Aile dostumuz Mahmut Özgener’in Futbol Federasyonu başkanlığını bırakacağını öğrendiğimde çok şaşırdım.İçimden “Mahmut bu kadar başarılı olmuşken niye ayrılmak istesin ki, biraz yorulmuştur sadece, kulüpler onu ikna eder nasılsa” diye geçirdiğimi itiraf etmeliyim.Ama VATAN’daki “çarpıcı” analiz ve siyaset yazarlarının yorumları da dikkatimi çekti.Genel manada şu sonuç çıkıyordu:Mahmut’un başkanlığı bırakmasını sağlayan sürecin baş aktörlerinden biri Aziz Yıldırım.Oysa ki, 2.5 yıl boyunca Mahmut’la birlikte federasyonu yönettiği iddia ediliyordu.Peki Aziz Yıldırım, Mahmut’un ayrılmasını niye istedi acaba? Onu tam manasıyla bilemiyorum. Anlam da veremedim açıkçası. Ancak şu kadarını görebiliyorum:Federasyona “Fenerasyon” lakabı takanlar, Mahmut’a “F.Bahçe’nin uşağı” diyenler, en hafif tabirle ayıp etmişler.Durumu anlamak için Mahmut’un yakın çevresiyle konuştum. Çok “duygusal” bir modda olduğunu öğrendim ve Mahmut’un 2.5 yıl içinde en fazla canını acıtan olayları dinledim...Neler mi?1. Sondan başlıyorum. Yıllarca başkanlığını yaptığı Altay’ın küme düşmesi sonucu Ege medyasında çıkan ağır eleştiriler... Oysa çok iyi biliyorum ki, Mahmut son Adana maçını izlerken hop oturup hop kalktı, sinirden TV’yi kıracaktı neredeyse. Sonra da 24 saat bunalıma girdi, kimseyle konuşmadı, o kadar üzüldü. Tabii, bütün başarısızlıkları saha dışı güçlere bağlayan bir spor dünyası için, beklenti Mahmut’un gizli bir elle Altay’ı kümede tutmasıydı.2. Beşiktaş’ın çifte kupa aldığı sezonda, İnönü’deki şampiyonluk töreni sırasında yuhalanması... O gece “17 kulüp Mustafa Denizli ile arkadaşlığım yüzünden Beşiktaş’ı tuttuğuma inanıp bana kızıyor. Beşiktaş da bana Beşiktaş muamelesi yapıyor. Ben nereye geldim?” diye kendi kendine dertlendiğini biliyorum.3. Yine F.Bahçe’nin şampiyonluk töreninde de ıslık yağmuruna tutulması... Hele Aziz Yıldırım’ın bu protestoları durdurmak için hiçbir şey yapmaması aralarındaki ilişkinin gerginliğini göstermesi açısından önemli bir veriydi.4. Bir tane de Adnan Polat anekdotu duydum. G.Saray’ın maaşları ödeyemeyecek duruma geldiği bir dönemde, Polat federasyondan rica-minnet 4 milyon dolar avans almış. Polatparayı tahsil edene kadar çok farklı davrandığı Mahmut’a, tahsilatı yaptığının ertesi günü “Bu adam G.Saray düşmanı. Her konuda önümüzü kesiyor” diyecek kadar ileriye gitmiş.5. Mahmut’un yakın dostlarının sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Mustafa Denizli, Şansal Büyüka, İbrahim Seten gibi isimlerle ilişkilerinin medyanın bir bölümü tarafından speküle edilmesi ve onlarla rahat rahat bir akşam yemeği bile yiyemeyecek hale gelmesi... Ailesi İzmir’deyken, haftanın 4 günü yalnız başına İstanbul’da yaşayan biri için bunaltıcı bir yalnızlık içindeydi.Futbol dünyasındaki ilişkilerin çarpıklığı, insanların kaypaklığı, medyanın sürekli negatifle beslenmesi, aldığı risklerin görmezden gelinip hep arkasında bir bit yeniği aranması, Mahmut’a sanırım “Burası benim dünyam değil” dedirtti. Ve o da bir koltuk için can verecek insanların “güç oyunu” içinde kendini çaresiz hissetti. Eşi Ayşe, çocukları Cem ve Can’ı 2.5 yıl ihmal ettiği için suçluluk duygusu ikiye katlandı. Ve gitti... İnşallah arkasına bakmadan gitmiştir.Çünkü, İzmir’in köklü ailelerinden birinin mensup, zengin, medeni ve hayat ölçüleri taşıyan bir genç adamın Bizans’taki ayak oyunlarına uyum sağlaması zaten zordu. Ne Bizans’taki kötülükleri değiştirebildi, ne de kendini...Ben Mahmut’u çok özleyeceğim...***İlker Başbuğ’un kitabını okudum: Hissettiğim ilk duygu ‘acımak’ oldu!İlker Başbuğ’un kitabını sonunda okudum, bitti. Adı, Terör Örgütlerinin Sonu... Kitabı bitirdiğimde tuhaf bir boşluk oldu içimde.Ne hissettiğimi sezemedim.Bu kitap ne anlatıyordu, niye anlatıyordu, kime anlatıyordu, bilemedim. Eski Genelkurmay Başkanı’nın itirafları denemezdi bu kitaba.Zaten önsözünde de “Yaşanılanların, tanık olunan olayların, sahip olunan bilgilerin paylaşıldığı bir anı kitabı değildir” diyordu Başbuğ...Kitabı okumaya başladığımda akıllı, sağduyulu, konusuna vakıf birinin, Kürt sorununun nasıl çözülebileceğini, aslında meselenin ne olduğunu anlattığı bir sohbeti dinleyeceğimi umuyordum.Kürt sorununun başlangıcından 27 sene sonra, o sorunun çözümü için çalışan ekibin bütün önemli rütbelerinden geçmiş bir askerin yazdığı bir kitaptı bu çünkü... İnsanın büyük bir hayâl kırıklığına uğramasının nedeni de buydu.Çünkü yazdıkları o kadar çocuksu, o kadar geç kalınmış, o kadar tutarsızdı ki... Ama haksızlık etmeyelim.Kürt sorununun tarihini, nereden gelip nereye gittiğini, PKK’yı... Başka kaynaklardan alıntılar yaparak iyi anlatmış.Bu arada bugünlerde “Kürt sorunu yoktur” diyen tek kişi Başbakan değilmiş meğer...İlker Başbuğ da böyle düşünüyormuş.Etnik sorun yokmuş, etnik farklılıklar varmış.Kürtler meğerse gerçekten kardeşimizmiş.İngilizlerin Musul’u bizden almak için ülkede karışıklık yaratıp Şeyh Sait İsyanı’nın çıkmasına ön ayak olması gibi... Kürt kimliğinin gündeme gelmesini de Kürtler değil, kendi çıkarları için Kürt devletinin oluşumunu aslında istemeyen, İngiltere başta, bazı ülkelerin planları sağlamış.Kürtlerle Türkler de hep kullanılmış yani...Aslında aynı elmanın iki yarısıymışız.Nerdeyse aynı dilden... Aynı dinden, aynı ırk ve gelenekten geliyormuşuz.İnsan kitabı bitirince ister istemez soruyor:Bizim ordu bu akılla mı yönetiliyor?Kürt diye bir şey olmadığına, bütün sorunların dış güçler tarafından yaratıldığına mı inanıyor? Binlerce insan, gerçekleri göremeyen bu körlük yüzünden mi ölüyor?Çıkıp bağırası geliyor insanın:- Bırakın nedenleri dışarda aramayı, kendinize bakın, sizin körlüğünüz neden oluyor savaşa!Bir ömür “Kürt yoktur” diye bağırdığınızdan savaş sürüyor, o ömrün tek bir anında “Kürt vardır” deme yürekliliğini gösterebilseydiniz ne insanlar ölürdü, ne de siz başka ülkeleri suçlamak için acınası kitaplar yazmak zorunda kalırdınız.***Kenan Paşa’ya ‘dilhun’ olmak yetebilir mi?Kenan Evren 12 Eylül Darbesi nedeniyle ifadesi alınacağını öğrenince “Bu, beni dilhun etti’ demiş. Bunu yakın çevresine söylemiş ama yayılmış anlaşılan...Dilhun, Farsça, “içi kan ağlamak, kalbi yaralı olmak” demekmiş... Özellikle aşkta istediği karşılığı göremeyenlerin çektiği acıyı anlatmak için kullanılıyormuş.Benim anladığım şu:Kenan Evren küs bize... Onun sorgulanmasını istediğimiz için, hepimize...İstediği, hak ettiğini düşündüğü sevgiyi bizden görmeyince dilhun olmuş...Fakat benim aklıma takılan, ”12 Eylül darbesini yapanlar yargılanacak” sözlerinin başladığı referandum zamanı...Kenan Evren “Öyle bir şey olursa intihar ederim” demişti.Şimdi ifadesi alındı. Dilhun olmuş...Hayat tatlı işte...İntihar etmesin elbette...Ama hayatın kıymetini anlasın, öldürttüğü insanları ve onları sevenleri düşünsün istiyorum.Dilhun olan Evren bugün 94 yaşında.Astırdığı çocuk 17 yaşındaydı.Onu öldürttüğünde hiç “dilhun” olmadı Evren, aksine “Asmayalım da besleyelim mi!” dedi.Doğrusu ya, ne yaşı, ne “yaralı yüreği” bende pek acıma duygusu yaratmıyor.Evren’i gördükçe şafak vakti asılan gençler geliyor çünkü aklıma...Gaddarlık ve vahşet geliyor.Hasan Hüseyin’in dizelerini biraz değiştirerek söylersek:- Kör olasın demiyorum- Kör olma da gör gerçekleri...***İslami evlilik sitesine üye oldum!İnternette bir site ilânı gördüm: gönüldensevenler.com... İslami evlilik sitesi...Hemen üye oldum. “Bu site arkadaşlık ve flört sitesi değildir” cümlesiyle açılıyor site.“Türk halkını internetteki ahlâksız sitelerden ve aldatıcı arkadaşlık sitelerinden kurtarmak amacıyla” diye devam ediyor.32 yaşında, bekâr, dini bütün, evlenmemiş, Antalyalı bir profil çizdim kendime... Daha 1. dakikada mesaj geldi. Ve artmaya başladı hızla...Ben sitede dolaşırken 540‘ı erkek, 783 kişi ‘on-line’dı siteye...Birçok şaşırtıcı soru vardı... Aradığınız özellikler bölümünde “cinsel uyum” seçeneği vardı mesela... “Açık fikirli bir site” diye düşündüm.Sonradan anladım ki... Bu “özgür” ve “açık fikirli” İslami evlilik sitesinin bu şaşırtıcı anlayışı para ile ilgili... Üye olduktan sonra “Altın üye olmak ister misin?” sorusu çıkıyor karşınıza.Tıklarsanız 1 aylık gold üyelik 29 lira, 1 yıllık indirimli 99.90 lira... Toplam üye sayısı 970.041 idi dün...Acaba kaç kişi “altın” üyelikle eş buldu bu “ahlâklı” siteden..
Bizim çok sevdiğimiz bir inancımız var.Çok iyi, çok gelişmiş, çok mükemmel bir toplum olduğumuza inanıyoruz.Bu inancımız da yayın organlarımız tarafından sürekli pekiştiriliyor.Genel olarak söylenen şu:“Biz çok iyi bir milletiz ama ah şu yöneticiler! Her şeyi kötü yapıyorlar. Her işi bozuyorlar. Onlar iyi olsa, bak o zaman gör sen...”Sürekli yönetimler değişiyor.Bazen aynı yönetimlerde kadrolar değişiyor.Ama işler düzelmiyor.Madem bu kadar harika bir toplumuz, niye kendi aramızdan iyi birilerini bulup seçemiyoruz?Biraz da kendimize bakmalıyız bence, kendimizden kuşkulanmalıyız.Hangi hükümet gelirse gelsin değişmeyen “şeyler” vardır ülkemizde.- Liberal, faşist, dinci, sosyal demokrat, komünist, karma ekonomici... Hangi hükümet olursa olsun, biz yere tükürürüz mesela...Hükümetler bunu önleyemez.- Yönetimde kim olursa olsun erkek egemenliğini tehdit edecek her kadın, ‘kötü kadın’ muamelesi görür.- Aile içinde çocuklara söz hakkı tanınmaz, biraz fazla soru soran çocuk azarı işitir, çünkü ‘Çocuklar lafa karışmaz...’- Trafikte kadın-erkek farketmez, herkes at sürer gibi araba kullanır.- Kırmızıda durmaz, park edilmeyecek her yere park eder, yol vermez, kimse kimsenin hakkına riayet etmez.- Eline bir yetki kırıntısı geçiren herkes derhal köy ağası gibi davranmaya başlar. Ona buna bağırır, insanları ezer.- Yiyecek maddeleri en sağlıksız ortamlarda hazırlanır.- İnşaatlar en güvensiz malzemelerle yapılır.- İşçiler en ağır koşullarda çalıştırılır.- Hâlâ dünyanın en zevksiz, en çirkin binaları burada yapılır ve en tuhaf renklere boyanır.- İnsanların olduğu her yer en kısa zamanda çöplük haline döner.- Kadınlar erkeklerden dayak yer.- Erkeklerin büyük çoğunluğu sokaklarda kadınları taciz eder ama kendi karısına bakılırsa adam öldürür.- Üniversiteli çocuklar hangi hükümet olursa olsun gösteri yapamaz.- Yüksek sesle toplum içinde kahkaha atılmaz.- Gerçekler asla söylenmez... En azından bütün gerçekler söylenmez.- Toplumun genel geçer kurallarına uymayanlar sevilmez.- Herkes yalan söyler.- Okumamış okumuş... Fakir zengin... Görmemiş görmüş... Cahil bilgiliymiş gibi yapar.- Ve bu toplumda herkes eleştirilir ama halk asla eleştirilmez.- Halkın “bizim istemediğimiz partiye” oy veren kesimi aşağılanır sadece ve bu karşılıklı yapılır.Bunların hiçbiri hükümet politikalarına bağlı olarak değişmez.Hangi hükümet gelirse gelsin bu gerçekler varlığını sürdürmeye devam eder.Bunların çoğunu yöneticiler istemez, pek çoğunu onlar koymaz.Toplum olarak biz koyarız.Yöneticiler kötü, tamam da...Ya yönetilenler?Biz çok mu matah bir şeyiz yani...***BozKürtler’in mitingiBugün MHP’nin Diyarbakır Mitingi var.Günler öncesinden yayılıp insanı tedirgin eden “Mitingde kanlı eylem olacak” fısıltısı gün yaklaştıkça gürültüye dönüştü. Mitingi provoke etmek amacıyla saldırı planlayan 11 kişi tutuklandı.İnsan ürküyor.Ama karşı bir iddiaya göre de, MHP’nin kaset skandallarıyla azalan itibarını mitingde ‘mağdur’ duruma düşerek tekrar kazanma planı bu... İnsan ‘gerçekten’ neler oluyor, bazen anlayamıyor.Dün Murat Yetkin yazıyordu “Kritik hafta” diye...Seçime 1 hafta kaldı ve herkes elinde ne dosya varsa ortaya dökecekmiş.Siyasi aktörlerin hepsi son kozlarını bu haftaya ayırmışlar.İnsan bunu duyunca daha çok ürküyor bu ülkede. ***Yeni bir kitap aldım: BozKürt...“Ülkücü camianın Kürt evlatları” yazıyor kitabın üzerinde...Zaza ve Kürt kökenli Türk milliyetçilerinin gizli kalmış hikâyeleriymiş. Karakutu yayınlarından... Ahmet Dinç hazırlamış.Annesi-babası Kürt ama lideri Türkeş olan insanların hikâyeleri...Cumhuriyet tarihinde, Kürt isyanlarının mola verdiği zaman, çok partili hayata geçişten itibaren ilk 25 yılmış.Türk milliyetçiliğini savunan bir siyaset ve gençlik hareketine Kürtler’in katılımının en yüksek olduğu dönem de bu zamanmış.Merakla okumaya başladım. Kitabın sorduğu sorular gerçekten ilgi çekici:- Kürtler’de Türk Milliyetçiliği nasıl başladı?- Ziya Gökalp ve Süleyman Nazif iki BozKürt müydü?- Mesut Barzani’nin amcası şeyh Abdüsselam’ı hangi BozKürt astırdı?- Kürtler ve Zazalar neden ‘Ülkücü Hareket’e katıldı?- MHP’deki BozKürtler’in görevleri neydi?- Alparslan Türkeş’e ‘Başbuğ’ sıfatı Güneydoğu’da mı takıldı?Şimdi insan düşünüyor.Bu BozKürtler, Diyarbakır meydanında ne yapacak?***Ajda’ya canımız feda!Yarın akşam Ajda Pekkan’ın Cemil Topuzlu Açıkhava sahnesinde konseri var.Ben gitmek istiyorum.Çünkü Egemen Bağış‘a “Size canımız feda” dedi diye, çok haksızlık ettiler, şık olmayan pek çok şey söylediler hakkında. Oysa ki yapmamız gereken, eğer konu bir şarkıcıyla ilgiliyse sesini ve şarkılarını seviyorsak onun konserine gitmek...Fikirlerini ya da o an içinden geldiği gibi konuşmasını, kendimizi daha akıllı zannederek eleştirmek değil.Başkalarının konuşmalarına bile tahammül edemeyenler, pek eleştirdikleri Tayyip Erdoğan’dan kendilerini gerçekten farklı buluyorlar ya... İnsanın aklı almıyor.Üstelik ‘onlar’ için canı feda olan Ajda’nın hiç olmazsa çoğumuzdan farklı bir yanı var. Çok iyi şarkı söylüyor.Bari buna saygı gösterin!***Oğuz Aral’a bu yapılır mı?Bunu duyduğuma inanamadım.Uluslararası Mizah Festivali kapsamında Tophane Tek Kubbe’de bir Oğuz Aral sergisi açılmıştı mayıs ayında.Serginin olduğu mekânda Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) toplantı yapmış. Bu davette yemek verilmiş.Ve sergi alanı mutfak olarak kullanılmış.Penguen dergisi, mekânın sahibi olan Mimar Sinan Üniversitesi’nin ve sergi salonu müdürünün düşüncesiz davranmasından dolayı çok kızmış.Oğuz Aral’ın oğlu Seyit Ali Aral ise duyduklarında kulaklarına inanamadığını, mekânın sahibi görünen Mimar Sinan Üniversitesi’nin ‘sergiyi bir hafta uzatma’ teklifini de reddettiklerini söylemiş. Yorumsuz... ***‘Artık benim için ölüm de öldü...’Annelerinin ölümünden bir hafta sonra intihar eden dört kardeşi hatırlıyorsunuz, değil mi? Maraş’taki bağ evinde beraber ölümü seçen kardeşler...Tempo dergisinde, dört kardeşin teyzelerinin kızları Sajel Dünya Ağın’ın teyzesini ve kuzenlerini anlattığı mektubunu okudum.Kaç defa okudum, bilmiyorum.Öyle canım yandı ki...Sajel demiş ki:“Artık benim için ölüm de öldü.”Şu kısacık, küçücük, minicik cümleye sığan acıyı, isyanı hangi uzun cümle, hangi büyük laf, hangi roman, hangi film daha iyi anlatır ki...Şu sıralarda “ölümün bile ölü olduğu” bir hayatı yaşadığı anlaşılan Sajel’in mektubundan aynen aktarıyorum:- “Annelerinin acılarıyla yaşamak istemediler, teyzemin olmadığı bir dünyada yaşamayı istemediler.”- “Teyzeme bir gün bile teyze demedim, teyzem dedim.”- “Teyzemin ölümüyle sarsıldık ama kuzenlerimin ölümü dayanılmaz bir acı.”- “Yaşadıkları şehirde iki çocukla İstanbul’dan gelmiş bir kadın olan annelerine söylenenleri içlerine attılar. Baba tarafı ile görüşmediler. Akrabaları yollarını değiştiriyormuş kuzenlerimi görünce.”- “Raden (31) ve Rulin (30) sigara içmezdi. Sajen (27) ve Beraris içerdi.”- “Beraris’in (26) işi gücü gırgırdı. Taklitler yapardı. Karadeniz şivesiyle fıkralar anlatırdı.”- “Sajen, teyzemin bütün özelliklerini almıştı. Mükemmel resim yapardı, çok güzel şiir yazardı.”- “Rulin çekingendi. Gülerken bile başını önüne eğerdi. Matematiği severdi ama hep ressam olmak isterdi.”- “Raden ağırbaşlı, güven veren biriydi. O yanımda olunca güvende olurdum. Elektroniğe yatkındı. İlkokul 5. sınıfta radyo yapmıştı.”- “Teyzemin ilk evliliğinden iki çocuğu var, Seyla ve Berja...”- “Teyzem sülalenin Brigitte Bardot’suydu. Kahkahaları meşhurdu.”
Baharı yaşayamadık. Yazın geldiğini de henüz anlayamıyoruz.Huzursuz bir haziran ayı var dışarıda...Ani sıcaklarla ani fırtınaların sık sık yer değiştirdiği bir mevsimden geçiyoruz.Bazen hırçın, bazen uysal, bazen sessiz yağmurlar yağıyor.Aşka da uygun, öfkeye de, bıkkınlığa da...Boğaziçi’nin sırtlarına yayılmış korulara yuvalanmış erguvanlar, bu sene bir göründü bir kayboldu.Uzaktan bakıldığında koyu pembeden mora doğru yayılan bir renk bulutu gibi dolaşırdı Boğaz’ın tepelerindeki yeşilliğin arasında... Bu sene, sonuna yetiştik ancak.Güneş açtığında mayıs da bitmişti.İki seneye yakın oldu ben twitter‘ı keşfedeli.Twitter... Sosyal paylaşım sitesi...140 harfle canınız ne isterse onu yazıyorsunuz. Kimin canı isterse onlar da bunu okuyor. Sizin canınız kimi çekerse siz de onları okuyorsunuz.Çok eğlenceli...Shaquille O’Neal basketbolu bıraktığını açıklıyor twitter’da. İlk bilen sizsiniz.Demet Akalın Kral TV Ödül Töreni’nde ödül alamadığına çok kızıyor, ilk bilen sizsiniz.Ahmet Hakan, Barlas ailesi ile kavga ediyor, o satırları ilk okuyan sizsiniz.Egemen Bağış hükümete karşı yapılmış bir yoruma ilk cevabı buradan veriyor.Ayşe erkek arkadaşıyla buluşuyor.Ali kızdan ayrılıyor.Hepsi twitter’da...Ama bu eğlence çok kısa... Haziran ayı kadar huzursuz bir yer twitter.Bu seneki erguvan zamanı kadar kısa eğlenceler.Neredeyse her zaman hırçın yağmurlar.Ne aşka, ne öfkeye, ne bıkkınlığa uygun.Twitter, aldırmaz öyle mutlu anlara, esprili 140 harflere...Genelde kavga ister.İki kişi kendi arasında hararetli bile konuşma yapamaz, hemen ipler çevrilir, ring kurulur, taraflar belli olur, hakaretler başlar.Ülkemizde herkes Atatürkçüdür ya... Bazıları daha Atatürkçüdür. Bazıları daha da Atatürkçüdür.Ve en birinci kuvvettir Atatürkçülük alanında twitter...En kanlı kavgalar, en galiz küfürler, en sıradan hakaretler Atatürk’ü çok seven Ak Parti düşmanlarıyla, eğlenmek isteyen, sadece kendi fikrini yazmak isteyen, genel ölçülere aldırmayanlar arasında olur.Siz kavganın ortasında kalmadıysanız eğer, bunların dışında kendi hayatınızla ilgiliyseniz bile ‘Güneş açıyor, son erguvanı gördüm galiba’ diye yazmaya korkarsınız, çünkü sizi de kavgaya girmemekle suçlarlar.Ve en sevdiğim vecize gelir hemen:“Atatürk olmasaydı sen erguvanları zor görürdün.”Bazen içinde olduğunuza çok utanırsınız, “Twitter’ı sevdiğimi hayatımın sırrı olarak saklamalıyım” diye geçirirsiniz içinizden.Bazen de çok seversiniz.Ben twitter’ı seviyorum.Twitter’da yeni tanıştığım, çok hoş dostlarım var.Aklı başında insanlardan çok şey öğreniyorum.Siyah bir tahtanın üstüne, tebeşirle beyaz bir çizgi çekseniz... Bir tavuğun gagasını da beyaz çizginin üzerine bastırsanız...Beyaz çizgiye bakmaya çalışan tavuk şaşılaşıp biraz sonra yorularak bayılır.Twitter’daki içi boş, politik endeksli öfkelere sahip... Eğlenceye, erguvanlara, aşka, arkadaşlığa karşı... Kendisi dışındaki herkesi yanlış ve yasakçı bulan... Kara tahta üzerinde beyaz çizgiye bakan tavuk gibi burnunu dayandığı beyaz çizgi dışında hiçbir şeyi görmeyen... Kendi algısı dışındaki hayatı ısrarla inkar eden insanları anlamıyorum.Twitter’ın beyaz çizgisi de iç politikadaki çekişmeler...Bizler de gelişen dünyanın baygın tavukları gibiyiz twitter’da.Çünkü o beyaz çizginin dışında bir dünya var olduğunu bilmiyor gibiyiz.Üstelik her gün, her saat değişen bir dünya...Twitter’a bakarsanız biz o dünyanın hiçbir yerindeyiz.Gelişmiş dünyanın, en gelişmiş teknolojisinin içinde, o teknolojiyi yaratan dünyayı fark etmeden yaşıyoruz.Hala 1923’ün kavgalarını yapıyoruz.Burnumuz beyaz çizginin üstünde...Twitter’a bayılacağımıza, twitter’da bayılıyoruz.İnsan acıyor twitter’daki o koca dünyayı görmeyip sadece burnunu dayadığı beyaz çizgiyi gören öfkeli tavuklara.*****Seçmen sayısında hile yapıldı mı?CHP’li Bülent Tanla bir soru sordu:“Seçmen sayıları dört yılda 10 milyona yakın nasıl arttı?”Nasıl da vurucu etkisi var sorunun değil mi?CHP şikayetçi olduğuna göre suçlanan AK Parti olmalı...“Ak Parti seçmen sayısını fazlası mı gösteriyor, fazla oy mu kullanacaklar?” türünden endişeler sarıyor insanı.Sonra, bir anlatışta çok hızlı anlayabileceğiniz, hiç karışık olmayan bir cevabı olduğu ortaya çıkıyor bunun...O zaman başka bir endişeye düşüyorsunuz.CHP bu cevabı bilmiyor mu ya da biliyorsa bilmemezlikten gelip oy almak için seçmenin aklını karıştırmayı mı tercih ediyor?Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Ali Em, seçmen sayısının 2007 yılında 42 milyon 571 bin 284, 24 Mart 2009 yerel seçiminde ise 48 milyon 49 bin 446 kişi olduğunu, aradaki farkın 5 milyon 478 bin 162 olduğunu, bunun da adrese dayalı nüfus kayıt sisteminden kaynaklandığını söyledi.Adrese dayalı kayıt sisteminde artık siz gidip kayıt olmak için uğraşmıyorsunuz, 18 yaşını geçtiğiniz an seçmen kaydınız otomatik yapılıyor.22 Temmuz’da hazırlanan seçmen kütükleri beyan esasına göre yapılmış.2008 yılında ise ilgili kanunlarda değişiklik yapılarak adrese dayalı sisteme geçilmiş.2007 ve 2009 yılları arasındaki 5 milyonluk fark bundanmış.2009 yılında 48 milyon 49 bin 444 olan seçmen sayısı 12 Eylül’de yapılan halk oylamasında 49 milyon 495 bin 493 olmuş. Aradaki 1 milyon 446 bin 47‘lik fark 18 aylık artışmış.12 Haziran’da yapılacak seçimde ise 50 milyon 189 bin 930 kayıtlı seçmen oy kullanacakmış.Yurt dışında bulunan da 2 milyon seçmen varmış.Her şey anlaşılır gözüküyor.Ya da belki de değildir.Peki o zaman böyle “Bir karışıklık var” diyenler, bu cevaba niye itiraz etmedi?Benim de aklıma takılan soru bu...*****Şarapla ilgili birkaç tüyo...Şarap, masalarımıza çok sık gelen bir içkidir.Siz içmeseniz bile şarap içilen masalara mutlaka rastlamışsınızdır.Ata içkimiz rakıdan sonra şarap ikinci sıradadır sanırım bizim toplumumuzda.Ama yine de ne şaraptan anlarız, ne hangi kadehte hangi şarap içilir, onu biliriz.O yüzden bu bilgileri veren yazılara rastladım mı hemen okurum öğrenebilmek için.Dün Radikal’de Oğul Türkkan şarap kadehlerini yazmış:-Cabernet Sauvignon, Merlot, Boğazkere, Öküzgözü gibi Bordeaux kökenli aromalı şaraplar düz, ağzı daralmayan, boru gibi...-Pinor Noir, Kalecik Karası gibi aroması narin olan Burgon kökenli şaraplar ise ağzı daralan, çapı ise geniş kadahlerde içilirmiş.-Kadehler çaplarının en geniş olduğu noktaya kadar doldurulur.-Beyaz şarap kadehleri küçük olur.-Kadehte beyaz şarap varken şarap eklenmezmiş. Mutlaka kadeh bitecek.Bu kadar bilgiye güzel bir şarap yakışır doğrusu şimdi...*****Medya artık internetten ibaret!Her yıl Cannes Lions’ta verilen “Yılın medya kişisi” ödülünü bu sene google‘ın CEO’su Eric Schmidt aldı.Bu ödül yaratıcı iletişim sektörünün geleceğini belirleyen kişilere veriliyor.Geçen sene facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’e, bir önceki sene de Microsoft CEO‘su Steve Ballmer’a verilmiş. Yaratıcı iletişim sektörünün geleceğini belirleyenler son üç senedir internet dünyası partonları...Medya artık internet demek, sanırım...Sanırım mı?*****İlginç slogan: Salyangozlar kadar yavaşlaBilmem gördünüz mü?Emaar Türkiye, İstanbul’un dört bir yanına dev pembe salyangozlar yerleştirmiş.Bebek, Nişantaşı, Bağdat Caddesi, Yeşilköy ve Bahçeşehir’de varmış.Ben Bebek Park’a koydukları büyük ve küçük olanları gördüm.Üzerine de düşünmedim, “Bunlar nedir?” diye...“Şu sıralar Bebek Festivali var, bir çeşit süsleme herhalde” diye geçirdim aklımdan.Fakat bambaşka bir amacı varmış.“Yavaş Yaşam” konseptini yerleştirmek içinmiş.1993’te Milano’da başlamış.Pembe salyangozlarla bunu başarabilir miyiz bilmem ama yavaşlayalım.Ben fikri sevdim.
Muhteşem Yüzyıl dizisini seyrediyor musunuz...Ben izliyorum...Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan, Pargalı, Osmanlı halkı...Gelişen dünya, yaşam koşullarını Osmanlı’nın hayal gücünün bile çok ötesinde değiştirmesine rağmen... Ben, diziyi her seyrettiğimde “aslında hiçbir şey değişmemiş” diye düşünüyorum...Bugün yaşadığımız çok şey Osmanlı’da yaşananlara benziyor... Kadın erkek ilişkileri, aile örgüleri, yasaklar, günahlar, yalan, entrika, arkadan vurma... Burdaki halkı hiçbir zaman özgür olmadı ki... Osmanlıdan beri.Dizide bu ne güzel anlatılıyor...Ülkenin, özgürlüğün, aşkın, seksin, hukukun, iyi kalpliliğin, kötü kalpliliğin, paranın, zevkin, acının tek sahibi var, o da hünkar... Bir de hünkarın kulları...O kullardan hünkara yakın olanlara da biraz pay veriliyor.Bugün hünkarlar çoğaldı... Her hünkarın başka ırktan, dinden, mezhepten kulları var.Her grup, ne isterse sadece kendi hünkarı ve kendi grubu için istiyor.Kimse yasaklara, tek adam yönetimine karşı değil...Sadece kendi hünkarı “tek adam” olsun istiyor.Başka hünkarların “tek adam” olmasına karşı.Kendi grubu için istediğini herkes için isteyenler çok az...Kimsenin, bütün insanları kapsayan ilkeleri olan yok sanki.Osmanlı gitti, hünkar gitti güya.Cumhuriyet dönemi başladı.Ne tek adamlık değişti, ne de kullar.Ardından çok partili dönem...Çok parti, çok fikir demek olmadı hiçbir zaman.Düşünce yasakları tüm hızıyla devam etti.Halkın düşünmesi ve örgütlenmesi yasaktı. İktidar bir avuç insana kaldı.Sonra 12 Eylül dönemi...Askeri anayasa sadece düşünceyi değil, “düşünce yasakları var” demeyi bile yasakladı...Sonra Özal geldi...Düşünce ve inanç yasakları kalkmalı dedi...Türkiye dünyaya açılmalı dedi... Kürt sorunu çözülmeli dedi.“Hünkarcılar” Özal’a demediğini bırakmadılar ...Düşüncelerle inançları serbest bırakalım önerisine sahip çıkan pek olmadı.Askeri anayasanın değişmesine en başta sosyal demokratlar karşı çıktı.Gazeteler, bugünün özgür olmadığını söyleyen gazeteleri, o gün Özal’ın özgürlükten yana olan fikrine sahip çıkmıyorlardı.Hukukçular “en güzel yasa askeri yasa” çığlıkları atıyorlardı...Özgürlük lafına bile tahammül edemediler...Şimdi herkes özgürlüklerden bahsediyor...Ama bence hiçkimse kendi dışında birinin özgür olmasını istemiyor bu ülkede...Gerçekten özgür bir ülkede yaşamak isteyenler... Herkesin eşit ve özgür olduğu, “hünkarsız” bir toplum isteyenler hep yalnız, yapayalnız aslında...Ama hep umutlu o insanlar.Zaman özgürlüğün, eşitliğin, barışın lehine çalışıyor çünkü.Gün gelecek burada da herkesin eşit olduğu, kimsenin kulluğu kabul etmediği bir hayat kurulacak.O gün geldiğinde, Muhteşem Yüzyıl gibi bir dizi seyredenler çok şaşacak.“Ne tuhaf bir çağmış” diyecek.Bu yalnızlığımız bitecek birgün...Bu yalnızlıktan ancak kendi irademizle kurtulabilecağiz ama sanırım...Gerçekten özgür olmak mı istiyorsunuz... O zaman adil de olun...Adil olmayan bir ulus özgür de olamıyor çünkü...*****Şenlik ZamanıBugün İstanbulda iki tane şenlik başlıyor...Biri 3-5 Haziran arası birkaç yıldır artık geleneksel olan Bebek şenliği.Bebek parkında...Konserler, alışveriş çadırları, gün boyu farklı etkinlikler...Her sene bir öneki seneye göre çok daha güzel ama çok daha kalabalık oluyor..Açıkcası kalabalık olması şenliğin tadını kaçırmıyor değil...Bebeklilerin bundan şikayetçi olduğunu biliyorum...‘Keşke kendi aramızda kalsaydı bu şenlik’ diyorlar...Bebekliler derneği bu işi çözmeli...Bugün 18.00’de başlıyor şenlik.Bahar Korçan, Gamze Saraçoğlu,İdil Tarzi, Tuvana Büyükçınar ve simay Bülbül’ün koleksiyonları fiyatlarının altında satılacakmış.Çocuklar için gün boyu atölyeler hobi ve oyun alanları var.Deniz kenarı yemek bölümü oluyor...Merak ediyorum, her sene olan içki bu sene olacak mı acaba?Bir diğer şenlik de Beyoğlu’nda...Paranın geçmediği bir takas pazarı kurulacak Cumartesi günü.Saat 13.00 18.00 arası...Tel sokak numara 20 teras katında...Bugün kullanmadığınız temiz kıyafet ve eşyalarınızı sökükleri dikilmiş ama özellikle ütüsüz bir halde Sosyalist Feminist Kolektifin Beyoğlu’ndaki yerine bırakıyorsunuz, cumartesi günü de gidip askılardan istediklerinizi alıyorsunuz. Ütüsüz vurgusuna bayıldım...Kadınların ev içinde harcadıkları karşılıksız emeğin önemli kısmını ütü aldığı düşünülerek böyle isteniyormuş.Gerçekten feminist bir grubun organizasyonu bu olsa gerek... *****Muzır kurulu ‘muzur’ bile değilDün gazetelerde vardı.Muzır Kurulu bu sefer de iki derginin içeriğine sınırlandırma getirmek istiyormuş...Yine çocuklar için tabii ki!Mizah dergsi Hakakiri‘nin içindeki bazı karikatür çizim ve resimler... Kent kültürü dergsi Size‘ın içindeki bazı fotoğraflar 18 yaşından küçükler üzerinde mızır tesiri yapacak nitelikteymiş...Kurul dergileri zararlı bulmuş...İnsanın bu haberi okuyunca tuhaf bir susma hali geliyor üzerine sanki...Küfür etme isteği ve tiksinerek acıma öyle bir iç içe geçiyor ki... susuyor insan... Aklın, her türlü bakış açısında bile anlamakta yetersiz kaldığı bir karar çünkü bu.Bir kurul -kim olduklarını, fotoğraflarını google’a girip bakmanızı öneririm- çocukları sanattan korumaya karar vermiş...Daha önce de Burroughs ve Palahniuk‘un kitaplarını muzır bulan kurul,şimdi de iki dergiden koruyacak çocukları...Çünkü ‘öyle sevişir gibi sanat olmaz’ diye düşünüyorlarmış...Size dergisinin içinde, iki kadın sevişir gibi bir fotoğraf varmış,bu karar o yüzden çıkmış...Yetkililerde kurulu arayınca bu cevabı almışlar ‘öyle sevişir gibi sanat olmaz’...Bunu okuyunca yine bir susma hali geldi değil mi?Sizce bu sessizliğimiz sesi duyuluyor mudur bir yerlerden?Duyuluyordur... duyuluyordur...Ben mesela şu an susuyoum tıpkı tarif ettiğim o duyguyla...Neler dediğimi duyduğunuza eminim...*****Bugün milli maç varBu akşam milli maç var. 2012 Avrupa Şampiyonası elemeleri A grubunun 6. maçını oynayacak Milli takım Belçika karşısında. Gerçekten çok önemli ve kritik bir maç. Grup ikinciliği açısından biz daha avantajlıyız. Beraberlik de bize yetiyor ama Belçika mutlaka kazanmak zorunda. Türkiye Belçika ve Avusturya’ya yenilmediği takdirde gruptaki 2.’liği kesin aslında. Ama bence bu milli takım kadar federasyon başkanı Mahmut Özgener’in ve Milli Takım teknik direktörü Hidding’in de sınavı... . Neden mi öyle düşünüyorum...Bilmem...
Geçen pazar akşamı televizyonda hararetli bir futbol tartışması dikkatimi çekti.A.Gücü Başkanı Ahmet Gökçek, F.Bahçe Kaptanı Emre Belözoğlu’nun F.Bahçe-A.Gücü maçı öncesi kendi oyuncularından Kağan’a “mesajlı motivasyon” yaptığını öne sürdü.Elinde de Emre’nin değil ama Emre’nin arkadaşı olan bir menajerin yolladığı bbm mesajları vardı.Onun iddiasına göre Emre, A.Güçlü Kaan’dan maçta kendilerini fazla sıkmamasını istiyor, karşılığında da onu F.Bahçe’ye alacağını ima ediyordu.İngiltere’de yaşansa çok ciddiye alınacak, üzerine soruşturma açılacak, belki de F.Bahçe’nin şampiyonluğunu “şüpheli” hale getirecek iddialar bunlar...Ancak “Kişisel fikrin nedir? F.Bahçe haketmeden mi şampiyon oldu?” diye bana sorarsanız... Ben bunlara itibar etmiyorum. Birkaç sebepten ötürü:1. Madem bu mesajlar ortadaydı ve bu kadar önemliydi, niye 15 gün sonra ortaya çıkarıldı?2. Ortada Emre’nin Kaan’a direkt olarak yolladığı bir mesaj yok, dolayısıyla Emre bu konunun dışında kalıyor teknik olarak.3. Emre’nin bir gece TV’ye bağlanıp, bu iddiaları dillendiren AKP Trabzon milletvekiline aslında kaba ama çok içten bir öfkeyle neler söylediğini izledim. O savunma Emre’nin bu işlerle alâkası olmadığı izlenimini uyandırdı bende.4. Bilenlere sordum, eğer şikeli bir maç ayarlanmaya çalışılsa, yöntem kesinlikle bu olamazmış.Ama yine de insanın aklına kocaman bir “ama...” geliyor.Haklısınız...Fakat bizim futbol dünyamız çok yaratıcı değil.F.Bahçe Başkanı Aziz Yıldırım geçen sezon son maçta şampiyonluğu Bursa’ya kaptırdıktan sonra, 19 Mayıs 2010’da düzenlediği basın toplantısında bakın neler söylemişti:“...Bugün başka kulüpte olanlar veya F.Bahçe’den ayrılanlar şimdi F.Bahçe düşmanlığı yapıyor. Rüştü, bize karşı oynayacak Kasımpaşalılar’ı arıyor. “Hadi sizi göreyim” diyor. A.Gücü’ne mesaj atıyor. Ben de kendisine haber gönderdim: “İnşallah Bursa’da iyi oynarsın” diye. Kaleciler hata yaptılar. Peki ya Rüştü ne yaptı? Çıksın, söylesin. Ben bu şahısları aramadım desin. Beşiktaş kalecisinin bu adamlarla ne işi var? O zaman Bursa’da yediği gol bana şaibeli geliyor. Ağzımdan kötü şeyler çıksın istemiyorum. Bana düşman olabilirsiniz ama F.Bahçe’ye olamazsınız...”Yani Aziz Yıldırım, bir yıl önce kaçan şampiyonluğun acısıyla Beşiktaşlı Rüştü’ye, bugün A.Güçlüler’in F.Bahçeli Emre’ye yaptığının aynısını yapmış.Günlerce bu mevzu konuşulmuştu, gündem böyle olduğu için de Bursa’nın şampiyonluğu resmen güme gitmişti.Bugün de F.Bahçe’ye aynısı yapılıyor.Dün Rüştü yanlış konuşmalar yapmıştı, bugün de Emre’nin arkadaşları yapmış...Aziz Yıldırım’ın Rüştü’ye yaptığı olmasa bugün Emre’yi koruma hakkı olurdu aslında... Ama şimdi kesinlikle yok...Ne dersiniz?***İki romancı ile ilgili ‘harika’ bir dedikoduDün Eyüp Can’ın yazısında harika bir dedikodu okudum.Edebiyat dünyasında yaşanan bir kavganın perde arkası...Geçenlerde Hilmi Yavuz’un ‘İslam düşmanı’ diyerek başlattığı tartışma sonucu ülkemizden ‘kovulan’ Nobelli yazar Naipaul ile diğer bir romancı Paul Theroux arasında...Çok yakın iki arkadaş olan, 30 yıl yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen Naipaul ve Theroux, 15 yıldır kavga ediyorlar, birbirleriyle konuşmuyorlar.Nedeni neymiş biliyor musunuz?Naipaul, Theroux’nun karısıyla ilişki yaşadığından şüphelenmiş, önce karısından boşanmış, ardından da Theroux’yu hayatından çıkarmış.Naipaul’un bu paranoyakça tavrına çok sinirlenen Theroux da Naipaul’ün tüm karanlık yanlarını anlattığı bir kitap yazmış. Naipaul’ün ne kadar ırkçı bir adam olduğunu anlatmış.Naipaul de Theroux için ‘çok sıkıcı bir yazar’ demiş.15 yıl süren bu kavga geçtiğimiz pazar bitmiş.Hay Festivali’ne davetli iki yazar pazar günü karşılaşmış.Theroux uzaktan Naipaul’ü görmüş, yanına gitmiş ve “Seni çok özledim” demiş.Naipaul de “Ben de seni çok özledim” karşılığını vermiş.Küçücük bir cümle yıllardır süren kocaman bir öfkeyi bitirmiş.Küçük ve sıradan cümlelerin gücü...Bunu hiç düşündünüz mü?Hayatımızı belirleyen o cümlelerdir... Büyük olan cümleler ise genellikle yalan olanlardır.Ama bir de şu hikâye var ki...Dali, karısı Gala ve İspanyol yönetmen Bunuel arasında geçen...Bunuel bir gün yürüyüş yaptıkları sırada çocukluk arkadaşı Dali’ye “İri kalçalı kadınları sevmem” demiş.Dostluk bu tek cümleyle bitmiş.Çünkü Dali’nin deli gibi aşık olduğu kadın Gala, iri kalçalıymış.Yıllar sonra yaşlandıklarında Bunuel, Dali’ye mesaj göndermiş, “İkimiz de çok yaşlandık, son bir şampanya içelim.”Dali’den cevap: “Ben artık şampanya içmiyorum.”Büyük adamların da ‘küçük hayatları’ var.Bize benziyorlar o hayatların içinde.Bizim gibi bazen sıradan cümleler, bazen büyük cümleler kurup hayatlarını şekillendiriyorlar. Çocuk gibi küsüp, çocuk gibi kızıyorlar.Bizim gibi...Ama sonra gidip kitaplarını yazıyor, resimlerini yapıyor, filmlerini çekiyorlar.Ve bizimle olan benzerlikleri tamamen bitiyor.***İstancool niye bu kadar cool*?Bir İstancool daha bitti.Ama kime söylesem, bilmiyor İstancool’u...Sadece belirli kişilere mi duyuruluyor bu kültür festivali, yoksa insanlar mı kültüre karşı! Bilemedim.Gerçi bu sene henüz ikincisi yapıldı ama kesinlikle bunu duyurmak için de büyük çaba sarfedilmedi.Festivalin kurucusu Alphan Eşeli ve eşi Demet Müftüoğlu Eşeli...Neden bunu duyurmak istemiyorlar, anlamadım.Neydi bu İstancool?Üç gün süren bir kültür festivali.Dünyanın ünlü sanatçıları, bu sene Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye alan Kirsten Dunst, Atilla Dorsay’ın yönettiği ve Nurgül Yeşilçay’ın da katıldığı panelde konuştu.Ünlü yönetmen Terry Gilliam ile iki söyleşi yapıldı.Oyunculuğu ve tarzı ile her zaman ilgiyle takip ettiğim Tilda Swinton, ki bu festivale gelmesi çok etkileyici, oyuncu Serra Yılmaz onunla bir söyleşi yaptı.Ve daha birçok etkinlik ve parti vardı festival kapsamında...Ama aklıma takılıyor, neden İstancool bu kadar ‘cool’ olmak zorunda?Duyurulmayan bir kültür festivali, sadece belirli bir zümreye ait bir festival bana çok da ‘kültürlü’ gelmiyor doğrusu...***Belgesel FesTiVali BaşladıFransız Kültür Merkezi’nde 5 Haziran’a kadar dünyanın en iyi belgesellerinin gösterildiği Documentarist var.40’ı aşkın ülkeden 80 film gösterilecekmiş.Festivallerden başımızı kaldıramıyoruz...Bu saçma bir şikayet olurdu tabii ama insan gerçekten hangisine zaman ayıracağını şaşırıyor bazen.Eşe dosta sordum, “Şu 5’ini mutlaka gör” dediler.Aklınızda bulunsun, belki zamanınız vardır...- Katka- Benim Tatlı Kanaryam- Kapitalizm, Geliştirilmiş Formül- Kabilenin Sırları- 12 Kızgın Lübnanlı
Kaybedenler Kulübü’nün yönetmeni Tolga Örnek, Vogue Dergisi Mayıs sayısında, “yüzleşme” sayfalarına annesine olan düşkünlüğünü anlatmış.Anneler Günü sayısı nedeniyle, sanırım ‘ana kuzusu’ olmasıyla yüzleşmesini istemişler.Yazısından etkilendim. Çünkü, içinden geldiği gibi, az rastlanacak bir açıklıkla anlatmış annesini.Sevil Örnek denince ilk aklıma gelen kişi, eşi... Darbe günlüklerinin yazarı olduğu söylenen Deniz Kuvvetleri eski komutanı Oramiral Özden Örnek.Böyle zor bir hikâyede bu denli bir açıklık beni gerçekten etkiledi. Tolga Örnek’in yazısını okumakta geç kalmışım aslında ama okuduğum yazıyı sevince zamanın geçmesine aldırış etmesem de olabilir gibi geldi doğrusu.Sevil Örnek beklenilmeyeni yapmasıyla ünlüymüş. Bir asker eşi olarak, katı kuralların çevrelediği bir hayatta tam olarak ne yaptı, merak ettim.Sıkılmış, bunalmış, zorlanmış olmalı...Ya da Sevil Hanım’ın bu enerjisi yüzünden, Özden Örnek hayli sıkılmış, bunalmış, zorlanmış olmalı. İşte Tolga Örnek’in anlattığı, benim de çok eğlenerek okuduğum Sevil Örnek:* “1996 yılında Amerika’dan, iki yıldır gelmediğim Türkiye’ye dönüyordum. Uçakta yorgunluktan uyuyakalmıştım ki hostesin sesiyle uyandım: ‘Tolga Bey annenizden mektup var.’ Üzerinde annemin el yazısının olduğu zarfı açtım, ‘Uçağın kapısı açıldığında seni orada bekliyor olacağım’ yazıyordu.”* “2001 yılında Nemrut Belgeseli çekeceğiz. Ekiple beraber Adıyaman’a gitmeden son kontrolleri yapıyoruz, herkese talimatlar veriyorum, yönetmen gibi davranıyorum yani. O sırada kapı açılıyor, annem giriyor ofise. Herkese yolluklar hazırlamış. ‘Hepinize kolay gelsin, oğlumu üzeni gebertirim’ diyor. Beni öpüp çıkıyor.”* “2008’de Devrim Arabaları için okuma provası yapıyoruz oyuncularla. Kapı açılıyor, annem elinde çilekli pasta ile içeri giriyor.”* “Yıl 2005... Babam emekli oluyor, Deniz Kuvvetleri’nde veda konuşması yapıyor. Çok duygusal bir konuşma. Annem önde protokolde oturuyor. Konuşma bitiyor. O ağır protokol içinde annemin ne yapacağını tedirginlikle bekliyorum. Babam sahnenin yanındaki merdivenlere yöneliyor, annem yerinden fırlayarak babama koşuyor, ona sarılarak yanaklarından öpmeye başlıyor. İlk kez bir eş böyle davranıyor devir-teslim töreninde.”Bunları okuyunca “Keşke Tolga Örnek, Vogue’un Haziran sayısında da babasını yazsa” diye içinden geçirmiyor değil insan...Biz, herkesi toplumsal rolleriyle tanıyoruz. O rollerin ardında saklı olan ‘insanı’ pek sıklıkla göremiyoruz. Belki bu ülkede ‘rolleri’ azaltıp, ‘insanları’ çoğaltmak pek çok derdimizi çözer. Roller katı ve soğuktur çünkü, insanlar ise esnek ve sıcak.*****Kısakürek’i hatırlayalımNecip Fazıl Kısakürek’in geçen hafta ölümünün 28’inci, doğumunun 107’nci yılıydı. 25 Mayıs 1904’te doğmuş, 25 Mayıs 1983’te vefat etmiş.TRT’de Cuma akşamı Necip Fazıl Kısakürek ile ilgili hazırlanmış bir belgesel izledim.Şairlerin hayatlarına hiç ilgi duymadığımızı farkettim izlerken.Şiir ki; hayatı, acıyı, özlemi, aşkı, ayrılığı, insanı en iyi anlatan dildir ülkemizde, gerçekten çok iyi şairler geçmiştir bu topraklardan ama yine de onları merak etmeyiz.n Necip Fazıl, babası annesini boşadığında 13 yaşındaymış. n Babası ona kadınlarla ilgili şunu söylemiş annesinden boşanmadan hemen önce: “Sen henüz kadınlık sırlarından anlayacak yaşta değilsin. Bak şimdi eve gidiyoruz. Göreceksin, kapıyı açacak. Taşlıkta kenara çekilmiş bizi bekliyordur. İşte bu hal, kadınlık sırrına ters. Erkeğine bunca mahkumluk gösteren kadında, cazibe diye birşey kalmaz.”1917 yılı için ne umulmadık bir tespit değil mi Necip Fazıl’ın babasınınki...n 24 yaşında yazmış “Kaldırımlar” şiirini Necip Fazıl.n Şair olarak akıllara yerleştiği yaş, babasının tespitleri kadar çarpıcı...n 37 yaşında kendisiyle yapılan bir röportajda “Kimse beni beğendiğim taraflarımla benim kadar beğenemez, beğenmediğim taraflarımla da benim kadar çekiştirip paylayamaz” demiş.n Hayatı boyunca insanın iç alemini merak eden şair, dinci şair, kimilerince sağcı şair olarak anılmış. Hakkında birçok şey yazılmış kitaplarda, internette, orada burada...Siz siz olun, şairlerin hayatını merak edin.“Onlara ne denmiş?”e değil de, onlar ne demiş, ona bakın...SERSERİ...“Yeryüzünde yalnız benim serseri, Yeryüzünde yalnız ben derbederim. Herkesin dünyada varsa bir yeri, Ben de bütün dünya benimdir derim. Yıllara gezdirdim hoyrat başımı. Aradım bir ömür, arkadaşımı.Dikecek yok mezar taşımı,Halime ben bile hayret ederim. Gönlüm ne dertlidir, ne de bahtiyar. Ne kendisine yar, ne de kimseye yar, Bir rüya uğrunda ben diyar diyar, Gölgemin peşinde yürür giderim...”*****Hrant 18 duruşmadır hâlâ yerde yatıyor...Bugün, Hrant Dink davasının 18’inci duruşması var.Hrant’ın Arkadaşları İnisiyatifi, gazetelere ilanlar vermişti yine...“Bizim acımız, bizim tanıklığımız, bizim öfkemiz taptaze, aynı yerde yatıyor!” diye başlayan...Konuyla hiç ilginiz yoksa bile ilk satırdan şunu hemen anlıyorsunuz:Bu davada 17 duruşmadır hiçbir ilerleme olmamış.Demişler ki:“Sokaklarda gelecek vaatleriyle dolaşan seçim arabalarından Hrant’ın katillerine gözdağı verecek ters ses duyamasak da, Muammer Güler gibiler yargılansın diye beklerken iktidar onu milletvekili adayı yapsa da, kanlımız mı zanlımız mı zamanın gün ışığına çıkaracağı karanlık isimlerin yönettiği bu ülkede... Bu davanın tanığı, takipçisi bizler yine aynı yerde olacağız...”Benim hâlâ umudum var.Keşke bu cümle bir şarkı sözü olmaktan çıksa artık bu ülkede...*****Neval’i döven dolmuş şoförü artık trafiğe çıkamayacak...Sonunda içimi rahatlatan haber geldi.Neval‘i güpegündüz İstanbul’un ortasında saçlarından tutup yerlerde sürükleyen 34 TZA 68 plakalı araç sürücüsü, Taksim-Kocamustafapaşa hattında çalışan dolmuş şoförü İbrahim Öztürk‘ün lisansı İstanbul Şoförler Esnaf Odası‘na yapılan şikayetler ve Valilik’çe yapılan uyarılar sonucu iptal edildi.Tabii ki amaç insanları işsiz bırakmak ya da acımasız olmak değil. Ama İbrahim Öztürk’ün öfke kontrolü problemi olduğu çok açık...Böyle bir canlı bombanın trafikte olması hepimiz için çok sakıncalıydı, o yüzden hepimizin hak ettiği şekilde sonuçlanmasına çok sevindim.Bu arada bu haberi yazdığım günden beri sayısız mail geldi. Pek çok kadın benzer şeyler yaşamış trafikte...Dolmuş şoförü, taksi şoförü, otobüs şoförüyle.Trafikte kadına şiddet hikayesi çok fazla...Şoförler Esnaf Odası Başkanı Cem Sert’e soruyorum:* Sürücü Değerlendirme Merkezi olarak kurduğunuz bölümde, psikoteknik analizler nasıl yapılıyor?* Bu kadar saldırgan insanlar nasıl bu kadar kolay şoför oluyor? * Değerlendirmeleri yapan psikologlar kimler?* Yollar neden öfkeli şöförlerle dolu?Bu konuya devam edeceğim hanımlar. Şikayetlerinizi bana yazabilirsiniz.*****Fatih Terim gerçekten değişmiş...Dün G.Saray’ın genç yöneticisi Ali Gürsoy’a rastladım. Yanında Ayhan Akbin de vardı.Daha önceki sohbetlerimizden birinde, Fatih Terim’in G.Saray’a üçüncü kez gelmesinin G.Saray vizyonu açısından çok iyi bir imaj oluşturmadığını söylemiştim onlara... “Doğru olur mu olmaz mı?” başlıklı bir beyin fırtınası yapmıştık kendi aramızda...O yüzden Ali beni görür görmez başladı anlatmaya:* “Hocayla evinde başbaşa konuşma fırsatı buldum. Anlattıkları bizim kendi aramızda konuştuklarımızın aynısı... Ben Fatih Hoca’yı daha önce bu kadar vizyoner görmemiştim. Ben G.Saray için ne istiyorsam, o da aynısını istiyor.”* “Mesela artık G.Saray’a yakışmayacak hiç bir transfer olmayacak.”* “Kadrodaki vasat oyuncular temizlenecek. İddia taşımayan hiç kimse Florya’da barınamayacak.”* “Hoca özeleştisini de yapıyor, ‘2002’de hata yaptım’ diyor. Hırsını ve özgüvenini görünce ben çok heyecanlandım ve mutlu oldum.”Ali bunları anlatırken gerçekten heyecanlıydı, çünkü Ali’nin G.Saray için sahip olduğu vizyonu ve hayalleri biliyorum.Ali’yi bu kadar heyecanlandıran bir Fatih Terim beni de heyecanlandırır doğrusu...Şimdi geriye bekleyip görmek kaldı.
Uzun zamandır, “İnsanlar niye anlaşamaz?” diye düşünüp duruyorum...Bu öyle bir soru ki... Her defasındabaşka bir cevap buluyorsunuz ve o cevabınbulduğunuz bütün cevaplar arasında endoğrusu olduğunu düşünüyorsunuz.Sonra başka bir cevap buluyorsunuz.Ama bütün bulduğunuz cevaplara rağmen soruolduğu gibi duruyor: İnsanlar niye anlaşamaz...Tabii, buna bağlı olarak “İnsanlar niyeanlaşır?” sorusunu da soruyorsunuz kendinize.Aklınıza bu da takılıyor...Bu sorunun da her defasında heyecanlaikna olacağınız pek çok yeni cevabı geliyoraklınıza. Yasemin Çongar’ın cumartesi günleri kitapları anlattığı Ex Libres köşesini büyük bir zevkle okuyan biri olarak dün de o köşedekendi soruma yeni soru ekleyecek bir cevap buldum...“Yalnız bir kadının mektuplarını okuyorum” diye başlıyor yazı... “Vücuduna kimsenin dokunmadığı bir kadının mektupları..”Eudora Welty...“Aptal İncir Ağacı”nı okumuştum... “Gündelik yaşamı ne güzel anlatmış” demiştim okuduğumda... “Amerika’nın güneyinin çıkardığı en güçlü yazarlardan” diyor Yasemin Çongar onun için... İşte bu kadın yazar yarım asırdan fazla bir adamla mektuplaşıyor...O da yazar... William Maxwell.400’e yakın mektup şimdi kitap haline gelmiş, “Söylenecek ne varsa söyledik” kitabın adı... Bu mektuplar aşk mektupları değil...Bu mektuplar arkadaşlık mektupları...Yasemin sormuş “Böyle bir arkadaşlık nasıl olabiliyor?” diye.Eudora 90 yaşına kadar yalnız yaşıyor...Maxwell evli ve iki kızı var...Tanıştıklarında ikisi de otuz yaşlarının başında, birer romanları çıkmış, edebiyat dünyasına tam da istedikleri gibi giriş yapabilmiş iki genç yazar... Ölünceye kadar arkadaşlık yapıyorlar ve mektuplaşıyorlar... Onlar iki yazar...Hatta Maxwell için yazarları baştan yaratan yazar deniyor. O dönemin en önemli edebiyat editörlerinden... Aralarında bir yazar editör ilişkisi de var...Yazı onları bağlayan en güçlü bağ...Ama yine de Yasemin soruyor “Vücuduna hiç dokunmamış ve dokunmayacak olan bir erkekle nasıl bu kadar yakınlaşabildi? Kelimelerin kardeşliğiyle yetinmeyi kimden öğrendi? Niye nicemiz gibi kibri ölçüsünde kırılgan, kesinliği ölçüsünde kıskanç hükümler vermedi hiç? Kimse onu benim kadar iyi anlayamaz dememe dirayetini nasıl gösterebildi? Kimse onu benim kadar çok sevemez diye kendini kandırmama kudretini nereden buldu? Sahip olmama özgürlüğüne nasıl kavuştu bu kadın?”Bu iki insanı bu denli “yakın” yapan şey nedir gerçekten? Bir türlü söylenemeyen ve yaşanamayan, yaşanamadığı için de hiç eskimeyen gizli bir aşk mı?Aynı şeyi, mesela yazıyı büyük bir tutkuyla sevmek mi? O tutkuyu paylaşabilmek mi?Peki, bu iki insanı bu kadar yakın kılan, onların böylesine iyi anlaşmasını sağlayan özellikler aynı zamanda insanların anlaşamamalarının da nedeni olabilir mi?Yazıyı aynı tutkuyla seven iki yazarın kıskançlık yüzünden anlaşamamaları da mümkün değil mi? Gizli bir aşk yüzünden, bu aşkı fark etmeyene öfke de birikmez mi?Aynı nedenlerle anlaşmak da, anlaşamamak da mümkün galiba. O zaman tekrar başa dönüyoruz. İnsanlar niye anlaşamaz?Ya da... İnsanlar niye anlaşır?***Milli Eğitim, cuntadan hâlâ korkuyorCuma günü 27 Mayıs’tı...İlk askeri darbenin 61. yılı...Söylenebilecek ne varsa yazıldı galiba ama ben bu hikâyeye bayılıyorum:Duymuşsunuzdur belki...8. sınıf Inkilâp Tarihi Ve Atatürkçülükkitaplarında, geçen sene çok tartışılan bölümler olmuştu.Bunlardan biri de darbeler bölümüydü...Tek tek bütün darbeler anlatılıyordu. 27 Mayıs darbesine ilişkin şunlar söyleniyordu:“1950’lerin ikinci yarısından itibarenyabancı kredilerin azalması ve tarımda verimsiz bir dönemin başlamasıyla artan muhalefetkarşısında Demokrat Parti hükümeti,muhalefeti etkisiz hale getirmeye çalıştı. Vatan Cephesi ve demokratikhakları kısıtlayan soruşturma komisyonlarının çalışmaları, gerginliği artırdı.Artan ekonomik ve siyasi sıkıntılar 27Mayıs 1960 tarihinde askeri müdahaleye yol açtı. Temmuz 1961’de yürürlüğe giren 1961 Anayasası ile parlamento açılarak Türkiye, demokratik hayatına devam etti.”Kullanılan dilden, darbeleri haketmişiz gibi bir anlam çıktığı için tepkiler büyüktü...Milli Eğitim Bakanlığı, darbe tehdidi altında bulunan bir hükümetin Milli Eğitim Bakanlığı,o kitabı nasıl onaylamış, nasıl basmıştı?Onları kimler yazmıştı?Şimdi yeni kitapta, “1961 Anayasası ileyeni bir döneme giren o yıllardaki Türkiye’de, politikacıların siyasi, sosyal ve ekonomik sıkıntılara çözüm getirmeyen çekişmeleri, toplumsal gerginliği artırdı. Bu gerginlik işçi sendikaları ve siyasi partilerin gençlikteşkilatlarına yansıyınca ülkede şiddet eylemleri başladı. Tüm bu gelişmeler Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) 1971’de ülkedeki çatışma ortamına son vermek için hükümete bir muhtıra vermesine yol açtı” ifadeleri yok...Merak ediyorum, bir bu ülkede çocukları darbeleri anlatmak için okul kitaplarına şu tür cümleler de yazılacak mı:“Askeri darbeler, bir ordunun kendi halkına ihanet etmesidir. Ordu ve toplum için en büyük utançtır.”***Oprah neden böyle benzersiz?Amerika’da ve dünyada yayınlanan, 25 yıldır devam eden show bitti...Oprah Winfrey Show...Ocak ayında kendi kanalını kuran ve geçtiğimiz gün 25 yıllık showunu bitirip artık kendi kanalı için çalışacak Oprah Winfrey’in, bence başardığı enbüyük şey, beni en etkileyen başarısı kendiekonomisini yaratabilmesi...Amerika’da birşeyin satılmasını, başarıya ulaşmasını istiyorsanız Oprah’ın onu sevmesi yeterli...Programından ‘Bu iyidir’ dediği herşeyin satışı en az %50 artıyor... Özellikle televizyonda tanıttığı, ‘Oprah List’e aldığı kitaplar, Amerika’da inanılmaz satışlara ulaşır...2002 yılından beri 1 milyondan fazla kitapsatılmış, Oprah’ın “Okuyun” dediği.Obama’ya desteği, 1 milyon oy kazandırmış...Microsoft’un oyun konsolu Kinect’i tanıtmış,satışlar %42 artmış...Sprinkles kekleri tavsiye etmiş, satışları %50artmış, günde 1500 adet satış olmuş.Bu, bir insanın showunun çok başarılıolmasından, onun çok sevilmesinden, iyi işleryapmasından çok daha farklı bir durum...Her başarılı, sevilen, ünlü insanınbaşaramayacağı bir şey...Nedir buradaki sır acaba?Bu kadar güvenilir olmak...Beğenilerinin kalabalıklar tarafındantereddütsüz kabul görmesi...İnsanların seni severek beğenmesi...Chicago Union Center Stadyumu’ndaOprah’nın veda gecesinin düzenlenmesi içinChicago Bulls basketbol takımı, maçlarının gününü değiştirmiş...Sanırım Oprah Winfrey samimiyeti ve gerçekliği çok az insanda bulunan bir özellik.O yüzden de o samimiyeti nerede görse tanıyor insanlar...***Hop dedik...Ömür Gedik’in meşhur albümünüdinledim sonunda.Albümün isminin ‘Hop Dedik Orda Kal’ olmasının beni ürkütmediğini söylesem yalan olur... İnsanın çok da gerçek bir sesle karşılaşacakmış hissini bırakmayan bir isim nedense... Albümden kazanılan para hayvanlar için kullanılacakmış galiba ama albüm kapağındabunu anlatan tek satır yok... Eğer plan gerçekten buysa, yanlış bir albüm kapağı olmuş bu...Ama dinlediğimde ‘berbat’ denilecek bir sesle karşılaşmadım ben.Neden bu denli negatif bir eleştiri yapıldı... Onu da çözemedim...Hatta ben Ömür Gedik’i cesur buldum.Ahmet Hakan da aynı şeyi yazmış...İnsanın kendi alanı dışında, özellikle de sanat alanında yeni bir şey üretmesi heranlamda cesarettir...Ve bu önemli birşeydir...Ama sanırım burada soru şu:Cahil cesareti mi bu? Yoksa savaşta bile işinize yarayacak hakiki bir cesaret mi?***Nuri Bilge CeylanBazen tek bir satır, kocaman bir hikâyeyi anlatır... Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde ‘Jüri Büyük Ödülü’ kazanan ‘Bir Zamanlar Anadolu’ filminde şoför Arap Ali’yi oynayan Ahmet Mümtaz Taylan, Nuri Bilge Ceylan için “O sadece yönetmen demek beni doyurmaz, ona filozof yönetmen demeliyiz, ben öyle diyorum” demiş... Anlaşılır bir cümle... Ama bir de demiş ki “Nuri Bilge her zamanki gibi tatlı ve örtük gülümsemesiyle susarak cevap verdi.” İşte bu cümleyi okuyunca Nuri Bilge’yi tanıyormuş gibi hissettim... Örtük gülümsemesi ile susarak cevap verdi... Bu cümle kolay kolay aklımdan çıkmayacak...
İnan Kıraç’ı tanımam. Tanıyan da pek yoktur doğrusu... İnan Kıraç tanımamız gereken biri değil, adı geçtiği yerde büyük olduğunu düşünmemiz gereken biridir.Daha doğrusu böyle olması istenir.Adının geçtiği birkaç yer vardır. Galatasaray, Koçların damadı ve iş dünyası...Oralarda da çok ‘muteber’ olduğu vurgulanarak aslında kim olduğu hakkında merak etme duygumuzu köreltirler.“Bu kadar büyükse gerçekten ‘büyüktür’“ diye düşünür geçeriz.Yani ben öyle olduğunu çok gördüm.Sahne 1: GalatasarayÖzellikle Galatasaray konusunda buna çok sık rastladım, futbol röportajları yaptığım dönemde...İki ay önce eski Galatasaray Başkanı Adnan Polat’ı istemediğini bir televizyon kanalına bağlanarak rahatlıkla söyleyebilen ve bunu dinleyen herkese Adnan Polat’ın gidişinin bu noktadan sonra durdurulamayacağını düşündüren biri İnan Kıraç.O dediyse, olacaktır.Faruk Süren dönemlerini hatırlar Galatasaraylılar.Faruk Süren de İnan Kıraç’ın istemediği başkanlardandı ve Milliyet‘i Mehmet Yılmaz‘ın yönettiği dönemlerde “Naylon Süren” manşetleriyle görevinden ayrılmak zorunda kalmıştı.Adnan Polat’ın devrilmesi hiç olmazsa demokratik oldu, kongre üyeleri Adnan Polat’ı istemediler, ibra etmediler, seçime gidildi.Faruk Süren dört sene üst üste şampiyonluk, Süper Kupa, UEFA Kupası kazanma başarısının ardından tekrar aday olabilecekken medya baskısıyla istifa ettirildi.İnan Kıraç, Faruk Süren‘i istemiyordu.Faruk Süren gitti.İnan Kıraç, Adnan Polat‘ı istemiyordu.Adnan Polat gitti.Sahne 2: CHPİnan Kıraç; Önder Sav‘ı, Onur Öymen‘i, Mustafa Özyürek‘i istemiyordu.Onlar da gitti...Haberi duymadınız belki de... İnan Kıraç, Deniz Baykal’ın kaset skandalı patlamadan üç ay önce Baykal’a gidip o üç yöneticiyi seçime girerken listeye almamasını, dışarıda bırakmasını istiyor.Baykal da arkadaşlarını dışarıda bırakamayacağını hissettiriyor İnan Kıraç’a...Aradan üç ay geçiyor, Deniz Baykal bir kasetle gönderiliyor, yerine Kemal Kılıçdaroğlu geliyor ve istenen “devrimi” yapıyor.Bunun kulağa çok tuhaf geldiğini itiraf etmeliyim.Sahne 3: Çetin Emeç suikastiAslında daha tuhaf bir hikaye var İnan Kıraç’la ilgili...Hürriyet’in suikaste uğramış eski genel yayın yönetmeni Çetin Emeç‘in eşi Bilge Emeç’le röportaj yapmıştım.Suikastten 20 yıl sonra ilk defa konuşuyordu Bilge Hanım...Röportaj yayınlandı.Röportajın yayınlandığı günün sabahı Bilge Emeç telefon etti teşekkür etmek için, kızı Mehveş Emeç kolay unutulmayacak bir üslupla teşekkür mesajı attı.Tebrik telefonları gün boyu susmadı.Röportaj gerçekten çok ses getirmişti. Fakat ertesi gün Bilge Hanım’dan ağlamaklı bir sesle bir telefon aldım, “Lütfen dediklerimi demediğimi söyleyelim, biliyorum dedim ama demedi deyin... Çok kızdılar bana” diyordu.“Bunu yapamayız Bilge Hanım, bunları kasede de söylediniz ama kim kızdı size, ne oldu?” dediğimde şu yanıtı aldım:“İnan bizim aile dostumuz, Çetin’den sonra o bize kol kanat gerdi, çocuklarım onlarla büyüdü, o kızdı bana ‘Bunu söylemen çok yanlış, bana nasıl sormazsın röportaj yapmadan önce’ dedi, çok kötü oldu, çok...”Şaşırdım...İnan Kıraç, Çetin Emeç’in ölümünden sonra ailesine sahip çıkacak kadar onlara yakınsa suikastin aydınlatılmasını nasıl istemezdi ki Bilge Hanım’a konuştuğu için kızsın.İnan Kıraç’ı aramaya karar verdim.Onunla da röportaj yapmayı aklımdan geçiriyordum.İş yerine not bıraktım, geri aranmayı çok da beklemiyordum doğrusu...Ama İnan Kıraç aradı...Ona “Duydum ki Bilge Hanım’a kızmışsınız, niye kızdınız?” dedim.O da “Tabii ki kızdım, bitmiş kapanmış bir konuyu açmaya gerek yok” dedi.“Ama bu cinayet aydınlatılmadı, kimler yaptı bunu bilmek istemez misiniz?” dedim.“Biliyorum kim yaptı, şu anda da içerde, suçlular yakalandı, konuyu boşuna açmaya gerek yok” dedi. Bu sefer çok şaşırdım işte...Telefonu kapadıktan sonra “Kim bu İnan Kıraç acaba?” diye düşündüm...Bu sorumun cevabını gittikçe daha fazla merak ediyorum bugünlerde.***İlker Başbuğ’un ruh hâliGenelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ kitap yazdı. “Terör Örgütlerinin Sonu...”Bir Genelkurmay Başkanı görevi bittikten sonra kitap kaleme alsa, ne yazar sizce?Terör Örgütlerinin Sonu... Sanırım sorumuzun ilk 5 cevabından biri olmaz.Çünkü terörün nasıl bitirileceğini yazan bir Genelkurmay Başkanı’na “Bunu yazmayacaktın... Bunu yapacaktın” da denebilir.“Terörle mücadelede başarı etkisiz hale gelen terörist sayısıyla ölçülmemeli” diyormuş İlker Başbuğ ama kitapta başlangıçtan bugüne kaç kişi ölmüş, yıl yıl yazıyormuş.Dün Radikal’de Berrin Karakaş “Dileğim bu kitabı okuyanların Başbuğ’un ruh halini analiz etmesi” demiş.Ben bir kitabı okumak için, bundan daha iyi bir neden göremiyorum.***Pişti’de buluşalımYakında Star TV‘de Pişti programına başlıyoruz.Gani Müjde, Şafak Sezer, Özlem Tekin ve ben...Değişik bir dörtlü değil mi?“Beş benzemez” dedikleri cinsten...Daha önce hiçbiriyle tanışmamıştım.Dün ilk defa toplandık ve programda neler tartışacağız, neler yapacağız, konuştuk... Bana birbirimizi önceden tanımıyormuşuz gibi gelmedi. Çok eğlenceli bir ilk tanışma oldu.Biz birbirimizi sevdik.Umarım siz de bizi seversiniz.Yakında Star’da...Pişti...***Trafikte ölmediğin sürece dayak yemek serbest-miş...Bizim gazetenin Ekonomi Müdürü Ercan‘ın (İnan) eşi Neval‘in başına gelenleri yazmıştım çarşamba günü.Trafikte, dolmuş şoförü genç bir oğlan Neval’e arkadan çarpmış, Neval de “Napıyorsun, seni şikayet edeceğim” deyince, Neval’i saçlarından çekerek kolunu büküp arabadan dışarı çıkarmış, yerlerde sürüyerek çarptığı tamponun yanına getirip Neval’in kafasını tampona vurmuş, “Bak bakalım nereye çarpmışım?” diye bağırmış. Bu kadarla bitse yine “Şükür” diyeceksiniz belki...Neval’i arabadan zorla çıkardığı sırada Neval el frenini çekemediği için arabaya kaymaya başlamış, dolmuş şoförü bunun üzerine Neval’i bırakmış, Neval arabayı durdurmayı başaramamış ve kimseye çarpmasın diye direksiyonu güç bela çevirerek ağaca çarptırarak arabayı durdurmuş.İstanbul’un göbeğinde insanın başına gelebilecek en tuhaf olaylardan biri.Ürkütücü, insanı yalnız ve güçsüz hissettiren bir hikaye... Ben de bunu yazmış, İstanbul Valisi’nden “İstanbul’da Neler Oluyor?”un cevabını istemiştim.İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu aradı.Fatih Emniyet Müdürü Mustafa Şahin aradı.İkisi de aynı şeyi söyledi:“Yeni kanunlara ihtiyaç var. Çünkü kanunlar çerçevesinde herşey yapıldı, mahkemeye sevkedildi, şimdi beklenecek.”Fakat bu durum beni sakinleştirmiyor.Kendimi, sevdiklerimi tanıdıklarımı, tanımadıklarımı güvende hissetmiyorum.Neval’in anlattığına göre karakolda, dolmuş şöförü 1988 doğumlu İbrahim Öztürk suçunu hiç reddetmeden kabul etmiş, “Evet yaptım” demiş. Ve elini kolunu sallayarak karakoldan çıkıp gitmiş. Polisler Neval’e “Sonu ölümlü bir durum olmadığı için ceza almaz” demişler.Şimdi bu hikaye burada böyle bitecek mi? İbrahim Öztürk rahat rahat, güpegündüz, yolun ortasında bir kadını daha darp edebilecek mi? Sonra da “Evet yaptım” deyip çıkıp gidecek, mahkemede de sonu ölümlü olmadığı için ceza bile almayacak mı?Bu işte bir yanlış var.Bu işte çok büyük bir yanlış var.