmen Onur Ünlü, absürd komedi türünü başarıyla çekmiş bence.
Ama film bir çırpıda herkesin seveceği bir film değil.
Ben senaryoyu, esprileri, filmin hayatla dalga geçme biçimini sevdim.
Çekimler de çok iyiydi doğrusu.
Ama bir-iki sahne vardı ki, filmin doğal akan absürdlüğünü bozacak kadar saçmaydı doğrusu.
Yönetmen Onur Ünlü “Ölümden korkmadığım için hayattan da korkmam” demiş bir röportajında...
Ben bu filmde o cesareti gördüm.
Ezgi Mola‘ya ve Tansu Biçer’in oyunculuklarına da hayran kaldım.
Yeni birşey seyretmek isterseniz bence bu filmi görün.