Avusturya-Türkiye milli maçını seyrederken aklımdan geçenleri maçın sonuna doğru Rıdvan Dilmen ekrandan “pat” diye söyleyiverdi:- Televizyonlarını yeni açan izleyiciler merak etmesinler, 70 dakika boyunca kaçırdıkları en ufak şey yok.İyi bir futbol izleyicisi sayabilirim, son yıllarda gördüğüm en sıradan, en manasız, en hedefsiz futbol maçlarından biriydi.Arda son dakikada o penaltıyı atsa veya direkten dönen iki topumuz gol olsa da bu görüşüm değişmezdi inanın...Türkiye’yi ısrarla tanımak istemediğini düşündüğüm Hiddink, en kötü alışkanlığımızı hemen anlamış ve içinden demiş ki sanki:- Bu Türkler futbolun güzelliğiyle, taktiğiyle filan ilgilenmiyor. Herşeyi sonuca odaklı yaşıyorlar. Zaten 2012 Ağustos’una kadar mukavelem var. Kötü futbolla bile olsa Türkiye’yi 2012’ye götürürsem hem kendi CV’me bir başarı daha eklemiş olurum, hem de onları mutlu ederim. Öyleyse boşver gitsin. Yorma kendini Guus!***Hiddink’le ilgili bana bunu düşündürten sadece Kazakistan ve Avusturya maçında sergilediğimiz sıkıcı ve kötü futbol değil...İlk geldiğinde “devrim” yapmaktan, yeni jenerasyon Türk gençlerle Milli Takım’ın iskeletini baştan kurmaktan bahsedip tatmin edici bir projeksiyon çizen Hiddink’in, beğenmediğimiz Yılmaz Vural kadar bile Milli Takım’a kafa yormadığını anlamam.Gökhan Gönül, Emre Belözoğlu, Serdar Kesimal (F.Bahçe), Nuri, Hamit (R.Madrid) ve Selçuk‘un (G.Saray) olmadığı Avusturya maçının kadrosu bana bunu gösterdi çünkü.Volkan (F.Bahçe) - Sabri (G.Saray), Servet (G.Saray), Egemen (Beşiktaş), Hakan (G.Saray) - Selçuk (F.Bahçe), M.Topal (Valencia), Yekta (G.Saray) - Arda (A.Madrid), Burak (Trabzon), Umut (Toulouse)...Altı ası yokken sahaya çıkardığı kadro Hiddink’in derdinin yeni gençler ortaya çıkarmaktansa, durumu idare etmek ve herşeyi sonuca endekslemek olduğunu göstermiyor mu size de?Volkan tutacak, Arda atacak.Şansımız yaver giderse biz de kazanacağız.Ee peki, eskiden de böyle değil miydi Milli Takım anlayışı?Bunu devam ettirmek için 6 milyon Euro’ya Hiddink’i getirmeye gerek var mıydı?Hani yeni taktik, hani yeni oyuncular, hani sistem...Türkiye’de sistem haline gelen sistemsizlik Hiddink’i de esir almış durumda...Peki, Hiddink’in dünya üzerinde yaptıklarını bilenler için bu çok şaşırtıcı değil mi?***Hiddink’in dezavantaj olacak birkaç özelliği var aslında:1. Türkiye’de yaşamıyor. Kamptan kampa İstanbul’a gelip Çırağan Oteli’nde konaklıyor. Türkiye’yi yaşamasını sağlayacak kalıcı bir düzeni yok.2. Göstermelik birkaç örnek dışında stadda izlediği maç sayısı sayılı... Her maçı izlemeden, Türkiye’den yeni yetenek ortaya çıkarma şansı olur mu? Olmaz tabii ki!3. Daha dört ay evvel yakın dostu Abramovich’in takımı Chelsea’ye gitmek için ortalığı ayağa kaldırmadı mı? TFF tazminat istediği için o iş olmadı. Şimdi Hiddink’in aklının yine Chelsea’de olmadığını kim söyleyebilir?4. 65 yaşın getirdiği biyolojik kader nedeniyle çalışkan da değil Hiddink... Buradaki yardımcısı Oğuz Çetin’e ipleri bırakmış. O da en garanti, medyada en polemik yaratmayacak seçimleri yapıp şablonu bozmuyor.5. Arkasında itici güç veyahut motivasyon kaynağı oluşturacak bir medya desteği de yok. Muhtemelen medyayı hiç takip etmiyor, “Zaten bunlar hiçbir şeyi beğenmez” deyip kendi bildiğini okuyor.6. Son üç maçtan çıkardığım net sonuç ise en acısı: Hiddink ne kendi takımı üzerine kafa yoruyor ne de rakipleri üzerine... lmanya’dan 6 yemiş Avusturya’nın psikolojisini de hesap etmiyor, ağır çekim devam eden maça kenardan müdahale de etmiyor, öyle ki ilk oyuncu değişikliğini 90+3’te yapıyor. Kulübede bile bu kadar boşvermiş adamın Türk futboluna yeni bir soluk kazandırması mümkün mü?Pek sanımıyorum!Ama yumurta kapıya dayanmışken, “Haydi, Hiddink’i kovalım” demek de çare değil...Ama onun bu motivasyonsuzluğuna göz yummak, son iki maçta 2012 kapısını kapatmasıyla sonuçlanır ki, o zaman “Tek suçlu Hiddink” demek durumu kurtarmaya yetmeyebilir.Şike meselesini doğru dürüst çözemeyen,tek önemli derdinin bu olduğunu sanan TFF; asıl Hiddink’in “saatli bomba” olduğunun farkındadır umarım...Ne dersiniz?*****Terim bile yeni play-off sistemini bilmiyorsa kim biliyor?Bizim evin olağan sportif ikliminden dolayı kimi zaman olmadık spor programlarını izlerken buluyorum kendimi...Örneğin salı akşamı yeni başlayan diziler yerine Lig TV’deki teknik direktörler toplantısını seyrettim uzun uzun.Ve oradaki iki diyalog çok dikkatimi çekti.Fatih Terim, Şansal Büyüka’ya dedi ki:- Play-off’un ne olduğunu sen anlat Şansal! Biz neyin ne olduğunu bilmiyoruz ki... Zaten bize bu kararları alırken danışan da yok. Statüyü en iyi senin biliyor olman lazım...Büyüka bu soruya tam cevap veremedi,o da bilmiyor çünkü...Ben de bilmiyorum...Siz de bilmiyorsunuz...Peki kim biliyor?O da belli değil...Ben bunları düşünürken, Antalyaspor Teknik Direktörü Mehmet Özdilek çok öenmli bir soru sordu:- İlk 4 takım play-off, 5 ile 8 play-out oynayacak... Peki 9 ile 18. takımlar ne yapacak? Onlar için sezon 4 Nisan’da bitiyor. Euro 2012, 8 Haziran’da başlıyor. Peki bu takımlardan birinde Milli Takım’a seçilecek herhangi bir oyuncu, iki ay boyunca kendisini nasıl hazır tutacak?Play-off konusunda duyduğum en mantıklı eleştiri doğrusu...Demek ki bu projeyi hayata geçiren TFF, Hiddink’in Milli Takım’a ilk sekiz dışında kalan takımlardan futbolcu almayacağını biliyor.Dün de Trabzonspor Teknik Direktörü Şenol Güneş dayanamayıp çıkış yapmış:- Bize hiç sorulmadan ortaya çıkarılan bu play-off’a yüzde 100 karşıyım.Sahiden herkesin karşı olduğu play-off projesi nereden çıktı?Bence üç ihtimal var bana göre:1. Şike Soruşturması nedeniyle ligin sonucuna duyulacak güven azaldığı için, son haftaları daha zorlu bir etaba çevirmek TFF’ye mantıklı geldi.2. Bu proje, aslında F.Bahçe’nin sezon içinde alacağı puan eksiltme cezasına karşı bir önlem... Çünkü böylece F.Bahçe mesela 15 puan geride kalsa bile, son ana kadar Avrupa yarışının içinde olabilecek. 3. Lig 40 haftaya uzatılınca naklen yayın ve derbi sayısı artacak ve topu atmak üzere olan Lig TV daha fazla dekoder satacak.Türkiye’de siyasete, ekonomiye, futbola, magazine duyulan güvensizliğin altında zaten hep aynı şey yatmıyor mu?Şeffaflık olmaması...Yetkili biri çıksın da play-off’un nereden çıktığını ve niye futbolun içindeki bütün unsurların muhalefetine rağmen metazori biçimde uygulanacağını samimi biçimde açıklasın.Millet de kimi, niye, nasıl kurtarmak için ekran başına veya TV karşısına geçeceğini bilsin, kafasında komplo teorisi olmadan maçını seyretsin...Yarın ligler başlıyor...Umarım, futbol seven herkesin tadını alacağı bir lig olur...Umarım...
Pazar günü Hasan Cemal’in yazısında okudum.T24’ün Genel Yayın Yönetmeni Doğan Akın’ın yazısında sorduğu “Medyayı korkutan nedir? Para mı, iktidar mı?” sorusunu...Uzun da bir alıntı yapmıştı Hasan Cemal, Doğan Akın’ın yazısından...Aslında bu sorunun ve cevabının peşine takılmak istiyordum. Son günlerin giderek önem kazanan sorusu olduğunu düşünüyordum bunun...Gerçekten, yayın organları Başbakan’dan mı korkuyorlar, para kaybetmekten mi?Deniz Feneri gibi günlerdir, aydınlıkta olmasa bile karanlıkta iyice parlayan bir mevzuu görmezden gelmelerinin sebebi ne olabilir?Bu konuyu yazarlarsa başlarına ne gelir?Başbakan’a ayıp mı olur, Başbakan para kazanmalarını mı engeller? Yoksa ne yazılıp yazılmayacağını zaten iktidar mı belirliyor?Başbakanı asla eleştiremeyen gazetelerin gündemleri iktidar tarafından mı belirleniyor?***Ama Doğan Akın’ın yazısını okumaya başladıktan sonra zihnimdeki bu sorular yerini Sabahattin Ali’ye bıraktı.Çok yenilerde kızı Filiz Ali’nin Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitabını okumuştum.“Filiz Hiç Üzülmesin... Sabahattin Ali’nin Objektifinden Kızı Filiz Ali’nin Gözünden Bir Yaşam Öyküsü” yazıyordu kitabın üzerinde...Hemen almıştım.Sabahattin Ali, birçoğumuzun bildiği, birçoğumuzun da bilmeden tanıdığı şair yazarlardan aslında...O kadar çok bestelenmiş şiirini dinledik ki:- Aldırma Gönül (Edip Akbayram)- Leylim Ley ( Zülfü Livaneli)- Geçmiyor Günler (Ahmet Kaya)- Çocuklar Gibi (Sezen Aksu)- Kız Kaçıran (Ahmet Kaya)- Kara Yazı (Ahmet Kaya)- Dağlar/Dağlardır Dağlar (Sezen Aksu)- Göklerde Kartal Gibiydim (Volkan Konak)Romanlarını “seyrettik”:Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna...Ne kadar iyi tanıyormuşuz aslında, değil mi?Filiz Ali de babasını, hiç bilmediğimiz bir Sabahattin Ali’yi anlatmış bize...Babasını kaybetmiş kızların acıları, diğer tüm acılardan farklı sarsar beni...O hikâyelere hiç farkında olmadan dikkat kesilirim çoğu zaman.***Ama Sabahattin Ali’yi sadece babasını kaybetmiş bir kızın acısının merceğinden merak etmek haksızlık olur doğrusu...Doğan Akın şöyle yazmış yazısında:“Marko Paşa’yı bilir misiniz?Marko Paşa, tek parti iktidarının bir avuç solcu aydın ve sanatçıya göz açtırmadığı 1940’ların efsane dergisidir.Sahipleri ve yazarları Aziz Nesin’ler, Sabahattin Ali’ler, Rıfat Ilgaz’lardır.Derginin çıkarılması için gereken bin lirayı, Milli Eğitim Bakanlığı’nda kızağa çekilen Sabahattin Ali koyar.Aziz Nesin matbaada bütün sayılarını tek tek kendisinin katladığı dergiyi hiç bir bayi kabul etmeyince Eminönü’nde, Taksim’de “Marko Paşaaa, Marko Paşaaa” diye bağırarak satış yapar.Ve üç bin satması planlanan Marko Paşa kapışılır, ilerleyen sayılarda tiraj 70-80 binlere çıkar, taklitleri çıkarılır.Marko Paşa önce Merhum, sonra Malum Paşa oldu.Paşa’yı bilir misiniz?Sık sık toplatılan Marko Paşa, adındaki ‘Paşa’ sıfatı üzerinden İsmet Paşa ile alay edildiğine de takılıp kapatılınca ‘Merhum Paşa’ adıyla yayımlanır. ‘Toplatılmadığı zamanlar çıkar’ ifadesi yerleştirilen logosunun altından itibaren rejim baskısına karşı savaşarak... Merhum Paşa da kapatılır.Ancak avcı ne kadar iz bilse de, avı o kadar yol bilmektedir.Yine öyle olur, sıra ‘Malum Paşa’ya gelir! ‘Yazarları hapishanede olmadığı zamanlar çıkar’ diyerek savaşa devam edilir.Nihayet ‘Malum Paşa’ da malum akıbete uğrar. Nöbeti ‘Yedi Sekiz Hasan Paşa’ devralır.Sonraki nöbetlerde ‘Hür Marko Paşa’, ‘Bizim Paşa’ ile ‘Ali Baba ve Kırk Haramiler’ olacaktır.Marko Paşa ve takma isimle çıkan diğer edisyonları, zengin bir içerik, büyük bir cesaret ve çıkarsızlıkla tek parti iktidarına karşı muazzam bir muhalefet yürütür.Velhasıl iktidarların medyaya baskısı ne yeni bir heves, ne de Türkiye’ye özgü bir hastalıktır.”***Filiz Ali de kitabında Marko Paşa yıllarını “Sonun Başlangıcı” adını verdiği bölümde anlatmış.1946 yılları...1. sayıyı 6000 adet basmışlar kendileri dağıtmışlar.8. sayıyı da 34.000 basmışlar.1947 yılına gelindiğinde, 43.000 adet basılır ve Aziz Nesin’in yazdığı bir yazıdan dolayı Sabahattin Ali hapse girer.Kitabın ismi de buradan geliyor işte...O dönem hapishaneden eşi Aliye’ye yazdığı mektupta “Üzülecek bir şey yok. Her şey düzelir... Filiz hiç üzülmesin” diye yazar Sabahattin Ali...Ama Filiz üzülür.***Baskı bu ülkede hep vardı, o açıdan değişen bir durum yok.Sadece parasızlıktan, işsizlikten, hapisten korkmayan yürekli insanların sayısı azaldı.Onun için etraf “Korkuyoruz” diye bağırıp, maaş bordrolarına sıkı sıkıya yapışmış yazarlarla dolu.***Divan Otel’deki kurbağa bacağıYarın, Elmadağ’daki Divan Otel üç buçuk yıl süren yenileme çalışmalarından sonra yeniden açılıyor.Bu, sizi hiç ilgilendirmiyor mu yoksa çok mu sevindirdi bilmiyorum ama benim için özellikle çocukluğuma ait önemli anıların pek çoğunu hatırlattığı için çok heyecan verici...İlk hatırladıklarımdan biri, dedemin beni oraya yemeğe götürmesi ve benim için kurbağa bacağı ısmarlamasıydı.“O güne kadar bir kurbağa bile görmemiştim” diye abartabileceğim kadar heyecanlanmıştım dedem bunu yaptığında...Yemeği garson masaya benim önüme bıraktığında, kendimi büyük bir kadın gibi hissetmiştim.İlk aklımdan geçen, büyümenin güzel bir şey olduğuydu.Büyümekten, dedem bile olsa bir erkekle yemeğe çıkmaktan, şıklıktan, yeni şeyler öğrenmekten çok hoşlanmıştım.Bunu arkadaşlarıma anlatmak istemiştim.Daha o “an”ı yaşarken “anı”m olmuştu bile o kurbağa bacakları...Tavuk kanadı gibi beyaz etli ince kemiklerdi gelen...Sevmiştim.Şimdi o eski, belki de ilk kez kendimi “büyük biri” gibi hissettiğim yer, yenilenmiş şekliyle yeniden açılıyor.56 yıl önce, Ankaralı Vehbi Koç işleri için çok sık İstanbul’a gelir, kalacak yerle ilgili sorun yaşarmış.Apartman yaptırmak için aldığı bu arsaya bir otel yaptırmaya karar vermiş o yüzden...İsminin ne olacağı konusunda da edebiyat ve sanat dünyasından 28 kişiye mektup göndererek isim önerisi istemiş.28 kişiden 21’i cevap vermiş bu mektuba...Sanat eleştirmeni Fikret Adil ile gazeteci Ömer Sami Coşar otelin isim babaları olmuş. İsminde, edebiyata yakın gazetecilerin izi bulunuyor anlayacağınız.Bilmiyorum bundan mı ama otel de birçok ünlü gazetecinin uğrak yerlerinden olmuş.Acaba menüde hala kurbağa bacağı var mıdır? Varsa gidip yiyeceğim.İlk yediğimde kendimi “büyük” gibi hissetmiştim şimdi sanırım bu yemeği ısmarladığımda kendimi “çocuk” gibi hissedeceğim.
Alphonse Daudet’nin o oymalı uslubuyla anlattığı çocukluk hikayeleri, hem biraz hüzünlü hem biraz hergelece hem de epeyce çocuksudur.O hikayelerden birinde, okuldan kaçanküçük bir çocuğun macerasını anlatır.Oğlan, okuldan kaçıp nehirde kayıkla gezmeyi çok sever.Okulun sıkıntılı koridorlarında dolaşıp sınıflarda bunaltıcı dersler dinlemek yerine, üstüne salkımsöğütlerin sarktığı ıssız nehirde tek başına dolaşmayı yeğler.Gene birgün okuldan kaçıp kayığına biner, kendini yaşadığı o büyük maceraya bırakır.Kaptırır kendini, yaşadıklarına...Her havaya kalktığında uçlarından damlaların döküldüğü küreklere, küreklerin bir örümcek ağı gibi suda bıraktığı izlere, suya dokunan dallara, kenardaki sazlıklara...Her zamankinden daha uzağa gider bu sefer.Dönüş saati geldiğinde yetişemez eve zamanında...Ancak karanlık çökerken eve varır.Annesi, babası, büyükannesi, büyükbabası merakla küçük çocuğu beklemektedirler.Heyecanlı ve endişelidirler.Eve girince bütün gözler üzerine çevrilir.Biraz önceki endişeli bekleyiş, çocuk sağ salim gelince yerini öfkeye bırakır.Çocuk bu durumdan kurtulmak için bir yalan söyler.Hiç düşünmeden, tasarlamadan, aniden...“Papa öldü” der.Çok dindar olan aile, bu haberi duyunca çocuğu unutur.Ağlamaya başlarlar.Çocuk da durumu pek anlayamasa da, paçayı kurtardığına sevinir.Okuldan, işten, evden arada bir kaçıp nehirlerde, kitapçılarda, kahvelerde, sokaklarda, sinemalarda dolaşıp sere serpe serserilik etmek çok genç yaşımdan beri çekici gelir bana.Tıpkı Eylül’ün kokusu sarmışken şehri, hepimizin hissettiği gibi...Ya da pek çocuğumuzun...Belki azımızın...En olmadı, sadece sizin ve benim hissettiğimiz gibi insanın herşeyden kaçası geliyor bazen...O kimsenin olmadığı nehirde salkımsöğütlerin gölgesinde tek başına durmak istiyor insan...Çocukken de böyleydim ben...Her zaman, bir kuytuda kitap okumayı, tek başına sinemaya gitmeyi, deniz kenarında çay içmeyi, Beyoğlu’nda yürümeyi, okula gitmeye tercih etmiştim.O yüzden de zaten bir kız çocuğuna, hocalara göre yakışmayacak bir haylazlığım vardı.Bahçe demirlerinden atlayarak kaçardık okuldan.Sahaflarda dolanırdık, vapur kenarlarından denize sarkardık, sinemaya giderdik bolca, bazen bir kafede oturup büyükleri taklit eder, siyasi tartışmalar yapardık. Ama bundan çok hızlı sıkılırdık.Ben hocaların bana yakıştıramadığı haylazlığı çok severdim.Hayat, okuldan her zaman daha zevkliydi benim için...Üstelik benim “Papa öldü” hikayelerim de oldukça iyiydi.Ya da belki de hep inanmış gibi yaptı annem...İnsan ancak anne ya da baba olduğunda yalanın komik birşey olduğunu anlıyor.Her anne her baba çocuğu yalan söylediğinde anlar çünkü...Ama çocukken nasıl da tasarlanmış, ‘akıl’ dolu çok müthiş yalanlar söylediğimize inanırdık değil mi?Dün gazeteleri okurken, eylülün de güzelliği çökmüşken şehre, gene içimden tüyme isteği geldi herşeyden...Politikadan, Deniz Feneri’nden, PKK’dan, Kılıçdaroğlu’ndan, Başbakan’dan, İsrail’den, Mavi Marmara’dan, büyüklerden, küçüklerden, şikeden, trafik kazalarından, Genelkurmay’dan, başlayacak dizilerin reklamlarından...O ağaçların dalları suya değen nehirlere kaçmak istedim.Üstelik şimdi, geri döndüğümde bana öfkeli gözlerle bakanlara iyi bir yalanım da var.İster inansınlar... İster inanmasınlar...Papa öldü!
Bu ayki Vogue dergisinde “Selma Ann Desmond’un son aylarda yaşadıklarıyla yüzleşmesini” okudum.Selma Ann Desmond kim, bilmiyorsunuz herhalde...Ben de bilmiyordum.Sonra yazının girişini okuyunca meseleyi anladım.Dergi, “Bu yaz Ayşe Özyılmazel’le sürpriz bir evlilik yapan Ali Taran’ın boşandığı eşi” diye yazıyordu. Selma Hanım bize bilmediğimiz bir şeyler anlatıyor.Bunları bilmemizi istiyor.Üstelik hepimizin içini burkan, bir an önce sağlığına kavuşmasını dilediğimiz zor bir hastalıkla uğraşırken...Benim tuhaf bulduğum şey belki de sağlık işaretidir.Bu kadar zor bir hastalıkla baş etmeye çalıştığı dönemde, 24 yıllık eski kocası hakkında yazacak enerjiyi kendisinde bulması, kızgın, kırgın, affeden, seven, anlayan, anlamayan bir kadın olabilmesi aslında yaşama nasıl da tutunduğunu gösteriyor.Yine de bu kadar zarif bir hanımın susmasını tercih ederdim.Ama bu, benim acının gerçek kişiliği ortaya çıkardığına olan inancımdan kaynaklanıyor.Aşk acısı karşısında, yenildiğin zaman, kaybettiğin zaman, çaresiz kaldığın zaman ne yapıyorsun?Nasıl duruyorsun?İşte bence insanlar acılar karşısında verdikleri tepkilerle birbirinden ayrılıyor.Yoksa hepimiz birbirimize benziyoruz ilkel yanlarımızla...Ötekini bağıra bağıra ağlatan acı, diğerini de aynı yerinden vuruyor ama o sessizce, kimselere acı çektiğini belli etmeden, hatta bundan utanarak ağlıyor.Selma hanım susmamış.Eski kocasını yazmış bize...Yazıyı merakla okudum.Sanırım Vogue dergisi de bizdeki o merak duygusunu bildiği için böyle bir yazı istedi Selma Hanım’dan...Belki çok zor ikna ettiler.Selma Hanım duygularını anlatırken okuyucuyla arasına bir mesafe koymamış.İçinden geldiği gibi açıkça yazmış.* “Bir süre sonra benimle hiç konuşmamaya başladı. Konuşmadığı için kafamda kurmaya başladım: Göğüslerim silikon, uçları yok. Acaba onları görmekten mi rahatsız oluyor? Bana dokunursa elleri kanser mi olacak diye düşünüyor” demiş eski kocası Ali Taran’ın kendisinden uzaklaşmaya başladığı dönemi anlatırken...* “Ali’nin yeniden evlenmesi ikinci şok oldu. Çeşme’deki evde Kuzey’le beraberdik. Evlendiğini gazetelerden okuduk. Ertesi gün gazetelerde fotoğraflar olduğunu söyledi Kuzey. Kalktım bütün gazeteleri topladım, çöpe attım. Hayatımıza devam ettik. Ruhumuzun kirlenmesine izin vermedik.”* “Onu Allaha havale ettim.”Bu anlatımlar bana nedense ‘dostça’ gelmedi.Hep merak ettiğim o soruya takıldı yine aklıma:Terkedilen bir eş sustuğu zaman mı çok seviyordur, yoksa acısını bağırdığı zaman mı?Hangisi gerçek sevgidir?Susabilmek mi, çığlık atabilmek mi?Kendi vakarından ve zarafetinden vazgeçebilmek midir sevginin işareti yoksa çelik bir kın gibi acıyı içine hapsedilebilmek mi?Seni sen yapan ölçülerden vazgeçebilmek mi yoksa sen olarak kalabilmek mi?Bence, bir aşk yaşanırken insan her şeyden, kendisinden, ölçülerinden vazgeçebilir, belki vazgeçmelidir de...Ama aşk geride keskin bir acı bırakarak bittiğinde insan kendine ve değerlerine ihanet etmemeli, kendine sadık kalmalı.Herşey bittiğinde insana kendisinden başka hiçbir şey kalmaz çünkü, acıya dayanamayıp onu da kaybettiğinde...Acı da, acıklılığa döner.Başkalarını bilmem ama acı bana hep saygıdeğer görünmüştür.Acıklılık ise hep acıklı gelmiştir.Öğüt verebilecek durumda olsam, öğüt verebileceğim herkese aynı şeyi söylerdim:- Acıyı, acıklılığa tercih et.- İnan, bu daha iyi bir şeydir.*****Teoman’ın SON konseri* Teoman sahnede harika gözüküyordu müziği bıraktığına inanmadım. Çünkü müzik onu bırakmamış.* Son konser havası asla yoktu. Teoman’ın Çeşme Konseri gibiydi.* “Müziği bırakıyorum” anonsu insanlar üzerinde tuhaf bir etki yapmış gibiydi, hepimiz Teoman’ı değil de ‘son konseri’ görmeye gelmiş gibiydik.* Çeşme Aya Yorgi Babylon, gerçekten büyüleyici bir yer...* Bu sene Çeşme’de içtiğim en iyi mohitoları o gece Babylon’da içtim.* Teoman “Müziği bıraktım, o mektupları da size değil kendime yazdım, size sanırım bağlayıcı olsun diye duyurdum, ölümlerle de ilgisi yok, o kadar ulvi bir karar değil” dedi. Samimiyeti, aldırmazlığı, ses tonu etkileyiciydi. Ben inandım...* Teoman’ın son albümü “Aşk Ve Gurur”daki “Bana Öyle Bakma” şarkısı benim için yazın şarkısı oldu. Vokaldeki İrem Candar’ı canlı dinlemek harikaydı.*****Orhan Pamuk saf mı yoksa düşünceli mi?Geçtiğimiz aylarda, Harvard Üniversitesi Yayınevi’nden Orhan Pamuk’un The Naive and The Sentimental Novelist başlıklı bir kitabı yayınlandı Amerika’da. Kitap, Orhan Pamuk’un 2009 yılında Harvard Üniversitesi’nde verdiği Norton Konferansları’nın metni.Şimdi bu kitabın 9 Eylül’de Türkçesi de yayınlanıyor.- Saf ve Düşünceli Romancı...Bu konferanslar 1925’den beri her yıl önemli bir yazar tarafından veriliyor ve sonra da o metinler kitaplaştırılıyor.Geçen gün Taraf gazetesinde kitap çıkmadan kitaptan parçalar yayınlandı.İlgiyle okudum Orhan Pamuk’un anlattıklarını.Kitabın adını, Schiller’in şairler için yaptığı ayrımdan ödünç almış Pamuk, “Naive”, saf şairler, kendiliğinden âdeta ne yaptığının farkında olmaksızın yazanlar ve “sentimental” yani yazdığının farkında olan, yaptığı üzerine düşünen ve sorgulayan yazarlar...Sırf bu anlatım bile yazıyı yazarları seven, merak eden insanlar için çok çarpıcı bir konu...Roman okuma sanatını, romanı okurken zihnimizde canlanan manzaraları nasıl takip ettiğimizi, kitabın merkezinin peşinde koştuğumuzu, okuyucuyla roman arasındaki o tuhaf ilişkiyi anlatıyor. Kitabı henüz okumadım ama okuduklarımdan ‘saf’ olanın çekiciliğine kapıldım bile...Hatta ‘saf’ olmak iyidir, diye düşündüm...
Ali Koç’un beş yıl aradan sonra ilk defa adamakıllı konuşup, F.Bahçe’nin haklarını savunmaya çalıştığı toplantıyı, bizim spor servisi “İşte yeni başkan” başlığıyla verince, “Ali Koç gerçekten F.Bahçe’ye başkan olacak mı?” diye düşünmeye başladım. Çünkü Aziz Yıldırım bence F.Bahçe başkanlığını bırakmayı aklından hiç mi hiç geçirmiyordu.Kendisine komplo kurulduğunu düşünen, kendisini içinde bulunduğu şartlar yüzünden mağdur hisseden bir yöneticinin verebileceği ‘geçici’ bir tepki olabilirdi istifa ancak...O büyük başkanın koltuğu da, o geri dönene kadar ‘küçük’ bir başkan tarafından doldurulurdu.Ama Ali Koç’un o konuşmasından sonra, spor dünyasında “Ali Koç, F.Bahçe’nin yeni başkanı mı oluyor?” konuşmaları arttı, bir gündem oluştu.O günden beri ben de düşünüyorum.Herkes kadar heyecanlı değilim bu konuda...Neden mi?Aklıma takılan sorular var.İlk akla gelen soru da şu:Koç ailesi Ali Koç’un başkanlığa izin verir mi gerçekten?Ne de olsa onların alıştığının çok dışında bir dünya futbol dünyası...Etrafımda bu konuyu konuştuğum kişilere bakarsak, genel kanı, ailenin izin vermeyeceği yönünde.Ama Aziz Yıldırım’dan sonra kulübün yüzü ve ‘ağabeyi’ olan Nihat Özdemir bile istifa ettiğine göre... Ailenin böyle bir çekincesi olsa Ali Koç da istifa ederdi, öyle değil mi?Ama etmedi. Ayrıca Özdemir’in pozisyonunu da üstlendi.Oysa F.Bahçe yönetiminde Ali Koç’tan daha tecrübeli, başta Murat Özaydınlı olmak üzere en azından beş isim var.Hepsi geri çekildi, üstelik de Ali Koç’un liderliğini kabul ederek...Demek ki, Koç ailesinin Ali Koç’un başkanlığıyla ilgili olumsuz bir tavrı yok.Belki de sadece “Başkan olacaksan; kendi başına, Metris’in etkisi altında kalmadan bu işi yapacaksan ve çok istiyorsan, sen bilirsin” demişlerdir.Peki Ali Koç bu sorumluluğu kaldırabilir mi? Onu tanıyan herkes Ali Koç’un fevri bir yapısı olduğunu söyler. Hatta 26 Nisan 2007’de Beşiktaş’a kaybettikleri kupa maçından sonra, TFF’ye “Hırsızlar, şerefsizler” dediğini de hatırlarsınız. Bu iş parayı yönetmekten bile zor bir iş...Ali Koç’un o çıkışı yapmasının üzerinden 4.5 yıl geçti.O günden sonra ön plana çıkmadı uzun bir süre... Kendisi mi pişman oldu, biri mi uyardı hep merak ederim.O maçı futboldan çok iyi anlayan dostlarımla izlediğim için çok iyi hatırlıyorum, Ali Koç’un tepkisi haklıydı aslında.O maçta Selçuk Dereli adaletsiz bir yönetim göstermişti.Ancak Ali Koç, haklı olduğunu bile unutturacak tatsız üslupla anlatmıştı derdini.Mesela Koç ailesi belki bu noktada da devreye girmiş ve “Ya bu işi layıkıyla yap ya da çekil” demiş olabilir. Son açıklamalarını birkaç defa dikkatle izledim.F.Bahçe’nin haksızlığa uğradığını yine düşünüyor ama bu kez daha duygusal ve daha denetimli... Bu kadar kontrol sadece beş yaş almasından değildir, değil mi?Ben, dersini iyi çalışmış olmasındandır diye düşünüyorum...Aziz Yıldırım ne diyordur bu olanlara? Ondan onay alarak mı yoksa Aziz Yıldırım’a rağmen mi başkan gibi davranıyor Ali Koç?Bu soru benim için kilit soru işte.Sanki şu anda Aziz Yıldırım’a rağmen hiçbir şey yapılmıyor kulüpte...Yapılsa kulüp kendini Aziz Yıldırım ile aynı çizgiye getirmeden, bu kaostan çok daha rahat biçimde kurtulabilirdi. Nihat Özdemir’in istifası, “Metris-dengeler-gerçekler-beklentiler” arasında sıkışmış bir çaresizlik gibi geldi bana.“Bu yönetimden Ali Koç’tan başkası liderliğe soyunsa inandırıcı olmazdı” diyorlar.Buna katılıyorum işte... Kim aday olsa “Aziz Yıldırım’ın adayı” diyeceklerdi.Ali Koç, Aziz Yıldırım’ı kaderine terk etmeden F.Bahçe’nin haklarını savunabilecek mi peki? Çıkışları buna talip olduğu duygusu uyandırdı bende doğrusu ama yine de içimde sesini bastıramadığım bir endişe var.13 yıllık bir Aziz Yıldırım yönetiminden sonra Ali Koç o koltuğu taraftarın istediği gibi doldurabilecek mi acaba? Aralarında büyük farklar var.Aziz Yıldırım ile Ali Koç’un ortak noktaları ise ateşli olmaları...Ama Aziz Yıldırım spor dünyasının yüzde 80’iyle kavga ettiği, bu nefretten beslendiği ve bunu F.Bahçe’nin menfaati için yaptığına kendi kamuoyunu ikna ettiği için “büyük bir lider” oldu Fenerbahçe için...Gücünü yarattığı korkudan ve arkasındaki kalabalıktan aldı.Ali Koç ise kimi eleştirirse eleştirsin artık daha kontrollü davranıyor ve öfkesinin içini akılla doldurabiliyor.Kontrollü sertlik F.Bahçe’ye önemli bir aşama kaydettirir ama taraftar bu aklı başındalığı sever mi, kuşkuluyum.Farklı bir başkan modeli Ali Koç. Spor dünyası için heyecan verici.Aziz Yıldırım kadar tecrübeli ve futbol ilişkilerinin üstadı değil ama bu nitelikleri zamanla kazanabilir, üstelik futbol dünyasının aktörleri de değişiyor. F.Bahçe’nin en büyük derdi olan mali istikrarsızlığı da ilişkileri, gücü ve vizyonuyla ancak bir Koç çözebilir... Veya Şahenk... Ya da o kalibrede, güçlü bir işadamı.Bütün bunların sonucunda Ali Koç Fenerbahçe’nin yeni başkanı mı?Ali Koç son iki basın toplantısına tek başına çıktı.Yanında veya arkasında hiçbir F.Bahçe yöneticisi yoktu.Uzun konuştuğu iki açıklamada da Aziz Yıldırım’ın veya Metris’teki arkadaşlarının adını ağzına almadı. “Arkadaşlarımız suçsuz yere içerde yatıyor” demekle yetindi.F.Bahçe’nin büyük bir mali kriz yaşadığını açıkladı, F.Bahçe en iyilerini satmaya başlamıştı.Sonra birden tablo değişti, F.Bahçe oyuncu satan değil transferi aklından geçiren bir kulüp halini aldı, krizden çıkabileceğinin işaretlerini verdi. Beş günde ne değişti peki?Ali Koç’u tanıyanlar iyi bilir. Boşa para harcamayı hiç sevmez.15 Eylül’e kadar vadesi gelen 90 milyon Euro borcu bulunan F.Bahçe’deki maddi rahatlamanın arkasında Koç varsa Fenerbahçe’de Koç dönemi başlamış demektir.Koç ailesinin bir ferdi, elini bu kadar taşın altına koymuşsa bunu romantik bir taraftar olduğu için yapmaz.Kendisini başkan görmeye başlamış olması lazım.Fenerbahçe camiasına yakışacak bir başkan... Ama insan şunu düşünmeden de duramıyor; ya işler umulduğu gibi gitmezse, Ali Koç ve ailesi taraftarın ateşli öfkesine maruz kalırsa?Ali Koç duyacaklarına hazır mı acaba?Ya da yaşadığı güzel hayat düşünülürse bunlara değer mi?Koç ailesinin Ali Koç’a, Aziz Yıldırım’ın dublörlüğünü yapma onayı vermeyeceğini, üstelik de hükümetle çok fazla işi olan bir ailenin ülke şartlarını göz artı edemeyeceğini düşünüyorum.Bu sefer şu soru aklıma geliyor: - Peki ama neden?Neden Koç ailesi Fenerbahçe başkanlığını ister ki?
Eylül geldi...Gündüzün ışığı, gecenin rengi, rüzgarın kokusu yavaşça değişmeye başladı.Yaz günlerinin bal rengi, kızgın, ağır akışlı aydınlığı, yerini sonbaharın duru, berrak, keskin ışığına bırakıyor yavaş yavaş...Sonbaharın belli belirsiz hissedilen serinliği dolaşmaya başladı etrafımızda...Omuzlara şallar örtülmeye başlanacak yakında...Akşamın karanlığı çökerken o çok iyi bildiğimiz yara, aynı yerinden sızlayacak yine...Geçeceğini bilseniz bile geçmeyecek gibi gelecek o hüzün...Eylül...Nedensiz hüzünlerin bizi sarmaya başladığı ay...Bu sene ansızın geldi sanki...Hiç uyarmadı gelirken...Her zaman gelmesine rağmen gelmeyecekmiş gibi yaptı...Sebepsiz hüzünlere, hayat muhasebelerine, gelecek kaygılarına, yalnızlık endişelerine, aşk acılarına bırakmayacağım kendimi bu yıl...Yakında kasımpatılar çıkacak, deniz kenarları tenhalaşıp mahzunlaşacak, sokaklarda insanlar daha hızlı yürüyecek, yağmurlar gelecek, bal rengi aydınlık, keskin bir ışığa dönüşecek.Yalnızlar daha yalnız olacak, yalnız olmayanlar ise yalnızlığı düşünüp ürperecek... Hesapsız geçen bir yazın, belki de bir ömrün bir kez daha muhasebesi yapılacak...Ama bu eylül korkmuyorum hayattan...Bu eylül, eylüle kafa tutuyorum...Bu eylül hayatımın muhasebesiyle değil, geleceğimin hayalleriyle doluyum.Korkmuyorum, nedensiz korkulardan.Hiç düşündünüz mü korkuya nasıl bağımlı olduğumuzu?Korkmayı nasıl alışkanlık haline getirdiğimizi?Ben bu eylül tüm korkularımı korkutmayı istiyorum...Bu eylül hüznü değil, umudu seçiyorum ben...Niye hayattan korkuyoruz sizce?Niye hayat korkutuyor bizi?Daha eylül gelmeden üstümüze sinen hüzne niye bu kadar aşinayız?Eylül, bizi neden hüzünlendiriyor?Kış günlerini, karlı ve uzun geceleri, duman kokulu akşamüstlerini haber verdiği için mi?Uzaklaşan kalabalıkları... Tenimize değen yalnızlığı mı?Eylülün neyin habercisi olduğuyla ilgilenmiyorum bu yıl, eylülün kendisini bekliyorum...Ilık öğlen vakitlerini, Bizans’ın kutsal balığı palamutları, Boğaz’ın kraliçesi lüferleri, defne kokularını, ince kazakları, süet ceketleri, telaşlı sokakları bekliyorum.Eylül, yalnızlığı hatırlatan, yalnızlıktan korkanları korkutan, yalnızlığı sevenleri ılık ışıklarıyla güçlendiren eylül...Yalnızlıktan korkmuyorum.Hüznü sevinçle karşılıyor, onu güzel bir süs gibi yakama takıyorum.Eylül geldi.Yaz bitiyor...Uzun yaz akşamları, serinde öğle uykuları, yaz aşkları, hayata aldırmaz bir özgüven, uçuşan etekler, telaşsız sohbetler, güneşin sıcaklığı da bitecek, evet...Berrak ışıkların içinde o ışıklarla birlikte büyüyen yalnızlığı ve hüznü usulca tutacağım, canımın yanmadığını gördükçe daha çok seveceğim onları.Hayattan korkmuyorum.Hüzünden ve yalnızlıktan korkmuyorum.Olgun ve parlak bir sevinç gibi gelecek bu yıl eylül.Korkacak bir şey yok.Gelen yabancımız değil.Gelen bizim kendi sonbaharımız, yaşadıkça hep gelecek olan o sonbahar.Size de korkmayın demek istiyorum aslında...Bana inanmanızı istiyorum...O hüznün o korkuların gölgemiz kadar sahte olduğunu anlatmak istiyorum...Hadi sıyrılın kandırıcı olandan...Hayatın da aşkın da hüznün de gerçeğini seçin...Bu Eylül sadece eylülü yaşayın...
Genelkurmay eski başkanı Işık Koşaner’in ses bandını dinledim. Sarsıcı bir konuşmaydı.Dinlediklerim, sesin kime ait olduğunu unutturacak kadar etkiledi beni...“Cesur biri olmalı bu konuşmayı yapan” diye düşündüm.Hatalarını bu dürüstlükle anlatabilen biri, mesleğini çok seven biri olmalıydı.Kim ne diyecek, aldırmadan kendi kurumuyla ilgili bu denli yalansız bir özeleştiri yapabilen biri ancak bir asker olabilirdi. Kolay değildir yıllardır süren terörle mücadeledeki zaaflarımızı bu kadar açık anlatmak...“Mayınlar kontrolsüz döşendi. Emir-komuta birliğini sağlayamıyoruz. Çatışma anında tim komutanlarımız mevzide silahını bırakıp kaçıyor. Hantepe’de halimiz tam bir kepazelik. Eğer zamanında İHA’ları uygun şekilde kullanabilsek” demek kolay değildir.Çok sağlam karakterli biri olmalıydı bunları söyleyen...“Huduttakinin bile işareti yoktur. Adam gidiyor basıyor, haberimiz yoktu. Bunları kim döşemiş; biz. Şimdi ben desem ki yetkililere. Yahu bizimkiler mayın döşemişlerdi 10 sene evvel, 20 sene evvel, başı boş bırakıp gitmişler, ne derler? ‘Döşerken aklınız nerdeydi’ derler. Maalesef yine döşeyen biziz.”İşte en etkilendiğim, sesin sahibinin büyük bir kumandan olduğunu düşündüğüm bölüm:“Hantepe’de halimiz tam bir kepazelik. Neden? Lider yok ortalıkta. Çok zayıfız bu konuda.”Bunu söyleyebilmesi için bir askerin, ancak çok iyi bir asker olması gerekir gerçekten...Kendi hatalarını bu açıklıkla anlatabilen birine o hatalara rağmen güvenebilir insan.Ama ne yazık ki bu güveni duyamadım konuşmanın sahibine.Çünkü benim hayranlıkla dinlediğim bu konuşma, cesur bir açıklama değil, tam aksine gerçeklerin bizden gizlendiğinin belgesi.Asker, sırlarına sır eklerken...***Işık Koşaner ancak kapalı kapılar ardında gerçekleri söylüyormuş.- Kapalı kapılar ardında gerçek bir asker olabilen biri, iş halka bir şey söylemek gerektiğinde hamaset dışında neden tek bir şey söylemez?- İşin doğrusunu neden halkına anlatmaz?- Neden halkın Genelkurmay Başkanı olmaz?- Neden halktan gizler gerçekleri?- Neden halkını kandırır?- Daha da beteri, bu gerçekleri halka anlatmış insanları, işin aslını bile bile nasıl suçlar, niye suçlar?Gazeteciler, Koşaner’in bu konuşmasında itiraf ettiği gerçekleri halka ilk açıkladığında, generallerin gazeteciler hakkında neler dediğini hatırlasanıza...“Ordu düşmanlığıyla, yalancılıkla, psikolojik savaş ajanı olmakla“ suçlamışlardı.Bile bile iftira atmışlar, gerçekleri saklayabilmek için dürüst gazetecileri mahkemelere göndermekten hiç çekinmemişlerdi.Yalan söylüyorlarmış.Bizi kandırıyorlarmış.Ordunun durumu “kepazelik”ken, bunu düzeltmeye uğraşacaklarına, bunu söyleyenleri susturmaya uğraşıyorlarmış.Üstelik de kendi gerçeklerini görecek ve anlatabilecek donanıma sahipken...***Konuşmanın ikinci bölümü de yayınlandı sonra...Zaten o bölümde birinci bölümde hissedilen akıl kaybolmuş gibiydi.“Gerekirse ortalığı ayağa kaldırırız. Hukuka ne kadar saygılı olacağız, biz enayi miyiz? Çok dikkat edin herkesin gözü üzerimizde... Ufak bir hatamızda olay hemen basına taşınıyor, manşet oluyor. Artık yasalara uygun hareket etmek zorundayız. Bizim yasalarımız, kızsak da bize gerekli yetkiyi veriyor” diyor.Dün, Işık Koşaner sesin kendisine ait olduğunu kabul etti.“İtiraf değil, kurum içi arkadaşlarla hatalara dikkat çekmek için yapılmış bir konuşma” dedi...Söylediklerinin her biri “bir suç” itirafı.Kendi erini alnından vurmanın, askerini kendi mayınınla patlatmanın, karakol baskınlarına imkan vermenin hepsi suç.Hepsinin de cezası var.Ve Koşaner’in dediği gibi “Artık yasalara uymak” zorundalar.Uyacaklar ve kendi askerlerini alnından vuramayacaklar bundan sonra.***Bir de ne geçti aklımdan:Ben Işık Koşaner’in çocuğu olsaydım, babamın hukuk dışı işler yapan general arkadaşlarını ceza çekmekten kurtaramadığı için değil, hiç tanımadığı gencecik askerler yanlışlıkla öldüğünde istifa etmesini isterdim.Işık Koşaner mesleğine saygı duymuyorsa da çocuklarına duysaydı keşke...Belki herşey farklı olurdu.*****İki sanatsal öneri Önümüzde günlerde beni heyecanlandıran iki etkinlik var. Birincisi 1 Eylül’de Çeşme Babylon’da Teoman konseri varmış.Teoman’ı dinlemeyi severdim, şu müziği bırakma duyurusundan sonra izlemek de istiyorum doğrusu...Bu konser organizasyonuna bayıldım.Bir de 6 Eylül’de İstanbul’da başlayacak ve 28 Eylül’e kadar sürecek dünyanın en prestijli basın fotoğrafları sergisi var.Hatta 6-7 Eylül’de fotoğraf atölyesi de varmış sergi kapsamında...Eylül güzel başlıyor.Bu hepimiz için geçerli olduğunda, hepimiz de daha mutlu olacağız.Umarım o günler yakındır.
Havaalanında bırakılmış, büyük bir ihtimalle unutulmuş bir kitap buldum geçen gün...Gayri ihtiyari elimi uzatıp aldım, sayfalarını çevirmeye başladım.Gözüme çarpan satırlara şöyle bir baktıktan sonra hafifçe kaykılarak sırtımı duvara dayayıp başladım en başından okumaya...Marks Neden Haklıydı?Kitabın adı bu...“Yine bir Marks kitabı” diye düşünmüştüm ilk baktığımda aslında... Ama bitirdiğimde kitabı sevdiğimi anladım.Marksizm ve sol ilişkisini anlatan, Marksizm’i incelikli bir üslupla ama sert biçimde eleştiren, hızlı okunabilen bir kitaptı.Sonra Marks’ı düşünmeye başladım.Ünü kadar bilinen biri değil aslında...Adını hepimiz biliriz ama tam ne der Marks, pek ilgilenmeyiz...Geçenlerde, kitapçılardan en fazla çalınan kitapların birinci sırasında, Marks’ın Komünist Manifestosunun geldiğini okuduğumda çok şaşırmıştım.“İnsanlar neden Marks’ın kitabını çalıyorlar?” diye merak etmiştim.- Siz Marks’ı okur musunuz?- Marks’ı gerçekten kimler okur?İşte Terry Eagleton bu sorularıma cevap verdi.- Marks bir peygamber mi yoksa insanlık tarihini değiştiren kuramları olan bir insan mı?- Solcular Marks hakkında ne düşünüyor?- Marks kimdir sizce?Öncelikli olarak bir filozof Marks, değil mi?Her filozof gibi insanla doğa arasındaki ilişkileri çözümlemek, insanlığın nasıl geliştiğini anlamak istiyordu.Ve doğa yasalarının toplumlar için de aynen geçerli olduğunu öne sürdü.Doğada her şey zıddını kendi içinde taşıyordu. Bu zıtlıklar arasındaki çelişki doğanın gelişmesini sağlıyordu.Toplumlar da böyleydi Marks’a göre...Çelişkiler ve zıtlıklar toplumların da değişmesini, gelişmesini sağlıyordu.Ama sonra “Marks öldü” dediler.Teknolojik patlama işçi ve işveren dengesini değiştirdi, sınıflar kalmadı ve “Marksizmin öldüğüne” karar verdiler.Ama Marks ölmedi aslında, yanıldılar bence bunu söyleyenler.. Onun öngörüleri gerçekleşiyor bugün...Ama onun tahmin ettiği yoldan değil, başka bir yoldan gerçekleşiyor.- Marks’ın hayalini kurduğu sınıfsız topluma doğru gidiyoruz.- Zıtlıklar birbirini yok etmiyor artık, birbirini çoğaltıyor, “olumlu” bir biçimde çatışıyor.Bizim politikacılarımız bu değişimi kavrayamıyor sanki.Zıtlıkların “olumlu” biçimde çelişebileceğini, birbirini zenginleştirebileceğini, daha iyiyi bulabilmek için birbirlerinden yararlanabileceğini göremiyorlar.O yüzden de ölümlere göz yumuyorlar sanırım...Gençlerin ölmesine göz yummalarının sebebi Marks’ı bilmemeleri belki de...- ‘Zıddını’ kabul etmeyi bilmiyorlar...- ‘Zıddıyla’ çoğalabileceğini anlamıyorlar...- Zıddının yaratacağı zenginliğe körler...- Gelişebilmek için zıtlıklara, bu zıtlıkların “olumlu” biçimde çatışıp, “en iyiyi” bulmalarına ihtiyacımız olduğunu hiç anlamıyorlar.Onlar anlamıyor ama hayatın gerçeği bu.O yüzden Marks kitapları havaalanlarında unutuluyor ama o yüzden de kitapçılardan en çok çalınan kitap Marks...Keşke Marks’ı çalan, unutan değil de bilen bir ülkenin çocukları olsaydık... Belki o zaman çocuklar ölmezdi...*****Bartınlı Erin BrokovichGeçen gün, devlet sırrı kavramının Türkiye’de, halktan saklanan bilgiler olduğunu söylemiştim.O yazının üzerine farklı mailler aldım.Ama bir tanesi gerçekten çok hoşuma gitti.Gerçeği fazlasıyla yalın anlatıyordu... Ayşe hanımın maili şöyle diyordu:“Sanem Hanım merhaba,Bugünkü yazınızı okuyunca umutlanmak ve keşke öyle olsa demek istedim, ancak ne yazık ki diyemedim.Yazınızda bahsettiğiniz devlet sırrı kavramı bizim ülkemizde öyle komik ve basit olaylarda kullanılır oldu ki, faili meçhullerin çözülmesi olanaksız bence...Size birebir yaşadığım bir olayı anlatayım, davası halen sürüyor.Bartın’da yaşıyorum ve belki bilirsiniz sel burda çok yaşanır. 1999 yılında Dünya Bankası kredisi ile tefer isminde bir proje, (sel önleme projesi) burada uygulandı.Biz burada yaşayan birkaç arkadaşımla 2-3 yıl önce yine bir sel olunca, “Şu projeyi DSİ’den isteyip bir inceleyelim, bu kadar para harcandı, bir yanlış var ki hala sel oluyor” dedik. Nereden dedik, Sanem hanım. Yılan hikayesi çıktı karşımıza.O kadar çok dilekçe yazdım ki, bir dosya oluştu elimde. Ve bu dilekçelerle projenin 1999-2003 yılları arasında uygulandığını, bitirildiğini ve 57 milyon dolar harcandığını belgeledim.- Ancak bu kadar çok para harcanmasına rağmen hala sel altında niçin kalıyorduk?İlgimiz daha da arttı tabii bunları öğrenince.Ve sonunda öyle bir noktaya geldik ki, bizim sel projeleri devlet sırrı denerek bize verilmedi.Bu yanıtı işin ilginci Başbakanlık Bilgi Edinme Kurulu (Yurttaşa bilgi edinme hakkı veren kurul) verdi.Neyse ben idare mahkemeye dava açtım, kaybettim.Şu anda (yaklaşık 1.5 yıldır) Danıştay’da sürüyor. Ama kararlıyım bu iş AİHM’e kadar gidecek sanirim. Zaten bu olayı Şeffaflık Derneği’ne ilettim. Onlar da benimle birlikte merakla sonucu bekliyorlar.İşte ülkemiz ne yazık ki bu, o nedenle bu ülkede devlet sırrı işi daha uzuun yıllar çözülmez. Belki torunlarımız görür o günleri. Ama bizler böyle çabalarsak görebilir onlar da. O nedenle pes etmek yok, devam.İyi çalışmalar, işleriniz kolay gelsin.Ayşe”Dediğim kadar varmış, değil mi?Bu arada bu konuyla ilgili yardım bekliyorum.Ayşe hanıma yardım edelim.“Devlet sırrı” deyip milyonlarca doların hesabını vermekten kaçınanları ortaya çıkarıp, paraların hesabını soralım.Bunu hararetle anlattığım arkadaşım “Ya doğru değilse bu mail?” dedi.Hiç istifimi bozmadan başımı yavaşça ona doğru çevirerek “Bu Türkiye’de olmaz diyemiyorsan, doğrudur” dedim.Haklı değil miyim sizce?