Futbol Federasyonu önceki akşam F.Bahçe’yi Şampiyonlar Ligi’nden men ettiğini açıklayınca şaşırmadım.Hatta bu karara şaşıranlar olmasına şaşırdığımı söyleyebilirim.Futbolla biraz alâkası olan, meseleye taraftarı olduğu takımın merceğinden değil de akıl çerçevesinde bakan herkes TFF’nin 15 Ağustos’ta verdiği ya da veremediği kararla, ipin ucunu kaçırdığını ve işlerin bu noktaya geleceğini görmüştü.TFF’nin basın toplantısından sonra şunları yazmıştım: (17 Ağustos-VATAN)***“(...) Basın toplantısında bir medya mensubunun yönelttiği “Avrupa Kupaları’na katılacak temsilcilerimizin durumu ne olacak?” şeklinde bir soru olmasa, Aydınlar Avrupa konusuna hiç değinmeden toplantıyı kapatacaktı. Bu soruya cevaben “Kendilerini şüpheli gören varsa şimdiden katılmayabilir. UEFA da suçlu oldukları kanıtlanırsa ceza verir. Bu sorunun muhatabı ismi geçen ve şüpheli kulüplerdir” dedi. Bu sözün sanki altyazıya ihtiyacı yok sanki.Yani:TFF’nin Avrupa’ya katılıp katılmama konusunda bir sorumluluğunun veya en azından rehberliğinin bulunması beklenirken Aydınlar, krizin Avrupa boyutunun içinden net biçimde çekildi. “Canlı bomba”yı onların kucağına bıraktı. Şimdi UEFA ile Avrupa’ya katılmak kendilerinden “temiz” kağıdı istenen kulüpler baş başa:- Şikeye karışmakla suçlanan F.Bahçe, Beşiktaş ve Trabzon’dan herhangi birisi Şampiyonlar Ligi veya Avrupa Ligi’nden çekilirse kamuoyu ve yargı nezdinden suçunu açık biçimde kabul etmiş olacak.- UEFA organizasyonlarında yola devam kararı alır ise UEFA Disiplin Komitesi’nin medyada yayınlanan tapeler, yapılan konuşmalar ve kurulduğu düşünülen bağlantılar ile ilgili kulüplerimizi “kırmızı oda”ya çağırma ihtimali var. Yunan takımı Volou’nun aldığı caydırıcı ceza önlerinde dururken, söz konusu takımların Avrupa’da atacağı her adımı iyi hesap etmesi gerekiyor.Dolayısıyla TFF kararını “Ohh! Aklandık” şeklinde yorumlayacak her kulüp, kendi sorumluluğunun arttığını ve TFF’nin kendilerini yalnız bıraktığını bilmek durumunda...”***Futbol ‘alimlerinin’ günlerdir “öyle mi böyle mi?” diyerek tartıştığı konuyu, ilk andan bu netlikte görmemi övünerek anlatmak isterdim size ama Türkiye’de futbol hiçbir zaman mantıkla yorumlanmayıp, tartışılmadığı için bir ‘yarış’ da kazanmış sayılmam. Herkes meselelere kendi çıkarı tarafından ve duygusal baktığı için bu kadar çok ‘anlaşılması zor’ tartışma yaşanıyor zaten...Geçenlerde karşılaştığım UEFA’da yetkili bir isim o günlerde şunu söylemişti bana:- UEFA’nın F.Bahçe’nin Şampiyonlar Ligi’nde yarışmasına izin verme ihtimali çok düşük. Onlar meseleye şöyle bakıyorlar:“Bir kulübün başkanı ve yöneticileri tutuklanmışsa, medyada söz konusu kişilerin telefon konuşmaları yayınlanıyorsa ortada bir problem olduğu kesindir. Her iddia doğru olmayabilir, ancak iddialardan bir tanesi bile doğruysa bu, F.Bahçe’nin kupa dışı bırakılmasını haklı hale getirir. Beşiktaş ve Trabzon biraz daha şanslı, çünkü onlarla ilgili şüphe var sadece... F.Bahçe’nin şike yaptığından ise neredeyse bütün Türkiye emin...”***Dün istifa eden F.Bahçe Başkan Vekili Nihat Özdemir’in, Teke Tek’e bağlanıp Mehmet Ali Aydınlar’a kızmasını bu ölçüler içinde “aşırı” bulanlardanım. Çünkü tıpkı 15 Ağustos’ta karar vermeyip topu UEFA’ya atan TFF gibi, F.Bahçe yönetimi de topu TFF’ye bırakmıştı.Ne UEFA’ya gidip kendilerini savunacak cesareti gösterebildiler, ne doğru dürüst bir argüman üretebildiler ne de Beşiktaş gibi kupalarını iade edip sosyal bir sempati toplayabildiler. Kulakları Metris’te, öylece kalakaldılar.Üstelik TFF’nin açıklamasını yanlış yorumlayıp “Ohh! Aklandık” dediler ve ille de Avrupa’ya gitmek istediler. Halbuki henüz birinci gün ortaya çıkıp “Biz başkan ve yöneticilerimizin suçsuz olduğuna inanıyoruz. Ancak hakkımızda doğan şüphenin ortadan kalkması için soruşturma bitene kadar 18. şampiyonluk kupamızı geri veriyoruz, Avrupa’ya da gitmiyoruz” deseler bugünkü karmaşa yaşanmazdı...Aziz Yıldırım’ın ilk gün istifa etmesi ve yeni seçilecek başkanla F.Bahçe’nin kendini savunması da belli ölçülerde iyi bir strateji olabilirdi.Yanılıyor muyum?Bugün en çok tepki gösterilen iki kişinin de hatası ortak aslında:- Mehmet Ali Aydınlar, alması gereken kararı almadı. Onun yerine UEFA yaptı bunu...- Nihat Özdemir ise bir taraftan taraftarı memnun etmek, bir taraftan Metris’e kulak vermekten hiç hamle yapamadı.Yani denge siyaseti yapmaya kalkan iki yetkili, sonuçta birbirine girmek durumunda kaldı.Oysa ki kriz dönemlerinde radikal karar alması gerekenlerin denge gözetmeye çalışmaları genelde felaketle sonuçlanır.Futbol diline uygun söylersek ‘sana göresi bana göresi’ olmayan net bir durum bu...***Peki ya Beşiktaş ne olacak?“Kara çarşamba” ile anlam veremediğim birkaç nokta var. - UEFA F.Bahçe’yi TFF’ye men ettirip, Trabzon’u Şampiyonlar Ligi’ne alarak açıkça “F.Bahçe şike yaptı, Trabzon suçsuz” demiş oldu. Peki iddianamenin açıklanmasından oluşacak karar sürecinde Trabzon’un cezayı gerektiren bir suç işlediği ortaya çıkarsa, UEFA zorla Şampiyonlar Ligi’ne aldığı Trabzon’a ne ceza verecek? Hatta verilebilecek mi?- Soruşturulan takımlardan Beşiktaş şu anda Avrupa Ligi’ne devam ediyor. Eğer iddianamede yine Beşiktaş aleyhine bir tablo oluşursa, siyah-beyazlıların alacağı cezanın katlanmasını kim önleyecek? TFF ve/veya UEFA niye ortaya çıkıp “Beşiktaş suçlu” veya “Beşiktaş suçsuz” demiyor. Gördük ki, muallakta bırakılan her sorun Demokles’in Kılıcı gibi sallanıyor kulüplerin üzerinde...- O zaman 15 Ağustos’ta “İsteyen kulüp Avrupa’ya gider” kararı alarak bütün süreci alt üst eden TFF, Beşiktaş konusunda devreye girmek için ne bekliyor? Yoksa sahiden Türk futbolunu yöneten kimse yok mu?***Aziz Yıldırım istifa etseydi...F.Bahçe Kulübü’nün beyni Aziz Yıldırım ise, kalbi Şekip Mosturoğlu, akciğerleri ise muhasebeden sorumlu idareci Tamer Yelkovan’dı.Kulübü kendi aralarında paslaşarak yöneten bu üçlü tutuklanınca, F.Bahçe Kulübü’nde büyük bir boşluk oluştu. Milyar dolarlık hacimdeki şirketleri yöneten öteki yöneticiler; Nihat Özdemir, Ali Koç, Serhat Çeçen üç hayati organını kaybetmiş bedeni canlı tutamadılar doğal olarak.Aziz Yıldırım istifa etmediği için kurduğu “tek adam” sistemi, kendisi olmadan yürümedi.Oysa Aziz Bey görevi bıraksa hem kendini daha iyi savunabilir hem de F.Bahçe’yi rahatlatırdı.Yeni seçilen başkan F.Bahçe’yi bütün tartışmalardan soyutlayabilirdi. En azından kendi kararlarını alırdı.Nihat Özdemir’in istifasını ben böyle okuyorum.Bu bir “Madem sen istifa etmedin, ihale bana kalacak, ben istifa ederim o zaman” hareketidir...Size de öyle gelmiyor mu?
İnsanların başkaları tarafından bilinmesini istemediği sırları hep olmuştur...Daha küçükken başlar bu...Genç kız arkadaşının kulağına heyecanla fısıldar:- Bak, bir şey söyleyeceğim ama kimseye söylemeyeceksin. Dün Osman beni öptü...Ama her sır, Osman’ın genç kızı bir kuytuda öpmüş olması kadar masum değildir elbet...Daha korkunç sırlar da var.Kimseye söylenemeyen cinayetler, ihanetler, kalleşlikler...Gene de sırların en ürkütücü olanı hiç kuşkusuz devlet sırlarıdır...Devletlerin ‘karanlıkta’ kalan bu sırlı bölümlerinde neler gizlendiğini öğrenmeye çalışmak bile suçtur.Bu devlet sırrı kalkanının arkasında birçok oyunlar oynanır...Bunun için gelişmiş ülkelerde belirli sürelerle devlet arşivleri halka açılır...O ülkelerde karanlığın devletin her yanını sonsuza dek saklamasına izin verilmez.Ama bizim gibi gelişmemiş daha doğrusu inatla gelişmek istemeyen ülkelerde ise arşivlerin halka açılması fikri bile komik bulunur.Oysa bizdeki devlet sırlarının boyutunu düşünürsek, nasıl bir karanlığımız olduğunu, gelişmemiz için ilk şartın o arşivlerin açıklanmasının gerektiğini çok iyi anlarız.Bizim kocaman bir karanlığımız var...Hatta devletin gizlice yaptığı işler, açıkca yaptıklarından daha fazladır bizim ülkemizde...Aslında bizim belki de her şeyden önce “devlet sırrı” kavramının kendisini ve niteliğini tartışmamız gerekiyor. Devlet sırları, genellikle düşman yabancılardan saklanır, bizim gibi ülkelerde ise devlet sırlarını yabancı devletler bilir ama ülkenin halkı bilmez...Eskiden durum daha da kötüydü. Bütün dünyanın bildiği gerçekleri biz bir türlü bilemiyorduk...Ama şimdi bu açıdan Türkiye’de önemli değişiklikler oluyor...Devlet sırrı denen karanlık perdenin arkasında kalanlar ağır ağır da olsa açıklanıyor...Türk halkıyla Türk devleti arasındaki o karanlık devlet sırrı uçurumu kapanıyor.En azından son zamanlarda yaşananlar bana bu umudu veriyor...Ayhan Çarkın’ın başlattığı ve kapanmasının zor olduğuna inanmak istediğim operasyon bu inancı besliyor. Sanırım sonunda o dönemin bütün ‘devlet sırlarını’ öğreneceğiz...Binlerce faili meçhul cinayete “devletin zirvesi” mi karar verdi?O zirvede kimler vardı?Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Süleyman Demirel bu katliamda rol aldı mı?Mehmet Ağar’ın cinayetlerin gerçekleştirilmesindeki rolü neydi?Milli Güvenlik Kurulu’ndaki generaller ne dedi?Tetiği kimler çekti, kimler çektirdi?Devlet nasıl mafyalaştı?Bugün hala nasıl ve kimler tarafından korunuyorlar?Niye korunuyorlar?Bütün bunları öğreneceğiz.Öğrendiğimizde dehşete kapılacağımıza eminim.Bir zamanlar bu ülkenin zirvelerinde katillerin dolaştığının belgelenmesi karanlığı yırtacak ama o karanlın içinde saklananlar gün yüzüne çıkınca herhalde ciddi bir ürperme ve şaşkınlık da yaşayacağız.“Saygıdeğer katillerin” bu ülkeyi bir zamanlar yönettiğini öğrenmek, bir kurşunun yanı başınızdan geçmesine benzer bir çarpıntı yaratacak sanırım.Ama gerçekleri öğrenmenin vereceği güven ve suçluların cezalandırılacağını bilmenin vicdanlara vereceği rahatlık, doğrusu ya, bu çarpıntıya değer.*****Somali için toplanan paralar nasıl harcanıyor?Geçen hafta Star Gazetesinde Eser Karakaş bir yazı yazdı. Dedi ki ‘Ülkemiz Türkiye henüz çok büyük çapta yardım kampanyaları örgütlemede yeterli pratiğe sahip değil gibi duruyor.Çünkü nedeni Türkiye’de vergi mükelleflerinin kamu harcamalarının meşruiyetine inanmaması, harcamaların TBMM ve Sayıştay tarafından yeterince etkin denetlenememesi, sonuçların vatandaşla yeterince paylaşılmaması.Vatandaş ödediği her kuruş verginin kendisine batık banka zararı, yolsuzluk, ihalelerde kayırmacılık, yakılan tütünlerin dumanı olarak döndüğünü gördükçe vergi kaçırmayı “ahlak dışı” olarak telakki etmemeye başladı; çok da haksız sayılmaz.İnsanlarımızın insani yardım kampanyalarına daha fazla katılımı da arzu ediliyor ise, Bosna’ya yardım kampanyası, Deniz Feneri gibi olaylar sıfırlanacak.Diyanet İşleri Başkanlığı, Kızılay ve diğer yardım toplayan kurumlar en kısa sürede kaç para topladıklarının ve nasıl harcadıklarının hesabını vatandaşa detaylı olarak vermek durumundalar.’Açıkcası benim de çok bilmek istediğim sırlardan biri bu...Yardımlar nasıl harcanıyor bizim ülkemizde acaba?En yakından başlarsak...Somali yardımları nasıl harcanıyor,kaç lira toplanıyor açıklasınlar...Artık hepimiz bizim paralarımızla neler yapılıyor bilmeyi istiyoruz çünkü...İstiyoruz değil mi?
Tam 100 yıl oldu...Da Vinci’nin Mona Lisa tablosu tam 100 yıl önce bugün, 21 ağustos 1911’de Paris’teki Louvre Müzesi’nden çalındı...O güne kadar pek tanınmayan Mona Lisa, 27 ay sonra tekrar Louvre’a döndü ama o gülümsemesiyle bir daha akıllardan çıkmayacak kadar hayata karıştı...100 yıldır Mona Lisa’nın o gülümsemesinin peşinden koşuyoruz...O tebessümdeki hakikati arıyoruz...Hikayeyi çok seviyorum...Paris’teki Louvre Müzesi o sabah da her sabah gibi bir güne başlıyordu aslında.Güvenlik görevlileri bir köşede hem sohbet ediyor hem de kahvelerini yudumluyordu...Biletler kesiliyor, müzeyi görmek isteyen erkenciler hafif uykulu ama heyecanlı bir şekilde yavaşça içeri giriyorlardı...Kimse Mona Lisa’nın her zamanki yerinde asılı olmadığını fark etmemişti.Edenler de, kendilerince bir sebep bulmuşlardı duvardaki o boşluğa: müze fotoğrafçısı almıştır, stüdyoda resimlerini çekiyordur, temizlenmeye gitmiştir...Fakat resim geri gelmedi... Hemen müze yetkililerine haber verildi.Resim çalınmıştı...Polisler geldi, müzede aramadık yer bırakmadılar...Bir hafta sonra dedektiflerden biri ikinci katta, Mona Lisa’nın boş kalan çerçevesini buldu...Mona Lisa’nın çalındığı “resmen” kabul edildi.Ertesi gün bütün gazeteler, sokaklar Mona Lisa resimleriye doldu...İşte o gülüşün dünya tarafından tanınmasının başlangıç öyküsü bu.27 ay sonra Vincenzo Perugia adlı bir İtalyan, resmi Floransa’da Uffizi Galerisi’ne 100 bin dolara satmaya çalışırken yakalandı.“Asıl hırsızlık bir İtalyan eserinin Fransa’da tutulmasıdır’ dedi.Leonardo da Vinci, benim hakkında bulduğum hemen hemen her kitabı okuduğum biri... Hepimizin sebepsiz merakları, takıntıları vardır ya benimki de Leonardo...Hayatını, annesini, eserlerini, ruh halini neredeyse onu yakından tanıyormuş gibi biliyorum diyebilirim...Eserlerinin çoğunu gördüm...Dünya üzerinde ne zaman bir sergisi açılsa o sergiye gitmek için hayaller kurarım...Bunu bir iki sefer yapabildim...16 Eylül’de İstanbul’da da bir Da Vinci sergisi olacak ... Adından da Gaziantep ve Konya’ya gidecekmiş sergi.Da Vinci, Mona Lisa’yı 1503 yılında yapmaya başlamış.Yedi yıl boyunca da üzerinde çalışmış. Aslında Da Vinci’yi tanıyorsanız buna pek şaşırmazsınız...Eserlerinin çoğunu ya bitirmemiştir ya da çok geç bitirmiştir...Çok yetenekli olmasının tatminsizliği diye düşünmüşümdür hep bu hali.Perugia onu çalmadan 400 yıl önce gülümsemeye başlamış Mona Lisa...Sessiz geçen 400 yıldan sonra sanatla ilgilenmeyenlerin bile hemen kim olduğunu bildiği, çok tanınan biri olmuş...O, yaşadığımız dünyanın en popüler sanat eseri.100 yıl önce bugün müzeden çalınmasa bugün 500 yıllık olan bu eseri bilebilir miydik...Hiç sanmıyorum...Kendisi kadar varyasyonları da çok meşhur. Çoğu anonim.Bir de ünlü sanatçıların yaptığı Mona Lisa versiyonları var.Duchamp’ın bıyıklı Mona Lisa’sı, Andy Warhol’un pop-art yorumu Mona Lisa kadar meşhurdur.Duchamp’ın Mona Lisa portresinin hemen altında ‘l.h.o.o.q.’ yazar.Bunu duymuş muydunuz?‘Elle a chaud au cul’. Yani ‘ateşli bir kıçı var.’Ve en çok sorulan ve hala cevaplanamamış,Mona Lisa kadar meşhur o soru: Kim bu kadın?‘Esrarengiz gülümsemesinin’ sırrı ne?Kesin bir şekilde cevaplanamamış her soru gibi bunun da birçok cevabı var.Ben, o tebessümün etkileyiciliğinin, neşeli bir kahkahaya mı yoksa bir ağlamaya mı dönüşeceği kestirilemeyen bir anın yakalanmasında yattığını düşünüyorum, müstehzi mi, neşeli mi, kederli mi kestiremiyorsunuz.Sanırım, siz o gün Mona Lisa’ya hangi duygularla bakarsanız, o duyguların yansımasını onun yüzünde de bulabiliyorsunuz.Onun esrarı ve gücü, bakanı yansıtabilmesinde bence.İnsanlığın neredeyse bütün duygularını bir tebessümün bir anına sığdırabilmesinde.Deha diye de bunu becerebilmeye diyorlar herhalde.Bunu yazarken Mona Lisa’ya bakıyorum bir taraftan da...Bu huzur dolu gülüşü seviyorum...*****Rus devrimleri ile Kürt sorunu nasıl benzeşiyor?Günlerdir savaşın eşiğine gelmiş olmaktan, politikacıların anlamsız çözümden uzak itişmelerini izlemekten, gençlerin sebepsizce ölmesinden canı sıkılmış yorgun düşmüş ümüitsizliğe kapılmış, bizim politikacıların gelecekte bile kendi hatalarını kabul etmekte zorlanacak ‘büyük’ adamlar olduğunu bilmekten duyguğum hicapla dolanırken, Sovyetlerin son lideri Gorbaçov‘la Guardian gazetesinde yapılmış röportaj çıktı karşıma...Leonardo ile başladım, Gorbaçov da ondan altta kalmaz aslında ona duyduğum merak esas alınırsa...Nerde onunla ilgili birşey görsem hararetle okumaya başlarım.Gorbaçov yaptığı en büyük hatanın açık ekonomiye geçmek olduğunu söylemiş.En büyük pişmanlığının da Komünist Parti’de reform yapmak için çok zaman kaybetmesi olduğunu anlatmış röportajda...Az rastlanacak bir açıklık değil mi?Hele kırıntısına bile muhtaç olduğumuz şu günlerde...Bunları söyleyen Gorbaçov, 1917’de insanlık tarihinin akışını değiştiren Sovyetler Birliği’ni 1990’da bir daha değiştiren lider...Aynı yüzyıl içinde iki kez devrim yaşamak öyle her babayiğidin harcı değildir.Bir ülke böyle iki devrimi birden nasıl gerçekleştirdi?...aklımın pek almadığı düşünüp durduğum bir konudur.Belki de 17. yüzyılda başlayan denizciliğe merakları, belki çelik işçiliğini öğrenmek isteyen Deli Petro gibi çılgın bir yöneticinin tezgahından geçmiş olmaları ya da Tolstoy’u, Turgenyev’i, Dostoyevski’yi, Çehov’u, Puşkin’i yetiştirmeleri ya da kumar diye Rus ruleti oynamaları...Nedenini tam bilmiyorum ama her defasında bir şeyi değiştirdiler.Gorbaçov’un röportajını okurken bunları bir kez daha düşündüm.“Belki de Gorbaçov gibi liderleri yetiştirebildiği için” dedim kendi kendime...Gorbaçov’un yaptığı büyük devrimler sayesinde dünya yeni bir çağa girdi.1990’da teknolojik devrimim başladığını, siyasal devrimin bittiğini söylediğinde o yeni devrimin yolunu da açmıştı.Sanırım, “Ruslar bu devrimleri nasıl yaptı?” sorusunun muhtemel cevapları, bizim yüz yıldır Kürt sorununu neden çözemediğimizin de muhtemel cevapları.Size de öyle gelmiyor mu?
Etraf yangın yerine döndü. Hatta böyle söylemek, yaşadığımız ürkütücü gidişatı -ki ‘Artık bu gidişat değil, içinde olduğumuz savaşın bir hamlesi’ diyenleri okudum dün- tam olarak hissettirecek bir anlatım olmadı.Bu söz daha çok başa çıkabileceğimiz karışıklıkların büyüklüğünü anlatmak içinkullanılır sanki...Ama bu sefer, tehlikeli ve barış umutlarının en azından bir süreliğine yok olduğu bir savaşa sürükleniyoruz.Ve bu sürüklenişle başa çıkamıyoruz.Barışla gerçek bir çözümü, gerçek bir çözümle barışı bulamadık. Bulamıyoruz...“PKK kim?” sorusunu soruyorum kendime günlerdir?PKK kim gerçekten?Ne? Kim yönetiyor?PKK, BDP’nin söylediği, inandığı, kabul ettirmeye çalıştığı gibi isyanı olan, hakkı yenmiş, zulüm görmüş Kürt gençlerinin içine girdiği, dağına çıktığı bir örgüt mü sadece?Sanırım hayır...Suriye’de olanları anlamadan, şu anda içine girdiğimiz savaşı anlamamız mümkün mü?Sanırım bunun cevabı da hayır...Peki, Başbakan “Bıçak kemiğe dayandı” derken kime savaş açacağını biliyor mu?Bence bunun cevabı da hayır...Ankara’nın terörle ilgili yeni stratejisi...Bunun ne olduğunu bilen var mı?Hayır, değil mi?Peki bu kadar hayırdan, “hayır” çıkar mı?O kadar çok soru var ki aklımda dolanan...- BDP-AK Parti çekişmesinin bu soruna bir yararı var mı?- BDP-PKK ilişkisi nedir?- BDP mi kendi çıkarları için daha fazla yalan söylüyor AK Parti mi?- BDP neden Başbakan’ın sözlerine “Bu, açık bir savaş ilânıdır” yorumu yaptı?- Neden Meclis’e dönmeyi düşünmedi?- Neden “Çözüm istiyoruz” derken çözümün parçası olmak istemiyorlar?Gencecik insanlar ölüyor.Başbakan “Kürt vatandaşlarım” lafının içini boş bıraktıkça, PKK’yı yenmeye aklını takıp Kürt vatandaşlara haklarını vermekte ağırdan aldıkça bu savaşı ancak harlar.Ve savaş demokrasiyi katleder.Hâlâ pek çok soru var kafamda:- Öcalan ne düşünüyor acaba?- Karayılan ne yapıyor?- PKK içinde kaç PKK var?- BDP’yi yok etmek isteyenPKK hangisi?- AK Parti’yi yok etmek isteyen hangisi?- PKK üzerinde gücünü yitiren aslında kim?Gençler ölüyor, neden öldüklerini bilmeden...Biri bu soruların cevaplarını biliyorsa söylesin artık...Belki gerçek cevapları bulursak, gençleri ölümden kurtarmanın yolunu da buluruz.*****Borsa’da golü atan santrforlar kim?Yalçın Doğan yazmış “Üç büyüklere oynayanlar malı götürdü” diye...Ve “Deli gibi merak ediyorum, üç günde milyoner olanlar kimler acaba?” demiş.İlgimi çekti benim de...Çünkü şike iddiaları çıktığı günlerde “Üç büyük kulübün hisse senetleri çok büyük para kaybettirdi” diye haberler yapılıyordu.Gerçekten altüst olmuştu hisse senetleri...Ama Yalçın Doğan‘ın yazısından öğrendiğime göre 10 Ağustos ile 16 Ağustos arasında:- Fenerbahçe:5 günlük işlem miktarı toplamı 4 milyon 711 binmiş. Hisse senedi 10 Ağustos’ta 36.50 lira 16 Ağustos’ta 56.75 liraymış. Beş günde getirisi % 55. Haklarında ne karar alınacak diye merakla beklenirken hisse senedi alanlar yaşamış gerçekten.- Galatasaray:5 günlük işlem miktarı 307 bin 811. 10 Ağustos’ta 219.00 lira olan kağıt 16 Ağustos’ta 286.00 lira... % 30 getiri... Alanlar kârda...- Beşiktaş:5 günlük işlem miktarı 16 milyon 853. 10 Ağustos’ta 6.96 lira, 16 Ağustos’ta 8.92 lira...5 güne % 28 kâr...Borsada beş günde bu kadar kâr getiren başka hisse senedi yokmuş.Yalçın Doğan’ın merak ettiği kadar varmış...Üstelik hafta sonuna denk geldiği için bu 5 günün 2 günü de borsa kapalıymış.Artık ben de merak ediyorum doğrusu..Federasyonun ne karar vereceğini bilmeden hisse senetlerine yatırım yapan bu ‘usta’ borsacılar kimler?*****Salonlar elden gidiyor mu?Diğerini de Can Dündar’da okudum. 1841 sinema salonu varmış ülke genelinde.Bunların 241’i (yüzde 13) Mars şirketinin Cinebonus’ları...200’ü de(yüzde 11) AFM’ninmiş.Bu iki rakip birleşmiş. Mars, AFM’yi satın almış.Yani her 4 salondan 1’i aynı grubun artık.Eski sinemaların yerini alışveriş merkezlerindekilerin aldığı düşünülürse de, Bu iki grup, “movieplex”lerin yüzde 71’ini kontrol ediyor.Bu birleşmeyle, bu sinemalarda gösterilecek filmlere, reklam ücretlerine, bilet fiyatlarına tek bir grup karar verecek artık.Can Dündar,“AB’nin rekabetkurallarına, Hükümet’in Birleşme ve Devralmalar Tebliği’ne uygun mu bu birleşme?” diye sormuş.Rekabet Kurumu, şu sıralar bu soruya yanıt arıyormuş.Sektör temsilcilerinden görüş alıyor, İsveç gibi ülkelerin daha önce dağıtım tekeli aleyhine verdiği kararları inceliyor; bir yerde Türk sinemasının geleceğine karar vermeye hazırlanıyormuş.“Sorun ekonomik olduğu kadar, (hatta daha fazla) kültürel de aslında” demiş Dündar.Yerli sinemanın Amerikan filmlerinden çok seyirci topladığınadir ülkelerden, (son kalelerden) biri Türkiye...Ancak büyük gişe yapanlar dışındakilere salon yok.“Acaba bu birleşmeyle durum daha da kötüleşmeyecek mi?”diye de eklemiş.Aynı endişe beni de sardı şimdi...Sinema zevkimizi kimler yönetecek, nasıl yönetecek, haksızlıkları kim düzeltecek?İzleyip göreceğiz...
Olayları analiz ederken, o konuya “dışardan” bakabilmenin katkısının çok önemli olduğuna inananlardanım.İçerde kalmak çoğu zaman insanı gerçeğe karşı körleştiriyor.Çıkıp, meseleye dışardan bakmak, çoğu zaman herşeyi berraklaştırır çünkü...Bunun en iyi örneğini pazartesi günü federasyonun açıklamasını izlerken gördüm...Mehmet Ali Aydınlar’ı, federasyonun şike soruşturması ile ilgili önceki gün aldığı, daha doğrusu almadığı kararları açıklarken çok dikkatli dinledim.Gerçeklerle değil, dengelerle ilgilendiğini henüz ikinci cümlesine geçtiğinde fark ettim.Gerçek bir açıklama yapmayacağı; süslü, hukuki ağırlığı olan cümleleri arka arkaya dizmesinden belliydi.Gerçeklerin basit ve sade, yalanların ise süslü ve karışık olduğunu hepimiz biliriz, değil mi?Mehmet Ali Aydınlar daha birinci cümlesinde, cesur ve net olmayacağını hissettirdi çoğumuza...Gerekçeleri olduğuna eminim ama hiç biriyle ilgilenmiyorum.Benim ilgilendiğim, Aydınlar ve ekibinin temiz futbola olan inancımızı zedelemeleri...Pek çok şeyin bilindiği halde konuşulmaması, benim için anlaşılması zor bir durum.Gerekçe ne olursa olsun...Manasızca gösterişli, içeriğiyse yazılı bile açıklanabilecek o toplantıda pek çok detay da gözden kaçtı aslında...Bir medya mensubunun “Avrupa Kupaları’na katılacak temsilcilerimizin durumu ne olacak?” sorusu olmasa, Aydınlar Avrupa konusuna hiç değinmeden toplantıyı kapatacaktı mesela...“Kendilerini şüpheli gören varsa şimdiden katılmayabilir. UEFA da suçlu oldukları kanıtlanırsa ceza verir. Bu sorunun muhatabı ismi geçen ve şüpheli kulüplerdir” dedi cevap olarak...Gerçekten duyduğum en tuhaf cevaptı bu...Üstelik, TFF’nin Avrupa’ya katılıp katılmama konusunda bir sorumluluğunun veya en azından rehberliğinin bulunması beklenirken...Aydınlar, Avrupa boyutunun içinden net biçimde çekildi.“Bizi ilgilendirmez, kulüpler kendi başının çaresine baksın” dedi açıkça...UEFA ile kulüpler baş başa şimdi:* Şikeye karışmakla suçlanan F.Bahçe, Beşiktaş ve Trabzon’dan herhangi birisi Şampiyonlar Ligi veya Avrupa Ligi’nden çekilirse kamuoyu ve yargı nezdinde suçunu açık biçimde kabul etmiş olacak.* UEFA organizasyonlarında yola devam kararı alır ise UEFA Disiplin Komitesi’nin medyada yayınlanan tapeler, yapılan konuşmalar ve kurulduğu düşünülen bağlantılar ile ilgili kulüplerimizi “kırmızı oda”ya çağırma ihtimali var. Yunan takımı Volos’un aldığı caydırıcı ceza önlerinde dururken, söz konusu takımların Avrupa’da atacağı her adımı iyi hesap etmesi gerekiyor.Dolayısıyla TFF kararını “Ohh! Aklandık” şeklinde yorumlayacak her kulüp, kendi sorumluluğunun arttığını ve TFF’nin kendilerini yalnız bıraktığını bilmek durumunda...*****Herkesin şikayeti aynı: “Futbolun tadı kaçtı”İşin bir de sosyolojik tarafı var.Twitter’da iki gündür yüzlerce mesaj aldım. Öfkeli Fenerbahçe taraftarları dışında, meseleye rasyonel bakanların hepsi de aynı şikayette bulunuyor:- En büyük keyfimizi elimizden aldılar..- İki aylık soruşturma, tutuklama, salıverme, tape trafiğinin ardından Süper Lig’i geçen sezon hiçbir şey olmamış gibi devam ettirmek ve kararı iddianameye bırakmak futbola olan güvenimizi sarstı.Bu tepkilere bakarak sadece TFF’yi suçlamak da haksızlık olur.Geçen sezonki maçlar üzerinde manipülasyon yapan yöneticilerin, toto oynayan karanlık adamların, kayıtsız futbolcu ve teknik adamların suçu elbette daha fazla...Taraftarın küme düşme ve puan silmeye sıcak bakmadığını, her takımın ucundan-kenarından bu işlerle alâkası olmasının radikal karar alma imkanını azalttığını da kabul ediyorum.Ancak gerçeği isteyenler, futbolu sahiden sevenler TFF’den ve Mehmet Ali Aydınlar’dan sap ile samanı ayırmasını ve futbola güven konusunda hayâl kırıklığı yaratmamasını bekliyor.Hâlîhazırdaki kafa karışıklığını daha da karışık hale getirmek ve suçlananları suçlarıyla beraber PFDK’ya yahut sahaya göndermek TFF’yi gerçekten “acıklı” bir hale getirdi.“Çözmeye gücü yok” görüntüsü verdi çünkü...Futbolun başının çaresizliği, futbolun kirliliğinden bile kötü gözüktü gözüme.“Mehmet Ali Aydınlar’ı bu denli çaresiz bırakan şey ne acaba?” diye düşündüm?Dengeleri gözeterek futbol tarihinin en cesur ve en dürüst adamı olma fırsatını tepmesi beni gerçekten üzdü.Keşke, en başta suçlamaların “kritik ve ciddi” olduğunu medyaya açıklamasaydı...Keşke 15 gün önce “Biz şimdiden ne karar alacağımızı biliyoruz” demeseydi...O halde “Madem karar almayacaktın, 3 haftadır insanları niye bekletiyorsun, ligi niye boşuna erteledin?” sorusunu da cevaplamalılar.İstinye’deki TFF bürosu çıkışında ayaküstü ağzına dayanan mikrofonlara verdiği gelişigüzel cevaplar, Aydınlar’ın imajını zedeliyor.Bu algılamayı zaman içinde değiştirmek onun için zor olacak!*****Şarampolden aşağı yuvarlanan araba gibi!Şike konusundaki yorumlar nedeniyle yay gibi gerilen F.Bahçe taraftarı, TFF’nin kararını “Bakın işte! Biz şike mike yapmamışız. Şimdi bunu söyleyen herkesten intikam almamız lazım” diye yorumluyor.Herkese, sağa-sola saldırgan mesajlar yazıyorlar.Kendilerine “azgın” dediğim için büyük tepki gösteren kontrolsüz gücün kafa karışıklığı ikiye katlandı şimdi.Oysa ki, Mehmet Ali Aydınlar’ın o ‘çekingen’ konuşmasında bile “Bazı maçlarda şike kanaati oluşturacak bulgular var” mesajı net biçimde okunuyordu.Türkiye’de gerçeklerle kimse ilgilenmediği ve herkes sonuca odaklandığı için F.Bahçe, Beşiktaş, Trabzon ve diğerlerinin durumu iyice içinden çıkılmaz bir hal aldı. TFF’nin bu kararı bir beraat değil.... Sadece erteleme...Yani “Biz savunmaları almadan net kararı veremeyiz. Verirsek tazminat davalarına zemin hazırlamış oluruz. Bu işin yargılaması uzun bir süreç... Kararı, eylül ayından sonra kurulacak Spor Mahkemeleri’ne bırakıyoruz” diyorlar.Teknik bazı zorluklardan, kamuoyu beklentisinden, alelacele ve acemice hazırlanmış bir yasa yüzünden radikal karar alınamadı; futbol deyimiyle top çevrildi ama bunun acısı artacak tribün olaylarıyla çıkabilir.Çok dikkat etmek lazım...Taraftarların sabırlı, yorumcuların dikkatli, karar vericilerin ise adil olmaları gereken kritik bir süreç.Benim bildiğim ve tanıdığım M.Ali Aydınlar’a yakışan, iyice kontrolden çıkan bu süreci acilen kontrol altına almak olmalı.. Ona hâlâ inanıyorum.
Bugünlerde ne kadar çok din zemininde bir şeyler tartışılıyor, değil mi?Yeni Şafak yazarı Profesör Hayrettin Karaman, “Hoşgörü mü, tahammül mü?” başlıklı bir yazı yazdı.Birbirine benzemeyenlerin, daha doğrusu İslam’ı söylendiği gibi yaşamayanların kendilerine küçük başka yaşam alanları kurabileceğini söyledi.Dedi ki:“Şartlar, ötekilerden ayrı bir mekana yerleşip orada kendi inancına göre yaşamaya elverişli değilse bunu da yapamayacaktır.Geriye beraber, yan yana yaşama şıkkı kalıyor.Şimdi bir apartmanda, bir sokakta, bir mahallede eşcinselinden sarhoşuna, nikahsız birlikte yaşayanından (zina edenlerden) kumarcısına, Müslümanları sevmeyenlerden düşmanına, sokakta sevişenden çıplağına... kadar birçok insanla yan yana yaşıyoruz. Peki dindar Müslümanların bu insanlara karşı iç ve dış tavırları ne olacaktır?” Karaman, ‘dostça’ davranılmaması, hatta gülümsenmemesi gerektiğini söylüyor.Yazıyı destekleyenler, anlamsız bulanlar, kızanlar oldu...Ben, bu görüşün tam tersi olabilecek kitabı Amerika’da yeni çıkan, Star Gazetesi yazarı Mustafa Akyol‘un söylediklerine baktım.Gazetede kitapla ilgili “Otoriter laiklik ve otoriter İslamcılık arasında yeni, yepyeni bir özgürlük alanı tarif ediyor” dendiğini gördüm.Henüz kitabı okumadım ama Milliyet gazetesinde Aslı Aydıntaşbaş‘ın Akyol‘la yaptığı röportajı okuyunca kitabı gerçekten merak ettim...Özellikle “İslam’da hoşgörü” tartışmalarının yoğun olduğu şu günlerde yeni bir özgürlük tarifi ilgimi çok çekti doğrusu...“Aşırılıklar Ötesi İslam: Özgürlüğün Müslümanca Müdafaası” isimli kitabında Müslümanları anlatıyormuş Mustafa Akyol..Bir yandan katı laik, diğer yandan İslam dünyasındaki bağnaz otoriter duruşa karşı modern hayatla barışık ‘üçüncü bir yol’ savunuyormuş.Röportajda ilgimi çeken şu cümle, Hayretin Karaca’ya cevap olarak yazılmış gibi:“İslam’a göre içki günah... Kuran ‘Şarap içmeyin’ diyor. Ama ceza verilmiyor. Ya da içkinin bir bölgede yasaklanması emredilmiyor. Dolayısıyla Kuran’a bakılarak bunun bir Müslüman’ın bireysel bir meselesi olduğunu, kendi dindarlığı çerçevesinde geri durması gerektiğini söyleyebiliriz. Ama bu içki içenlere baskı yapılmasını gerektirmiyor. Maalesef Türkiye’de içki iki ayrı toplumsal kesimi ayıran bir sembol haline gelmiş. Çağdaş yaşamı benimsiyorsan içiyorsun, benimsemiyorsan içmiyorsun...”Bu konulardaki kısıtlı bilgimle anlayabildiğim kadarıyla, Akyol, Müslümanlığın gereklerini yorumlarken “Sen günah işleme, başkasının günahına da karışma” diyor.***Sonra teravih namazı ile ilgili bir tartışma çıktı...Yaşar Nuri Öztürk, “İslamda teravih namazı yoktur” diyor.Diyanet ise “Vardır.”Hayrettin Karaman farklı yaşam seçenlerin, inançları birbirinden farklı olanların farklı yerlerde yaşamalarını söylerken, ben dindarların da kendi aralarında pek anlaşamadıklarını fark ediyorum.Aynı inancı benzer bir kuvvetle hissedenler bile İslam’ı nasıl yaşamamız gerektiğine karar veremiyor.Farklılık sadece “dindar”lar ile dindar olmayanlar arasında değil.Dindarların kendi aralarında da ciddi farklılıklar var.Değişen bir dünyada Müslümanlığın nasıl yorumlanacağı, hayatın içinde nasıl uygulanacağı, dindar olanların olmayanlarla ilişkisi, hayatın çok yavaş aktığı, herkesin aynı hayat biçimini paylaştığı günlere kıyasla çok daha zor.Zorluğun temelinde de “Herkes bana benzesin, benim gibi yaşasın” dayatmasıyla, artık insanlara bunu kabul ettirmenin imkansızlığı yatıyor.Bu zorluk; huysuzlanma, söylenme düzeyinde kalırsa bir sorun yok ama “Benim gibi olacaksın, yoksa çok kötü olur” tehdidine varırsa...İşte o zaman yandık.En iyi ihtimalle birbirimize hiç gülümsemeden, asık suratlarla dolaşacağız.Bu da, dinin “sevecen” yüzünü tümüyle yok edecek hayatımızdan...
Arda Turan’ın Atletico Madrid’e transfer olacağını ilk öğrendiğimde, G.Saray için kötü olacağını düşünmeme rağmen“üzüntü”den çok “gurur” duydum.G.Saray’ın altyapısından yetişmiş genç bir yıldızın, üstelik 13 milyon Euro gibi önemli bir rakama İspanya’ya transfer olması, Madrid’de kendine yeni bir hayat kurmaya çalışması bana gurur verdi.Arda’nın babası Adnan Bey’le, Arda henüz G.Saray altyapısında iken yaptığımız sohbetleri hatırladım hemen...O dönemde Uğur Uçar, Aydın gibi gençler altyapıdan yavaş yavaş kendilerini göstermeye başlamışlardı ve Adnan Bey “Bizim oğlan hepsinden yetenekli ama bir türlü şans bulamıyor. Çok üzülüyor, içi içini yiyor. Onu nasıl teskin edeceğimi bilemiyorum” diye dert yanıyordu sohbetlerimizde.Sonra Manisa Vestel’e gidip Ersun Yanal’ın elinde pişti ve o günden sonra da Türk futbolunun yıldızlarından biri haline geldi.Bana göre, yıldız olacak futbolcu daha ilk günden kendini belli eder.Sonrası yoktur bu işin...O yetenek ya vardır ya yoktur.Mesela Tuncay Şanlı’nın F.Bahçe formasını giydiği ilk derbi olan 6-0’lık G.Saray maçında, gol attıktan sonra kale arkası tribününün önüne gidip, “Sakarya’nın gururu Tuncay Şanlı” pankartının önünde poz vermesi beni çok etkilemişti.“Bu çocuk da yıldız olacak” dedirtmişti bana...Çünkü “yıldız” sadece sahadakiperformansıyla değil, saha dışındakijestleriyle de kendini belli eder.Arda’nın G.Saray formasıyla çıktığı ilk Avrupa maçında, Mleda Boleslav takımına olağanüstü iki gol atması ve o formayı taşımayı becermesibenim açımdan yıldızlık kariyerinin başlangıcıolmuştu doğrusu.Ancak G.Saray’ın kötü bir dönemine denkgeldi Arda...Yönetim zaafları, pek çok başarısızlığınArda’ya tahvil edilmesine ve tribünle genç kaptanla arasının açılmasına sebep oldu. Ve herkesin bildiği gibi, Diyarbakır maçında Arda’nın kız arkadaşına sinema kapatması nedeniyle şarkılara konu olması, genç yıldızın G.Saray ile arasını soğuttu. Onu taraftarın öfkesine karşı bir “paratoner” haline getirdi. Lincoln’e, Elano’ya kızmayan taraftar, “kendi çocuğu” gördüğü Arda’yı hedef tahtasına yerleştirdi. Ve geçmişteki tatsızlıklar Arda’nın Avrupa’yı seçmesine yol açan en önemli faktör haline geldi.***Arda, İspanya’ya da bir yıldız olarak gidiyor. Şimdiden saha dışında verdiği mesajlar,G.Saray’la bozulan taraftar ilişkisini AtleticoMadrid tribünleriyle kuracağını gösteriyor.İlk mesajı Türkiye’de verdi:- “Beni Real Madrid isteseydi bile yine Atletico Madrid’i seçerdim...”Çoğu kişiye manasız ve “eyyam dolu”gelebilecek bu konuşma, aslında Real’in karizması altında ezilen Atletico taraftarını ateşleyici,zekâ dolu bir vurguydu bu...Arda’yı izlemek için Madrid’de bulunanGökmen Özdemir’i aradım dün. İzlenimlerinisordum... Dün de “Bernabeu’daki ElClasico’yu izlemeye gidecek misin?” sorusuna “Niye gideyim ki! Benim için artık Kadıköy ne ise Bernabeu da orası...” şeklinde yanıt vermiş. Yani F.Bahçe ne ise Real Madrid de o...Atletico Madrid Başkanı Miguel Angel Gil ise Arda için “Bugüne kadar ilk kez yaptığımız bir transferle ilgili herkes olumlu görüş bildiriyor.Bir yıldır onun peşindeydik ama herkesin Arda’nın ne kadar önemli bir yıldız olduğunu bilmesihoşuma gitti” ifadesini kullanmış.Tabii ki sadece saha dışında verilen mesajlar yetmez, saha içinde de gösteri gerekiyor...Türkiye’de ne yapsa değerinin altındamuamele gören Arda’nın yeni bir başlangıçyapması, belki eski hatalarından arınması ve yeni bir yıldız profili çizmesi açısından çok önemli birfırsat ayağına geldi.Dilerim bunu hak ettiği gibi değerlendirir...*****Farklı bir pazar için öneriler...Bu pazar farklı bir İstanbul yaşamakister misiniz?Daha önce geçmediğiniz sokaklardan geçmek, belki defalarca önünden geçtiğiniz halde içine hiç girmediğiniz dükkanlara girmek, tadını bilmediğiniz yemekler yemek, belki bir sanat galerisine gitmek belki bir eskici dükkanında dolanmak ya da hiç aklınızagelmeyecek bir bakım yaptırmak ruhunuza ya da vücudunuza...Bu pazar farklı bir pazar olsunister misiniz?Eğer isterseniz...Müstesna İstanbul, küçük dükkanlar kitabı edinin mutlaka...Boyut Yayınevi; Pukka Living’inhazırladığı, 100’den fazla küçük ve yaratıcı dükkanın olduğu çok renkli ve eğlenceli birkitap yapmış.Daha önce bir kez daha yazmıştım bukitabı...O da harikaydı.Bu onun yeni baskısı...Ama siz bulabilirseniz birincisini de bulun. Onda da çok farklı, başka müstesna dükkanlar vardı.İstanbul’u küçük sokaklarıyla seven‘maceracılar’ için bir-iki küçük öneri...Sabah pazar kahvaltısını dışarda yapmak istiyorsanız, bu pazar Van kahvaltısınıdeneyin.Cemal Süreya’nın “Yemek yemek üzerine ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” dediğini hatırlayarak Cihangir’deki Van Kahvaltı Evi’ne gidin.Kahvaltıdan sonra güne Cihangir’debaşladığınız için isterseniz Galata’ya isterseniz Tophane’ye isterseniz de Karaköy’den harika bir vapur keyfiyle Kadıköy’e geçin.Galata-Beyoğlu civarını sevenlere vehanımlara çok ilginç bir çantacı önerebilirim. Fakat randevuyla showroom’unu görebiliyorsunuz: Misela... Asmalımescit’te.Bu arada Beşiktaş’ta yırtılmış ama atmaya kıyamadığınız kıyafetleriniz için ÖrücüBurhan aklınızda bulunsun.Kadife ve ipek dışında her türlü kumaşı kabul ediyormuş Burhan Usta. Ellerininmaharetine inanamayacaksınız.Kahvaltıyı evde yapacaksanız ve Avrupa yakasında Boğaz’a yakınsanız Emirgan’daki Naan... Ama ekmekleri eve götürmedenbitirebilirsiniz tıpkı çocukluğumuzda yaptığımız gibi... Buna dikkat!Evet, kitaba bakarken kafanız tıpkıbenimki gibi böyle karışıyor.Nereye gideceğinize, ne yiyeceğinizehangisini ne zaman yapacağınıza kararveremiyorsunuz.Bir ona, bir buna bayılıyorsunuz.En iyisi siz beni dinlemeyin, nereyegideceğinize kendiniz karar verin.*****Kitap hırsızlarının favorisi Elif ŞafakGeçen gün gazetede, Marmaris’teki bir kitapçıdan iki kişinin 144 tane Elif Şafak’ın İskender kitabını çaldığı haberi vardı.“Bu hikâyeden film olur” diye geçti aklımdan okurken...Sonra bu hafta Aktüel dergisinde olan haber aklıma geldi:En çok hangi kitaplar çalınıyor?Amerika’da ünlü tarihçi-yazar BarryLandau’nun Maryland Tarih Kurumu’ndanmilyon dolar değerinde belge çalıptutuklanmasının ardından, Publisher Weeklydergisi raflardan en çok çalınan kitaplar üzerine bir araştırma yayınlamış.En çok Charles Bukowski çalınıyormuş.Ardından da Jack Kerouac’ın Yolda’sı... Bu kitap Türkiye’de de çok çalınıyormuş... “En çok çalınanlar”da 12’nci sırada...Nerden mi biliyorum, Aktüel dergisi de kendi araştırmasını yapmış çünkü...En çok Karl Marx-Komünist Manifesto, ikinci Redhouse Türkçe-İngilizce Sözlük ve ardından Oğuz Atay- Tutunamayanlar çalınıyormuş.Elif Şafak’ın İskender’i 14’üncü sırada...Fakat “en fazla çalınan yazarlar”daElif Şafak birinci...Kanuni Sultan Süleyman’ın yazarı YavuzBahadıroğlu ve Başka’nın yazarı KahramanTazeoğlu da hemen ardından geliyor Elif’in...İlginç bir Türkiye fotoğrafı, değil mi?
‘Yeni medya’ diye bir laf var, duydunuz mu hiç?Ben bu aralar sık duymaya başladım...Yeni medya... Değişen dünyanın değiştiği gibi değişen, dönüşen, küflenmiş, örümceklenmiş tüm parçalarından kurtulan, onurlu, işini iyi yapan bir medya olmalı yeni medya diye düşündüm... Sonra ‘tamam değişiyoruz ama abartmayalım, çok da hızlı yapamıyoruz bunu, böyle bir yeni medya henüz kurulmadı’ diye geçirdim içimden.Bütün bunları, twitter’da ‘’Yeni medya’ ile ‘eski medya’ arasında nasıl bir fark var Sanem Hanım sizce” diye soran bir arkadaşın sorusundan sonra düşündüm...Ama anladım ki o yeni medya derken aslında hükümet yanlısı olan gazeteleri kast ediyormuş?‘Onlar pek bir yenilik getiremedi medyaya’ dedim cevap olarak...‘Hatta bunu denemediler bile bence’ dedim...Twitter’da bana yeni medyayı soran arkadaşın kastettiği medya okuyucuyu memnun edemedi bence...İsimleri ‘yeni’ ama kendilerini tıpkı eski medyadakiler gibi manasız bir önemseme içindeler.“Eskiler” orduya toz kondurmazdı, bunlar başbakanlarına laf söyletmiyorlar.Aynı kutsallaştırma hastalığı.Başbakanı herhangi bir konuda eleştirmek yerine bir kulaklarını kesmeye razı olurlar.Yeni medyada başbakanla ilgili neredeyse bir tek eleştiriye bile rastlanmıyor. Aralarından bazıları kendileri eleştirmedikleri gibi başkalarının eleştirmesine de karşı çıkıyorlar.Başbakanı eleştiren gazetecileri eleştiren gazeteciler bunlar.Güçlüden yana olma isteği de, eski medyanınkiyle aynı.“Peki, bunların neresi yeni” diyeceksiniz.Eskiler, “Çok yaşa paşam” diye bağırırlardı, bunlar “Çok yaşa başbakanım” diye bağırıyorlar.Yenilik, paşanın yerine başbakanı koymaları herhalde.Bunların paşası da başbakan.Yenilikleri bu işte.*****Neden insanlarla, doğayla anlaştığı gibi anlaşamıyor ki insan?Arabayla uzun yolculuk yapmayı sever misiniz? Ben çok severim...Özellikle arabayı ben kullanıyorsam daha da çok severim.Araba kullanmak, yürüyüş yapmak, yüzmek, denize saatlerce bakmak, bir gölgede uzanmak, iyi bir film seyretmek... Beni her defasında tazeler... Yine arabayla dört saatlik bir yolculukla tazelendim... “Kayıp bir cennete” ulaştım.Kimsenin sizi bulamayacağı bir koya, çok sade ama çok çarpıcı, çok basit ama çok kullanışlı, ilkel ama teknolojik bir ev yapmış bir arkadaşım...Estetiğin ve cesaretin yarattığı, eşine pek rastlanılmayacak bir ev.Arkadaşım da 59 yaşında...Çok zevkli ve çok güçlü bir kadın...Zeytin ağaçları arasında kendisine kendi elleriyle bir cennet kurmuş...Ağaçları kesmemek için uğraştığından evin, verandanın, sağın solun ortasından ağaçlar geçiyor...‘Seni gizli mabedime götüreyim ama kayalara tırmanabilir misin?’ diye soruyor.Tavus kuşları dolaşıyor ortalıkta.Oklu kirpi geçenlerde - bir Kızılderilinin bu kadar güzel oku yoktur, parlak, kahverengi beyaz, el yapımı muntazamlığında- okunu Atik’e (köpeği) fırlatmış...Tavus kuşları yavrulamış...Zeytinleri kime toplatacağın çok mühimmiş, dışardan adam getirirsen komşu köylüler darılıyormuş...Nasıl dinç, nasıl güzel gözüküyordu arkadaşım, nasıl gerçekti anlattıkları...İnsanların şehirlerden, aslında insanlardan neden kaçtığını onu görünce anladım...Neden insanlarla, doğayla anlaştığı gibi anlaşamıyor ki insan?Neden oklu kirpinin oku, tavus kuşunun tüyü, zeytin ağacının gölgesi kadar güzel, doğal ve sorunsuz olamıyoruz hiçbirimiz?Herhalde oklu kirpi ya da tavuskuşu olmadığımızdan.İnsan denen yaratık sorunlu bir yaratık.Benim arkadaşım gibi olanlar, bir zeytin ağacının gölgesi gibi sorunsuz, doğal, sade ve güzel olanlar...Onların sayıları çok az.Onların bahçesinde tavus kuşları dolaşıyor...Evlerinin içinden ağaç geçiyor.Ve onlar, bir ağaç için bir evi, sade bir içtenlik için bir hayatı yeni baştan kurabiliyorlar.*****Genç yaratıcı bir ressam... Eliff KaradayıBu hafta içine arabayla Bodrum Mazı’ya gelmemim bir sebebi daha vardı, Bodrum Torba’da Casa Del Arte otelinde Eliff Karadayı sergisi vardı...Ama bu cümle Bodrum’da bir resim sergi var dışında pek birşey anlatmıyor, Elif’i tanımazsanız...Elif 29 yaşında... İlk sergisini 20 yaşında açan genç bir ressam... Çılgın, dolayısıyla çok yaratıcı genç bir kadın...Çağdaş Türk ressamlarının en bilinenlerinden biri olacak diyor resimden anlayanlar...Koleksiyonerler için geleceğin sayılı ressamlarından biri o...Şimdiden resimleri koleksiyonlar için alınıyor...Çok enerjik... Sanki insanın içinden aniden fırlayan duyguları,düşünceleri tuvaline yapıştıran biri o...Resimleri rengarenk ...Kendi de öyle... Hızlı hızlı konuşan, simsiyah gözlü, hassas, renkli bir kız çocuğu...Ben Elif’i Yandı Bitti Kül Oldu sergisiyle tanıdım...2009 yılıydı... İstanbul Modern Sanatlar Galerisi’ndeydi...Mobilyalar yapmıştı...Yaptıklarına isimler vermişti...Hu hu koltuğu, komşu komşu kanepesi, inci boncuk yastığı, sana bana şifonyeri, dağa kaçtı bisikleti, inek içti buzdolabı, balta nerede dolabı, suya düştü dresuarı, ağaca çıktı masası... Bir ‘deli’ye rastladığıma emindim...Ama iki yıl sonra, bu yıl tanıştık anca.. Yetenekli olduğu kadar ‘deli’ biriyle de karşılaştım gerçekten...Onu keşfedin...Bu yılki sergisinin adı Backdrop... 13 yeni resim var...Keşfederseniz vazgeçemeyeceksiniz, eminim...Renkleri, o kocaman resimleri... Bir de tanısanız o hikayeleri... Sizi öyle içine alacak ki canınız resim yapmak isteyecek...Ben şu an Eliff’le boya yapıyorum...Yan gözle yarattığım maviye bakıyor...Siz de onun yarattıklarına bir bakın...Renklerini seveceksiniz...