Bazen en karmaşık konuları bir an için bile endişe etmeden çok hızlı kavrarım...Bazense en basit sorunun içinden çıkamam. İşte yine öyle oldu...KCK baskınları ve gözaltıları artarken benim Kürt meselesiyle ilgili plânlanan çözümü, o da varsa tabii, kavramam için basit bir sorunun cevabını bulmam gerekiyor...KCK ve PKK ve BDP arasında hükümet canı sıkıldıkça bir ilişki mi buluyor yoksa gerçekten BDP, KCK ve PKK birbirinden ayrılmaz parçalar mı?***İnsanın kafası karışıyor...Başbakan açıkladı, Selahattin Demirtaş Ankara’da AB büyükelçileri ile bir araya geldiğinde ‘PKK benim tabanım’ demiş...Buna sanırım bir yalanlama gelmedi...Hemen ardından KCK operasyonları başladı...Selahattin Demirtaş dedi ki ‘Gelip beni de alsınlar çünkü bu operasyonlar BDP’ye karşıdır.’Eee, peki KCK, PKK’nın şehir örgütlenmesi değil mi?PKK’nın son zamanlarda yaptığı savaşı kışkırtıcı hareketlere baktığınızda...Siz bulabiliyor musunuz şu en basit sorunun cevabını:KCK operasyonları haksız mı yapılıyor yoksa şiddeti önlemek için haklı mı yapılıyor?***Başka bir soru da... Bunun tam tersi...KCK’nın yöneticileri kimler? Yürütme konseyinin başında Murat Karayılan...Türkiye Meclisi’nin başında Sabri Ok...MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın PKK ile barış görüşmeleri yaptığı Sabri Ok yani...Hükümet, devlet her kimse KCK’nın başındaki kişiyle görüşüyor ama sonra iç siyaset, polis, yargı gerekçeleriyle KCK üyeleri tutuklanıyor...Ayrıca BDP’nin Meclis’e dönüp yemin etmesinin üzerinden iki gün geçmeden başlıyor operasyonlar.Sadece benim kafam mı karışıyor?Siz anlayabiliyor musunuz, tam ne oluyor?***Hükümet, Kürt meselesini çözmek istiyor mu, istemiyor mu sizce?BDP’nin siyaset yapma alanı mı daraltılıyor?Bu son operasyonlar 2009’dan beri yapılan KCK operasyonlarının en şiddetli dalgalarından biri.150 kişi gözaltına alındı, 9’u BDP’nin çeşitli ilçe başkanları.Bugüne kadar toplam 3000’le 5000 arasında insan gözaltına alınmış.KCK’lı sanıkların büyük çoğunluğu BDP üyesi...Hatta altısı milletvekili seçildiği halde hapiste.Tutuklular arasında çok sayıda BDP’li il ve ilçe belediye başkanı var. 13 belediye başkanı...İnsan bu verilerle bile ne düşüneceğini şaşırıyor...***Sanki sebepsiz bir şekilde en basit soruların cevapları kaybolmuş bu konuda.Ne AK Parti, ne de BDP masum gibi...Ama biz şimdi bu iki masum olmayan partiden, hepimiz için, çocuklarımızın geleceği için, barışı hedef alan, insan haklarına, demokrasiye saygılı, dünya ölçülerinde bir anayasa yapmalarını bekliyoruz...Bu mümkün mü sizce?CHP ve MHP’den zaten hiç umudum yok...Sizin var mı?Onların siyaseti sanki her çözüme ve gelişmeye muhalefet etmek.***Masumiyeti kuşkulu bir iktidar, masumiyeti kuşkulu bir Kürt partisi, her çözümü engelleyen Türk ulusalcıları...Peki ne olacak?Çok basit bir soru değil mi?Peki sizde cevabı var mı?KCK operasyonları nedir, haklı mıdır, haksız mıdır?Cevabını bilen varsa bilmek isterim...Ya siz?
Bir hayatı hayat yapan şey nedir?Para, aşk, isyan, gurur,özgürlük, direnç, seks, inanç, sevgi, onur...Çok gençtim...Gerçekten çok gençtim diyebileceğim kadar çok gençken,16 yaşındayken babam beni AçıkHava tiyatrosunda Joan Baez konserine götürmüştü...Sesini sevdiğim kadını sahnede seyredecek olmak, babamla konsere gidiyor olmak, devrimcilerden, acılardan, idam edilen, hapsedilen insanlardan konuşmak o geceyi daha başlamadan unutulmaz yapmıştı benim için...***İçeri girdiğimizde, Açıkhava Tiyatrosu’nun bir yelpaze gibi genişleyerek açılan sıraları kapkaranlıktı.Sahneye vuran yuvarlak ışığın içinde bir kadın şarkı söylüyordu.‘Düşünün bütün insanların dünyayı paylaştığını’...Karanlığın içinde önce bir, sonra beş, sonra on, yüz, bin ışık yandı.Her parmağın ucunda minik bir alev vardı.Binlerce insan şarkıya ellerindeki mumları sallayarak eşlik ediyordu.Dinleyenlerin çoğu sahnedeki kadının şarkılarıyla büyümüşlerdi, çok belliydi...Kıpır kıpır minicik ışıklar, şarkının temposuna uyarak dalgalanıyordu.O minicik ışıkların dansında gençliklerini yaşıyordu gelenler...Dünyadaki bütün baskılara, kötülüklere, cinayetlere isyan ediyordu o şarkılar...‘yüregimin ta içinden inanıyorumBir gün başaracağız,Bir gün başaracağız...’Yeryüzünün dört bir köşesindeki acılar, o şarkılarla birlikte dikenli teller gibi dolanıyordu dinleyenlerin vücutlarına...İdam edilen devrimciler...Hapishaneler, işkenceler...Ve başkaldıran o şarkılar...Sahnedeki kadın bir an durdu ve seslendi ‘bu şarkımı dünyadaki bütün politik tutuklulara adıyorum’Alkışlar...alkışlar...alkışlar... Politik tutuklulara adanan sancılı alkışlar...***O an...O minik ışıklı karanlığın içinde, yüzlerinde ilk kırışıklığı çoktan görmüş kadınların, sakallarına beyaz düşmüş erkeklerin, unuttukları isyanları hatırlarkenki coşkularını izledikçe... Bu hayatta başına gelebilecek her şeye rağmen inandığı şeyi söylemekten vazgeçmemenin, yanlış bulduklarına karşı direnmenin, düzene karşı çıkmanın, bir gün olunabilecekse ‘o kadın’ olmanın bir hayatı hayat yapacağını anladım...Bir hayatı hayat yapacak şey inandığın şeyi özgürce söyleyebilmekti...***16 yaşında gittiğim o konserde hayatım boyunca alevlenerek büyüyen isyanımın fitilini ateşledim...Joan Baez’ın sesi dünyanın bütün acılarını taşıyor gibiydi...Ve şarkılarında o acıya rağmen bir umut vardı...Havada asılı kalmış ve ışıltısını hiç kaybetmemiş bir gözyaşı gibiydi sahnede...O gece hissettiklerimi bir daha hiç unutmadım...Bir hayatı hayat yapan bir isyana, bir acıya rastladığımda gözümü kırpmadan ona baktım...***Şu an bu satırları yazarken yine Joan Baez dinliyorum...Leyla Zana’nın yirmi sene önceki gençlik fotoğrafına bakıyorum...Meclis’te yemin ederkenki yüzünde, o yirmi seneyi seyrediyorum...Acının bir hayatı nasıl hayat yaptığını görüyorum...Dayanmanın, o acıya dayanırken yaşanan kederin izlerini göz çevrelerinde, bakışlarında, duruşunda görüyorum...İki fotoğrafı yanyana bastı bütü gazeteler...Günlerdir o iki fotoğrafa,bir hayatı hayat yapan kedere bakıyorum...***Birini on altı yaşımdayken...Diğerini kırkımdayken...İki kadın gördüm, havada asılı iki damla gözyaşı gibi.Birincisi bana isyanı gösterdi, diğeri isyan etmiş olmanın vakar dolu azametini.***Bugünlerde sıkça bunu düşünüyorum,bir hayatı hayat yapan şey nedir?
Hayatı tanıdığım pek çok insandan daha ‘hafif’ yaşayabilen, diğerlerinden daha çok ve daha sık gülebilen, hayatı plânlamayan, hatta ‘gelişine’ yaşayan, fikirlerini sevdiğim bir arkadaşım, incinmiş, ‘inceden’ sitem dolu bir okur taklidiyle;‘Yazılarınızı çok severek okuyorum ama biz Türklerin hiç mi derdi yok, hiç mi zulüm görmedik biz, hiç mi çekmedik, nerede dert varsa yazıyorsunuz, bir Türklere acımıyorsunuz’ diye başlayan, okudukça kahkahalar attığım bir mail göndermiş...‘Çingeneler, Araplar, Kürtler, Ermeniler... Tamam anladık hepsi acı çekmiş... Peki ya biz?’ diyor ‘okur’ bana...Çok güldüm okurken, bir okur gözüyle ancak bu kadar iyi bir mail yazılabilirdi...Ama üzerinde düşündüm de...***‘Biz Türkler de çok acı çektik mi ya da biz Türkler kimiz aslında’ diye...Tabii ki çektik...Çekmişizdir...Her birimiz teker teker kimbilir ne haksızlıklardan, ne acılardan, ne zulümlerden geçtik ama bunu bir ırk olarak yaşadık diyebilir miyiz?Sanırım hayır...Biz 600 yıllık koca Osmanlı’nın ‘mirasçısıyız’, bizi kim üzebilir ki zaten... Değil mi?Hadi, kendimize hiç torpil yapmadan bir bakalım...Bakamayız ki...Biz Türkler kendimize bakmayız, kendimize bayılırız.Biz müthiş bir ırkın müthiş çocuklarıyız işte...Bizler neler çektik diye hayıflanmaya bayılırız ama biri çıkar da bize acırsa, ‘ne çekicez, hepsini harcadık, mahvettik’ diye böbürleniriz...Bizim için bütün dünyada çok yalanlar söylenmiştir, geri olduğumuz, barbar olduğumuz, pek gelişmediğimiz iddia edilmiştir...Bunların hepsi uydurmadır, değil mi?***Biz;Çok temizizdir mesela... Asla evde yerlere tükürmeyiz... Belki sokakta. Övünmekten hoşlanmayız... Çok zeki ve çalışkan olduğumuz dışında hiçbir iyi huyumuzdan bahsetmeyiz.Sonra şefkatliyizdir... Savaşta düşmanımıza zarar gelmesin diye kendi askerimizi kendimiz vurur, kendi gemimizi kendimiz bombalarız...Eğitimciyizdir... Parasız eğitim isteyen gençleri itinayla göz altına alır, sebebini bile söylemeden, kötü fikirlere kapılmamaları için onları hapse atarız.Sevgiye önem veririz... Sevgiyle dolu olduğumuzu, ölene ve öldürene kadar sevdiğimizi kanıtlamak için, sevdiklerimizi sık sık öldürürüz... Bıçaklarız, parçalarız, kezzap dökeriz.Yaratıcıyız... Hiç kimsenin bilmediği ekonomik sistemleri bulup paralar kazanırız.Demokratızdır... Birilerini astığımızda, mutlaka bir sağdan soldan olmasına özen gösteririz.Düşünce bizim için kutsaldır... Onun için, düşünen insanları her zaman korumamız gerektiğini düşündüğümüzden dünya onlara bir zarar vermesin diye hapishanelere koyarız.Bağımsızlığımıza düşkünüzdür... Amerika’dan başka yerden direktif almayız.Katı değilizdir... Her duruma göre esnek davranmayı severiz. Müslümanızdır ama rakı içeriz. Namus bizim için önemlidir ama başkasının karısına göz dikeriz. Dürüstüzdür üstelik... Yalnızca müdürlerimize, eşlerimize, çocuklarımıza, anne ve babamıza, gazetecilere, yargıçlara ve halka yalan söyleriz onun dışında her zaman doğruları anlatırız.Ayrıca çok da kültürlüyüzdür... Porno külliyatı nicelerimizin ezberdir...***Çok haksızlık gördük, çok gadre uğradık.Kürtler bizim için üzülmeli, şefkat gösterip bizi sevindirmek için kendilerine ‘Türk” demeli.Demezlerse öldürürüz.Öldürürüz ama bir sor bakalım neden öldürürüz, sevdiğimizden, sevgimize karşılık görmediğimizden öldürürüz, aşk cinayeti yani.***Bilmem sevgili “okurun” istediği gibi bir yazı yazabildim mi...Umarım Türklerin hakkını da savunabilmişimdir...
Sadece filmlerde gördüğüm, sevdiğim, aklımda yer eden karelerden, dialoglardan bir hayat kurabilirim...Yuvasının yapan bir kuş gibi o filmden bir sahne, bu filmden bir söz, öbüründen bir renk alarak bir hayat hikayesi oluşturabilirim.Hayatın sertliği bir filmin içine girdiğinde yumuşar çünkü...En zor olaylar, en yakıcı aşklar, insanı sarsan acılar, en uzun mesafeler kolay görünür insana.Hayat film olsaydı, daha fazla severdim onu diye düşünürüm bazen.Hayat bir film olsaydı...Herşey daha kolay olurdu sanki...Kahramanların dayandığı gibi dayanabilirdik acılara, ondar kadar korkusuzca aşkımızın peşinden giderdik, sevmediğimiz işimizi arkamıza bakmadan terkedecek gücü bulurduk kendimizde...Ben seyrettiğim her filmle değişirim...Ve her defasında bu değişimi çok severim...***Bir de hayatı film yapanlar var...Hayatın gerçekliğine hiç dokunmadan, onu size beyaz perdeden anlatan yönetmenler var...Film olduğunu, film bittiğinde anladığınız filmler...Woody Allen benim için böyle bir yönetmen işte...Son filmi Paris’te Geceyarısı’nı izledim geçen geceyarısı...Gece 12 matinesine girerken ne seyredeceğimi az çok tahmin ediyordum ama filmi gerçekten ne kadar beğeneceğimi bilmiyordum...Üstelik de aklımda Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmini seyretmek vardı...Tam bilet sırası bana geldiğinde kasadaki kız ‘teknik bir arıza nedeniyle film yayınlanamayacak’ dedi...İlk defa bir sinemada bir film teknik arıza nedeniyle seyredemeyecektim...Her şeyiyle tuhaf geldi bu durum... Hatta kızdım...Nuri Bilge’nin filmiyle aynı saatte Woody Allen’ın filmi vardı... Ona gitmeye karar verdim...İstediği filmi seyredememenin verdiği kızgınlıkla Woddy Allen seyredecek olmanın hazzı birbirine karıştı.Salonda çok az insan vardı...İstediğim koltuğa oturdum...Film başlamadan başka bir hayat geçmiştim bile...***Filmin başlamasını beklerken “Vicky Cristina Barcelona” çıktığı dönemde Alin Taşcıyan’da okuduğum Woody Allen röportajı geldi aklıma...Tıpkı bu son filminden sonra yaptığı röportajda da olduğu gibi tuhaf insanı şaşırtan bir alçakgönüllülük vardı sözlerinde...‘Hala bir başyapıt yapamadım, artık yapamam sanıyorum’ demiş Paris’te Bir Geceyarısı filminden sonra.Gerçekten böyle biri bence Woody Allen...Çünkü o çok etkilendiğim Vicky Cristina Barcelona’dan sonra da, ‘film bittiğinde herkesin ne düşüneceğini merak ettim. Üzerinde durduğum bir duygu yoktu. Ne “harika” dedim, ne de “berbat”... Bilemedim. Daha önce yaptığım hiçbir şeye benzemiyor. Bir kısmında İspanyolca konuşuluyor. İki İspanyol oyuncuyla çalıştım, altyazı vardı birçok yerde. Kendi kendime “Ne yaptım ben? İyi bir şey mi yoksa değil mi?” dedim. Kendime güvenemedim ama otomatikman başarısız olduğumu da düşünmedim.’ demişti.Ve ‘Avrupa hakkındaki romantik düşüncelerim gençliğimde izlediğim filmlerden doğdu. Avrupa’dan gelen Vittorio de Sica, Fellini, Truffaut, Godard filmleri daha ilerici, daha bohem, daha yenilikçi, daha özgün, daha sofistike, cinselliği daha az sansür edilmiş, daha mücadeleci, daha olgundu. Buna inanarak büyüdüm.’diye anlatmıştı Avrupa’ya merakını...Filmi sevmesem bile olağanüstü bir Paris seyredeceğimi biliyordum işte bu sözlerden dolayı...***Woody Allen bu filminde Paris’i seçmiş...1920’nin Paris’ine, gece yarısı Paris sokaklarında rastladığı zaman tünelinden geçerek giden Hollywood’lu bir senaristin hikayesi...Paris’i tıpkı Barcelona’yı anlattığı gibi filmin esas meselesini ve biçimini ikinci plana atmadan ve muhteşem oyuncu performanslarıyla besleyerek bir rüyaya dönüştüren Allen harika bir senaryo yazmış...Başarılı bir Hollywood senaristi, kendini edebiyatçı olarak kanıtlama hevesi içinde nişanlısı ve onun ebeveynleriyle geldiği Paris’te 20’li yılların nostaljisine kapılıyor...Bir geceyarısı sokaklarda dolaşırken de kendini o dönemde buluyor..Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, Gertrude Stein, Cole Porter, Pablo Picasso, Salvador Dali ile buluşuyor...Ve siz de onunla birlikte aynı zaman tünelinden geçerek 1920’lerin Paris’ine gidiyorsunuz...***Filmi seyrederken bu filmden de bir hayat yapmak, en azından o filmin geçtiği zamanı yaşamak istiyor insan.Ama bu filmden kendinize bir hayat yapabilmek için, Paris’in o dönemlerini merak etmiş, o dönemlerle, o isimlerle ilgilenmiş bir hayat yaşamış olmanız gerekiyor bence. Paris’in o dönemlerine ait hikayelerden bir şeyler katmışsanız daha önceden hayatınıza, bu film sizin hayatınızı zenginleştiriyor, hayalinizde yeni hayatlar kurma imkanı veriyor.Katmamışsanız eğer sadece güzel bir film seyretmiş oluyorsunuz.Hayat, hayatı çekiyor anlayacağınız.Hayatınızda küçücük de olsa bir zenginlik varsa, bu film onu çoğaltıyor.Ben şanslıydım yeni hayatlarla çıktım filmden. Bir yanım 1920’lerin Paris’inde yaşıyor şimdi... Ve yeni bir filme kadar orada kalacak gibi...
Fazlasıyla kafası karışıkbir ülkenin kafası çok fazla karışık insanlarıyız bizdeğil mi?Hatta 80 milyonluk çılgın bir kuş gibiyiz...Çırpınıp duruyoruz...Çırpındıkça kanatlarımız büyüyüp gelişiyor...Hayallerimiz umutlarımız çoğalıyor...Ama kanatlarımız büyüdükçe ayaklarımıza bağlı zincirlerimiz de kalınlaşıyor sanki...Her gün biraz daha büyük kanatlı ve her gün biraz daha kalın prangalı oluyoruz...En sevindirici olaylarla, en çıldırtıcı rezaletleri bir arada yaşıyoruz...Ve hep böyleydik biz...***Kanatlarımızı büyütmek isteyenlerle prangalarımızı kalınlaştırmaya çalışanlar bile birbirine karışıyor.Hem kanatlarımız büyütüp uçmak istiyoruz hem de sanki uçmamak için prangalarımızı kalınlaştırıyoruz.Bir yandan Ortadoğu’nun, Balkanlar’ın, Arapların gerekirse Avrupa’nın bile barış yanlısı delikanlısı oluyoruz...Diğer yandan çözmeye muktedir olamadığımız bir savaşta insanlar ölüyor ülkemizde.Bir yandan dünyanın en ünlü sanatçıları ülkemize geliyor...Diğer yandan bir Atatürk Kültür Merkezi’nin yıllardır süren karışık hikayesini çözemiyoruz.Bir yandan Avrupa topluluğuna girmek için uğraşıyoruz...Diğer yandan AB üyesi bir ülkeyi savaşla tehdit ediyoruz.Bir yandan Abdullah Öcalan’la görüşüp ülkeye barışı getirmeye yaklaşıyoruz...Diğer yandan barışta oy yok deyip savaşla oy avcılığına çıkıyoruz.Bir yandan “oturup konuşalım” diyoruz...Diğer yandan “oturup konuşmak” istediklerimize hakaret yağdırıyoruz.***Kafamız o kadar karışık ki bazen kanatlarımızı büyütmek için uğraşanlar aynı anda zincirlerimiz kalınlaştırmak için de uğraşıyorlar.Dünyada özgürlüğü, demokrasiyi, insan haklarını savunurken kendi ülkesinde bunların tam tersini yapan bir toplum haline geliyoruz.Uçacak mıyız, sürünecek miyiz, belli değil...Kanatlarımız, zincirlerimiz, havada uçuşan tüylerimizle 80 milyonluk çılgın bir kuşuz biz...Hem kanatlarımız büyütüp hem zincirlerimizi kalınlaştırıyoruz.Ama artık bir tercih yapmamız gerekiyor sanki...Bu kafa karışıklığıyla ülkedeki sorunları çözmek kolay değil çünkü...Birbirine taban tabana zıt iki ayrı anlayışı birlikte yaşatacağız derken hepimiz yavaş yavaş ölüyoruz bu ülkede...Kimimiz hain kurşunlarla, kimimiz içimizi dağlayan büyük acılarla.***Gazeteler bakamaz oldum son günlerde...Ölüm haberleri her zamankinden daha fazla canımı yakıyor.Gereksiz ölümler olduğunu biliyoruz bunların.Filistinlilerin haklarına sahip çıktığımız kadar Kürtlerin haklarına da sahip çıksak, bu ülkede herkesin eşit olması için mücadele etsek, kanatlarımızı birlikte büyütsek, Türklerle Kürtlerin ülkenin ortak sahipleri, eşit efendileri olması için mücadele etsek...O zaman PKK’nın vahşi ve insafsız cinayetlerinin anlamsızlığı daha çok çıkar ortaya, Kürtlerle Türkler birlikte bu barbarlığa daha güvenle direniriz.Ama eşitlik olmadığında, prangalarımız kalınlaşıyor...Uçmaya çalıştıkça o prangalar bileklerimizi daha çok sıkıyor...Ve kan sızıyor her yanımızdan.Uçalım diye çırpındıkça ölülerimiz çoğalıyor.***Bugünlerde her yerimden kan sızıyor benim...Bir yandan yaşamaya çalışırken diğer yandan ölüyorum her ölümle...Fazlasıyla kafası karışık bir ülkenin kafası çok fazla karışık insanlarıyız biz değil mi?Yanılıyor muyum?
Herkesin çocuk kalmış bir yanı vardır...Herkes öğrencilik günlerinin o hayata aldırmaz şımarıklığına bayılır... Hemen herkes öğrencilik günlerinden bir şeyler saklar.Dünyanın en ciddi adamı bile bazen bir kuytuda yaramazlık eder.Ve bunu büyüdükçe daha fazla özler...Ve herkes büyüdükten sonra bile hala öğretmenlerinden biraz çekinir...Onlara hep biraz hayran kalır...Hepimiz okullarda öğretmenlerin kusursuz yanına, ulaşılmaz tanrılar olduğuna inanarak büyüdük.Bizleri yetiştiren o insanların her birinden birer küçük anı sakladık bir yerlerimizde.Öğrenci olmayı öğrenciyken hiç sevmesek de sonraki yıllarda öğrenci olmayı hep özledik...Öğretmenlerimize büyüdükçe daha fazla saygı duyduk...Büyürken çoğumuz öğrenmek olmak istedik...Bazılarımız olduk da...Ama bazılarımız olsak da olamadık ne yazık ki...***Gelen sayısız mailden ülkenin en dertli kesimlerinden birinin öğretmen olmaya hazır ama henüz atanacak okul bulamayan öğretmen adayları olduğunu anlıyorum...Ve bu maillerden inanılmaz bir çığlık yükseliyor ve satırlardan acı dökülüyor üzerinize...İnsanları yetiştirecek, toplumu dönüştürecek en güçlü meslek grubu olan öğretmenlerin, toplumun en çaresiz kesimi olması sadece geri kalmış ülkelerde rastlanacak bir ilkelliktir sanırım...Dünya liderleri arasına girmeye çalışan Türkiye’nin öğretmenlere yaşattığı bu çaresizlik, birbirimize ne kadar “biz çok büyüğüz” yalanını söylersek söyleyelim, bizim gelişmemiz için daha çok uzun zaman gerektiğini fısıldıyor bana doğrusu...***Çok sayıda mail aldım öğretmen adaylarından, hepsi aynı dertten yakınıyor... Pınar Akkuş hepimiz için detaylı bir şekilde yazmış:‘Merhabalar,Size durumumuzu detaylı olarak anlatmak istiyorum.Bizler 2011 KPSS öğretmen mağdurlarıyız. Sayımız 300.000, öylece bekliyoruz.2010 yılı sınavında ağustos ayında 30 bin alım yapıldıktan sonra Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu 9 Kasım 2010 tarihinde 2011’de 55 bin öğretmen alınacağı açıklamasını yapmıştır.Ayrıca atamaların bir sisteme bağlanıp sadece ağustos ayında yapılacağını dile getirmiştir. Bununla ilgili haberler arşivlerinizde mevcuttur.Ancak 2010 yılındaki KPSS’de çıkan kopya skandalları ve seçimin yaklaşması göz önünde bulundurularak 2011 sınavına 1 ay kala 30 bin, 3 gün kala ise 7 bin alım daha yapılmıştır.Dolayısıyla şaibeli 2010 sınavıyla alınan öğretmen sayısı 67 bini bulmuştur. Üstüne üstlük seçim öncesi tüm sözleşmeliler kadroya geçirilmiştir. Yani ayrılan bütün bütçe seçim öncesi kullanılmıştır.Biz 2011 KPSSciler Nimet Çubukçu’nun 55 bin sözlerine güvenerek bütün bir yılı her şeyden feragat ederek ders çalışarak geçirdik.Sınavdan 1 ay önce ve 3 gün önce yapılan atamaların ek alım olduğu duyurulmuştu, biz çok tedirgin ve üzgün bir halde girdik sınava.Korktuğumuz da başımıza geldi, sınavdan sonra bunların 55 binin içinden kullanıldığı ve bu yüzden bütçe bahane edilerek 11 bin öğretmen alınacağı duyuruldu.Oysa sınava 230 bin öğretmen girdi, bu yüzden ek alımlarda kendi branşım adına konuşuyorum 72 puanlar kadrolu atanırken şu an 80 puan alan öğretmenler bile atanamadı.Diğer branşlar için de aynı şey geçerli...Bunun en önemli sebebi ise devletimizin bizim zor durumumuzdan faydalanarak ücretli öğretmen çalıştırmasıdır.Bir öğretmen maaşıyla ücretli öğretmenlikte üç öğretmen çalışıyor. Hiç bir hakkımız da olmuyor, sigortamız bile tam yatmıyor. İşleri bitince de yerine biri geldi görevi bırakın diyorlar. Bazı yerlerde ücretli öğretmen olarak farklı bölümlerden insanlar çalıştırılıyor, bazen 2 yıllık ön lisans mezunları hatta lise mezunları..Çok zor durumda kaldık. Devletimizin sözüne bile güvenemeyeceksek kime güvenelim düşüncesi içindeyiz.Bu yıla kadar da bu kadar az alım olduğu hiç olmamıştı. Mağdur olduk.Bunun dışında İngilizce öğretmenleri açısından başka bir tehlike daha söz konusu. Şu an devletimiz bizi beğenmiyor olacak ki yurt dışından ithal ingilizce öğretmeni getirmeyi planlıyor.Her yıl 10 bin olmak üzere toplam 40 bin ithal gelecek diye duyuruldu. Bize kendi evladına sahip çıkmayan devlet yurt dışından öğretmen getirtmeyi planlıyor, sanki ülkemizde yokmuş gibi! Bize ayrılamayan bütçe ithaller için kullanılabiliyor!! 17bin ingilizce mezunu giriyor sınava, aldıkları kişi sayısı ise 850. Oysa her tarafta öğretmen sıkıntısı var, olmasaydı ücretli öğretmenlik diye birşey olmazdı. Ve bu ücretli öğretmenler kadrolu öğretmenlerle aynı işi yapıyor, ancak saatte 7 TL kazanıyor, SSK’sı yatmıyor hiç bir hakkı bulunmuyor. Eş durumu tayiniyle yerine birisi geldiğinde ise istedikleri anda sizi kapının önüne koyuyorlar. 70-80 bin ücretli öğretmen çalıştırılıyor her sene.Şu anda öğretmen açığı konusunda Ürdün ve Kırgızistan’dan sonra 3. sıradayız, koskoca Türkiye için utanç değil mi bu?Devletimiz verdiği sözleri bile tutamayacak kadar küçük müdür, anlamıyorum. Şu anda Bakanımız 72 bini acil olmak üzere 150 binden fazla öğretmen ihtiyacı olduğunu söylüyor. Oysa yapılan atama 11bin, sebep de bütçe gösteriliyor ancak her yere, ithallere, özel vekil şoforlerine, herkese bütçe ayrılabilen devletimiz bizlere, Milli Eğitim Bakanının acil dediği 72bin öğretmene bütçe bulamıyor. Bu nasıl bir çelişkidir? Yüzbinlerce açık var, bekleyen öğretmen var, ama atama yok!Uzun lafın kısası mağduruz.Bu mağduriyetin de devletimiz tarafından yaratılması işleri daha da zorlaştırıyor.Tek isteğimiz verilen sözlerin tutulması 44 bin alım yapılması.. Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.Pınar’***Gelen maillerin hepsinde aynı şey yazıyor: Kasımda 44.000 atama bekliyoruz... Verilen sözlerin tutulmasını istiyoruz...***Durum çok açık gözüküyor...Bu gençlere neden kimse yardım etmiyor anlamak zor...Bu öğretmenlere ihtiyacın yoksa neden bu kadar çok öğretmen yetiştirdin? İhtiyacın varsa neden iş vermiyorsun?Belli ki devlet bir hata yapmış...Hatayı yapan devlet ama bedeli ödeyen bu genç öğretmen adayları.Bu haksızlığa bir çare bulacak kimse yok mu bu ülkede, bir çözüm önerecek, bir yol gösterecek biri?Bu öğretmen adaylarının “aslında Filistinli” olduğunu söylesem Başbakan’ın dikkatini çekebilir miyiz acaba?
Geçen hafta Hrant’ın Arkadaşları’nın, başbakana yazdıkları mektup için “köşenizi talep ediyoruz” istekleri beni çok etkilemişti...Sesini duyurmanın en yaratıcı ve etkili biçimi diye düşünmüştüm...İnsanın çok haklı olduğunda bile yaratıcı, kibar ve zeki davranabileceğinin göstergesiydi benim için...“Ben haklıyım, her şeyi istediğim kabalıkta söyleyebilirim” hoyratlığından epeyce bunalıyorum çünkü.***Siirt’te PKK’nın düzenlediği sonra da özür dilediği saldırıda dört genç kızın ölmesinin ardından Kürt gençlerinin de birbirinden bağımsız oluşturduğu iki inisiyatifi görünce, acının Türk, Kürt, Ermeni demeden aklı başında olan herkesi aynı şekilde etkileyici bir tavır almaya yönelttiğini anladım...Siyaset dışı “sıradan” insanlar da artık seslerini zekice yöntemlerle duyurabiliyorlardı.‘Benim için öldürme’, ‘Benim adıma öldürme’ inisiyatiflerini oluşturan Kürt gençleri, PKK’nın sivilleri öldürmeye başlamasından sonra şunu soruyorlardı: Bunların bizim adımıza yapılmasını istediğimizden emin miyiz?***Uzun zamandır gördüğüm en iç yakan sorulardan biriydi bu...Hepsinin Türk devletinin zulmünden canının yanmasına rağmen, Kürtlerin direnişine, savaşına inanmasına rağmen iş, vicdan ve mantık sınırlarını aştığı zaman ortak bir tavırla olanlara karşı çıkmaları çok sarsıcıydı...Hatta can acıtıcı...Benimicinoldurme.blogspot.com adresinde 23 Eylül’de “Kürtlerden PKK’ya çağrı” başlıklı bir metin yayınlandı.Dediler ki:‘PKK vurdukça, siz gerillalar öldürdükçe ve öldükçe daha güzel bir yer oluyor Türkiye. Kürtler başları daha dik yürüyorlar, haklılıkları daha da arıyor, daha da pekişiyor. Siz karakollar basıp mayınlar döşedikçe demokratikleşiyor memleketimiz. Mutlu günler vaat eden özerklik hızla inşa oluyor şarapneller ve kemikler üzerinde’***Şaşırtıcı bir dil kullanmışlar değil mi?Gerillanın bunları anlayacağına olan inançları beni etkiledi doğrusu.Çünkü PKK ya da TAK, Kürt gençlerinin kullandığı bu ironik dili anlayacak olsalar neden sivilleri öldürmek, barışı dinamitlemek, olabilecek tüm anlaşmaları yerle bir etmek istesinler ki?Neden Kürtleri bile yarattıkları acılarla utandırsınlar ki?Bir gün inandıkları o haklı savaşın, vicdanlarını zorlayacak bir hale geleceğini düşünmüş müdür acaba Kürtler?O Kürt gençlerinden biri şöyle yazmış:‘Hepimiz KCK’lıyız diye de bağırabilirim, devletin yaptıklarını meşru görmüyorum ama ben bir Kürt olarak PKK’nın bunları yapmasını istemiyorum...’Küçücük iki cümle, yaşanılan 150 yıllık acının koca bir özeti gibi...***“Benim adıma öldürme” inisiyatifi ise Facebook’ta yayınladığı yazıda ‘Kürtler hiçbir zaman katillerine benzemedi’ dedi...Ve sordu.‘Kürtlerin kendi hakları için verdikleri meşru mücadele tüm insani normları ayaklar altına alan zalimce bir şiddet kampanyasına dönüşmek üzere. Niçin sesiniz çıkmıyor? Bunların bizim adımıza yapılmasını istediğimizden emin miyiz?’***Hrant’ın arkadaşları “devletten” hesap soruyordu.Demokrat Kürtler, hem devletten hem de PKK’dan, şiddeti gereksiz yere hayatımızın parçası haline getirmelerinin hesabını soruyor.Devletin de, PKK’nın da karşısına şimdi sorularla, hesap sorarak çıkıyor insanlar, “silahlı güçlerin” kendilerini “kutsallaştırma” süreci belki de ilk kez böyle güçlü biçimde kırılıyor.Bu, kutsallık maskesi ardındaki zorbalığın çok da fazla sürmeyeceği anlamına geliyor bence.Ülkenin kaderi, silahlarla değil zeki ve demokrat insanların “müdahalesiyle” değişecek diye seviniyorum.
Daha önce okuduğunuz kitapları, bazen sebebini bile bilmeden büyük bir özlemle tekrar okumak için can atar mısınız?Bu bana sık sık olur...Nasıl olduğunu, neden olduğunu anlamadan o kahraman aklımda dolaşıp durmaya başlar...Aklıma takılır... Kendini düşündürür...Sonra tuhaf tesadüfler başlar... Yakınımda birileri ondan bahseder...Ve kendimi kütüphanenin önünde o kitabı ararken bulurum...Koltuğa gömülür, dünyanın tüm seslerinden sıyrılır, o kahramanın sesini duymak için sayfalar arasında kaybolurum...Şu sıralarda da Suat Derviş aklımda dolanıp duruyor...Kitabın giriş cümlesi gün boyu içimde yankılanıyor ‘Suat Derviş: Başı eğilmez kadın.’Fosforlu Cevriye’nin yaratıcısı dersem belki hemen hatırlamayanlar daha kolay hatırlar.Osmanlı devletinin son günlerinin, Cumhuriyetin ilk yıllarının en önemli kadın gazetecisi...***Yazarları toplumlar yaratır.Belli bir aşamaya gelen toplum o aşamaya uygun bir edebiyata ihtiyaç duyar.İhtiyacı olan yazarı da kendi içinden çıkarır.Toplumsal değerlere en aykırı duran yazarlar bile o aykırılığa ihtiyaç duyan toplum tarafından yaratılmıştır...Osmanlıdan cumhuriyete geçiş dönemini bütün sancılarıyla yaşamış olan Suat Derviş’i de tüm aykırılıklarıyla yaşadığı toplum yarattı ama hiç öyle olmamış gibi yalnız bıraktı...Derviş yapayalnız öldü...İşte bu güzel, başarılı, döneminin en merak edilen cesur ve çapkın kadınını zaman zaman çok özleyerek merak ederim...Dönüp dönüp, hakkında bulduğum her şeyi tekrardan okurum...***Kitapta diyor ki ‘son Osmanlı aydınlarından Suat Derviş, Cumhuriyetten sonra ideallerini ancak solda gerçekleştireceğine inanmış bir kadındır. Ancak hiçbir ideolojiye, hiçbir akıma, hiçbir sınıfa tamamıyla hapsolmayı kabul etmeyecek kadar bağımsız ve bunun bedelini sonuna kadar ödemeyi göze alacak kadar da cesurdur.’Nazım Hikmet’in ilk aşkıymış...Nazım Hikmet, Suat Derviş için “Gölgesi” şiirini yazmış... ‘Kaç kere sürükledi gururumu ölümeFırtınalar yaratan benim coşkun gönlümeYa bu kadın delidirYahut ben çıldırmışım...Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandalNe de ayaklarında kırılan ince bir dalOnun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor.Dönüyoruz yine uzun bir gezidenGönlümün elemini döküyorken ben onaO bana kendisini gülerek naklediyorBilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı diyor.(...)Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim,Yolda mağrur uzanan gölgesini çiğnedim...’***Çok da iyi bir şiir olmamasına rağmen bu şiiri seviyorum çünkü bana gençliğin umursamazlığını hatırlatıyor.Ve ben sıradışı olan tüm kadınlara o gençlik umursamazlığını çok yakıştırıyorum...Sanki her kadında bu umursamazlıktan, o cesaretten, o dikbaşlılıktan olmalı...Tuhaf bir çelişkiyle çağ ilerledikçe kadınlarda o sevdiğim umursamazlık kalmadı.Hayat hayal edilemeyecek kadar ilerledi ama kadınlar geriledi sanki...Suat Derviş’in cesur hayatını tekrar okurken yine bunu düşündüm...Hayat kadınları neden korkutuyor?Neden, erkeklerin hıncını mağrur gölgemizi ezerek almak isteyecekleri kadar dikbaşlı olamıyoruz?***Kenarından ağızlıklı sigaranın eksik olmadığı, günün modasını biraz abartıyla izleyerek kopkoyu kırmızıya kelebek şeklinde boyadığı şuh dudakları, uzun kirpikli deniz rengi gözleri, uzun kırmızı tırnakları, bembeyaz bakımlı elleriyle Babıali’nin başarılı kadın yazarı...Çok şık giyinen, başının üstünde iyice eğik taşıdığı küçük bereleri, Panama ya da fötr şapkaları, grogren tayyörleri, krep jorjet elbiseleri ve beyaz ‘cemper’leri, kışın boynuna zarifçe doladığı kürk eşarplarıyla döneminin en çekici kadını...Yaşarken herkesin hayran olduğu...Ölürken yapayalnız olan o güzel ve başarılı kadın.Bilmiyorum, unutuluşundaki haksızlığa isyandan mı yoksa en zor günlerde bile güzelliğinden ve özgürlüğünden vazgeçmeyen dikbaşlılığına hayranlıktan mı Derviş hep aklımda dolaşıyor bugünlerde.Hayatı mı, ölümümü beni daha çok etkiliyor, onu da kestiremiyorum.Pascal’in bir sözü geliyor hep dilimin ucuna, “insan yalnız ölür.”Sonra da bir keder hissediyorum, “ama bazıları yapayalnız ölüyor.”Suat Derviş gibi.Güzel ve dikbaşlı kadın...Cumduriyetin başarılı kadın gazetecisi...Kitapları yabancı dillere çevrilen ilk kadın yazar...