Bütün bayram boyunca erkenden uyandım...Ve her sabah hep aynı şeyi yaptım...Evin içi hareketlenmeden, kimseler gelmeden, telefonlar çalmadan, pencereyi açıp kahvemle birlikte camın kenarına oturdum.Bir gece öncenin yorgun sokaklarının, ansızın gökyüzünde parlayıveren kış güneşiyle aydınlanmasını seyrettim.Kış başlıyor...Diri bir serinlik var sokaklarda.Berrak bir gökyüzü.Sokaklarda bir yabancılık, yapraksız kalmış ağaçlarda sessiz bir heyecan var.Kış başlıyor...Arada sırada parlayan güneş, usulca ısıtıyor değdiği her şeyi...Sanki sadece beni ısıtmıyor bugünlerde...Canım hiçbir şey yapmak istemiyor...Ne kimselerle konuşmak, ne kimseleri görmek istiyor canım...Bir koltukta oturmak, sadece öyle durmak istiyorum...Görmeden bakmak,duymadan dinlemek,ölmeden ‘ölmek’ istiyorum...Ama bu ülkede kendini bir yokluğa bırakmak bile çok zorlaşıyor giderek...Canının çektiği hiçbir acıyı yaşayamıyorsun...Rahatça ‘canım sıkılıyor’ bile diyemiyorsun...Bu kendi iç alemimize ait acılar, dertler, sıkıntılar, hüzünler, kederler, gülümsemeler, yaşadığımız toplumun büyük ve gerçek acıları yanında çok sönük kalıyor.Kendimize, kendi hayatımıza ait bir duyguya sahip olmak bile bazen çirkin bir lüks gibi gözüküyor.Gerçek acıların yaktığı insanlar dolaşıyor çünkü her yerde...Utanıyorsun canım sıkılıyor demeye...Utanıyorsun çocukluğumu özledim demeye...Utanıyorsun kendimi kimsesiz hissediyorum demeye...Utanıyorsun hayatın ağırlığından habersiz küçük bir kız çocuğu olmak istiyorum demeye...Utanıyorsun güçsüzlüğünden...İnsanların mutlu ve eşit olmadığı bir hayatta, “mutlu değilim” demeye çekiniyorsun...Ölmesi gerekmeyen herkesin öldüğü, savaşın bitirilemediği, siyasetin ahmak dövüşü olduğu bir ülke burası...Kış başlıyor...Bir koltukta oturmak, sadece öyle durmak istiyorum...Her “kış başlıyor” dediğimde Murathan Mungan’ın,‘Kış başlıyor sevgilimHoşnutsuzluğumuzun kışı başlıyor...Kış başlıyor sevgilimiyi bak kendineGözlerindeki usul şefkatiteslim etme kimseye hiçbir şeyeUpuzun bir kış başlıyor sevgilimAyrılığımızın kışı başlıyorGiriyoruz kara ve soğuk mevsime...Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak, yazıya oturup sonu gelmeyen cümleler kurmak, camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak...’ satırları aklıma geliyor demeye çekiniyorum...Şiirlerin okunmadığı, sürekli ağıtların yakıldığı bir ülke burası...Çocukların kolayca öldüğü, kimsenin buna aldırmadığı bir ülke burası...Kendi küçük hayatının sınırları içinde mutlu olmanın hatta mutsuz olmanın ayıp olduğu bir ülke burası...Burası büyük acıların ülkesi.Savaşların, depremlerin, ölümlerin ülkesi.Yaklaşan bir kışın huzursuzluğunu yaşamak bile haram bize, canımızın sıkılması ayıp, küçük ve solgun mutsuzluklardan söz etmek günah.Kendimizle bile baş başa kalamıyoruz, koca bir toplumun kederi doluyor içimize.Ama insan kendini de özlüyor bazen, kendi duygularını özlüyor.Ve, bazen insanın canı sıkılıyor.Büyük kederleri unutamadan, o kederlerin kıyıcığında kendi duygularına da kendi önemsiz sıkıntısına bir yer açmak istiyor.Ve sabahları pencerenin kenarına oturup bir şiir okuyor işte.Kış başlıyor sevgilim.*****Edebiyat Müzesi açılıyorYarın İstanbul’da yeni bir edebiyat müzesi açılıyor.Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müzesi ve Kütüphanesi...Topkapı sarayı surlarındaki Alay Köşkünde olacakmış müze.Çok sayıda ve zengin, edebiyatın farklı alanlarından pek çok eser, Osmanlı döneminden başlayarak estetik ve edebiyat konusunda pek çok başvuru kitabı, Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait kitaplar, el yazmaları, eşyalar,7 binden fazla kitap,Yahya Kemal, Orhan Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Nazım hikmet özel bölümleri ve edebiyatçılar kahvesi olcakmış içinde...Kulağa çok hoş geliyor doğrusu...
TNT kanalında bu ayın sonlarına doğru başlayacak bir yarışma programı var.“Çocuk Diyip Geçme...”Yıllar önce Berna Laçin’in sunduğu Çocuktan Al Haberi programının sanırım bir benzeri...Yaşları üç ile altı arasında olan çocuklara sorular soruyorlar ve inanılmaz cevaplar alıyorlar, yarışmacılar da hangi çocuğun soruyu bildiğini tahmin ederek birbirleriyle yarışıyor.Dört buçuk yaşına gelen Leyla’yla bu programa katılmak üzere çekimlere gittik...Yuvasındaki öğretmeni ‘cesaretini kıracak hiçbir engelleme ve sınır getirmeyin, onu korumak için bile olsa uyarılarınıza dikkat edin, çocuklar çabuk geri adım atarlar, yetenekleri ve yaratıcıkları için her zaman teşvike ihtiyaçları vardır’ dediği günden beri Leyla bir şey yapmak istediğinde, ona karşı daha özenli ve daha az sınırlandırıcı olmaya çalışıyorum...Bunun nasıl zor bir şey olduğunu çocuğu olanlar çok iyi bilir...Leyla bu yarışmaya katılmak istediğini söylediğinde onu kırmadım bu yüzden...Endişe ettim ama cesaretini sevdim...Endişe ettim ama ne istediğini bilmesinden hoşlandım...Kendisini televizyonda görmek istiyor...Çocukları seyrettikçe o da orada olmak istiyor...Her türlü tuhaflığına karşı Leyla’nın istediğini yapıp onu çekime götürdüm...H H HBu konuyu hiç yazmayı düşünmememe rağmen öyle bir şey oldu ki yazmadan edemedim.Leyla’ya sordular ‘politika nedir?’Leyla önce ‘bilmiyorum’ dedi...Sonra biraz durdu, önündeki oyuncaklarla 4,5 yaşın verdiği tüm çocukluğuyla oynamaya başladı...Sonra birdenbire, ‘politika, büyüklerin seyrettiği çizgi filmdir’ dedi...O an gerçekten çok şaşırdım...Kendimi tutamayıp bir kahkaha attım...Ve, bunu ben söylemeliydim diye aklımdan geçti...Çünkü bu ülkede olanları düşününce, bunu bir büyüğün söylemesinin de hiçbir gariplik yaratmayacağını fark ettim...Politika büyüklerin seyrettiği çizgi filmdir...Bu ülkede gerçekten politika büyüklerin seyrettiği çizgi film gibi...H H HPolitikacılar da birer çizgi film kahramanı sanki.Yanlışları yanlış, hataları hata olmuyor.Uçabileceklerine, konabileceklerine ve her zaman kahraman olduklarına inanıyorlar.Sürekli kavga ediyorlar, dövüşüyorlar, Tom and Jerry gibi her dövüşten sonra üstlerini başlarını silkeleyip bir şey olmamış gibi yollarına gidiyorlar.H H HOnları izleyip duruyoruz.Bazen heyecanlanıyoruz, bazen gülüyoruz, bazen üzülüyoruz.Bazen kızıyoruz.Ama bir “çocuk” gibi onların anlamsız maceralarını seyretmekten kendimizi alamıyoruz.Onlar Tenten’deki “ikiz polisler” gibi şaşkın, Temel Reis gibi öfkeli, Daltonlar gibi hoyrat, Red Kit gibi kahraman, Süpermen gibi süper olup, kılıktan kılığa girerek bizim ilgimizi ayakta tutmak için çabalıyorlar.Onlar oynamaktan, biz seyretmekten bıkmıyoruz.H H HAslında eğlenceli ve heyecanlı bir çizgi film bu gerçekten.Neredeyse bütün politika bir film.Bir de ölümler, savaşlar, yoksulluklar, haksızlıklar gerçek olmasa...Ama onlar gerçek işte...Her kavgadan sonra politikacılar silkinip yollarına devam ediyorlar ama düşen gerçek insanlar düştükleri yerden kalkamıyorlar.Biz çizgi film değiliz çünkü.Onlar film, bizse seyrettiği filmin bedelini ağır ödeyen zavallı seyircileriz.
‘Erciş’te hayat normale döndü...Sokaklar işe giden insanlarla dolu... Otobüs durağındaki kalabalığa yaklaşıp....’ çok yakında bunu bize söyleyecek muhabirin sesini şimdiden duyuyorum...Hatta belki dedi bile...Ben kaçırdım...Ne kadar çabuk “hayat normale dönüyor” bu ülkede.***Van’daki depremden sonra bireysel yardımların, toplumsal dayanışmanın, tek vücut olmanın gelebileceği en üst seviyeyi gördük hep beraber.Muhteşem bir duyarlılık, müthiş bir yardımseverlik sergilendi.Sosyal medyada bunun dışında tek bir şey konuşulmadı neredeyse ilk üç gün...Ama üç gün için acıyla yavaşlayan hayatlarımız sonra yeniden kendi hızına kavuştu ...Küçük küçük kavgalar başladı...En büyüğü “Cumhuriyet kutlamaları ertelenir mi, ertelenmez mi” oldu...Aynı sosyal medya var gücüyle bunu tartıştı...Kardeşlik öneren cümleler düşmanlığın, hainliğin, küfrün cümleleri haline geldi...Van’daki acıyla birleşenler, o acıyı ve acının yaşattıklarını hızla unutup “normale” döndü.Deprem ve görüntüleri, hatta acıları giderek uzaklaştı bizden, geriye televizyonlarda depremi anlatan profesörler kaldı...Alıştık yine...***Yakında her şey daha da normale dönecek...Belki döndü bile ben kaçırdım...Ne zaman hiçbir şey normale dönmeyecek acaba bu ülkede?Hangi acıdan sonra...Kaç şehitten sonra...Hangi haksızlıktan... Hangi ‘ihanetten,’ hangi isyandan sonra?Aslında hayatımızın normale dönemeyecek kadar anormal olduğunu ne zaman kavrayacağız?Normale dönebilmek için kalıcı değişiklikler yapmamız gerektiğini anlayacağız?***Hayatın normale dönmesine bir itirazım yok, normal olmayan bir hayatı normal sanmamıza karşıyım ben.Barış yapacakmış gibi durup savaş çıkarmaya karşıyım ben...Normale dönmeyecek gibi davranıp en normal halimizle kavga etmemize karşıyım ben...Her şeyin anormal olduğu bir ülkede hepimizin normal olmasına karşıyım ben...“Biz normale döndük, o zaman sorun da çözülmüştür” zannetmeye karşıyım ben...Erciş’te normale dönecek hayatın, İstanbul depremi olmayacakmış gibi bizi deprem karşısında umursamaz yapmasına karşıyım ben...***Bu ülkede her şey anormal...Ama her şey hızla normale dönüyor...Her şey bu kadar anormalken hızla normale dönmeye karşıyım ben.
Son günlerde neredeyse çok sık Fetullah Gülen cemaati ve Kürtlerle ilgili yazılar ve röportajlar okuyoruz...Gülen’den ve cemaatinden yeni bir ses geliyor sanki.Ben de Hasan Cemal’in son kitabı ‘Barışa Emanet Olun’u okuyorum bir taraftan da...Murat Karayılan bunları Hasan Cemal’le yaptığı röportajda söylemişti: “KCK operasyonları bir proje olarak Gülen cemaatinin polis ve yargıdaki uzantıları tarafından hükümete sunuldu, hükümet de bunu uyguladı. Gülen cemaatinin devlet içindeki bu uzantılarına yeşil Ergenekon denebilir. Ama şu sıralar bize gelen bir istihbarata göre, `yeşil Ergenekon` yerine, adı Ötüken olan yeni bir örgütlenme sahnede görülebilir yakında.”Hasan Cemal`e göre ise Karayılan’ın bu sözleri PKK’nın Gülen cemaatinden rahatsızlığının bir göstergesi.Nedeni ise, Fethullahçıların Ak Parti ile birlik olup PKK’nın altını oymaya çalışıyor olması.Kürtlerin Kandil’deki liderlerinin inancı bu...Ama bu ilişkiyi merak edip takip etmeye başladığınızda, Fetullah Gülen’in özellikle son zamanlarda Kürtlere karşı böyle bir his taşımadığı izlenimine kapılıyorsunuz...Hatta Kürtlerin hakları için mektuplar yazıyor, demeçler veriyor...Son dönemde şiddetin daha fazla şiddet üretmemesi için Fethullah Gülen ve Gülen Hareketi’nin önemli isimlerinden Cemal Uşşak peşpeşe açıklamalar yapıyor...Sabah Gazetesinde Mahmut Övür’de okudum dün, Fethullah Gülen hergul.org sitesine röportaj vermiş.Mahmut Övür röportajdan alıntı yaparken şöyle yazmış, “söyleşideki şu sözleri sadece dindarları değil, karar vericileri de düşünmeye sevk edecek nitelikte:‘Bugüne kadar pek çok fırsat kaçırılmıştır ama bu her şey bitmiş demek değildir. Belki bir kısım mütemerridleri kuvvetle sindirme ve baskı altına alma da düşünülebilir; fakat, esas o toplumun ruhuna girme yolları açılmalı, kardeşlik ruhu yeniden canlandırılmalı.’”Hergul.org’a girip ben de röportajı okudum...Fetullah Gülen diyor ki “Kendine mümin diyen kişiler farklı dillerin ve kimliklerin özgürlüğünü kabul etmeli ve bu özgürlüğün temini için elinden geleni yapmalıdır. Dindarlar bu sorumluluğu yerine getiremediler. Genelde milliyetçiler ve biz dindarlar, ‘Çin zulmü altında’ anadillerini konuşmaktan men edilen Türkistanlı ırktaşlarımızın veya Bulgaristan’da Türkçe isim alamayan kardeşlerimizin derdine yandık. Onlar için ağıtlar düzdük ama burnumuzun dibindeki Kürtlerin anadillerini konuşamamasının ıstırabını hissetmedik.”Devam ediyor...“Hazreti Bediüzzaman ta Meşrutiyet yıllarında Medresetü’z-Zehra adıyla Van’da bir üniversite kurulmasını teklif ederken orada Arapçanın farz, Türkçenin vacip ve Kürtçenin caiz gibi kabul edilerek hepsinin beraberce okutulması gerektiğini söylemiştir. Neden okullarda Kürtçenin de öğretilmesine fırsat verilmedi? Yurtdışındaki okullarımızda, hatta Amerika’da bile Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor ve kimse buna mani olmuyor. Büyük devlet olmanın hususiyeti budur.”Gülen, hem kendisi, hem cemaati adına ciddi bir özeleştiri yaparken dindarlardaki milliyetçi tepkilerden yakınıp “kimliklerin özgürlüğü” için çalışmalarını tavsiye ediyor.Gülen cemaatinden epeyce insanın da paylaştığı dindar kesimdeki “milliyetçilik” eğiliminin böylesine açık biçimde ve Gülen tarafından eleştirilmesi belki de dindar kesimdeki ciddi bir değişimin ilk büyük işareti.Dindarların içindeki o gizli milliyetçilik yerini “eşitlik ve özgürlük” isteyen bir anlayışa bırakırsa herhalde Türkiye’de birçok sorunla birlikte Kürt sorununun da çözümü kolaylaşır.Gülen gibi etkili birinin bu sözleri söylemesi umarım olumlu bir değişimin işaretidir.Ben bu konularda uzman değilim ama okuduklarımdan edindiğim izlenimle şunu da söylemek istiyorum, Gülen’in bu yolda diğer dindarlardan önce kendi cemaatindeki birçok ismi de ikna etmesi gerekecek.Çünkü Gülen cemaatinin üyesi ya da sempatizanı birçok ismin yazdıklarına bakıldığında, onların “milliyetçilikten” henüz arınamadıkları açıkça görülüyor.Dilerim Gülen’in açtığı yolda yürüyen dindarlar çoğalır ve bu ülkenin dindarları milliyetçilik hastalığından kurtulur.
Depremden bu yana tam bir hafta oldu...Günler boyu kederlendik, ağladık, sevindik, şaşırdık, öfkelendik, umutlandık...Ben bütün bu duyguların arasında en çok iyilik ve kötülüğü düşündüm...Günlerce televizyonu izledim... Ağrıyan dişe dokunan dil gibi kaçmak istedikçe kendimi deprem görüntülerini izlerken buldum...Sosyal medyayı, köşe yazılarını, gazete manşetlerini takip ettim...Kerem(Altan) Van’a gitti deprem sonrası...Onun anlattıklarını dinledim...Yazdıklarını okudum ...İzlenimlerini anlatırken şöyle yazmış Kerem, ‘Kürtler de kendi aralarında siyah Kürt beyaz Kürt diye bölünmüş. Zengin Kürtler çoktan kendini kurtarmış, yine olan fakire olmuş. Erciş’e geçerken yol üzerinde evlerin hemen hepsinin bahçesinde çadır gördüm. Sonra Erciş’e vardığımda 1000-1500 kişilik çadır sırasını...’İşte bu son nokta sebep oldu insanın içindeki iyiliği ve kötülüğü düşünmeme...***Aynı acıları yaşamış, aynı zulmü görmüş, aynı çaresizliği beraber çekmiş insanlar bile birbirine kötü davranabiliyor, üstelik de aynı felaketi beraber yaşarken...İnsanın ölmesi kadar böyle durumlarda, insanlığın ölmesi de insanın aklına takılıyor...Korkutuyor...Düşündürüyor...Bir karanlığın içinde sessizce yitip gitmeyi arzulatıyor...Annem söylemişti bir gün Kerem’le bana iyiliği anlatırken, ‘Tanrı iyiliği yaratmak için çok uzun bekledi’ diye...“Tanrı iyiliği yaratmak için çok uzun bekledi...”***Neyi bekledi?Galiba insanı yaratmayı... insandan önce doğada iyilik yok çünkü.İnsandan başka bir yerde iyilik yok.İyiliği yaratmak için bizi beklediyse Tanrı, kötülüğü tümden yok etmek için neyi ve kimi bekliyor acaba?Bize iyiliği verdi, kötülüğü niye geri almadı?Niye bazılarımız iyi, bazılarımız kötü?***Hadi daha gerçekçi olalım, niye en iyilerimizde bile çok derinlerde de olsa biraz kötülük saklı?İyilik yapabiliyoruz ama kötülük de yapabiliyoruz.Mesele, Tanrının bizi sınaması, önümüze koyduğu iki seçenekten hangisini seçeceğimize bakması mı?Kendi mutlak iradesinin yanında insana böylesine büyük bir “irade” sahası mı açtı Tanrı?Bize bu ikisini birden bağışlayıp, tercihi bize bırakması bir armağan mı yoksa ceza mı bize?Büyük acılar karşısında bahar suları gibi kabaran iyiliğimiz, acılar biraz dindiğinde yeniden kötülüğe meyletmiyor mu?Sıradan koşullarda bencilliğimizle, çıkarcılığımızla kötülüğü tercih etmeye eğilimli durmuyor muyuz?“Kötülük” daha doğal bir parçamız mı yoksa?***İyilik için bir ahlâkı öğrenmemiz, eğitilmemiz, vicdanımızı güçlendirmek için çaba sarf etmemiz gerektiğine göre “iyilik” gerçekten de daha sonradan verilen ve daha zayıf olan yanımız herhalde.Belki de o yüzden en zor zamanlarda bile aramızdan böylesine kötüler çıkıyor.“Tanrı iyiliği yaratmak için çok uzun bekledi.”Bizim de iyiliği tam anlamıyla öğrenip yapmamız için uzun bir zaman mı beklememiz gerek?İyilik bizimle başladı.Sadece bize ait.İyilik arttıkça diğer canlılardan farkımız artıyor, kötüleştikçe onlara yaklaşıyoruz.Tanrı “seç” diyor.İyiliğin ödülü “çok ilerde”, başka bir alemde verilecek, vaad öyle, kötülüğün ise hemen kazanma şansı var.“Hemen” ve “ilerde” arasında mı bir tercih yapıyoruz?Buna mı yeniliyoruz...***Peki ya inançsızlar?Onlardaki iyiliği neyle açıklayacağız?İnançlılardaki kötülüğü açıklamak kadar zor herhalde.İyilik, ne Tanrıdan, ne insandan bir şey beklemeden bir başka canlıya yardım etmek bence, bir vaadden dolayı değil, bir beklentiden dolayı değil, sadece yardım etmeden duramayacağın için yardım etmek, gerçek ve saf iyilik.İçimizde var bu.Ama kötülüğün daha altında kalıyor belki de, kimbilir belki de o yüzden büyük acılara ihtiyacı var yükselip yukarı çıkması için.Gene de Tanrıya, böyle tercihi zor, kötülükten daha derine saklı biçimde de olsa bize iyiliği bağışladığı için şükretmemiz gerek.Ya hiç bağışlamasaydı?
Sinema Dergisi beş bin okuruyla Tüm Zamanların En İyi 100 Türk Filmi’ni seçti.‘En’ soruları beni ürküten, cevaplarını bir çırpıda vermekte zorlandığım, kolay kolay inandırıcı gelmeyen, seçilen konu neyse onun gücünü azaltan sorulardır benim için...İnsanlara ne “en”li sorular sorarım ne de bana sorulan “en”li soruların cevaplarını bilirim kolayca...O yüzden bu anket de bana sinemaseverle ilgili bir ipucu vereceği için başından beri merak ettiğim ama Türk sineması için sıkıcı bulduğum bir anketti doğrusu...***Belki daha önce de yazmıştım bunu, dedem bana beğenmeyle sevmenin farkını anlattığında daha çok gençtim.Her sohbet ettiğimizde, kocaman olduğunu zannettiğim dünyamın duvarlarını bir cümlesiyle yıkar, aklımın güneş görmemiş bahçelerine bazen tek bir kavramla dalar, o incelikli anlatımıyla yepyeni ufuklarla buluştururdu beni...Hayata kocaman pencereler açtırırdı...Hala da öyle...Dedemle her konuştuğumda insanın büyütecek ne çok penceresi var, onu anlarım...Benim tek bir pencereden baktığım bazı konularda, o alır beni, her yanı cam bir kulenin üstüne çıkarır ve hayatı oradan görmemi sağlar.Yeni düşünceler edinmemi, kendi düşüncelerimi tazelememi sağlar.O yüzden En iyi 100 Türk Filmi hakkında yazmaya çalışırken bile onun anlattıkları geçiyor önce aklımdan...Beğenmek ve sevmek farkı...Ben bu farkı kendi başıma fark edecek kadar akıllı değildim ama onun torunu olmak insana bu şansı veriyor doğrusu...Bu yazıyı yazmadan önce de onu aradım...Yine uzun uzun sohbet ettik...***Sevmekle beğenmek arasındaki farkları konuştuk.Dedi ki ‘Mozart’ı sevmeyebilirsin ama Mozart’ı beğenmiyorum dersen bir gerekçe göstermek zorundasın.’‘Sevmek demek vazgeçmemek demektir, bıkmadığın zaman seviyorsun demektir...’‘Beğenmek hemen bir günde olmaz... Bir geçmişi vardır...Ve beğeniyi zaman ölçer, beğenmekte ya da beğenmemekte haklı olup olmadığını zaman gösterir.’***O yüzden merak ettim ben de...5000 sinema dergisi okuyucusu ya da sinemasever hangi ölçüyü kullanarak bu 100 filmi seçti acaba?Ya da farkındalar mı acaba neden seçtiklerinin...Hangi filmleri sevdikleri, hangi filmleri beğendikleri için seçtiler...‘En’ iyi sorusunun sanatta karşılığı gerçekten var mıdır?***Anketin sonucu şöyle çıkmış:1- Eşkiya, 2- Selvi Boylum Al Yazmalım, 3- Hababam Sınıfı 4- Babam ve Oğlum...Tam listesi Sinema Dergisi’nin Kasım ayında çıkacak Türk Sineması Özel sayısında olacakmış.Benim ilgimi çeken o liste değil...Benim ilgimi çeken ilk üç ya da dört filmin iyi olmasına rağmen sinema tarihimiz hakkında pek bir fikir vermediği...350 film arasından yapılmış oylama...Bana sorsanız 350 farklı ilk 100 çıkardı o listeden...Yatık Emine, Muhsin Bey, Masumiyet gibi filmleri ilk üçe koyabilecek insanlar da çıkabilirdi.Gelin filmini koyanlar da...Ya Anayurt Oteli...Sanat eserlerini değerlendirirken “sevgimize” mi yoksa beğenimize” mi dayanarak seçim yapıyoruz.Hababam Sınıfı filmini seçenlerin ölçüsü ne mesela, sevmek mi, beğenmek mi?***Ben, bu tür seçimlerin içinde hep bir haksızlık bulundurmasından endişe ederim doğrusu.Tercihin ölçüsü belli değildir çünkü...Sanat eserlerini böyle yarıştırmamalı.Bir kitap ya da bir film için söylenebilecek en sağlam ve en güvenilir cümlenin “ben onu sevdim” ya da “ben onu sevmedim” cümlesi olduğuna inanıyorum.Bu kadar kişisel bir değerlendirmenin de “yarış ölçüsü” olmaması gerektiğini düşünüyorum. Belki de bu yüzden, böyle listeler bana sanata karşı “saygıda kusur” edildiği hissini veriyor.****Kadın sanatçılar uzun mu yaşıyor?Sanat... Bugün nedense hiç farkında olmadan aklım oralara gitti...İstanbul Modern’de Hayal ve Hakikat sergisi var.Türkiye’den Modern ve Çağdaş Kadın Sanatçılar...1900’lü yıllardan günümüze, birçok faklı anlayışta eser vermiş kadın sanatçıların sergisi...74 kadın sanatçının eserleri ilk defa yanyana... 22 Ocak’a kadar sergi devam ediyor.Sergiyi gerçekten görmeniz lazım, seveceğinizi düşünüyorum.Dün bu sergiyi sevdiğimi bilen bir arkadaşım sergiyle ilgili yazılmış çok ilgi çekici bir yazı göndermiş bana.Radikal’den Elif Ekinci yazmış, o daMilliyet’ten Meral Tamer’in yazısından alıntı yapmış.Sergi kataloğununun ilk yarısındaki 42 sanatçıdan 39’u 60 yaşın üzerindeymiş.74 sanatçıdan ilk 22’sinin -sergide yer aldıkları sırayla- yaş ortalaması 80 imiş.Buradan da kadın sanatçılar daha uzun mu yaşıyor sorusu çıkmış...Ben bu pazar sergiye bir daha gideceğim...Her kadın sanatçının yaşadığı dönemdeki erkek sanatçıları da ‘yanımda götürerek’.Merak ediyorum sanat ömrü uzatıyor mu? Yoksa kadın sanatçılar mı uzun yaşıyor gerçekten?
Bunca acının arasında yine de bir ara gülümsedim hatta güldüm...Ne zaman mı?Televizyonda Kemal Kılıçdaroğlu’nu Van Erciş’te etrafındakilere ‘Ben Ercişli sayılırım ilkokula burada başladım. Buranın ayrı bir önemi vardır benim için’ derken izlediğimde.Neden mi?Çünkü arkasından ‘Ay pardon Eğridir’di o ama ne fark eder, ha Erciş ha Eğridir... Zaten bu ülkede tek eğri başbakandır başbakan’ deme ihtimali olduğu için...Ya da ne derse desin ülkedeki tüm yönetim zaafiyetine rağmen inandırıcı olamamasından... Erciş’te ilkokula başlamasına bile kuşkuyla baktığımdan...Ya da her zaman konuyu kendine yonttuğu için...Tanınmış Fransız mizahçısı Marcel Ayme’in çok sevdiğim Duvargeçen diye bir kahramanı vardır...Hayatım boyu en olmak istediğim kahramanlardan biri olmuştur... Çocukluğumdan beri...Çünkü eğer meraklı ve incelemeyi seven biriyseniz mutlaka Duvargeçen olmak istersiniz...Duvargeçen adından da anlaşılacağı üzere hiç görünmeden duvarların arasından geçebilen, istediği yere istediği zaman giren, istediği zaman çıkan, istediği herkesi izleyen biri.Ben de Kılıçdaroğlu’nun maceralarını duydukça Duvargeçen olup onu izlemek istiyorum...Deprem nedeniyle çok da konuşulamadı ama iki gün önce CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, parti meclisine Kürt sorununun çözümüyle ilgili öneriler sundu.Gerçi adına rapor bile diyemedi CHP’liler bunun.‘Kişisel görüştür’ deyip kendi aralarında kavga ettiler.Sezgin Tanrıkulu şunu önermiş kısaca, ‘Hakikatleri araştırma komisyonu kurulsun, seçim barajı düşürülsün, yerel özerklik olsun, Kürtçe müfredat da olsun.’Sezgin Tanrıkulu CHP Genel Başkan Yardımcısı...Silivri ‘hayranı’ Süheyl Batum’un olduğu bir partide yönetici...Ve bu partinin genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu...Ne düşünürsünüz bu ekip için... Demokrasinin canlı örneği...Ama öyle değil...Öyle olmuyor...Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibi tam bir karmaşa...Kılıçdaroğlu’nun hiçbir konuda olmadığı gibi Kürt sorununda da kesin bir kararı yok...Hatta bir fikri bile yok sanki...Duvargeçen olup işte bunu görmek istiyorum... Gerçekten fikri mi yok yoksa bir karar vermeye cesareti mi yok?Kendi aralarında güçlü görüş ayrılıkları olan bir parti, bir de iktidar partisiyle beraber anayasa hazırlığı yapacak...Nasıl olacak bu?CHP’nin net bir tavra ihtiyacı var bence.Ama Kemal Kılıçdaroğlu hükümetle “laf çakıştırma” yarışı içinde...Bunun ötesine geçecek bir üslubu ve birikimi açıkçası var gibi de gözükmüyor bana.‘Erciş’te ilkokula başladım’ dediğinde gülümsüyorum farkında olmadan...Arkasından “Eğridir” dediği gözümün önüne geliveriyor çünkü...Duvargeçen bir olsam...Belki anlardım Kılıçdaroğlu aslında Sezgin Tanrıkulu’nun önerileri hakkında ne düşünüyor...Çünkü ben Kılıçdaroğlu’nun davranışlarından ve CHP’nin politikalarından bir şey anlayamıyorum.Sözleri beni gülümsetiyor ama ne yazık ki şu sıralarda yaşadıklarımızın “komediye” pek tahammülü yok.Biraz ciddiyet gerekiyor...O da görünürde pek yok.****Gerçekten İslami kesim Kürtler için ne düşünüyor?Dün Taraf Gazetesi’nde Alper Görmüş çok ilgimi çeken bir şey yazdı...Ben duymamıştım...Belki siz biliyorsunuzdur... Samanyolu Televizyonu’nda Şefkat Tepesi adlı diziyi...Alper Görmüş de duymamış, bir okur mailiyle öğrendiği zaman da hemen internetten dizinin bazı bölümlerini izlemiş.Ben de aynen öyle yaptım...Ve Müge Anlı’nın ırkçılığının tartışıldığı şu günlerde, gördüklerime inanamadım...Böyle net, Kürtlere karşı nefret söylemi hem de İslami zemini olan bir kanalda... Çok tartışılması gereken bir konu gibi geldi bana.Ama kimse duymamış, kimse bilmiyor diziyi...Herhalde Samanyolu izleyicisi durumdan memnun, reytingleri iyiymiş dizinin...Sonra Emre Aköz’ün yazısına takıldı gözüm...Sanırım algıda seçicilik...Geçenlerde İslami kesimin sevilen ismi Cemal Uşşak’ın ‘Biz dindarlar, Kürtlerin acısını yeterince hissedemedik’ dediğini okudum...Fethullah Gülen de önceki gün “anadilde eğitimi” destekleyen bir yazı yazdı.Gerçekten İslami kesim Kürtler için ne düşünüyor?CHP’nin bir Kürt politikası yok da, İslami kesimin ya da AKP’nin var mı peki?Bir yandan Gülen cemaatine yakın Samanyolu TV böylesine ırkçı bir dizi yapıyor, bir yandan Gülen, Kürtçe eğitimi destekliyor.Cemaati, Gülen’den geri gibi gözüküyor.Acaba, saygıdeğer dindarlar “ırkçılığın” günah olduğunu bu ülkenin dindarlarına anlatabilecekler mi?Dindarının bile ırkçılık yapabildiği bir ülkede durumumuz zor çünkü.
Beynin arkasında ense kökü çukuruna yerleşmiş küçücük bir organ...Beyincik...İnsanın dengesini sağlıyor...Beyinciğinde problemi olan insanlar yürürken birden pat diye düşerler... Sonra kalkarlar...Biraz sonra, gene pat...Bizim toplumsal beyinciğimizde de bir sakatlık var herhalde...Biz tam düz yolda yürürken, her şey yolundayken, birden her şey karmakarışık oluyor, pat diye düşüyoruz...Sonra zaman geçiyor, kalkıp iki ayağımız üzerinde doğruluyoruz...Sonra gene bir karmaşa, gene düşüyoruz.Beyni ve beyinciği gelişmiş ülkelerde böyle denge bozuklukları olmuyor pek ...Onlar zaman zaman tökezleseler bile ayaklarının üzerinde kalmayı beceriyorlar...Biz beceremiyoruz...Tabii bizim beyinciğimizi kurcalayıp duranlar da var...“Yere düşsün” diye beyinciği dürtüyorlar...***Beyincik bölgemizde meydana gelen sarsıntıları bir düşünsenize yıllardan beri...Neler görüp neler yaşadık...Ne kanlı dönemlerden, ne darbelerden, ne darboğazlardan geçtik.Hegel’in adını bilmeyen ülkücü gençlerle, Marks’tan tek satır okumamış solcu gençler ortalığı kan gölüne çevirdi bu ülkede...Darbeler oldu...O gençler hapse girdi ya da yurt dışına kaçtı...Sonra aradan epey zaman geçti, bu gençler biraz daha büyümüş ve kılık değiştirmiş şekilde yeniden ortaya çıktı...Sağcı gençler “senet mafyası” adı altında yeni örgütler kurdu.Solcu gençler birbirini mafya ile işbirliği yapmakla suçladı...Kürtler çıktı sonra meydana...Onları yok saydık, ezdik, işkenceler yaptık...Gençleri öldürdük, ölmesine izin verdik, ölümlere ses çıkarmadık...Bütün bu olanlara rağmen toparlanmıştık ama biraz...Artık iki ayağımız üzerinde yürüyorduk sanki hatta “barışa yürüyoruz” diyorduk bir ara...Derken beyinciğimizden yine sarsıntı sinyalleri geldi...Barış masaları kurulmuşken gencecik insanların cenazelerinin acıları sardı her yanı...Düştük...Düşmek ne kelime ayağa kalkamaz hale geldik...***Boşu boşuna gencecik insanlar ölüyor ve hiç kimse bunu durduramıyor...Yine gençler ölüyor...Yine o ölümlere kimse aldırmıyor...Çok ciddi bir aldırmazlık var toplumumuzda ölümlere karşı...Beyinciği ve beyni çok ciddi hasarlanmış bir toplumuz biz...Yürüyoruz, yürüyoruz ama sonra birden pat diye düşüyoruz...Ama artık gencecik gençler öldüğü için düşmüyoruz...Biz düşüyoruz diye o gençler ölüyor...Bizi yönetenlerin beyinciği hatta belki beyni hasarlı diye o çocuklar ölüyor...Muhalefet de, iktidar da, Kürtler de, Türkler de bu gerçeği kabul etmeli...***Tam ben savaşta ölen çocukların içimde yarattığı acı ve öfkeyle bu yazıyı yazarken bir başka acı patladı ekranlarda.Van’da deprem.Arkasından yıkılan binaların, enkaz altında kaybolan yakınlarını arayan çaresiz insanların, yıkıntıların arasından çıkarılan yararlıların resimleri görünmeye başladı.Van, deprem kuşağında yer alan bir bölge.Ama hastane binaları, öğrenci yurtları, apartmanlar, kerpiç köy evleri her depremde aynı şekilde yıkılıyor, insanlar aynı şekilde ölüyor.Yeniden deprem olacağını, insanlarımızın yeniden öleceğini bilsek bile hiçbir önlem almıyoruz.Beyinciğimiz hasarlı bizim.Depremden değil, depreme aldırmamaktan, binaların malzemelerini çalmaktan vazgeçmediğimiz için ölüyoruz.Ölmemek mümkünken ölmek insanı böyle kahrediyor.Ne bitmez bir acı bu.İnsan ölümleri karşısında bu ne aldırmazlık.Savaşla ölüyoruz, depremle ölüyoruz, iş kazalarıyla, trafikle ölüyoruz.Hep düşüyoruz.Her seferinde yerimizden kalkarken yerde ölüler bırakıyoruz.Ölümü ezberledik.Yaşamayı ne zaman öğreneceğiz?Bu yerde sürüne sürüne yazdığımız yazılar, bu korkunç acılar, bu gözyaşları, ağıtlar ne zaman bitecek?Ne zaman ayakta duracağız?Böyle düşmeden, insanlarımızı kurban vermeden de yaşamanın mümkün olabileceğini biz ne zaman göreceğiz?Görecek miyiz?Bir gün iyileşeceğiz mutlaka.O, çaresizliği ve ümidi aynı anda içinde taşıyan iki kelime bütün yaşama maceramız aslında:Bir gün..