Küçük hikayeleri...Deyimleri...Aforizmaları...Söylenmiş tek bir cümleyi...Çoğunlukla, bütünün kendisinden daha fazla severim...Bir olayı, bazen sadece o tek cümleyi söyleyebilmek için hatırlarım ya da bir başkasına anlatırım...Küçük özetler her zaman bütünün kendisinden daha fazla etkiler beni...Onların peşine takılırım.Bugünlerde de en çok ihanetlerle ilgili hikayeleri hatırlıyorum...Türk ya da Kürt her bir genç öldüğünde içim sızlıyor, niye ölüyorlar diye soruyorum.Fakat bu sefer konu biraz karışık...Çocuklar bizim çocuklarımız ama savaş bizim savaşımız değil...Apo ve PKK arasında nedenini anlamakta zorlanacağımız bir mücadele var... Öcalan’ın “Barış Konseyi için” devletle anlaştığını açıkladığı sırada iki askerin kaçırılması, ardından Silvan baskını, şimdi Mardin pususu...Alelacele “demokratik özerklik” ilan eden DTK yöneticileri...Yıllarca kabul edilmesi için uğraştıkları Öcalan’ın “muhataplık” konumunu yerle bir ediyorlar.Öcalan’ın “tarihi bir barışa yakınız” dediği bir dönemde PKK’nın savaşı kızıştırmasına, o “tarihi” anlaşmayı torpillemesine bakınca bu çekişmede Apo kazansın istiyor insan.Kim barıştan yanaysa o kazansın istiyor...***Ve o sevdiğim eski hikaye aklıma düşüyor...Bir zamanlar çok ünlü bir pehlivan varmış.Bütün ülkede yenmediği güreşçi kalmamış.Bu ünlü pehlivanın yanına bir çırak girmiş... Çırak yıllarca pehlivanla dolaşmış.Pehlivan da çırağına bütün ‘oyunları’ öğretiyormuş.Yıllar sonra bir gün çırak ustasının yanına gelip, ‘usta izin verirsen ben de artık tek başıma dolaşıp güreşlere çıkmak istiyorum’ demiş.Ünlü pehlivan çırağına izin vermiş... Çırak gitmiş...Diyar diyar dolaşıp ustasından öğrendiği oyunlarla herkesi yeniyormuş.Zaman geçmiş genç pehlivan ‘bütün pehlivanları yendim, ustamdan başka yenmediğim pehlivan yok, bütün oyunları biliyorum, üstelik o yaşlı ben gencim, artık onu da yenmenin zamanı geldi’ diye düşünmüş.Ustaya haber gitmiş, usta güreş yapmayı kabul etmiş.Bütün ülke toplanmış iki namlı güreşçinin maçını seyretmek için.Sonunda usta ve çırağı güreşe tutuşmuşlar.Usta bir oyun denemiş çırak hemen karşılığını vermiş. Usta bir daha denemiş çırak onu da engellemiş.Ustasını yenebileceğini anlayan çırak hamle vaktinin geldiğini düşünerek ustasından öğrendiği oyunla paça kasnak girmiş.Ustasını havalandırmış, tam ustayı yere vuracağı sırada usta çırağının o güne kadar görmediği bir oyun yapmış.Çırak sırt üstü yere yapışmış.Allak bullak olan çırak ustasının elini öpmüş ve sormuş ‘usta bu son yaptığın oyunu bana hiç göstermemiştin, niye?’Usta gülmüş ‘Bir gün beni de yenmeye kalkacağını biliyordum’ demiş.***Biliyorum bunu yazmak tuhaf, günah, hatta yasak ama insan barış için Apo’nun PKK’nın bilmediği bir oyuna daha sahip olmasını diliyor doğrusu.Tam “tarihi bir anlaşmayı” imzalamaya yaklaştığında “ayakları yerden” kesilen ustanın, eski çırağını onun bilmediği bir “barış” oyunuyla kündeleyip, Kürt ve Türk çocuklarını kurtaracak bir barışın sağlanmasında rol almasını istiyor.Önemli olan güreşin sonunda barışın kazanması çünkü.*****Bunca ölüm arasına sıkışan aşk acıları...Ne zaman genç bir insan ölse önce ‘sevdiği var mıydı acaba’ diye düşünürüm...Evlat acısını acılar üstü gördüğüm için... Ölenin arkasında kalan sevgiliyi, eşi düşünür dururum ben...Belki de sevdiğimi kaybettiğim içindir...Bir gün size bunu anlatırım belki...İşte o yüzden, ne zaman genç biri ölse, önce geride kalan o sevgiliyi düşünürüm ben...Çocuklar ne zaman ölse ben hep aynı şeyi düşünürüm...Bir sevdiği var mıydı acaba...***Psikeart dergisi bu ay aşk acısı sayısı yapmış...Çok sevdiğim birkaç yazı okudum içinde...Ve zaten yaş aldıkça, artık ne zaman biri ölse genç yaşlı fark etmiyor bir sevdiği var mıydı diye düşünmeye başlamıştım...Bu yazı tam olarak bunu hissettirdi bana...***Ahmet İnam yazmış...Sevgiliyi paylaşmak yazının adı...Rüştü Deniz, Remzi abisine bir mektup yazıyor karısı öldükten sonra...Yazı o mektup...İşte bir kısmı...***‘Remzi Ağabey,Özürle başlayayım. Sana yazamadım.Geçen sene eşimi yitirdim...Trafik kazası. Benim de bir ayağım koptu.O yanağından kan damlayan aslan gibi adam sakat ezik bitkin bıkkın huysuz biri haline geldim.Aylarca hastanede kaldım... Çalmadı kimse kapımı...‘Rüştü sağ mısın’ demediler...Allahtan birikmiş param vardı. Dükkanı ortağım çalıştırdı. Namuslu adam hakkımı yemedi ama sevmedi beni, bir gün başımı okşamadı.Sevgisizlikten eriyorum...Allahım görüyor, ben nasıl temiz bir adamım. Veriyor da...Güzel bir kız karıcığım, on yılını verdi bana. Okumuş kızdı. Beni eğitti. Ondan çok şey öğrendim. Senin öğrencinmiş. Tanıştırdı seni benimle. Evimize geldin. Seni sevdim. Harbi adamdın... İçki içtik, türküler söyledik. Hoş adamdın, hep konuştun... Söylediklerinin bir kısmını anladım çoğunu anlayamadım. Karım anlıyordu... Onunla geceler boyu konuştunuz... Ben uyuyup kalıyordum masada.Sonra sen Rusya’ya gittin. Karım çok üzüldü. Günlerce ağladı.Lafı uzatmamayım, rahmetlinin eşyalarını arasından dört-beş mektup düştü. Merak ettim açtım.Senin el yazın... Uzun uzun yazmışsın. Bir aşk mektubu.Karıma yazmışsın.Ne güzel sözler öyle be Remzi abi! Karımı ne güzel anlatmışsın. Ağladım hüngür hüngür. Çok duygulu adammışsın,ince biri. Karımla da yatmışsın. Önce kızdım ama sonra geçti... Seni kıskanmadım. Zaten masada hep sevişir gibi konuşurdunuz.Karım da size yazmış. Mektubun son satırında ‘sizi de seviyorum’ demiş...Şimdi soruyorum burada ‘de’ ne demek oluyor abi?Bir sizi bir de beni mi?Bu sözü öyle anladım... Bir sevindim bir sevindim ki sormayın...Düşünüyorum da Süheyla ölmeseydi...Dön gel güzel ağabeyim...Oturup onu hayırla analım.’***Biri ölünce ben hep sevdiğini düşünürüm...Ahmet İnam bunu 1995’te yazmış...Yazarken hüngür hüngür ağlamış.Ama yazı bittiğinde yüzündeki ıslaklığın lodosun bir oyunu olduğunu düşünmüş...Siz öyle yapmayın acıdıysa hüngür hüngür ağlayın...Ben öyle yaptım...Üstelik lodos da gayet iyi esiyordu...
Hiç farkında olmadan, sadece canım onları okumak istediği için koymuştum bavula o kitapları.Tatilde sahilde okurum diye...Ama yan yana geldiklerinde, peş peşe okunduklarında nasıl koca bir dünya haline geldiler inanamazsınız.Bilerek seçsem, bu kadar birbirini tamamlayacak bir seçim yapamazdım.Bu tatilde olağanüstü dört kitap okudum.Ama canım da çok yandı.Muhsin Kızılkaya’nın yeni kitabı “Açlığın Sofrasında”...Markar Eseyan’ın “Jerusalem”i...Rojin Canan Akın ve Funda Danışman‘ın “Bildiğin gibi Değil: 90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak” kitabı...Ve bir de Murat Belge’nin tavsiyesine uyarak Samuray kültürünün bir parçası olan Buşido’yu anlatan bir kitap...İnsanlar aç kalıncainançlarını bile yerMuhsin Kızılkaya’nın kitabı, onun bir televizyon konuşmasında kitabıyla ilgili olarak söylediği tek bir cümleyle hafızama yazıldı:Albert Camus‘nün “İnsanlar aç kalmaya görsün, inançlarını bile yer” sözü.Televizyonda, çok kısa bir an içinde Muhsin’in bunu söylediğini duydum, yeni kitabının çıktığını biliyordum, başka da bir şey bilmeden gidip hemen kitabı aldım.Kitapta, Kürt mutfağından aslında tamamı Hakkari bölgesinde pişirilen sekiz ilginç yemek tarifi var. Kitabın sonuna da bir Kürtçe-Türkçe sözlük...Kızılkaya’nın anlattığı yemekleri sözlüğe bakmadan anlamak mümkün değil zaten; doxeba, qiris, paçalı keşke, keledoş, tırşık...Ve o yemeklerin ardına gizlenmiş acıları anlatan sekiz hikaye...Her öykü ve yemek tarifi bir duyguyu anlatıyor aslında kitapta.Tokluk, açlık, düğün, kan, şölen, katliam, öfke, ihanet...Ve bir çocuğun çektiği açlığı...Uzun zamandır beni bu kadar etkileyen bir kitap okumamıştım.Uzun zamandır bu ülkenin coğrafyasının, o coğrafyanın iliğine işlemiş acılarının, o acıları çekenlerin kim olduklarının bu kadar lezzetli bir anlatımla, üstelik o acıları görmüş, dinlemiş biri tarafından anlatılışına rastlamamıştım.Kitabı bitirdikten sonra Muhsin Kızılkaya‘nın kitabıyla ilgili verdiği röportajlarında kitabını nasıl anlattığını merak ettim.“Her türlü savaşın, her türlü kavganın temelinde ‘ekmek davası’ yatar, insanlar aç kalırsa savaş çıkar” diyor Muhsin Kızılkaya...Ve o an anlıyorum Muhsin’in, Camus’nün sözünü kitabını anlatmak için neden seçtiğini:“İnsanlar aç kalmaya görsün inançlarını bile yer.”Ben bu kitabı çok sevdim.İlk kovulduğumuzcennet: ÇocuklukBir çocuğun çektiği açlığı, gençliğini şekillendiren acıları henüz geride bırakmadan Markar Eseyan’ın Jerusalem’ine başladım.Sanki aynı avluya bir başka pencereden bakıyordum şimdi.Çocukların çocuk olduğu ama acıların çocuklar için olmadığı o avluya...Markar kitabını çok sevdiğim bir cümlesiyle imzalamış: “Çocukluk ilk kovulduğumuz cennettir.”Ne okuyacağımı sezmiştim bu cümleden...Muhsin’in izi silinsin istemedim o yüzden, bütün acılar harman olsun istedim. Hiç ara vermeden Markar’ın dünyasına girdim.Annesi Türk, babası Ermeni, kitapta adı olmayan 8 yaşındaki bir çocuk, babasının dilini, kökünü öğrenmek için Kudüs’e Ermenicedeki adıyla Yerusagem‘e yatılı bir okula gönderilir.Kitap böyle başlıyor.Kitap, çocuğun olduğu her yerde, acının aynı acı olduğunu söylüyor.İster Muhsin’in anlattığı Güneydoğu’da, ister Markar’ın anlattığı Ortadoğu’da...İster Filistinli Ekrem ol, ister Beyrutlu Vasken, ister isimsiz bir çocuk... Acı aynı acı, yara aynı yara...Markar içimdeki yarayı kanattı.Sadece çocuğu değil, çocukluğu, çocukluğun çaresizliğini de öyle güçlü anlatmış ki içinizde bıraktığı izin silinmesi pek mümkün değil.90’larda G.Doğu’daÇocuk OlmakRojin Canan Akın ve Funda Danışman‘ın “90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak” kitabı ise okuduğum iki kitap üzerine rahatça ağlamam için özel seçilmiş gibiydi.Çocuk aynı çocuk, acı aynı acı ama çocukluk aynı çocukluk değil toprak değiştiğinde.Çocuklukları farklı geçen çocuklar, büyüdükleri zaman beraber yaşıyorlar.Birikmiş değişik öfkeler çarpışıyor.Çocukluklarında yaşadıklarını, büyüdüklerinde affetmeleri o kadar kolay değil insanların.Kitapta çocukluklarını anlatan kişilerin hikayeleri, barışın niye zor olduğunun da göstergesi aslında...Hepsi aynı çığlığı atıyor:“Gerçekten hiç merak etmediniz burada neler yaşandığını, ne çektiğimizi bilmiyorsunuz..”Gerçekten bilmiyoruz.Bilsek de nedense hep unutuyoruz.Bu kitabı ‘öğrenmek’ ve hatırlamak için okuyun.BuşidoBütün bunların üzerine Buşido, yani “Samuray’ın Efendisi”ne mutlak bağlılığını ve ahlak anlayışını anlatan bir kitap okuduğumda...Tek bir şey düşündüm.Bu ülkenin, hatta bu dünyanın acılarının dinmesi için bütün insanlığın çocukluğunu baştan yaşaması gerekiyor...İnsanlık, kendi çocukluğunu yanlış yaşamanın bedelini her kuşakta bir kez daha ödüyor ve her kuşak o bedeli öderken çocukları bir kez daha acıtıyor.*****Elif Şafak kitabına bunu niye yapmış?Farkettiniz mi, bu sene popüler bir ‘sahil kitabı’ yok.Elif Şafak’ın “Aşk” çıktığı yıl yazın sahilde pembeden başka bir renk yoktu şezlong üstlerinde.Hatta el değmemiş pembeler cennetiydi sahiller...Hep merak ettim, “Alındığı kadar okundu mu o kitap?” diye... Çünkü okumaktan çok satın almak modaydı Aşk’ı sanki bir ara...Ben bunları anlatırken, yanımdaki şezlongda yatan arkadaşım “Sana gerçek bir sahil kitabı göstereyim” diyerek Aykut Oğut’un ön yüzü aynalı kitabını çıkardı, aynada kendine baktı, saçlarını düzeltti, “İşte sahilde okunacak tek kitap budur” dedi.Kendimizi tanımamız, kendimizle yüzleşmemiz, kendimizi görmemiz gibi bir derin alt metni olan kitabın, ön yüzü gerçek bir ayna...Kitabın da bir adı yok, “Aynalı Kitap” sadece...Ve arkadaşımın dediği gibi gerçek bir sahil kitabı... Kapağını açmak biraz zaman alsa da...***Bu arada Elif Şafak’ın yeni kitabı çıktı: “İskender”...Kapağında, Elif’in kendi karakteri İskender olduğu, erkek kılığında bir fotoğrafı var.Görenleriniz vardır. Güzel fotoğraflar...Fakat gerçek bir kitap için biraz fazla tasarlanmış bir kapak.Kitabı merak ettirmeyen bir kapak...Edebiyata düşkün bir bir yazar için fazla uğraş dolu bir kapak...Elif bu fikri niye kabul etmiştir, tahmin ediyorum aslında...Çünkü Elif güzel bir kadın...Dünya çapında yazar olarak ünlenmek ve kalıcı, etkileyici, iyi bir yazar olmak isteyen güzel bir kadın...O yüzden de kadın olan tarafını bugüne kadar hep daha sönük, daha saklı tuttu bizden; yazarlığı ön plana çıksın diye.Dikkat edin Ayşe Arman röportajları hariç, Elif hep aynı fotoğrafı verir, hüzünlü bir soldan bakış...Sanırım “Erkek olarak çekelim seni” dendiğinde, aklı sadece kadın olarak gözükmeyeceği vurguya takıldı ve etkilendi bu fikirden... Yoksa verdiği her röportajda edebiyat üzerine o ağdalı cümleleri kuran bir yazar, yeni çıkacak kitabına bu haksızlığı neden yapsın?Hangi gerçek yazar, kitabı daha çıkmadan kapaktaki kendi fotoğrafıyla ünlensin ister ki!Arkadaşım yan şezlongdan kafasını kaldırdı, “Buluşçuluğa dayanan edebiyat olmaz. Ayrıca gerçek buluş budur, ayna...” dedi ve aynada saçlarını düzeltip tekrar uyumaya devam etti.Ve ekledi ‘Derdinin Elif Şafak’la ilgili olmadığını mutlaka yaz, senin anlatmak istediğin edebiyatla ilgili.’Doğru söylüyor...Bu aynalı kitap işe yarıyor mu ne...
Aşkın son zamanları...Hiç bilmediğim bir şehre bir gece karanlığında gelmek...Hiç tanımadığım insanlar arasında tek başına durmak...Uzun yıllar çalıştığım bir binadan ya da oturduğum evden ayrılmak...Hayal kırıklıkları...Ya da tatil dönüşleri...Hepsi bende aynı hissi bırakır: Yalnızlık...İşte yine bir tatil dönüşü...Yine bir yalnızlık hissi...Ne güzel özgürdüm oysa.Tekrar kurallı, sınırlı bir hayata dönüş...Bu böyle olmasa bile çoğumuz bunu böyle hissederiz.Tatilde kolay olan her şey ‘gerçek’ hayatta zordur nedense...Hep düşünürüm ‘Şimdi şehirde olsam kim bilir yapmam gereken ne çok şey vardır. Oysa şimdi sadece duruyorum ve hiç birini yapmıyorum ama hayat durmuyor. Üstelik çok da güzel her şey’ diye...Sanırım, zamanı insanın kendisinin yönetmesi ya da zamana hiç aldırmaması insana iyi gelen...Hayatın 24 saattir tatilde, sınırları yoktur hayatın...Gece yarısı yürüyüş yaparsınız, sabah çok erken yüzersiniz ya da sereserpe bir ağaç altında uyursunuz öğlen...Şehirde ayıp-günah olan her şey tatilde serbesttir ya hepimize...Küçücük şortlarla sokaklarda yürürüz, duş bile almadan tuzlu saçlarla lokantalara gideriz, deniz kıyılarında sarhoş oluruz, canımızın istediği herkese “merhaba” deriz ya da tek başına ‘düşünen adam’a dönüşürüz.Kimse aldırmaz bir ötekine...Hiç birimiz aldırmayız kendimize...İyiyizdir böyle...Zamansızlık iyidir.Özgürleştirir insanı...Zamansızlık ve özgürlük başka bir hayat yaratır.Aynı hayattan başka bir ‘ben’ çıkarır. Zamanı çıkartırsan hayatından, kendinle kendi arana da bir mesafe yerleşir.Ve insanın kendinden uzaklaşması, kendine biraz uzaktan bakması her defasında iyidir.Şehir hayatı, insanı kendine mahkum ediyor ya, belki de tüm sorun burada.Zaman...Bazen upuzun gelir insana, bazense kısa...Sevdiğinde sarıldığında kısacık olan zaman canın yandığında çok uzun gelir ya insana...İşte şimdi yine öyle bir zaman...Tatil bitti...Sizden ve yazıdan uzun zaman ayrı kaldım.Ama tatil çok kısaydı.Zaman aynı zaman ama... Bazen uzun, bazen kısa işte.En iyisi yine de zamansızlık galiba...*****Son 20 günün hikayesiYaklaşık yirmi gündür yazı yazmıyorum.Ama her sabah gazeteleri okurken sanki yazı yazacakmış gibi notlar aldım. Eğer o gün yazı yazsaydım, ne yazardım diye...Şimdi onları karıştırıyorum.Ne çok konu var...Bir kısmı sadece 10 gün önce oldu ama üzerinden yıllar geçmiş gibi, o kadar çok yeni şey oluyor ki, en yeni şey iki gün sonra çok eski bir mevzu haline geliyor.Yokluğumda neler olmuş bakalım.İşte kaçırdıklarım... Ama onları da kendi arasında ayırdım.Yazmayı kaçırdıklarım, iyi ki kaçırdıklarım ve kaçırmama rağmen yazacaklarım...Neler mi var? İşte...Şike işinde bahis kokusu da varTatilin daha ilk günü futbolda şike operasyonu başladı.Devamında Aziz Yıldırım tutuklandı. Ardından Beşiktaş Teknik Direktörü, milli futbolcular...“Operasyon devam edecek” diyorlar. Etmeli zaten.19 maçta şike varsa, en az 38 tane futbolcu olmalı işin içinde, öyle değil mi?Bu konuyu kaçırdım saymıyorum. Daha çok yazılar yazılır bu konuda...Bu arada sizce bu şike sadece şampiyonluk için mi yapılmıştır?Yani insanlar hayatlarını bu kadar masum bir haz için mi yakmışlardır?Bana pek böyle değildir gibi geliyor.Maçların kaç kaç biteceğini bilen insanlar, bu maçlar üzerine nasıl bahis oynamamıştır?Bana kalırsa o insanları dinleyenler bile oynamıştır.Cengiz’den arkadaş olur mu?Ayşe Özyılmazel, Cengiz Semercioğlu’nu ‘arkadaşım’ diyerek düğüne çağırmış, o da düğün hakkında Ayşe’yi üzecek şeyler yazdı köşesinde, “Düğünde insanlar hangi dedikoduları yapıyordu?” diye...Ayşe, Cengiz’e kırgınlığını anlatmak için mesaj çekmiş. Cengiz bu sefer de o mesajı yayınladı köşesinde... Böyle arkadaşlıklara ve köşe yazarlığına biraz şaşırıyorum doğrusu...Arkadaşlıkta güven esastır!Sonra Ayşe bir yazı yazdı, diğerleri yorum yaptı.Bu konuyu kaçırdığım iyi oldu doğrusu...Aynur Doğan’dan utanınBen bu konuları ‘kaçırırken’ ülkenin bir diğer tarafında, Diyarbakır’ın Lice kırsalında bir astsubay, bir uzman çavuş ve askeriyede çalışan bir sağlık görevlisi yolları kesilip PKK tarafından kaçırıldı.Gazeteleri okurken anlıyorum ki gazeteleri yapanlar da ‘tatilde.’ Bu habere pek aldıran olmadı.Neredeyse hiç ses çıkmadı.Tam o sıralarda JİTEM’in varlığı kesinleşti.Buna da pek aldıran olmadı.Kaçırılanları arayan askerlerimiz şehit oldu, komutanların hatası olduğu ortaya çıktı.Ama fatura Aynur Doğan‘a kesildi.“Türkçe şarkı da söyleyebilirdi canım” diyerek yuhalandı... İşte bu konuyu kaçırdığıma çok üzüldüm.Hiç olmazsa bir kelime yazabilmek isterdim.“Utanın.”Pişti’de nasıl piştim?O sırada Murdoch Skandalı patladı, Apoyevmatini gazetesinin çığlıkları duyuldu, CHP nihayet yemin boykotunu bitirdi, DTK demokratik özerklik ilan etti.Hilal Cebeci twitter’da soyundu, Kıvanç Tatlıtuğ eski sevgilisi Azra Akın’a döndü, ben Pişti’de gerçekten ‘piştim.’Gani (Müjde), Özlem (Tekin) ve Şafak’ı (Sezer) tanımak çok eğlenceliydi ama...Kendileri açıkladığı için biliyorum benden önce Ece Vahapoğlu ve Rahşan Gülşan’a teklif edilmiş Pişti’de bana teklif edilen iş; belki de hata burada oldu.Yapmaya çalışılan Pişti’yi onlar benden daha iyi yapardı.Bana anlatılanı yapabilseydik... O zaman da sanırım ben en iyisini yapardım.Neyse... Önümüzdeki yeni projelere bakalım.NTV, Banu Güven’e yanlış yerden kızdıBir de Banu Güven, NTV’den kovuldu.Bu konu da kaçırsam bile yazmak istediklerimden...Banu Güven doğru ve iyi soru sorabilen, iyi Türkçe konuşan bir televizyoncu değildi.Çok fazla es vererek, manasız yerlerde durarak, sorusuna ve kendisine anlamsız bir önem yükleyerek konuşan bir televizyoncuydu.Kendini niye bu kadar ciddiye aldığını hep merak ettim Banu Güven’in...NTV, tekrar sadece haber okumaya kaydırabilirdi Banu Güven’i...Kendi bileceği iş...Ama uzun yıllardır kimselere konuşmamış olan Leyla Zana’yı röportaja ikna etmiş, programına çıkması için diğer tüm gazetecileri atlatmış bir Banu Güven’i tebrik etmekten başka bir şey yapamazsın televizyon yöneticisi olarak...Hem böyle bir işi kaçırıyorsun korkak olduğun için, hem de bu işi başarmış çalışanını haksız yere incitiyorsun.NTV işte...Hiçbir hamlesini doğru yerde yapamayan bir kurum...HHHTürkiye, deli bir sel gibi akıyor.Konu, sorun, kavga, tartışma bitmiyor burada.Ben de döndüm ve kendimi sele bıraktım.Lakin söyleyeyim.Su çok sıcak...
Hıfzı Topuz’un Nazım Hikmet’i anlattığı yeni kitabı “Hava Kurşun Gibi Ağır”ı okuyorum.“Tatil başlangıcı için iyi seçilmiş bir kitap” diye düşündüm, daha 100. sayfaya gelmeden...Çünkü, acaba Nazım hakkında yazılmış yüzlerce kitaptan farklı ne vardır içinde heyacanıyla almıştım kitabı.Kitap tam da bu cümleyle başlıyordu:“Uzun yıllar Nazım hakkında kitap yazmayı düşünmemiştim. Nazım’la ilgili 100’den fazla kitap yayınlandığını biliyordum, bunlara ekleyecek bir şeyim olmadığı kanısındaydım.”Bunu okur okumaz, bu tevazu dolu kibarlık beni etkiledi ve altında okunacak çok şey vardır diye düşündüm...Ve aldım kitabı...Nazım’la ilgili çok şey var kitapta gerçekten...Ama benim en ilgimi çeken Nazım Hikmet ve Kadınları anlatan kısımları.***Nazım Hikmet, hayatı boyunca kadınlarla çok kolay ilişki kurmuş ve pek çoğuna da aşık olmuş.Tabiii ona aşık olup acı çeken kadınların da sayısı oldukça fazla...Üstelik Türkiye’deki hayatının neredeyse çoğunu hapishanede geçiren Nazım, kadınların çoğuyla bu dört duvar arasından bir ilişki kurmuş.Çoğu onu hapishanede ziyaret ederken aşık olmuş.Kadınlara yazdığı mektuplar bir erkeğin bir kadına yazacağı en romantik en gerçek en masum cümlelerle dolu...Her birini ayrı ayrı çok sevecek kadar özgürlüğünden mahrum kalmış Nazım.Hepsini çok sevmiş hepsini şiirlerinde büyütmüş.Ben ilk Nazım Hikmet’i, acılarını, hayatının bilinmeyen yanlarını Nazım Hikmet’in büyük aşkı, karısı Piraye‘nin oğlu Memet Fuat’ın kitabında tanımıştım, Gölgede Kalan Yıllar.Piraye, bir daha hiç çıkmayacak şekilde aklıma kazınmıştı o kitapla...O yüzden Hıfzı Topuz‘un Nazım ve Piraye anıları benim için önemliydi.Hıfzı Topuz da farklı bir Piraye ile karşılaştım.Nazım Hikmet’e duyduğu aşka, aldatılmasına, yaşadığı sıkıntılara rağmen ayrıldıktan sonra Nazım hakkında bir daha hiç konuşmayan, güçlü bir kadın olduğunu düşündüğüm Piraye’nin o hayran olduğum sesssizliğine, Hıfzı Topuz “duygularını açığa vurmaktaki hasisliği” demiş.“Soğuk ve sevgisini belli etmeyen bir kadındı” demiş.“Nazım’ı bu sevgisizlik çok üzdü” demiş.Nazım’ın, Piraye’nin ona hiçbir zaman aşık olmadığını düşündüğünü, Mehmet Fuat’a yazdığı mektuplarda da okumuştum.Nazım Piraye’nin kendisine hiç güvenmediğini ve duygularını bu yüzden sakladığını, duyguları sel akıp akıtan bir şair olarak nasıl hayatı boyunca anlamadı hep merak ederim.Bir kadının güvenmediği birini severken daha da sessizleşeceğini nasıl bilmez.Her kelimenin insanın içini kanattığını, kanamaktan değil ama duymaktan korktuğu için sustuğunu nasıl hissetmez.Piraye’nin kendisine hiçbir zaman tam olarak güvenmediğini mutlaka biliyordur.***Nazım, Piraye’den boşanma kararı aldığında Vala ve Müzehher Nurettin‘e açmış ilk bu düşüncesini ve şöyle demiş:“Kendimden nefret ediyorum. Bir insanı ansızın habersizce bıçakladım. O bana hiçbir zaman ‘Seni seviyorum’ demedi, ‘Seni her gittiğin şehirde bekleyeceğim’ demedi. Ama 11 sene haysiyetini koruyarak, bana daima en doğru yolu göstererek, bir defa bile yalan söylemeden bekledi. En iyi güvendiğim dostumdu. Onu bıçakladım.”Nazım boşanma kararı aldığında, aslında dayı kızı Münevver’e aşık...Hıfzı Topuz’un deyimiyle Münevver aşkını sevgisini dışa vurmaktan, Nazım’a göstermekten hiç çekinmeyen cıvıl cıvıl biri...Zaten Nazım’ı gösterdiği bu ilgi ve hapishane ziyaretleri ile etkiliyor.Sonra Nazım pişman olup Piraye’ye inanılmaz aşk ve özür mektupları yazıyor.Pirayesini geri istiyor...Sanırım Nazım’ı bu pişmanlığa iten şey aslında Münevver’in o sırada ortadan kaybolmuş olması...Piraye mektuplara cevap vermiyor...Sonunda birgün sanırım beklenen af yasası çıkmayıp Nazım açlık grevine başlayınca zaten Nazım’ın mektuplarından etkilenmiş olan Piraye beklenmedik bir şekilde Nazım’ı ziyarete gidiyor.Fakat bilmiyor ki Nazım ile Münevver barışmış...Kapı açılıyor içeri Münevver giriyor...Bu Piraye ile Nazım’ın son karşılaşması olmuş...***Piraye’nin oğlu Memed Fuat Piraye ve Nazım arasındaki uçurumu söyle açıklamış kitabında:‘Nazım cinselliğe son derece doğal bakıyor,Piraye utangaçNazım sevgiyi sözlerle arıyordu,Piraye ise davranışlardaNazım aşkını herkese duyurmak istiyordu,Piraye ise herkesden gizliyordu...’Nazım’la ilgili kitapları okurken büyük bir şairin de zaafları olduğunu, insanca eksikliklere sahip bulunduğunu, bazen bencilce davranabildiğini görüyorsunuz.Sizi bilmem ama bunları görmek hayranlığımı eksiltmiyor, o hayranlığa neredeyse bir şefkat de katıyor.Zaten biyografilerin en hoş tarafı da bu herhalde, şiirin “büyüklüğünü”, şairin “zaaflarını” görüyorsun ve “şefkatli bir hayranlık” gibi mucizevi bir duyguyu öğreniyorsun.Şefkat...Nazım’ı anlıyorum...Piraye’yi anlıyorum...Münevver’i anlıyorum...Tıpkı Ayşe Özyılmazel’i ve Ali Taran’ı ve Ali Taran’ın eski eşini anladığım gibi...Aşk...İnsana anlamayı öğretiyor...Birini anlıyorsanız diğerini de anlarsınız...*****15 gün yokum!..Tam bir yıldır yazıyorum...Yeni bir köşe yazarı için zor ve uzun bir zaman bu... Ustalar için önemli olmayabilir ama çıraklar için en yıpratıcı dönem herhalde ilk başladığııl...İzin verirseniz on beş gün dinlenip, ilk yılını geride bırakmış, korkuları biraz azalmış, heyecanı bir nebze dinmiş, güveni az biraz tazelenmiş ve en önemlisi yanmış biri olarak geri dönmek istiyorum.Görüşmek üzere...
Kürt sorunu her çözüme yaklaştığında bu ülkede tuhaf şeyler oluyor.Bu ülkede ne zaman demokratikleşme adına iyi bir şey olsa mutlaka ardından bir sorun yaşanıyor zaten...Cengiz Çandar’ın raporundan ve Karayılan’ın açıklamalarından, hükümetle Apo ve devletle Apo arasındaki görüşmelerde alınan yolun büyüklüğünü ve insanı umutlandıracak bir ilerlemenin varlığını gördük...İşte tam o sırada sanki ilerde kullanılmak üzere hazırlanmış ‘bomba’yı patlatıyor birileri...Hatip Dicle’nin milletvekilliği düşürülüyor.Kürt hareketi ile Hatip Dicle arasında güçlü bir bağ var, Kürtlerin hakkı için hapishanelerde yatmayı göze almış, onların değer verdikleri, önemsedikleri figürlerden biri.Ortalık karışıyor.BDP, Meclis’i boykot ediyor.“Olur mu olmaz mı, doğru mu yanlış mı?” derken, CHP’den milletvekili seçilen Haberal ve Balbay’a da tahliye kararı çıkmıyor.Onlar milletvekili olabiliyor ama hapishaneden çıkamıyorlar.CHP “O iki arkadaşımız olmadan yemin etmeyiz” diyor.Meclise geliyorlar ama yemin etmiyorlar.Yemin etmiyorlar ama birbirlerini tekzip edecek açıklamalar yapıyorlar.Ve gazeteler, köşe yazıları, televizyonlar bunlarla doluyor, üstelik çok önemli mevzuları konuştuklarına çok emin, kendilerine güvenle uzun uzun anlatıyorlar.Kürt sorunu nasıl çözülür, Tayyip Erdoğan ne yapacak, PKK dağdan inecek mi... Her şey unutuldu bile sanki yine...Varsa yoksa Haberal...Hatip Dicle ve Mustafa Balbay bile unutuluyor sanki...Haberal, Türkiye’nin tek sorunu haline geliyor.Türkiye’nin tek ve en önemli sorunu Haberal mı gerçekten?Birdenbire Kürt sorununun bile önüne geçen bir Haberal sorunumuz oldu.Üstelik Kılıçdaroğlu, “Haberal’ın tahliye edilmemesini büyük bir sorun yapmayacaklarını” söylemişti daha önce, “Yargıya saygı gösteririz” demişti.Şimdi biri bana söylesin, biz bu saçmalığı niye yaşıyoruz.“Tutukluk süresinin uzunluğunu” dert ediyorsa CHP, bugün hapishanelerde yatanların yarısından fazlası “tutuklu” yatıyor, niye CHP bugüne dek bunu hiç mesele yapmadı?Dertleri “özgürlük” ise, yasalarımız “özgürlükleri kısıtlayan” maddelerle dolu, CHP bunları niye hiç mesele yapmadı?CHP, neden bir Ergenekon sanığının durumunu Türkiye’nin en önemli sorunu olarak koyuyor toplumun önüne?Bu işleri benden çok daha iyi bilenler var tabii ama benim aklıma gelen, Kılıçdaroğlu’nun “Kürt sorunuyla Ergenekon sorununu” birbirine bağlamaya çalıştığı...Tam Dicle’nin durumu tartışılırken BDP boykotunu CHP’nin de taklit etmesi, Kürt sorunuyla ilgili atılacak her “olumlu” adımdan Ergenekon’a da pay çıkarmak arzusu sanki.“KCK davasından hapiste olan binlerce Kürt politikacı serbest kalacaksa Ergenekon sanıkları da serbest kalsın” mesajı gönderiliyor gibi geliyor bana.Haberal konusunun Kürt sorununun önüne geçmesini başka türlü açıklayamıyorum.Haberal sorununu Kürt sorunundan daha öncelikli bulan bir ana muhalefet partisinin siyasi kaderi ne olur, onu hiç bilmiyorum.Bildiğim tek şey...Şu yaşadıklarımızın akla ve mantığa uymadığı...Ve, tam çözüme yaklaşılırken Kürt meselesini toplumun gündeminden uzaklaştırdığı.*****Türkiye’yi çatılardan yorumlamakDergi karıştırmayı, dergi reyonlarının önünde vakit geçirmeyi, içlerinden bir çoğunu alıp eve getirmeyi, ayaklarımı uzatıp onları okumayı çok seviyorum.Ve bunu çok sık yapıyorum.Bu aralar mimarlık tasarım dergilerine meraklı oldum.Mimarinin hayatımızı nasıl belirlediğini bu dergilere baktıkça anlıyorum.Mimari ve moda arasında bile bir ilişki olduğunu, bunu anlatan makaleleri okurken öğreniyorum.Sanatın ve bilimin içiçe geçtiği, insanı heyecanlandıran bir alan, mimari...Geçen gün Onduline‘nin hazırladığı Bünyamin Aygün‘ün fotoğraflarını çektiği Türkiye’nin Çatıları kitabına bakıyordum. İl il dolaşıp pek çok çatı fotoğrafı çekmişler.Çatı, mimaride önemli bir parça.Türkiye’ye çatılarından bakmak... Çok etkileyici bir proje olmuş.Çok ilgi çekici fotoğraflar vardı kitapta.Neden bu denli heyecanla baktım kitaba? Çünkü çok yeni, Yapı dergisinin Haziran sayısında Ekolojik Mimarinin Etkisi ile Değişen Çatılar başlıklı bir makale okumuştum.Dünya küresel ısınmaya karşı verdiği mücadeleden biz Türklerin haberi bile yok gerçi ama olsun... Çatılar, bahçe ve yeşillik haline getiriliyormuş.Giderek betonlaşan şehirler güneşten gelen enerjiyi yutuyor, gece depoladıkları enerjiyi yansıtıyorlarmış.Bunun sonucunda da su kaynakları azalıyor ve ısı farkları doğuyormuş.-Yeşil çatılar, çatılara kurulan bahçeler, binanın enerji performansını, hava kalitesini ve kent ekolojisini iyileştiriyormuş.-Ayrıca kışın binanın ısınma sorununu da azaltıyorlarmış.-Su tasarrufu yaratıyormuş.-Yeşil çatılar atmosferde olan toz zerrelerinin filtre edilmesine katkıda bulunuyormuş.New York’taki Rockfeller İş Merkezi yan yana beş bina yeşil çatıymış.Japonya’da Across binası, Kaliforniya’da Kiser İş Merkezi...Bizde de Kanyon Alışveriş Merkezi, Meydan Alışveriş Merkezi (Ümraniye), Forum Alışveriş Merkezi ve özel bir telekomünikasyon şirketi Ar-Ge çatısı yeşil çatıymış.Sonra döndüm tekrar il il Türkiye’ye çatılardan baktım.Ne mi düşündüm?Üzüldüm...*****Konuşan araba ile yarışan yeşillik!Ford Focus otomobilinin test sürüşü için Şile’ye gittim.Test sürüşü için seçtikleri güzergah Şile’nin köyleri arasından geçiyordu.Sessizliğe ve yeşilliğe hayran kaldım.Daha önce oraları görmemiştim.Mudarlı’da caminin yanındaki kütüphaneye bayıldım.Mudarlı Kütüphanesi diye kocaman bir levha vardı üzerinde.Ulupelit Köyü... O çevrenin en pahalı ve tercih edilen köyüymüş.En yüksek köy olduğu için, arsa fiyatları da oldukça yüksekmiş buralarda.En rağbet gören, diğerlerine göre daha gelişmiş köy burası...İstanbul’a bu kadar yakın, bu kadar yeşil, bu kadar temiz havası olan bir yer bulduğuma çok sevindim.Bir saatte çok rahat o yeşilliğin içinde kendinizi bulabilirsiniz.Ford Focus’u kullanırken ileri sürüş teknikleri dersi veren bir hoca bana eşlik ediyordu.Ben yeşilliğe şaşırdıkça, o “Lütfen elleri dokuz on beş tutalım” diyordu.Ben sessizliğe hayran oldukça, o “Lütfen ayağı debriyajdan çekelim” diyordu.Sonunda dayanamadı hoca ve “Bu arada çok yakında Ford Focuslar konuşacak, mesela, araba birkaç defa yalpaladı ya da çok sık şerit değiştirdiniz, ‘Lütfen bir kahve molası verin’ diyecek. Siz şerit değiştirmek isteseniz bile o kontrolü devralacak sizi en sağ şerite alacak” dedi.İşte o an “Tamam, kabul ediyorum, yeşillik kadar beni etkileyecek birşey buldunuz” dedim.Ve düşündüm ağaçlar mı konuşan arabalar mı?Hangisi sizsiniz?
Yöneticilerde ortak bir sendrom göze çarpar: “Ben her şeyi herkesten daha iyi bilirim” hastalığı.Bu, yöneticilerin yönettiği adam sayısı arttıkça daha da yoğunlaşan bir hastalık.Aynı hastalık çoğumuzda olduğu gibi Tayyip Erdoğan’da da var.Erdoğan da her şeyi herkesten daha iyi bildiğini inanıyor.Ve her şeyi herkesten daha iyi bilmiyor. Zaten bilmesi de mümkün değil...Tayyip Erdoğan tüm siyasi rakiplerinden daha fazla demokrat sözler söylüyor.Tayyip Erdoğan tüm siyasi rakiplerinden daha fazla acımasız sözler söylüyor.Tayyip Erdoğan’ın bu belirsizliği yüzünden pek çok insan ona oy verse bile, onun anayasa, Kürt sorunu gibi ülkeyi demokratikleştirecek konuları çözebileceğine inanmakta zorlanıyor.Tayyip Erdoğan’ın eline bir fırsat geçti şimdi... Bu güven bunalımını sonsuza kadar tarihe gömebilecek bir fırsat bu...Kürt sorununun çözümüne yaklaşılmış olması...Bütün bu göz gözü görmeyen sis bulutu, anlamsız fırtına, çözümsüzlük görüntüsü, çözüme olan yakınlığımızdan aslında...Çözümden korkanlar ortalığı toza dumana boğuyorlar.Türkiye’nin demokratikleşmesini istemeyenler Erdoğan’ın inandırıcılığını kaybetmiş olmasını müthiş bir sahtekârlıkla sömürüyorlar.Erdoğan’ın Kürtler konusunda yeniden inandırıcı olabilmesi için tek bir yolu var artık.Bu sorunu çözmek... Çözebileceğini ima etmek değil...Çözmek...Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı Kürt sorunu raporunu ve Hasan Cemal’in Karayılan’la yaptığı röportajı okuyorum.Tek bir sonuç çıkıyor:Muhatap İmralı’dır, çözüm PKK’nın dağdan inmesidir ve bu barışı sağlayabilecek tek kişi seçimde yüzde 50 oy olan Tayyip Erdoğan’dır.Alternatif tıpta bir yöntem var:Hastalığı hastalıkla iyileştirmek.Homeopati...Bir hastalığın -hastalık belirtilerini sağlam bir insanda ortaya çıkarabilecek maddelerin- çok düşük dozlarda hastaya verilmesiyle tedavi edilebileceği inancına dayanan bir alternatif tıp yöntemi.İşte biz de Erdoğan’a bunu yapacağız.“ Her şeyi herkesten iyi bilirim” hastalığından yardım isteyeceğiz. Bütün Türkiye, İmralı ile Kandil de dahil olmak üzere bir tek onun bunu çözebileceğine, o da her şeyi herkesten daha iyi bildiğine inanıyor ya...Peki o zaman, biz de Erdoğan’a diyeceğiz ki:“Siz her şeyi herkesten iyi biliyorsunuz, şimdi başka kimsenin çözemediği sorunu çözün, her şeyi herkesten daha iyi bildiğinizi kanıtlayın.”Ne hayat, ne tarihin akışı, ne toplumun bilinci, ne de koşullar bu kadar hazır olmaz hiçbir zaman.Fırsat bu fırsat, Erdoğan göstersin hepimize, her şeyi hepimizden daha iyi bildiğini.Hem unutmasın ki, insanlar yaptıklarından çok yapmadıklarından dolayı pişmanlık duyarlar.Üstelik Tayyip Erdoğan ileride bugün yapmadıklarından pişman olursa bu, pek çok insanın hayatına mal olacak demektir.***Tansel Çölaşan cevap verdi (!)Geçen hafta, Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı, Danıştay eski Başsavcı Vekili Tansel Çölaşan’ın 2006’da Danıştay saldırısından dakikalar sonra gazetecilere yaptığı “Saldırgan Allah’ın askeriyiz diye bağırıyordu” açıklamasını, beş sene sonra neden “Vallahi ben görmedim, duymadım” diye değiştirdiği sormuştum.Tansel Hanım beş sene boyunca bu sözlerini tekzip etmemişti, düzeltmememişti fakat Danıştay eski başkanı Mustafa Birden’in mahkemede mağdur tanık olarak, sanığın böyle bir şey söylemediğini açıklaması üzerine, birdenbire “ Saldırı anında orada değildim. Ben duymadım. Saldırının tanığı falan değilim. Saldırganın yakalandığı sırada ‘Ben Allah’ın askeriyim’ diye bağırdığını oradaki polislerden duydum” açıklaması yapmıştı.Ben de merak etmiştim:“Her meselede Anıtkabir’ e çıkan, ‘Olanları Atatürk’e şikâyet eden’, herkesten daha fazla ‘Ben Atatürkçüyüm’ diyen insanlar Tansel Çölaşan hakkında ne düşünüyordur acaba şimdi?” Tansel Çölaşan’dan mail geldi.Diyor ki:“Sanem Hanım, gazetecilikte ilk ilke doğru habercilik olmalıdır. Gazeteci-yazar haber kaynağını doğru seçmemişse kaynak yalan dolan iftira olursa, yazı da değersiz olur. Belki birilerini etkiler, işte o kadar, yazarına değer kazandırmaz.2006 yılında kişilik haklarımı ihlâl eden yalan-yanlış iftira niteliğindeki haber ve yorumları yapanlar hakkında açıp kazandığım tazminat davasının kararını gönderiyorum size.”Tansel Hanım gönderdiği belgeye göre 10 bin lira kazanmış bu davadan. Kime karşı kazandığını yazmamış, bilmiyorum.Mahkeme bu kararı, Alpaslan Arslan’ın savcılıkta ve mahkemede “Danıştay saldırısını başörtüsü nedeniyle, bir öğretmen hakkında verdiği türban kararı nedeniyle yaptım. ‘Önce tekbir getirdim, güvenlik odasında da Osmanlı torunuyum, Allah’ın askerleriyiz’ diye bağırdım” açıklamasını esas alarak yapmış.Tansel Hanım, kibar bir hanımefendi olduğu için “Okur da anlamazsanız diye size bilgi vereyim” diyerek, kendisi böyle açıklamış.Mahkeme, Tansel Çölaşan ve Alpaslan Arslan’ın ifadeleri örtüştüğü için Çölaşan lehine karar vermiş.Ayrıca Tansel Çölaşan eklemiş:“Neden basına açıklama yapmak yerine dava açtığımı sorarsanız, şerefle sürdürdüğüm meslek hayatıma ne söylesem çarpıtılarak zarar verileceği için dava yolunu seçtim... Aynen şimdi yapacağım gibi.”Ben, Tansel Hanım kadar hukuk bilmem.Ama bu “meseleyi” anlamak için hukukçu olmaya gerek yok.Kimse “Alparslan Arslan mahkemede ne söyledi?” diye sormuyor.Biz, “Siz niye duymadığınız bir şeyi duymuş gibi anlattınız ve Mustafa Birden gerçeği açıklayana kadar bunu beş yıl boyunca neden düzeltmediniz” diye soruyoruz.Arslan, Ergenekon sanığı ve onun görevlerinden birinin de hedef şaşırtmak olması kimseyi şaşırtmaz.Bizi şaşırtan, Danıştay Başsavcı Vekilliği yapmış birinin hedef şaşırtan bir açıklama yapmış olması.Birçok insan gibi benim de merak ettiğim bu... Acaba bunun net bir cevabı var mı?Tansel Hanım’da bu sorunun net bir cevabı varsa onu da yayınlamaya hazırım.***Ne köprüymüş ama...Haliç Metro Köprüsü tartışmasını takip ediyor muydunuz, bilmiyorum ama sonunda bir karar çıktı.Unesco Dünya Kültür Mirası Koruma Komitesi, Haliç üzerinde yapılacak metro köprüsüne Süleymaniye’nin silüetini bozuyor diye karşı çıkıyordu, köprü projesinde yapılan değişikliklerle Unesco projeyi sonunda kabul etti.Hakan Kıran itiraz edilen “Haliç Metro Köprüsü”nün mimarı. Aslında köprüye itiraz eden sadece Unesco değil. Çeşitli sivil toplum kuruluşları da yapılmasına karşı çıkıyor.Köprünün İstanbul’un tarihi dokusuna zarar vereceğini söylüyorlar.Hakan Kıran restorasyon konusunda deneyimli, günlük hayatımızda sıkça karşımıza çıkan işlere imza atmış bir mimar.Maydonoz Gösteri Merkezi, Saray Muhallebicileri, Gloria Jean’s kafeleri, Salı Pazarı Kentsel Dönüşüm Projesi, Perpa Gökdelenleri Projesi, Kabataş Rıhtım Düzenlemesi Projesi...İBB Başkanı Kadir Topbaş ile yakın bir dostluğu olduğunu söylemeye gerek yok zaten. Sanırım bu yüzden de kendisine çok kızıyorlar.Altı yıldır bu proje üzerine çalışıyormuş.Güzergâh kararı yıllarca önce alınmış. Tüneller açılmış ama köprü yapılmamış.Şimdi sıra köprüde. Unesco köprü üzerinde istasyon olmaması, köprünün askılı değil dümdüz olması ve ayaklarının kısaltılmasını önermişti geçtiğimiz ocak ayında.Demek ki Hakan Kıran projeyi o yönde düzeltti... Ve Unesco projeyi onayladı.Hiçbirimiz tam olarak ne oluyor bilmiyoruz, umarım gerçekten İstanbul’a yakışan bir köprü geliyordur...***Aydınlar’a niye kızıyorlar?Mehmet Ali Aydınlar’ı iyi tanırım.. Mahmut Özgener de aile dostumuzdu.. Bugün federasyon başkanlığı bir dosttan öteki dosta gidiyor. Dünkü basın toplantısını izledim, kendi alanlarında kariyer yapmış insanlardan oluşan 15 kişilik pırıl pırıl bir kadro... Bu tablo, futbolun daha kurumsal bir anlayışla yönetileceği konusunda bana umut verdi.Taraf tutarak, günlük kaygılar veya duygularla değil, futbolun geleceğini düşünerek kararların alınması ve devamlılık sağlanması en çok futbol endüstrisinin işine gelir. Spor sayfalarına bakıyorum, bütün büyük kulüpler feveran ediyor:- Kurullarda neden bizim istediğimiz adamlara yer verilmiyor?Sırf bu durum, yani her kulübün aynı senkronda bağırması bile, önümüzdeki 4 yıl için beni umutlandırıyor doğrusu...Demek ki kimse kimseyi kayırmayacak...
Cuma akşamı Açık Hava Sahnesi’nde flamenko dansının en etkileyici ismi İspanyol Joaquin Cortes’i seyrettim.İspanyol dansçı yakışıklı ve etkileyici bir adam.Ama bu neredeyse sıradan, sıkıcı, alelade bir anlatım Cortes için. Çünkü asıl sihir dans etmeye başlayınca ortaya çıkıyor.Müzik, dans, estetik, birbiriyle bütünleşerek Cortes’in her figüründe biraz daha kaynaşıyor.Ve her ritmde biraz daha birbirini çoğaltıyor.Müzik Cortes’i, Cortes dansı, dans estetiği, olduğundan daha başka, daha etkileyici bir şeye dönüştürüyor.42 yaşında olduğunu onu seyrederken hatırlamıyorsunuz bile...Bütün bir toplumun yaşadıklarını, birikimini, acılarını, sevinçlerini tek bir insanın adımlarında, ani duruşlarında, keskin dönüşlerinde, ayaklarını vuruşunda izleyebiliyorsunuz.Bir insanın o müzikle dansın içinde eriyip yok olduğunu ve o yok oluşun içinde büyülü bir estetiğin parçası olarak yeniden doğduğunu görüyorsunuz.Sadece görmüyorsunuz.Siz de o ritmin, müziğin, estetiğin bir parçası gibi hissediyorsunuz kendinizi.Çok yetenekli bir dansçıyla dansın birleşiminden oluşan bir bulut seyircileri de içine alıyor.Onları da flamenkonun parçalarından biri haline getiriyor. Çingenelerin, Arapların, Yahudilerin, toplumdışı bırakılmış insanların öfkelerini, kederlerini, acılarını anlatan dansı izlerken bir Çingene, bir Arap, bir Yahudi oluyorsunuz.Yıllarca zulüm gören, yoksulluk çeken, ezilen, hırpalanan, bütün tarihleri boyunca mal mülk edinemeyen, adi işlerde, tarımda ya da maden ocaklarında çalıştırılan çingenelerin hırsını, şefkatini, özgür ruhunu, isyanını siz de ruhunuzda hissediyorsunuz.Yüzlerce yıl acılarını, mutsuzluklarını flamenko ile ifade eden insanlar, sahnedeki dansın ritmlerinden size doğru geliyor.O büyülü müziği ve dansın içine sızan o hüznü duyuyor, o hüznün peşini bırakmayan insanları anlatan ve flamenkoya ilham veren öfkeli kederin isyanına kendinizi kaptırıyorsunuz.Yetenekli bir adam, bir tarihi müthiş bir estetikle yeniden yaratıyor.Neden ezilenlerin ve acı çekenlerin kendilerini şarkılarla, danslarla, ağıtlarla anlattığını ve neden ezenlerin en çok bunlardan korktuğunu daha iyi kavrıyorsunuz.Cortes’i seyrettikçe kendi toplumuzun acılarını ve o acıların ezgilerini düşünüyorsunuz.Müziğin, dansın, bazen sadece bir susuşun silahtan bile güçlü olduğunu görüyorsunuz.İspanyol dansçı yakışıklı ve etkileyici bir adam.Ama bu onun dansı yanında öyle sıradan bir anlatım ki...Şovunun adı “Cale.”Cale, Çingeneler’in ana dili demekmiş.Ne çok şey anlatıyor bize aslında, değil mi?Cortes, 20 senelik sanat hayatının hikayesini anlatıyormuş bu şovunda.Sahnede kocaman bir perde kuruluydu, o perdede de siyah-beyaz güzel bir kadın fotoğrafı vardı.Cortes’in kaybettiği annesiymiş.Cortes bütün gece annesinin fotoğrafı önünde dans etti ve şovunu annesine adadığını söyledi. Açık havadan çıkarken Cortes’in annesini düşünüyordum.42 yaşında yakışıklı, etkileyici, inanılmaz dans eden bir adamın, sahneye annesinin fotoğrafını koydurması için çekilen acının çok büyük olması gerektiğini düşündüm çünkü.“Keşke İspanyolca bilseydim” dedim kendi kendime...Yaktıkları ağıtları, kızgınlıkları, anlattıkları hikayeleri bilmek istedim.Sonra Yavuz Turgul’un “Gönül Yarası” filmindeki o sahne aklıma geldi.O şarkıda ağlamak için Kürtçe bilmeye gerek yok ki...*****Size küçük bir test...Hepimiz iyi yaşamak istiyoruz.Çalışmamızın karşılığında istediğimiz gibi yaşamamıza yetecek kadar iyi para kazanmak istiyoruz.Güzel, şık, bahçeli, manzaralı evlerde oturmak istiyoruz.Çocuklarımızı iyi okullarda okutmak istiyoruz.Dünyada görmediğimiz bilemediğimiz yerlere tatile gidebilmek istiyoruz.Hastalandığımız zaman en iyi hastanelerde ucuza tedavi olmak istiyoruz.Polisten dayak yememek istiyoruz.Mahkemelere güvenmek istiyoruz.Düşüncelerimizi korkmadan söylemek istiyoruz.İnandığımız şeye inanmak, konuştuğumuz dili yazmak istiyoruz.Dünya vatandaşı olmak istiyoruz.Erkekler kadınları dövmesin, kadınlar adamları ‘kandırmasın’ istiyoruz.Kısacası medeni çağdaş bir ülkede, güven içinde, sağlıklı, mutlu vatandaşlar olarak yaşamak istiyoruz.Üstelik bunları hepimiz ama hepimiz istiyoruz.Peki bu isteklere nasıl ulaşacağız?İsteklerimizin gerçekleştiği bir hayatımız ne zaman olacak bizim?Ne zaman çağdaş, uygar bir ülkeye gittiğimizde bir ‘eksiklik’ hissetmeyeceğiz?Ne zaman biz, çağdaşlaşma yolunda gerçek bir adım atacağız?Bunların cevapları neler mi?Bu konuda görüşler muhtelif.Bizim toplumun, “bu sorunları nasıl çözeriz” sorusuna verdiği cevaplar gazetelerden anlayabildiğim kadarıyla şunlar:* Başımıza gelen her şeyi siyasi partiler ve liderleri üzerinden anlamaya çalışarak,* Anayasa’nın değişimi konusunu gündeme sokmamak için sürekli direnerek,* Her sabah en aşağı 3 liderin bir gün önce verdiği demeçleri gazetelerde okuyup, seçtiğimiz birinin çığırtkanlığını yaparak,* Hep bir ağızdan ‘En büyük Türkiye başka büyük yok’ diye bağırarak,* Kürtlere Türk diyerek* Atatürkçülerin dincileri, dincilerin ulusalcıları, ulusalcıların Kürtleri yasaklamak için çırpınmalarını izleyerek,* Sürekli yalan söyleyerek,* Köşe yazarlarının kendilerini, başkalarının köşe yazarlarını siyaset bilimci zannetmesini doğal karşılayarak,* Fikirlerimizle değil, karşımızdakini fikrinden dolayı düşman gördüğümüz için tartışarak,Ve... Bunların hiçbirinin bir işe yaramadığını asla ve asla görmeyerek...*****Klasik müzik konserindeki öksürük kriziGazeteci Ahmet Örs, özellikle klasik müzik konserlerinde tutan öksürük krizlerini yazmış geçen gün... Çok eğlenenek okudum, çünkü ben de bunu sık sık düşünürüm. Seyircisi, klasiğin müziğin doğasına uygun bir saygı ve sessizlikle dinlemeye çalıştıkça konseri, öksürüklerini, hatta nefeslerini tutmaya çalışanların, öksürük nöbetleri tetikleniyor, biri öksürünce bütün salon öksürmeye başlıyor. Ahmet Örs bunu bir müzisyen dostuna sormuş. O da “Konserlerde en yaygın öksürük, boğaz temizleme gibi bir sestir. Özellikle eser en hafif tonda çalışırken başlar. Debussy’nin eserlerinde çok olur. Çaykovski’nin gürültülü senfonilerinde ne hikmetse öksürük krizi olmaz” demiş. Ya müzisyenler yüksek tonda çalarken kendilerinden geçtikleri için o andaki öksürükleri duymuyorlar ya da bastırılmış her duygu ilk rahatlanan sakin yerde patlıyor. Konserdeki öksürük sesi deyip geçme, koca bir hayatı anlatıyor aslında...
YSK, Hatip Dicle‘nin milletvekilliğini, terör örgütü propagandası yapmaktan hüküm giyip, karar Yargıtay tarafından onanınca iptal etti.Ardından tartışma başladı.“Hiç olmazsa bu sefer tartışmayı hak eden bir konu bulduk” diye sevindim, çünkü çürümüş her yerimizi ışığa çıkaran bir konu bu.İki gündür çeşitli bakış açılarından pek çok yorum dinleyip, okudum.BDP’nin şiddet ve tehdit dilini tercih etmesini anlamakta zorlandım.YSK’nın usulen hukuka uygun gözüken bu kararında, yüksek yargının hepimizi yaralayıcı adalet anlayışını sorguladım.Ve ne vicdanımızda, ne aklımızda, ne de hukukumuzda adalet anlayışının kaldığına karar verdim.Hatip Dicle 85 bine yakın oy aldı, nedense bu rakam her gazetede her köşe yazarında farklı...Ve şimdi Hatip Dicle’nin yerine AK Partili aday milletvekili oldu.Romanlara yakışacak bir rastlantıyla da o aday, oğlunu PKK terörüyle kaybetmiş bir anne...Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi, hukuken şekle uygun bir karar olsa da can acıtıyor.Çünkü bizde adalet yerine adaletimtrak bir anlayış var. Üstelik de cumhuriyetin ilk yıllarından beri bu böyle...***O dönem kurulan İstiklal Mahkemeleri’nde, yeni kurulan yönetime karşı olduğu söylenenleri yakalayıp acele bir şekilde asıyorlardı.Bu mahkemelerde onbinlerce insan astılar acele verilmiş kararlarla.Kurtuluş Savaşı başlamıştı ve kimse o heyecanla “Bu insanların hepsi suçlu mu, işler biraz aceleye gelmiyor mu, masumları da asmayalım” demedi.O sıralarda bu sözleri söyleyenlerin de bunlar, son sözleri oluyordu sanırım.Daha sonra Takrir-i Sükun Kanunu çıktı.Bu kanun ‘fazla konuşmanın, ileri-geri laf etmenin’ hayırlı bir şey olmadığını vatandaşlara hatırlatıyordu.İleri-geri konuşanların bir kısmı da bu kanunla gümbürtüye gitti.***Sonra çok partili dönem geldi, Cumhuriyet nasıl Çankaya’da verilen bir kararla aniden kurulduysa, demokrasi de aynı şekilde Çankaya’da verilen bir kararla ‘pattadanak’ oldu.“Demokrasi” gelmesi hiçbir şeyi değiştirmedi.Önce komünistleri içeri attılar.Sonra DP, Tahkikat Komisyonları kurdular.Ardından 27 Mayıs... Her seferinde olduğu gibi önce “Kurtulduk” sevinci yaşandı ama kimse kurtulamadı. Daha sonra, Adalet Partisi önderliğinde aydınlara yapılan baskılar arttı.Terör eylemleri başladı, kimden kaynaklandığı başladığı belirsiz bir şekilde...1971 Darbesi oldu... İnsanlar kitleler halinde hapse atıldı. Gençler idam edildi.Sivil yönetim geldi sonra ama hiçbir baskı bitmedi.Sonra yine meçhul kaynaklardan sokaklara silah akmaya başladı.Paralarını kimin ödediği bilinmeyen bu silahlar çocukların eline düştü.Tekrar bir darbe...Ölümler, işkenceler, hapisler, yasaklar...Sonra tekrar sivil hükümet...Sonra tekrar...Sonra tekrar bir başka sivil hükümet...Politikacılar değişse de baskılar ve hukuksuzluk hep devam etti bu ülkede.Derken bugüne geldik...***Neden Hatip Dicle Kararı canımızı yakıyor?Çünkü geçmişi böyle olan bir toplumun yarasını kanatmak çok kolay da ondan.Sızısı hiç geçmeyen yaraya, “Hukuku uyguluyorum” adı altında yumruk atıyorsunuz, daha ne olsun...Sürekli kan sızdıran kabuğu, tehdit ve şiddet dilinizle koparıp ayırıyorsunuz etten, daha ne olsun...Aysel Tuğluk bu kararın ardından “Öcalan’ın ateşkesi uzatması birilerinin işine gelmedi” derken bir karanlığın şifresini bize sunuyor ama kendisi de karanlıkta kalmayı tercih ediyor, “Kürtlerin sabrını zorlamayın” diyerek...Burası zorlukların, zorbalıkların toprağı.Kuşaklardır aynı şeyleri yaşıyoruz.Çatışmalar, savaşlar, saçmalıklar artık bitmeli...Bitmek zorunda. Niye mi?Cevap takvimde yazıyor.Yıl 2011 çünkü...Yeni bir yüzyıl başlayalı on bir yıl oldu.Hala nasıl geçen yüzyılda yaşama inadını sürdürebiliriz?***Bilim travestisiBazen akıllı, farklı zevkleri, dünyayla ilgili merakları olan insanlarla sonbet edince, kendimi bir çocuğun başını okşar gibi kutluyorum.Çünkü, öyle fazla kendimize hapsoluyoruz ki bazen, dünyada neler oluyor, kaçırıyoruz.Sosyal ağlar, işyeri dedikoduları, kadın-erkek çekişmeleri, sahte düşmanlıklar, sahte dostluklar, hırslar, manasız öfkeler öyle dolduruyor ki; dünyamızı, kendi kendisiyle dolu, tuhaf hikayeleri ciddiye alan, gerçeği yalnızca kendisi zanneden yaratıklar gibi dolaşıyoruz ortada.Sonra biri çıkıyor, bir başka dünyadan sesleniyor size.Nefes almaya başlıyorsunuz birden.Oksijen ciğerlerinize doldukça zihniniz açılıyor, anlatılanlar fazlasıyla ilginizi çekiyor ve bir ızdıraba düşüyorsunuz “Ben hayatı ıskalıyor muyum?” diye...İşte dün yine böyle oldu.Bilim dünyasını, genetik dünyasında neler olduğunu, atom parçacıkları buluşlarını, uzay gelişmelerini merak eden takip eden bilen bir dostumla buluştum.Nature‘ın blog yazılarını, oradaki makaleleri, bilim alanındaki tüm internet sitelerini okuyan bana da her defasında heyecenla anlatan biri...Uzun uzun anlattı yine...Heyecanla dinledim.Bilim insanları, insan anlayışını değiştirecek olan, insanlar arasındaki farklılıkları ortaya koyan genetik keşfi yapıyorlarmış. İnsanların genetik yapısında dramatik çeşitlilikler keşfetmişler.Tedavi edilemez hastalıklara neyin sebep olduğunun bulabilmek için çok önemli bir buluşmuş bu.Her birimizin, daha önce inanılandan çok daha fazla genetik açıdan farklı olduğumuzu keşfetmişler yani.Sadece her genin iki kopyası, her ebeveynden bir tane yerine birçok kez çoğalıp artan genlere sahipmişiz.Bu “çoklu kopya sayıları” insandan insana farklılık gösteriyormuş.“Bu keşif, insanın fiziksel ve hatta zihinsel çeşitliliğini açıklayabilir” dedi.“Genetik hastalıklarda tedavi bulunuyor artık” diye de ekledi.Sonra da gülerek, “Bir profesör ‘Ben bir bilim travestisiyim’ diye bir yazı yazmış, biri mail atıp göndermiş bana, bul oku... Gen dünyasının buradaki karşılığını gör” dedi.Hemen buldum yazıyı...Prof. Ahmet Rasim bilim kadını, bilim insanı denmesine karşıymış. “Bilim adamı varken böyle küçük oyunlara gerek yok” diyormuş.“Kaç kadın var ki bilim dünyasında!” diyormuş.Ve bir de Pınar Öğünç‘ün yazısından öğrendik ki, “Ya sonra gayler, travestiler, lezbiyenler de ayaklanıp bilim gayi demek isterse” diye korkuyormuş profesör...Bunları ona soran Pınar Öğünç’e de “Bu yazı sizi niye bu kadar kıllandırdı?” demiş.Oksijeni bu kadar bol bir dünyada profesör bu nasıl kadar oksijensiz kalıyor, anlamak zor doğrusu.***Ünal Aysal romantik bir sevgiliG.Saray’ın yeni başkanından umutluyum. Adnan Polat’ın bıraktığı enkazı kısa sürede toparlayacak gibi gözüküyor.Ünal Aysal iş dünyasında güçlü, gerektiğinde elini cebine atabilecek bir figür... Üstelik her maçta “Taraftar çıldırdı, Drogba’yı istiyor” tezahüratını duyduğunda gösterdiği çocuksu tepkiden anladığım kadarıyla başarı konusundaki motivasyonu yüksek... Neyse, bu yönleri sporcuların işi.Dikkatimi çeken bir başka özelliği de şimdiye katıldığı her organizasyona yanına Yunanlı sevgilisi Fadima’yı da alması.Seçimi kazanıp G.Saray Cemiyeti‘ne gidiyor, yanına Fadima... Basket maçına gidiyor, yanında yine Fadima...Artık bir sembol haline gelen Revna-Yıldırım Demirören çifti dışında Aziz Yıldırım‘ın, Adnan Polat‘ın, Sadri Şener‘in yanında eşlerini hiç görmediğim için Aysal’ı çok sempatik buluyorum...Hiç değilse romantik:)***Generalleri içeri atan parti askerden bu kadar oy alır mı?Bugünlerde gazetelerde okuduğum en ilginç şey, Güneydoğu’daki asker sandıklarından AK Parti’nin çıkması...Ama bu ‘heyecan’ımı gören, Güneydoğu’yu da iyi bilen gazeteci arkadaşlarım “Çok normal; astsubay, subay rütbe düzeyi uzun yıllardır AK Partisi yanlısı, mütedeyyin insanlar. Rütbe yükseldikçe AK Parti düşmanlığı başlıyor” diye uyardılar.Meseleye yakından bakınca gördüm ki, gerçekten subay ve astsubay lojmanlarından AK Parti çıkmış Güneydoğu’da.Diyarbakır’da İkinci Taktik Hava Üssü’nde toplam 2814 oydan 2321‘i geçerli, onun da 1158’i AK Parti’ninmiş. 662 CHP, 501 MHP.Ama sadece Diyarbakır’da değil, Güneydoğu’da asker sandıklarından istisnasız AK Parti birinci parti çıkmış.CHP 1999’dan beri asker sandıklarından çıkamıyormuş ve oy oranı sürekli düşüyormuş.Bu arada 15 bin korucunun oy kullandığı sandıkta da AK Parti birinciymiş.“AK Parti generalleri içeri atıyor” diye bilinirken subay ve astsubayların AK Parti’ye oylarını vermesi bence sadece mütedeyyin olmaları ile açıklamanaz. Siz ne dersiniz?Bu askerler AK Parti’ye neden oy veriyor olabilir.