Büyük savaş bitti...

10 Mayıs 2011

Dün Taraf gazetesinde,beni çok etkileyen bir manşet vardı... Kurtuluş Tayiz’in haberi...‘Büyük Savaş Bitti... Ama bunun ne devlet farkında ne de PKK... Yaşanan küçük çatışmalar da bu algı sorunundan kaynaklanıyor.’İnsanın içini nasıl da acıtan bir gerçek... İnsanlar, devlet ve PKK barışmayı bilmiyor, savaşın bittiğine inanmıyor diye ölüyor...Kurtuluş Tayiz, Diyarbakır sokaklarında dolaşmış, insanlarla konuşmuş ve diyor ki ‘Polisin ve Ak Parti hükümetinin ilk defa bu kadar eleştirildiğini görüyorum.’‘Kürtlerin sokağa taşan öfkesi aslında birleşmenin, barışın gecikmesinden doğan ümitsizlik’ diyor bir başka satırda da...Bu başlığı hiç unutmayacağım.“Büyük savaş bitti.”Hepimizin teker teker Diyarbakır’a mı gitmesi gerek gerçekleri görmek için?Göremeyenler var biliyorum...Aklıma İkinci Dünya Savaşı bittikten yaklaşık kırk yıl sonra Filipin ormanlarında saçı sakalı birbirine karışmış yarı meczup birkaç Japon bulmuşlardı...Onlar geliyor... Japonlar yanlarına yaklaşanlara güvenmiyor,özellikle Amerikalılar’dan çok korkuyorlarmış.Biraz konuştuktan sonra kırk yıl önce Amerikalılar’a karşı dövüşen Japon birliklerinin askerleri oldukları anlaşılmış. Savaşın sonuna doğru Amerikalılar’dan kaçıp ormanın içine saklanmışlar ve yıllarca ‘düşmanlardan’ kaçarak, korku içinde yaşamlarını sürdürmüşler.Yarı meczup eski askerleri savaşın kırk yıl önce bittiğine inandırmak çok güç olmuş.Hatta sanırım hayatlarının geri kalanını akıl hastanesinde geçirmişler.İşte ben de savaşın bittiğine inanmayan bizleri, ormanda unutulmuş Japon askerlerine benzetiyorum.Savaşın bittiğini yeni bir yaşamın başladığını anlayamıyoruz.İnsanlar barış istiyor.Kürtler dillerini konuşurlarsa, kendi okullarına giderlerse, istedikleri isimleri istediklere yere koyarlarsa, barış gelirse, bu kimin için kötü olur?Milliyetçilik, vatanı sevmek, Kürtlerin yaşam haklarını engellemek, onların var olduğu gerçeğini reddetmek, koca bir ülkeyi sürekli savaş içinde tutmak değil herhalde. Dünyada savaşın karlı olduğu dönem bitti...Barışın karlı olduğu bir dönemdeyiz...Türkiye de dünyanın bir parçası, Türkiye de ister istemez değişiyor, savaştan barışa geçmek zorunda kalıyor.Acemiliklerin, beceriksizliklerin, çağdışı lafların asıl nedeni bizimkilerin o çok alıştıkları savaştan barışa geçerken zorlanmaları.Sanırım bizi yönetenler her sabah aynanın karşısına geçip ‘Savaş bitti.. Savaş bitti... Barışa alış...’ demeleri gerekiyor.Çünkü barışı süratlendirmek, ölen insanları kurtarmak gerek.Barışa alışmak zorundayız...Çünkü gerçek sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada kocaman harflerle hayata yazılıyor.“Büyük savaş bitti.”***Usame bin Ladin ‘insan’mışSanırım internet dünyasında bugünlerde en çok Usame bin Ladin’le ilgili mailler,yazılar dolaşıyor. Bir okuyucu bana ve daha bir çok köşe yazarına Usame bin Ladinle ilgili dünya medyasından toparladığı bilgileri göndermiş... Çok ilgimi çekti... Hatta bazılarına inamakta epey zorlandım...- Usame bin Ladin voleybol oynamayı çok severmiş. Hatta eski yakın koruması yazdığı kitabında Ladin’in çok uzun olduğu için voleybol oynarken zıplamasına gerek kalmadığını yazmış.- En çok ve düzenli olarak BBC radyosu dinlermiş.- Şaşırtıcı biçimde kitap okumayı çok severmiş. En çok general Montgomery ve Caharles de Gaulle’den alıntı yaparmış.- Alışveriş yaptığı market ‘o eve en çok yiyecek alınırdı, niye bu kadar yiyecek aldıklarını merak ederdim... Bir de en iyi kalite şampuan ve sabunları alırlardı’ demiş.- Amerikalılar Usame’nin öldürüldüğü evin hemen yakınında 1 milyon dolarlık marijuana ekilmiş bir alan bulmuş.- Usame bin Ladin böbrek hastasıymış.- Futbol oynamayı ve televizyonda maç seyretmeyi çok severmiş. Arsenali tutuyormuş.- Doğal viagra kullanıyormuş. Otlar,yulaf özü gibi...- Whitney Houston dinlemeyi çok seviyormuş...***Bilgisayar dünyasında olanlar...Bilgisayar dünyası her gün yeni bir yazılımla karşımıza çıkıyor... Ben bunları yeni duydum çok sevdim...- Amerikalı bir yazılım şirketi Carbonite isimli bir yazılım geliştirmiş. Bu yazılım, bilgisayarınızdaki tüm bilgilerin ve dosyaların otomatik olarak bir merkezde toplanmasını sağlıyormuş. bütün bilgiler güvenli ve silinme riski olmadan saklanabiliyormuş. Bu dosyalara kimse erişemesin diye şifreleniyormuş. Siz cep telefonunuzdan bile erişebiliyormuşsunuz ama...Sisteme üye olanlar şimdiden 1 milyonu aşmış. Carbonite’ın bünyesinde 80 milyardan fazla dosya varmış. Yani artık yüksek hafızalı bilgisayara gerek kalmadı mı?- Bu daha eğlenceli bir haber...Bir app. varmış... Telefonunuza indiriyorsunuz ve belli bir saatten sonra, önceden belirlediğiniz numaraları aramanızı engelliyormuş. İçip içip eski sevgiliyi arama günleri de bitiyor anlaşılan... Hayatımız artık gerçekten bilgisayarların elinde galiba...***Mizah Festivali“Uluslararası Mizah Festivali” başlıyor.12-15 Mayıs tarihleri arasında ilk kez Türkiye’de gerçekleşiyor!İstanbul’da Beyoğlu’nda “Mizah Sokağı” olarak bilinen “Tomtom” mahallesinde farklı mekanlarda bir çok etkinlik olacak. Yaklaşık 30 mekan ve iki sokakta kabare, doğaçlama tiyatro, vodvil (haif güldürü), stand-up, pandomim, karikatür, sohbet, sergi ve atölyeleri olacakmış.

Devamını Oku

Siyasi rüküşlük canımı sıkıyor...

8 Mayıs 2011

Pazar sabahı kalktım...Öldürücü bir baş ağrısı...Üstelik de Anneler Günü’ydü... Hızlı hareket edip kızımla beraber anneme gitmek istiyordum...Elimi masanın üzerinde üst üste duran gazetelere doğru uzattım.Fotoğraflarla yazılar sanki diken diken gözüme battı.Hemen vazgeçtim onları okumaktan...Peki, ne yazacaktım bugün için?Ağrıyan bir beyni çok zorlamayacak, hızlı bir yazının konusu ne olabilir diye düşündüm.Bunun en kolay yolu politikacılardan bahsetmek olur dedim kendi kendime...Bizim politikacıları sadece miting alanlarından takip etsek, politika kelimesini bir daha cümle içinde bile kullanmayacak kadar soğuruz politikadan herhalde değil mi?Çünkü miting alanında birbirleri için özensiz, sığ, kaba bir üslup tercih ederken televizyonlarda ya da bire bir karşılaşmalarda nasıl da kibarlar.Tayip Erdoğan’ı da, Kılıçdaroğlu’nu da, Bahçeli’yi de her gördüğümde siyasi rüküşlükleri canımı sıkıyor.Rüküş ne güzel bir kelimedir...Şık olmaya özenip de salkım saçak bir süslü haline gelenlere denir.Toplumumuzu ne iyi anlatan sözcüklerden biri aslında, hiç düşündünüz mü?Rüküşlük sadece seçtiği kıyafetle olmaz insanın...Otuz yıldır devam eden savaşı çözemiyor, darbe anayasasını değiştiremiyor, insan haklarını koruyacak bir hukuk anlayışını bir türlü getiremiyorsan... Siyaseti, “Şifreci Tayip, Oy benim Recebim, eline diline beline hakim olacaksın” ya da “şerefsizsin” düzeyinde tutuyorsan rüküşlük başlar işte...“Benim işçim, benim köylüm, Recep Efendi size ne verdi” deyip, Ergenekon’u yok sayarak, Ergenekon sanıklarını onurlu ilân edersen muhalefetini rüküşleştirirsin.“Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” deyip de barışı getiremezsen, ölümleri önleyemezsen muhafazakârlığın da rüküşleşir...İktidarı, muhalefeti, gazetesi, gazete patronu, başbakana efelenip kendi patronundan korkan yazarı, temel sorunları es geçen ilericisi, yasakları aynı tutup hükümetleri değiştirmek isteyen muhalefeti, Atatürkçüsü, dindarı... Rüküş bir ülkeyiz biz...İşin özündeki çirkinliği değiştirmedikçe de bağırış çağırış, kuru gürültülü rüküşlükten kurtulamayacağız.Politika öylesine sığ ve rüküş ki ağrıyan bir beyinle ve hızlı bir şekilde de hakkında yazılabiliyor.Derin bir düşünceyi bile gerektirmiyor.Bir gün değişir diye umuyorum.O gün, bugün değil, onu da biliyorum.Olsun, biz buna alışığız.Şimdi iki aspirin alıp anneme gitmeliyim.Sahici bir duygu herkes gibi bana da iyi gelir.***Bugünlük bağışlayın beniBaşımın ağrısı bilgisayar ekranına bakamayacak hale getirdi beni.Migren dedikleri bu sanırım...Bugünlük bağışlayın beni...Ancak tek bir yazıya yetti gücüm...Çarşamba nasılsa beraberiz...

Devamını Oku

Yarın kırkıma basıyorum... Freni koptu meretin...

7 Mayıs 2011

Yarın kırk yaşıma basıyorum.Yüzümde tek tek beliren çizgiler, arkamda bir geçmiş bıraktığımı söylüyor bana her baktığımda...Gençliğin bittiği yaşa geldim.En şaşırtıcı gerçeklerin en basit gerçekler olduğunu fark ediyorum artık...Dedemin bir yazısını hatırlıyorum, “Daha dün kırk diyorduk, bugün kırk bir diyoruz, freni koptu meretin” diye yazmıştı.O bunu yazdığında ben daha doğmamıştım.Ben bunu okuduğumda 18 yaşındaydım.Bugün ben bu yazıyı yazarken kırkıma basıyorum.Şimdi, frenin zaten kopmuş olduğunu düşünüyorum.Dışarda mayıs güneşi var.Şansıma mayısın mayıs olduğunu hatırladığı bir gündeyiz.Radyoda gençliğimin parçaları çaldı demin...Dans etmeyi sevdiğim günleri hatırladım.Otobüslerde kitap okuyarak yaptığım yolculukları...Babamın tembel bir öğrenci olduğum için, üniversiteyi bitirmem için döktüğü dilleri...İlk aşkımı, ilk aşkın gözyaşlarını hatırladım.Kaybettiğim sevdiklerimi özledim... Babaannemi... Berke’yi...Annemin güzelliği dillere destandı. Sokaktan bir geçer, bütün herkes ona bakardı.Onun gibi olmak isterdim.Yeşil eteğini, inci küpelerini hatırladım.Gençtim.Ve genç olmaktan memnun değildim. Onu hatırladım.Nasıl da huzursuzdum!Büyümenin en güzel tarafı bu zaten, artık gençliğinde olduğu kadar huzursuz olmuyor insan...Şimdi yaşlanacağım yavaş yavaş...Kırk yaşıma kadar yapmak istediklerimin ne kadarını yaptım acaba?Acaba hayatı daha iyi yaşayabilir miydim?Aslında daha iyinin ne olduğunu bilen kimse var mı, onu da bilmiyorum...En sevdiğim işi yapıyorum.Yazı yazmak istiyordum, kırk yaşıma yazı yazarak giriyorum.Bütün ömrümce yazıyı çok sevdim.Bir sürü eksiğiyle güzel bir kırk yaş başlangıcı yaşıyorum.Hayatı yazılardan ve aşklardan öğrendim. Ne kadar öğrendiysem artık.Gençliğimin bitmez sandığım aşklarını şefkatle hatırlıyorum şimdi...Sevdiğim insanları düşünüyorum, çoğu kim bilir nerede...Saçlarımda beyazlar arttıkça şefkatim de artıyor insanlara sanki...Özlüyorum hayatımdan gelip geçen herkesi...Bir-iki haftaya kadar yaz gelecek diye umuyorum.Sonra yaz bitecek, sonbahar başlayacak.Yağmurlar...Hayat devam edip gidecek böyle işte...Zamanın ne kadar çabuk geçtiğini gittikçe daha iyi anlıyorum.Hayatı bilgisayar tuşlarının arasında öğütüp duracağım.Herkesin de hayatını kendince öğüttüğünü daha iyi bileceğim.Bir de Leyla’nın büyümesini izleyeceğim.Bunu umuyor ve diliyorum.Kızımın ağır ağır büyüyüşünü ağır ağır yaşlanarak izlemek.Sanırım en fazla bunu istiyorum şimdi hayattan.Bugün Anneler Günü...Ben kırkıma basıyorum...Ve Malarme’nin dizeleri aklımdan geçiyor:“Ten hüzünlü heyhat...Ve okudum bütün kitapları...”*****Ben sordum, CHP’li Umut Oran yanıtladıCHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran‘la buluştuk geçen gün...Onunla röportaj yaptım, önümüzdeki günlerde yayınlanacak.İki saatten fazla konuştuk.Aslında hayli enteresan bulduğum bir siyaset hayatı hikayesi var Umut Oran’ın...CHP örgütünden gelmiyor Oran.2008’de Deniz Baykal davet ediyor partiye gelmesi için, daha dört ay geçiyor, nisan ayındaki Genel Kurul’da genel başkan adayı olarak Baykal’ın karşısına çıkıyor.Kazanamıyor...Sonra delegelerle ilişkilere, parti içinde çalışmalara devam ediyor ve Kılıçdaroğlu Genel Başkan seçildiğinde genel başkan yardımcısı oluyor.Ona sordum:-Aslında yaptıklarını beğenmediğiniz birinin teklifini kabul ederek partiye girmişsiniz, öyle değil mi? Beğenseniz dört ay geçmeden genel başkanın değişmesi gerektiğine, üstelik de sizin daha yapacağınıza inanarak seçime girmezdiniz. Niye yaptıklarına ikna olmadığınız birinin teklifini kabul ettiniz. Önceden bildiğiniz birşey mi vardı?Ve ekledim:-Aklı başında, genç ve iyi yetişmiş olduğunuz belli, neden siyaset yapmak istiyorsunuz? Yalan söylemek zorunda kalmak canınızı sıkmıyor mu?-Aile sigortası ve askerliğin kısaltılması halk tarafından çok tutulan projeler oldu, bunları gerçekten yapacak mısınız?-“Tayyip Erdoğan insan olmaktan çıktı, hırs makinası oldu” diyorsunuz. “Halktan koptu” diyorsunuz. Belki de haklısınız. 8 senelik tek başına bir iktidar insanı hastalandırıyor belki de... “Herşeyi ben bilirim” diye düşündürüyor insana. Ama CHP de bütün halkı kucaklamıyor. Ergenekon’a inanmış, çözülmesini isteyen pek çok insan var. Genel başkanınız “Ergenekon yoktur” diyor, “Herkes suçsuzdur” diyor, aday yapıyor. Bu, Tayyip Erdoğan’ın ‘herşeyi ben bilirim’ tavrıyla çok benzeşen bir tavır değil mi? Siz de birilerini yok saymak üzerine bir siyaset yapıyorsunuz,? Yanlışları düzelteceğiz deyip benzer başka yanlışlar yapıyorsunuz, haksızlık mı ediyorum böyle düşünerek?’Cevaplar mı?Hafta içinde yayınlanacak.Umut Oran kibar, derdini iyi anlatan bir siyasetçi...İnsanı umutlandırıyor. CHP belki de gerçekten değişebilecek.***** İstanbul Modern’de Anneler Günü özelİstanbul Modern Sanat Müzesi, Anneler Günü dolayısıyla bugün ücretsizmiş. Anneler Günü’nü çocuklarıyla müzede eğlenerek, yeni şeyler öğrenerek geçirmek isteyen anneler ve çocukları için harika bir fırsat.. “Yeni Yapıtlar, Yeni Ufuklar”; sanat, doğa ve teknoloji ilişkisini ele alan dijital medya ve videolardan oluşan “Kayıp Cennet” ve geleneksel Çin resmi estetiğinin yeniden yaratıldığı “Yao Lu’nun Yeni Manzaraları” başlıklı sergiler var şu anda. Gün boyu “Zamane Kahvesi”nin katkılarıyla kahve ikramı yapılacak, saat 13.00 ve 16.00’da uzman eşliğinde sergi turları düzenlenecekmiş. İstanbul Modern Sinema’da Fransız sinemasının ünlü yönetmenlerinden Olivier Assayas‘ın Irma Vep, Yaz Saati ve Sil Baştan filmleri gösterilecekmiş ve İstanbul Modern Mağaza‘da tüm ürünlerde yüzde 15 indirim varmış.Anneler gününüz kutlu olsun...*****Tuna Kiremitçi geçmişi mi özledi? Tuna (Kiremitçi) yeni kitap yazmış.Dün Ayşe Arman‘la yaptığı röportajı okudum.Çok şaşırdım. Neden mi?Yaklaşık iki sene önce Tuna ilk filmini çektiğinde röportaj yapmıştım onunla. Ondan çok kısa bir süre önce de Vatan‘daki köşesinde roman yazmayı bıraktığını açıklamıştı Tuna.Sormuştum, o da bana demişti ki:“Yazmayı istediğim herşeyi yazdım. Bitti. Sadece roman yazmak için roman yazamam. İstemiyorum. İstediğim romanları yazdım. Belki 15 yıl sonra aklıma süper bir fikir gelir, yine yazarım. Romancı olarak hayatıma devam etmek istemiyorum. Türk edebiyatına böyle katkıda bulunmak istiyorum.”Ben ona yine sormuştum:“Sen genelde, tamamen sana ait duyguları kaleme alan bir yazarsın. Anlatmak istediğin acın mı bitti, yoksa yönetmen olmak o acıları mı tamir etti de yazacak bir şey kalmadı?”O da demişti ki:“Ben kendimin dışındaki şeyleri anlatacak biri değilim. Onu yapamam sanırım. ‘Freud’yen bir açıyla bakacak olursak yazıyı neden bıraktığıma, her zaman babam beni yazıya itmişti, babamı kaybettikten sonra özellikle, onu devam ettirmek gibiydi yazı benim için. Ona doyamadığım için, hem erken öldü, hem kendi sorunları vardı, ölümünü kabul edemedim. Şu anda babamdan çok bağımsız bir şey yapıyorum kendi istediğim sinemaya geçtim, artık babamla vedalaşabilirim demek bu. 36 yaşında artık kendi istediğim hayatı yaşıyorum. Kendi istediklerimi yapıyorum. Geçmişle ilgili hiçbir sorunum yok artık. Onları çözemeyeceğimi kabullendim. Yazıyla ilgili ilişkimin değişmesiyle de oldu bu.”Yeni kitabı Selanik’te Sonbahar bir aşk romanıymış.Keşke Ayşe sorsaydı “Tuna geçmişi mi özledin?” diye...Ha bir de Tuna, ulusal solcuymuş. Bu ne demek, merak ettim.Tuna... Yeni kitabın hayırlısı olsun...

Devamını Oku

Devletin çocuğu olmak ya da olmamak!

5 Mayıs 2011

Her şey ya yasak ya kutsal bizim memlekette.Askeri rejimler, Kemalizm anlayışı bizden hep tek tip insan olmamızı istediler.Hatta bunu emrettiler.Sonra o mevsim sona erdi.Sevinç duyduk ama başka yasaklar ve kutsal anlayışlar takıldı peşimize bu sefer.Bizim toplum yasaksız ve kuralsız yönetilemeyen bir toplum mu?Artık yeter bence.Ben insanın kendi hayatını kendisinin yönetmesinden yanayım.Yasaklarla yönetilmek istemiyorum...Birkaç gündür internet ortamında 22 Ağustos’ta yapılacak filtre uygulaması tartışılıyor.BTK’nın Şubat ayında çıkarttığı güvenli internet yönetmeliği duyulunca “Sansür ve yasakçı zihniyet bizi ele geçiriyor” diye telaşlandı herkes.Haklılar...Karar çocuklarımızı koruyacak belki ama bunu uygulanan bir yasakla yapacağız...Merkezi filtre sistemi düpedüz sansür gibi gözüküyor.Ya da BTK haklı ama bunu anlatmayı bir türlü başaramıyor.Kurumların bu yetersizliği de bana sansür kadar acıklı geliyor.Yetkililer yeni uygulamada, “filtre istemeyenler” için bir değişiklik olmayacağını söylüyorlar.Ama herkesin hangi siteye girdiğinin izlenmesi konusundaki iddialara açık bir cevap vermiyorlar.Yasaklanan 60 bin sitenin niye yasaklandığını bilmiyoruz.Bunlar “çocuk pornosu” olduğu için mi yasak?Yoksa “pornonun” hiçbir türünden hoşlanmayan bir yönetim, herkesin kendisi gibi düşünmesini ve davranmasını istemediği için “büyükler için” olan porno sitelerine de mi müdahale ediyor?Porno sitelerini “ahlâksız” buldukları için yasaklıyorlarsa, yarın da herhangi bir siteyi “düşüncelerini uygunsuz” buldukları için yasaklamazlar mı?Tek tip bir ahlâk ve tek tip bir düşünce peşindeler mi?Bütün dünyada olduğu gibi “çocuk pornosunu” yasaklasak, isteyen ailelere “çocuk filtresi” versek gerisine de karışmasak, olmuyor mu?“Aileler çocukları” için filtre uygulasın derken...Devlet de bu koca halkı “çocuk” olarak mı görüyor.Biz çocuk değiliz.Hele devletin çocuğu hiç değiliz.***Yaşar Kemal ve “Al işte Anadolu”Yapı Kredi Yayınları, 1998 yılında Çetin Altan ve Ara Güler’in Akşam gazetesinde yayınlanan yazı dizisi İşte İstanbul’u kitap haline getirmişti. “Al İşte İstanbul” diyerek...1969 yılında Çetin Altan kalemiyle, Ara Güler vizörüyle semt semt dolaşıp İstanbul’u anlatmış.Çöp yığınları, şehir merkezindeki fabrikaları, gecekonduları, parsellenmiş Boğaz’ı, yok edilen tarihi eserleri ve -nasılsa- hep baki kalan güzelliğiyle, 30 yıl öncesinin İstanbul’u vardı kitapta.Şimdi baksanız, 42 yıl öncesinin İstanbul’unu göreceksiniz orada.Şimdi de Yaşar Kemal’in Anadolu’sunu yapmış Yapı Kredi Yayınları.Yine Ara Güler’in fotoğrafları ile.Röportaj benim çok sevdiğim bir alandır. Uzun yıllar çok severek yaptım. Hâlâ da aklımın bir yanı hep, kiminle röportaj yapsam bu hafta diye sorar durur...Yapı Kredi Yayınları, Yaşar Kemal’in yaptığı 12 röportajı kitap haline getirmiş: Röportaj Yazarlığında 60 yıl...1950’li yılların başı.Yaşar Kemal işsizle, balıkçıyla, kaçakçıyla, depremzedeyle, göçmenlerle konuşmuş.Yazar Sait Faik’le, seramik sanatçısı Füreya Kılıç‘la (sonradan Füreya Koray oldu.)Röportajların her biri Çehov öyküsü tadında.Anadolu’yu dolaşıyor ve o insanlarla yaşıyor, onları dinliyor ve onları onların sesiyle yazıyor. Yapı Kredi Yayınları, Anadolu’yu ve İstanbul’u bu ustalarla o dönemi yaşamayan bizlere bir hediye olarak sunuyor.Ben de bunu çok seviyorum.***Kemalistlerin sevdiği AK PartiliOral Çalışlar, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül için “Başbakan, Gönül’ü yeniden aday gösterek yanlış yaptı” demişti geçenlerde.“Askeri darbe dönemlerinin, 28 Şubat’ın yöneticisi... Devlet deyince akla gelen isim” diye anlatmıştı Vecdi Gönül’ü.Perşembe günü yayınlanan Wikileaks belgelerinde 2002 yılında Vecdi Gönül için yazılmış bir telgrafı yayınladı Taraf Gazetesi.“Büyükelçiliğimizle çok uzun zamandan beri irtibatta olan Gönül’ün asıl işi AKP ve TSK arasındaki pürüzleri gidermek. Devletle ve derin devletle geniş tecrübeye sahip” diyor telgraf.Belgelerde yazılanlara göre:- Vecdi Gönül, Ahmet Necdet Sezer’le birlikte yapmış askerliğini. O yüzden Amerikalılar ‘Kemalistler tarafından İslam etkilenimli AK Parti üst yönetimi içinde en kabul edilebilir olanlardan biri’ diyor onun için.- Amerikalılar, Gönül’ün Nakşibendi tarikatıyla bağları olduğunu, bu konuda otorite sahibi bir kaynaktan öğrenmiş.Bu bilgilerle bakınca Tayyip Erdoğan’ın Vecdi Gönül’ü Antalya 1. sıraya niye koyduğu anlaşılıyor sanki.Ama Batı gazetelerinde yayınlanan başka bir Wikileaks belgesinde, Vecdi Gönül’ün Ahmet Davutoğlu için ‘çok tehlikeli’ dediği iddia edilmişti.Bir de Bülent Arınç, Vecdi Gönül’ün TBMM Başkanı olmasını istememişti.Kemalistler seviyor ama Ak Partililer ile anlaşamıyor galiba Vecdi Gönül...Bana karışık geldi doğrusu bu durum...***Yazarlar nereye gitmiş?- Ahmet Hakan, Nahide’ye Gülden Karaböcek dinlemeye...- Doğan Hızlan, Ece Ayhan Günleri’ne Mülkiye Edebiyat Topluluğu’nun düzenlediği etkinliğe...- Şükrü Küçükşahin, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Adıyaman ve Osmaniye mitinglerine...- Vahap Munyar ile Şelale Kadak, Coca Cola CEO’su Muhtar Kent’in ve Placido Domingo’nun Atlantik Konseyi’nden ödül aldığı töreni izlemeye Washington’a...- Aslı Aydıntaşbaş, Hamas ve Filistin Özerk Yönetimi arasındaki barış antlaşmasının imza törenine, Kahire’ye...Hangine özendiniz?***Sevag olayında benim kafam iyice karıştıSevag Balıkçı neden öldü?” demiştim Sevag’ın 24 Nisan’da yakın arkadaşı olduğu iddia edilen Kıvanç Ağoğlu tarafından askerliğini yaptığı karakolda vurulması üzerine...“Aile kaza olduğuna inanıyor” haberlerini okudukça daha da içimdeki şüphe artmıştı doğrusu.Ailenin avukatı Cem İsmail Halavut’u dinledim NTV’de, Mirgün Cabas’da...Askeri yetkililer aileyi, olayın gerçekleştiği yere davet edip, inceleme yapabilme imkanı vermişti.Aile oraya gitmiş ama artan şüphelerle dönmüş.Halavut şunları anlattı: - “Altı-yedi kişi karakolun etrafına tel örgü çekmek için görevlendirilmiş. Sevag görevlilerden biri. Görevli olmayan Kıvanç Ağoğlu geliyor, sohbet etmeye başlıyorlar. 45 dakika sonra, nedeni bilinmiyor, Kıvanç G3’ün koluyla oynuyor ve mermiyi namluya sürüyor. Ateş alıyor. Sevag vuruluyor.”- “Ağoğlu “Hassas bir bölge olduğu için bunu yaptım” demiş. Askeri yetkililer bu ifadenin inandırıcı olmadığını söylemişler. Güvenlik için önlem almaya gerek yokmuş orada. İyi arkadaşlarmış. Fakat herkes aynı anekdotları anlatıyor. Öğretilmiş gibi. Bu da bizde kuşku yarattı.”- “Kıvanç, facebook’ta milliyetçi çizgide bir kişiymiş. Sevag’ı arkadaş olarak eklememiş. Fotoğraflar hep toplu resim. Arkadaş oldukları konusunda ikna olamadık. Kaza olması da kanıtlanmış gelmedi bize. Sivil mahkeme bırakmasına rağmen, askeri mahkeme tutukladı Kıvanç Ağoğlu’nu.”Siz ne dersiniz?Bu olay kaza mı sizce?

Devamını Oku

Usama Bin Ladin’i öldüren güç yeni dünyayı nasıl dizayn ediyor?

3 Mayıs 2011

Mehmet Altan‘la uzun uzun sohbet ettik telefonda. Dün, bizim toplumumuzun şifrelerinin birbirinin zıddı kelimelerde yattığını söylemiş, “Hem muhafazakar, hem milliyetçi, hem ilerici olunabilir mi?” diye sormuş, sonra da “Olunabilir bence” demiştim yazımda.Amcam da bana sordu:“Peki, hem milliyetçi hem dindar olunabilir mi?”“Muhafazakar ve ilerici olabilirsin, çünkü dünyadaki gelişim insanla ilgili ama bir ırkın üstünlüğüne inanç olabilir mi Allah’a inanmış birinde?” dedi.Çok doğruydu söylediği.Partiler, siyasetlerini oy avcılığı çizgisinde götürdükleri için kendilerine “milliyetçi, muhafazakar, ilerici” diyebilirlerdi ama dindar bir muhafazakar-milliyetçi olabilir miydi gerçekten?Allah’ın bir olduğuna, bizlerin de onun eşit kulları olduğumuza inanan dindar biri, nasıl olur da kendi ırkını diğer ırklardan daha ayrıcalıklı bulabilirdi?Bu, Müslümanlığın kabul edebileceği bir şey miydi?Müslümanlık, Allah’ın kullarını “ırklarına” göre ayırabilir miydi?Peki, öyleyse niye insanlar milliyetçi-muhafazakar?Ve niye dindarlar bu kavramların yanyana gelmesindeki garabetten rahatsız değil? Amcama, “Bunu, akıllı bir dostum beni aradı, diyerek yazacağım” dedim.Çok güldü.Evet, akıllı bir dostum aradı beni dün... Ve ne şanslıyım ki o benim amcam... Akıllı dostum amcamla, bin Ladin‘den de bahsettik.Dünkü yazısında bunu anlatmış, “Osama bin Ladin haberini alınca, epeydir iktidarını pekiştiremeyen bilgisayarcıları temsil eden Obama’nın, Osama bin Ladin üzerinden rakibi silahçıları vurduğunu düşündüm” diye yazmıştı.Müslüman ülkelerin, bilgisayarcıların mallarını alabilmesi için refaha, barışa, demokrasiye ulaşması planı değil mi zaten tüm Arap ülkelerinin son aylarda yaşadığı ayaklanma...Batı’nın yıllarca desteklediği diktatörlere arkasını dönmesi, teknolojik gelişmelerden bağımsız düşünülebilir mi?Arap ülkelerindeki halkların demokrasi isteğiyle, Batı’nın bu isteği desteklemesi, bu iki tavrın üst üste düşmesi tesadüf mü?Barış ve refah, bu dünyanın aldığı yeni şekil...Savaşlar ve içe kapalı toplumlar dönemi kapanıyor.Soğuk Savaş döneminde, karşılıklı tehditler ve sertliklerle, düşmanlık ortamı içinde ülkeler silahlanmaya hız vermişti.Cephanelikler kullanılmayan silahlarla dolmuştu.Bu silahlardan birinin patlaması bile dünyayı mahvedebilirdi, o yüzden kullanılmıyordu ama generaller birbirlerine silahlarını göstererek övünüyorlar, silahlarıyla birbirlerine fiyaka yapıyorlardı.- Bak benim silahıma...- Patlatırsam görürsün...Sonra bir nokta geldi, paranın buraya akması yüzünden devletler başka hiçbir şey yapamadıklarını fark ettiler, çark tersine döndü.Soğuk Savaş döneminde bir silahlanma yarışı olarak görülen “uzay araştırmalarında” geliştirilen teknoloji, sivil amaca dönük olarak kullanılmaya başlandı.Para, teknolojiyi hızlandıracak işlere aktı.Ve dünya, silahçıların yönettiği savaş, kan, ölüm ortamından bilgisayar ve barışa kaydı.İşte o barış süreci hızlanıyor bence.Bizim için önemli olan tabii, bizim siyasetçilerimizin bu barışı kavrayıp kavrayamayacağı...Bu ülkeyi hala “eski kavramlarla” yönetmeye çalışmak hepimize haksızlık olmaz mı?***Çılgın projenin çılgın müteahhidiSerdar İnan... “Kanal İstanbul için 30 milyar dolar veririm” deyince dikkatleri üzerine çeken İnanlar Yönetim Kurulu Başkanı.Skytürk kanalında Vakkas Aksu‘ya çıktı, bu projeye neden inandığını anlattı. “Çok doğru proje. Yabancı sermaye ile gireceğim. Aslında çok düşük bir rakam. 300 milyar dolarlık potansiyeli olan bir proje” dedi.“Türkiye için bağımsızlık projesi bu” diye de ekledi.Ne denli yapabilir bilmiyorum ama Vakkas Aksu’nun sorularını çok yetersiz ve acemice buldum.***Adnan Polat ağlamasın!3 yıldır üst üste yaşadığı tuhaflıklara mahkeme kapılarına düşerek bir yenisini daha ekleyen Adnan Polat yönetimi, dünkü mahkeme kararıyla resmen tasfiye oldu. 15 Mayıs sabahı G.Saray’ın “gerçek” bir başkanı olacak umarım...Polat’ı destekleyenlerin konuşmalarına bakıyorum ve yarattıkları başarısızlık çığının farkında bile olmadıklarını anlıyorum.Futboldan iyi anladığını söyleyen Polat’ın elinde G.Saray, 250 milyon Euro’luk bir harcamaya rağmen önce 3’üncü, sonra 5’inci, bu sene de 14’üncü oldu, küme düşmekten zor kurtuldu.Bu sürede kulübün borcu arttı.Öteki dallarda da hiçbir sportif başarı sağlanamadı. Ezeli rakip F.Bahçe ise her dalda şampiyonluğa koşuyor.Yöneticilerin bazıları istifa etti, bazıları etmeyip her toplantıda kavga çıkardı. Bütün G.Saray gelenekleri ayaklar altına alındı.Polat’ın “altın proje” diye hava attığı tüzük bile G.Saray’ı mahkemelik yapmaktan başka işe yaramadı. Adnan Polat artık şunu anlamalı: Polat başarısız olduğu için derdest edildi.Şimdi kalkıp “Bana darbe yaptılar” diye söylenmesi Polat’a yakışmaz. Zaten erkekler de ağlamaz!***ORADAYDIM3.85 milyon liralık tabloPazartesi akşamı Portakal Sanat ve Kültür Evi‘nin gece müzayedesine gittim. Çok iyi eserlerin satışa sunulduğu ilgi çekici bir müzayedeydi.Çok pahalı eserler olduğu gibi, o pahalı eserlerin yanında çok ucuz diyebileceğimiz iyi tablolar da vardı.Niye almadım diye üzüldüm. Bu müzayededen böyle bir anı, hoş olurdu.Neler oldu müzayedede;Hikmet Onat‘ın iki tablosu, İbrahim Çallı‘nın meyveli natürmortu, Fikret Mualla‘nın natürmortu ve iki başka tablosu alıcı bulmadı, şaşırdım.Sanattan orada olanlar kadar anlamadığımı da şuradan anladım, ben bu alınmayan tablolara şaşırırken Damien Hirst’ün tablosu 185 bin liraya satıldı.Beyaz tuval üzerine sadece sarı bir nokta var... Otuza otuz bir tablo...Sanatseverleri bu cahilliğimle kızdıracağım belki ama yine alıcı bulamayan Selim Turan’ın soyut kompozisyonu çok daha güzeldi.Gelelim, gecenin en yüksek fiyatlı Hüseyin Zekai Paşa‘nın Meyveli Natürmort tablosuna...3 milyon 850 bin liraya telefonla katılan 14 numaralı alıcının oldu. Aynı alıcı, Şehzade Abdülmecit‘in “Süvariler” tablosunu da aldı.Merak ettim kim aldı diye... Öğrenemedim ama müzayede sonrası yapılan sohbetlerde Fatih Karamancı ismi geçti sürekli.Fatih Karamancı’nın şirketi Orta Anadolu; Levi’s, Lee, Wrangler Grubu, Diesel, Replay, Guess, Calvin Klein, Rifle, Express, Tommy Hilfiger, DKNY, GAP, Mavi gibi tüm jean markalarına kumaş üretiyormuş. Her yıl dünyada 35 milyon kişi, Orta Anadolu’nun kumaşlarından jean ürünlerini giyiyormuş.Kayserili, Galatasaraylı ve Osmanlı eserlerine düşkünlüğü bilinen çok iyi bir koleksiyonu olan bir iş adamıymış Karamancı.“O aldıysa da tablonun hakkını verecek bir yere gitmiş” diye düşündüm.Rafi Portakal Türk eserlerinin, kızı Maya da batılı ustaların eserlerinin açık arttırımını yönetti.Avrupa’da firma sahipleri müzayede yönetmezmiş ve erkeklerin yaptığı bir işmiş genellikle.Maya, bu alanda bir ilk olacak.Genç bir kadın için seçilebilecek hoş bir alan...Ve Maya gerçekten çok başarılıydı.***GÜNÜN KİTABIAkın Öngör’ü okurken Ayhan Şahenk’i tanıdımAkın Öngör‘ün “Benden Sonra Devam” kitabını okudum. Aslında Akın Öngör, bunu tamamen banka yöneticilerine ve bankacı gençlere yazmış.Kitabın üzerinde “Geleceğin liderine sürdürülebilir başarı için ipuçları” yazıyordu gerçi ama biraz daha fazla otobiyografik bir öykü zannederek aldım.“Keşke öyle yazılsaydı, daha kolay okunur ve daha sıcak bir kitap olabilirdi” diye düşündüm okurken.İnsan kitabı okudukça daha fazla şey bilmek istiyor Akın Öngör hakkında.Kitap Garanti Bankası‘nın genel müdürü olmasıyla başlıyor ve bankanın dönüşümünü anlatıyor.Ben de bunu başarmış adamın ‘kim’ olduğunu öğrenmek istiyorum onun ağzından... Daha doğrusu istedim.Akın Öngör hakkında olmasa da Doğuş Grubu’nun rahmetli kurucusu Ayhan Şahenk hakkında daha önce bilmediğim şeyler öğrendim ama.Akın Öngör’ü genel müdür yapmadan önce onunla 9 tane kahvaltı yapmış ve son 2 tanesine kadar da bankadan hiç söz etmemiş.İlk aradığında “Sabah 07.00-07.30 gibi kahvaltıda buluşalım” demiş. Akın Öngör genel müdür yardımcısıymış o sıralar.Ayhan Şahenk kahvaltılar boyunca Akın Öngör’ün giyiminden aie yaşantısına; kelime seçimlerinden konuşma tarzına; dinleyebilme kapasitesine ve en sonunda bankacılık bilgine bakarak, bir gün yine telefon etmiş ve “Akın bey sizi genel müdür yapmaya karar verdim” demiş.Ve aradan aylar geçmiş, tek ses çıkmamış. Ve bir gün yine arayıp “Rahmi Bey’le anlaşamadık, bankayı satmıyorum, sizi genel müdür yapıyorum” demiş.Ertesi gün de bankanın genel müdürü İbrahim Betil‘i “Genel müdürlükten istifa edeceksiniz. İstifanızı yazdıracağız” diyerek yerine Akın Öngör’ü atamış. İnsan nasıl merak ediyor değil mi, Akın Öngör Ve İbrahim Betil yıllar içinde nasıl bir ilişki kurdular acaba diye?Kitapta bununla ilgili bir kaç ipucu var ama yeterli değil...İkisi de çok medeni ve iyi yetişmiş oldukları için tabii ki iyi geçinmeyi başarmışlardır ama içlerinden ne düşündükleri... Bence roman olur...Ne dersiniz?

Devamını Oku

Aynı anda milliyetçi, ilerici ve muhafazakâr olunur mu?

2 Mayıs 2011

Bizim gibi ülkelerde yaşayanlar, demokratik ülkelerde yaşayanların bilmediği sevinçler yaşar bazen...Hiçbir Avrupalının bilmediği bir sevinci yaşadık dün yine...1 Mayıs’ı kazasız-belasız kutladık.İşçiler, hakları olan bayramı gönüllerince kutladılar.Bir Avrupalı dostumuza bu sevincimizden bahsetsek, yüzümüze nasıl bir şaşkınlıkla bakar düşünsenize.Ama o Avrupalı arkadaşımız tuhaflıkların burada bittiğini sanıyorsa, çok yanılıyor.Daha ne tuhaflıklarımız var bizim!Mesela, bizim toplumumuzun gizli şifresini çözmek için en ‘anlaşılmaz’ sözcüklerin anahtar görevi yüklendiğini fark ettiniz mi hiç?En matrak, en garip bileşimler şifremizi açabilir.Sanıyorum, şifremiz şu tuhaf ve çelişkili sloganda yatıyor:Milliyetçi, muhafazakâr, ilerici...Bu sloganları şimdiye kadar kullanan partiler oldu.ANAP ortaya atmıştı ilk:‘Milliyetçi, muhafazakâr, çağdaş, ilerici.’Demirel kendine uyarlamıştı:‘Milliyetçi, muhafazakâr, sağcı, yenilikçi, pragmatist.’Sosyal demokratlar ne demişti:‘Halkın yerleşik değerlerine sahip ama eski model devletçilikten uzak, yenilikçi politikalar.’Herkes muhafazakâr, milliyetçi, ilerici...Bir de ANAP gibi çağdaş tabii.Ama düşününce bu birbirinin zıddı kelimelerin yan yana durması, mantıklı da geldi bana... Geri kalmış, yıllarca ezilmiş, Avrupalılar tarafından hor görülmüş bir ülke olduğumuz için, geri kalmış her ülkede olan toplumsal aşağılık duygusu bizde de var.Bu aşağılık duygusu toplumları, o toplumda yetişen herkesi milliyetçilik anlayışını abartmaya götürüyor.O milliyetçilik duygusu da kendi toplumunda, “başkalarında” olmayan hasletler bularak insanları ferahlatıyor.Bu yüzden biz ve hepimiz ve bütün partiler milliyetçi...***Muhafazakârlık kavramına gelince...Benim aklıma gelen şey “din” değil.Bence kadınsız bir toplum olmamızla çok ilgili bu. Bu toplumun erkekleri ile kadınları arasındaki çağdışı ilişkiden kaynaklanan bir kavram olarak güçleniyor Türkiye’de.Bu toplumun hâkim gücü olan erkekler aslında kadınlardan korkuyor. Yenilikçi hareketlerin, kadınların toplumdaki gücünü arttıracağından ürküyorlar. Bu ürküntünün içinde büyük bir olasılıkla cinsel korkular da var.İstediğiniz kadar kadın aday yaratın, kadın seçmene bahçeler sunun, zihinlerdeki kadın imajı öyle hemen değişecek bir şey değil.Toplumun büyük bir kesimi hâlâ kadının toplumdaki yerini çok da değiştirmek istemiyor.O yüzden biz ve çoğumuz ve partiler muhafazakâr...***Milliyetçi muhafazakârız ama Avrupalılar gibi olmayı da arzuluyoruz.Giyimimiz, arabalarımız, sokaklarımız, bilgisayarlarımız, telefonlarımız; kısaca sahip olacağımız her şey Avrupalıların sahip oldukları gibi olsun istiyoruz.Bütün bu isteklerin karşılığı da çağdaş olmakla açıklanıyor.***İlericilik ise beni gülümseten bir kavram, “biz”i düşününce.İlericiyiz, çünkü gelişmiş ülkelerdeki demokrasi, hukuk, insan haklarını da isteyen seçmenler var.Bu isteklerin karşılanacağının göstergesi olarak da bütün partiler ilerici. Çünkü, biz böyleyiz.Hem gelişmek isteyen, hem gelişmenin neticelerinden korkan bir halkın içinden çıkan partilerin sloganları da halkın gizli şifresi gibi oluyor tabii.Çelişkilerimiz de, sevinçlerimiz gibi biraz komik ama her şeye rağmen ilerlemekten vazgeçmeyen bir yapının şifresi hiç olmazsa.*****“Geleceği gören adam” Friedman’ın Türkiye ile ilgili son kehanetleri!ABD’nin önemli düşünce kuruluşlarından, CIA’e yakınlığı nedeniyle “Gölge CIA” olarak da tanınan ‘Stratfor’un sahibi, stratejist George Friedman, önümüzdeki yüzyılın sonlarında Çin ve Rusya gibi ülkelerin gerileyip yerlerini Türkiye, Japonya, Meksika ve Polonya gibi yeni dünya güçlerine bırakacağını öne sürmüştü “Gelecek 100 Yıl” kitabında. “Rusça veya Çince’yi bırakın, Türkçe, Japonca, Polonya ve Meksika dillerini öğrenmeye bakın” demişti.Kitapta Türkiye ile ilgili de çok ilginç öngörüler vardı.Friedman, önümüzdeki yüzyılın sonlarına doğru çıkabilecek savaşın ABD ile Türkiye-Japonya İttifakı arasında olacağını söylemişti. “Bu savaş bugüne kadar varolan klasik silahlarla yapılan savaşlardan tamamen farklı olacak. Yani bugünden bir tür bilim kurgu gibi görünen bir savaş yaşanacak” diyordu. Friedman’a göre 21’inci yüzyılın gidişatını bu savaşın sonucu belirleyecekmiş.Ancak yüzyılın sonlarına kadar ABD başlıca egemen güç olmaya devam edecekmiş.Şimdi de Friedman’ın “Gelecek 10 Yıl” kitabı çıktı.Daha önceki kehanetlerinin çok büyük ölçüde tutmuş olması, bu yeni kitabı da merak edilir kılıyor tabii...“Tek bir yüzyıl olaylarla ilgilidir, on yıl ise insanlarla” diyor George Friedman.Merakla okudum, “Friedman, Türkiye için neler diyor?” diye...Diyor ki:-Türkiye’nin en büyük sıkıntısı, halkının Müslüman dinciler ve laikler olarak bölünmüş olmasında. Benzer durum, diğer birçok İslam ülkesinde de izleniyor.-Küresel ve bölgesel güçler, Kürtleri kullanarak Türkiye, İran ve Irak’ta istikrarı bozmaya çalışacaklar. Ancak, artık bu oyun, sırları çözülmüş “eski bir oyun” hüviyetinde.-Türkiye, Rusya’nın enerji kaynaklarına olan bağımlılığını azaltmak zorunda. Bu nedenle de, petrol ve gaz alabileceği ülkelerle iyi ilişkiler içinde olacak ve İran’ın bölgede kendisinden güçlü olmasını istemeyecek.-ABD istese de istemese de Türkiye, önümüzdeki 10 yılda güçlenecek.-Ortadoğu’daki en büyük ekonomik güç olarak Türkiye, İran’ın yaratacağı sıkıntıya karşı tek denge unsuru kalacak.-ABD’nin sadece Ortadoğu’da değil, Balkanlar ve Kafkasya’da da Türkiye’ye ihtiyacı var. Bu nedenle, ABD-Türkiye ilişkileri önümüzdeki 10 yılda da iyi olmak zorunda. Bu ilişkinin devamı, Türkiye’nin de İran karşısında daha güçlü olmasını sağlayacak.-Türkiye, önümüzdeki 10 yılda Orta Asya, Akdeniz ve Kuzey Afrika’da da giderek güçlenen bir ülke olacak. İran’ın deniz gücünün çok sınırlı olması, bu bölgelerde Türkiye’ye alternatif olması olasılığını yok ediyor.-Güçlü Türkiye, bölgede İsrail’e karşı da bir denge unsuru olacaktır.*****Che ve NutukGeçenlerde Oda TV’den Sinan Meydan “Che yakalandığında sırt çantasından Nutuk çıktı” diye yazmış.Bunu hiç duymamıştım.Duyduğumda kahkaha attım, yanımdaki arkadaşım da ters ters baktı ve “Niye gülüyorsun? Dua et Soner Yalçın’ın kitabı çıkmamış” dedi.Daha çok güldüm.Sonra da “Bu kadar az bilgiyle dalga geçmek ayıp, ne olmuş bir öğreneyim” dedim.Öğrendim.Gerçekten böyle olmuş.Profesör Cemil Koçak yazmıştı dün Star’da.“Che, 1967’de Bolivya dağlarında yakalandığında, sırtındaki çantadan Nutuk çıktı” diye yazmış Oda TV gerçekten.Devamı daha da eğlenceli...Nazım Hikmet, Fidel Castro’ya Atatürk’ü anlatmış Havana’ya gittiğinde; o da Türk diplomat Bilal Şimşir’e “Nutuk” sipariş etmiş. Sonra da Che’ye vermiş.Fakat bu güzel hikâyede bir noktayı tutturamamışlar, Bilal Şimşir hayatında hiç Havana’ya gitmemiş. Televizyona bağlanıp açıklamış bunu.Sonra da Oda TV’ci Sinan Meydan yeni bir yazı yazmış:“Tabii kitabın çıkması bir ihtimal.”Cemil Koçak da demiş ki:“Bu da yapılmaz ki, ne güzel Che nutku okumuş ve Marksizmin dar ufkundan kurtulup Kemalist olmuştu, hayâl kırıklığına uğradık şimdi.”Ben hâlâ gülüyorum.*****Beren Saat’in suçu ne?2. Antalya Televizyon Ödülleri dağıtıldı. Ödüller arasında aklıma yatmayanlar oldu. “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizisi hiç ödül almadı örneğin. Bu işte bir tuhaflık var.“Arka Sokaklar” dizisi alıyor, “Behzat Ç.” adeta ‘yaratılmış’ bir özel ödül alıyor. Bu akla uygun mu şimdi?“Muhteşem Yüzyıl” güzel bir dizi, evet... “En iyi erkek oyuncu” ödülünü alan Okan Yalabık bence Pargalı’yı nefis oynuyor. Dizi, “en iyi dönem dizisi” ödülü de aldı. En iyi kostüm kriteriyle verdiler herhalde. Dönemden bize yansıyan ne var ki “Muhteşem Yüzyıl”da... İki dar koridorda geçiyor koca dizi.Şu ödül verme işini öğrenemeyeceğiz biz...Ama daha acıklı bir durum daha vardı ödül töreninde. Kimse kimseyi alkışlamıyordu. Ödül almayı, ödül alanı cömertçe kutlamayı da öğrenemeyeğiz biz. Yapay bir geceydi kısacası.Gecenin en gerçek kısmı ise “Hürrem”in seyirciye teşekkür ettiği konuşmaydı. Bayıldım...

Devamını Oku

AKP’nin esas ‘ÇILGIN’ projesi 1 Mayıs’ı çözmek neden olmasın?

30 Nisan 2011

Bugün 1 Mayıs... İşçi Bayramı, yeni adıyla Emek ve Dayanışma Günü. Geçen sene, 1977’deki kanlı 1 Mayıs’tan 33 yıl sonra, ilk kez 150 bin kişinin katıldığı yürüyüşle kutlanmıştı.Bakalım bugün nasıl geçecek? Umarım geçen seneki gibi halay ve davullarla kutlanır.Ama insan bu ülkede pek çok şeye kolayından güven duyamıyor.“Her an her şey olabilir” gibi hissediyor. Google’da gezindim biraz...‘1 Mayıs’ yeryüzünde 1890’dan beri kutlanıyormuş.Osmanlı’da ise ilk kez 1906 yılında kutlanmış. Sonra da 12 Eylül Cuntası, 134 ülkede kutlanan bu bayramı bizde yasaklamış.Uzmanlar 15 sene içinde dünya nüfusunun yarısından fazlasının ‘orta sınıflardan’ oluşacağını söylüyor, üretim biçiminin ‘kol gücünden beyin gücüne’ geçtiği bu çağda ‘işçi sınıfı’ neredeyse yok olurken Türkiye’de işçi olmak, hâlâ her anlamda sorun...Geçen sene, coşkuyla ve büyük bir kalabalıkla kutlandı.Ama hâlâ 1 Mayıs 1977 tarihi karanlık...O aydınlatılmadan da sadece Taksim’e davulla yürümek beni tam da mutlu etmiyor doğrusu.- O dönemin en yetkili ismi Başbakan Demirel’in keşke bugün 1 Mayıs Katliamı’nı anlatan bir röportajını okusak... Anlatsa bize.Anlatmaz mı?Peki niye anlatmaz? Bilmiyor mudur? Gizliyor mudur?- Dönemin Emniyet Genel Müdürü Metin Dirimtekin de yanılmıyorsam hayatta.O bilmiyor mudur?- İşin ilginç tarafı, Dirimtekin’den hemen sonra, 22 Ekim 1977’de Vecdi Gönül, bugünün Milli Savunma Bakanı, bu göreve gelmiş.Vecdi Gönül göreve geldikten sonra “5 ay önce ne oldu?” diye merak etmiş midir?Şimdi etmez mi?- Dönemin İstanbul Valisi Namık Kemal Şentürk de yanılmıyorsam hayatta; herhalde bu olayla ilgili bir şeyler biliyordur.- Dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar... O aramızda artık yok ama Askeriye’de bu olayın bir dosyası vardır.- Dönemin İçişleri Bakanı Sebahattin Özbek de bugün aramızda yok; ancak, görevi devraldığı Oğuzhan Asiltürk hayatta ve muhtemelen konuya dair bir bilgiye sahiptir.- Dönemin MİT Müsteşarı Hamza Gürgüç ve MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas bugün aramızda yok ama MİT tabii ki o gün Taksim’de ne olduğunu biliyordur.***Hiç kimse bugüne kadar niye anlatmadı bize ya da neden şimdi anlatmıyor, 1 Mayıs 1977 günü kalabalıkların üzerine ateş açanlar kimlerdi, kim öldürdü onca masum insanı?33 yıldır hâlâ “yakalanamayan” devlet içindeki bir çete, Türkiye’yi 12 Eylül darbesine götürmek için 1 Mayıs 1977 yılında büyük bir katliam düzenledi. Artık bu açık... Ama bunu kimler yaptı, bilmiyoruz...2011 yılına geldik...AK Parti, 5 katliamın dosyası açmıştı.1977’deki Kanlı 1 Mayıs... Çorum... Sivas... Kahramanmaraş ve Başbağlar katliamları için araştırma komisyonu kurulmasını istedi.Ne oldu acaba bu komisyon?Şunlardan biri aydınlansa, işte bu gerçek bir ‘çılgın proje’ olmaz mıydı?2011 seçimlerine bunlardan birini bile aydınlatarak girse bir parti, seçmenin gönlünü kazanmaz mı?Ergenekon Davası’nın iddianamesinde 404’üncü klasöründe, “1 Mayıs 1977 Katliamı’nı Kontrgerilla Düzenledi” başlığı altında, 36 kişinin öldüğü 1 Mayıs 1977 gününe ışık tutacak telsiz konuşmalarına yer verildiği ortaya çıkmıştı.Sheraton Otel’in çatısından kalabalığın üstüne ateş eden kişinin, telsiz konuşmalarında “Ocak” kodunu kullanan Binbaşı Alaattin Sezginkurt olduğu anlaşılmıştı.Ne oldu peki sonra?Bugün 1 Mayıs...Taksim’in yolları artık bize açık...Ama Taksim’in sırrı bize hâlâ kapalı.***İyi bir film: ZEFİRYeni bir film vizyona girdi: Zefir...Belma Baş’ın ilk uzun metraj filmi.Film Ordu‘nun yaylalarında çekilmiş.Filmin yapımcılarından biri Cem Yılmaz ve şirketi Fikir Sanat.Vahide Gördüm filmin başrolünde.Filmin en ‘kötü’ tarafı, hasretini çektiği annesinden bir daha ayrılmamaya kararlı 11 yaşındaki Zefir’in hikâyesini anlatıyor olması.Annesini özleyen çocuk öyküsü seyretmesi zor bir tema ama filmi festivalde izleyenlerin söylediğine göre Zefir çok iyi bir filmmiş.***Beat Kuşağı ceza alır mı!Sel Yayıncılık’ın sahibi İrfan Sancı’yı seyrettim televizyonda. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Sel Yayıncılık’ın bastığı, Beat Kuşağı’nın en önemli yazarlarından William S. Burroughs’un “Cut-up” üçlemesinin ilk kitabı olan “Yumuşak Makine” için soruşturma açmış.Üzerine bir de, Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu‘ndan alınan raporla “çocuklara zararlı” diyerek kitabı ‘yok etmeye’ çalışıyormuş.Bunun üzerine o kadar çok şey söylenebilir ki...Beat Kuşağı nedir?Türk okuyucusunun yüzde kaçı Beat Kuşağı’nı ve yazarlarını tanır?Çocukların konuyla ne ilgisi var?Bu kurullar edebiyattan ve Beat Kuşağı’ndan anlar mı?Raporları tutanların edebiyat alanında uzman olması gerekmez mi en azından?Kitapları ne hakla muzır bulabilirsiniz?Kurul yine kitabın orasından burasından “Cut-up” tekniğiyle metinler koparmış ve “Bunlar Türk toplumunun ahlak yapısına uymaz” diyerek cezalandırılmasını istiyormuş.İşte bu nokta tam “Güleyim mi ağlayayım mı?” noktası...140 sayfalık kitap “kes yapıştır” mantığıyla yazılmış, İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’da hakim olan statükocu orta sınıf ahlâkına bir başkaldırı olarak doğan Beat Kuşağı’na ait, her türlü toplumsal hegemonyaya karşın bireysel başkaldırıyı düstur edinen, her türlü kural ve baskının karşısına hem hayat tarzları hem de eserleriyle dikilmiş bir yazar tarfından yazılmış,Burroughs’un yaşam biçimindeki yerleşik kalıplara karşı çıkmakla kalmayıp edebiyattaki yazma biçimlerine de bir karşı durduğu kitap zaten... Bu kitabı “başkaldırıyor” diye cezalandırmak sadece bizim ülkemizde olur herhalde...***Harakiri’ye selam...Leman ekibi yepyeni çok şık bir aylık mizah dergisi çıkarmış.Gazetede bir masanın üzerinde gördüm.İçini karıştırmaya vaktim yoktu ama kapağı bile içini hayâl etmeme yetti.Kapakta dergiye katkıda bulananların karikatürize portreleri var.Kimler yok ki... Kutlukhan Perker’den Can Barslan’a,Birol Bayram’dan Metin Kaçan’a...Sanırım bu dergiyi çok seveceğiz.Adı Harakiri...Kutlukhan Perker “Harakiri ya da Seppuku çok onurlu ve kuvvetli bir duruş ama biz kendimizi o kadar ciddiye almıyoruz. Bizimki sadece bir öykünme” demiş.Ekip bu ismi bir çok alternatif arasından seçmiş.Ben şimdiden sevdim.***‘Bir düğünlüğüne’ Kate olmak istedimCuma günü çoğumuz gibi ben de Kate Middleton ve Prens William‘ın düğününü seyrettim.Çok yakında 40’ıma basmak üzereyim, prenseslik yaşımı geçtim; farkındayım, artık kraliçelik yaşlarına doğru ilerliyorum ama yine de bir prenses olmayı istedim o düğünü izlerken...Ama sadece bir düğünlük...Gerisi benim için fazla kurallı ve sıkıcı bir hayat olurdu.Biliyorum hepimiz özendik o şaşaalı törene, saraylara, hizmetkârlara...Ama o sarayların arkasında gizli olan acıları, sıkıntıları, kuralları, yalnızlığı düşündünüz mü hiç?Her anı planlanmış bir hayat sürmek, sürekli bir kalabalık içinde yaşamak, o kalabalığın içinde yapayalnız olmak, istediğin gibi kahkahalarla gülememek, istediğin gibi hıçkıra hıçkıra ağlayamamak...Düğünü seyrederken “kraliyet resmi aracı” faytonları görünce prenses olmaktan bambaşka bir hayâle kaydım.Eski romanlarda vardır Erenköy bahçeleri, fıstık çamları, çamların dallarına sürünerek çıkan mehtap, Münir Nurettin’in radyodan duyulan sesi...Faytonlar... Kırık aşklar... İçine kapanık genç kızlar... Vakur erkekler... Konak dedikoduları...Açık pencerelerden duyulan piyano sesleri...Akşam üstleri yeni sulanmış bahçeler arasında yapılan yürüyüşler...Kaçamak bakışlar...Grup vaktinin kızıl ışıkları arasında ıssız bir salonda yapılan vals...Hayâl kırıklıkları... Acılar...Dinmeyen ıstırablar...Karanlık odalarda beyaz bir mendil içine saklanmaya çalışılan gizli hıçkırıklar...Eski romanları kimse okumuyor artık.Eski romanlardaki hayat İngiliz saraylarındakinden daha güzeldi bence...Ama artık bizden eski romanlardaki hayat da çıkmıyor.O hayallerimizi de kaybettik.Belki de o yüzden hayallerimizi şimdi kendi romanlarımızdan değil, başka diyarlardaki düğünlerden ödünç alıyoruz.

Devamını Oku

İrem Çiçek için çok üzülüyorum

28 Nisan 2011

İrtica ile Mücadele Eylem Planı altında ıslak imzası var mı yok mu tartışmaları ile hayatımıza giren, daha sonra bu suçtan dolayı tutuklanan Albay Dursun Çiçek’in kızı İrem Çiçek, babasının yaşadıklarını anlatan bir kitap yazmış. “Kışladan Hasdal’a”İrem Çiçek’i hiç tanımıyorum.Daha önce birkaç kez televizyonda seyretmiş, bir defa da ıslak imzayla ilgili yazdığım bir yazıdan sonra bana gönderdiği mail nedeniyle karşılıklı yazışmıştık.Ama yaptıklarını, yazdıklarını, yaşadıklarını takip ettiğim biri.Adını ya da fotoğrafını ne zaman görsem, mutlaka altında ne yazıyor diye durup okuduğum biri.Sanırım, babalarımız kim olursa olsun, ne yaparlarsa yapsınlar, bizim onlar için yapacaklarımızın değişmemesi, benzer olması, beni babası için mücadele eden her çocukla, görünmeyen, tarifi oldukça zor bir duygu kardeşliğine sürüklüyor.İrem’in babası için verdiği duygusal mücadele de, beni etkileyen ve saygı duyduğum bir mücadele.Ama hayat, birbirimizin duygularını sadece anlamamızı yeterli bulmuyor bazen... Aynı zamanda konunun gerçekleriyle de ilgilenmemizi istiyor.O yüzden ben de İrem Çiçek’in yazdığı kitaba duygularımdan çok, tutuklu Albay Dursun Çiçek hakkında ne öğrenebilirim diye baktım.Kitabın beni en çarpan kısmı, İrem Çicek’in ve Albay Dursun Çiçek’in askeriyeye, yani içinden geldiği kuruma küskün olması. İrtica ile Mücadele Eylem Planı’nın altında ıslak imzası olduğu raporlarca tespit edilmiş ama Dursun Çiçek ve avukatı İrem Çiçek tarafından bu raporların güvenilirliği tartışmaya açılırken, bu meselede Dursun Çiçek beklediği desteği kendi kurumundan görememiş. Hatta benim anladığım önce onlar Dursun Çiçek’in bu suçu işlediğine inanmış.Bu, bana çok önemli geldi.Asker savcılık, Dursun Çiçek’in İrtica ile Mücadele Eylem Planı’nı hazırladığına inanıyor ama bunu emir almadan yapmış olduğunu söylüyor.Bu olabilecek bir şey mi?Bir albay bunu tek başına yapabilir mi?Ya emir almıştır ya da bir cuntaya bağlıdır.Emir aldıysa kimden aldı? Bir cuntaya bağlıysa, cuntanın diğer üyeleri nerede?Sanıyorum böylesine büyük bir “eylem” planının sadece bir albayın sırtına yıkılıp, onun hapse atılması, albayın da kızının da kendilerini “ihanete uğramış” hissetmelerine yol açmış.Beni en çok şaşırtan ise, böyle bir duyguya sahip olmalarına ve bunu açıkça ortaya koymalarına rağmen “emri verenle” ilgili hiçbir açıklama yapmamaları.Gerçeği açıklamamaları.Albay Çiçek hakkında kızının yazdığı koca bir kitap var ortada ama albayı kurtaracak asıl bilgi o kitabın içinde bulunmuyor.Bir sıkışıklık halini gösteriyor bu.İrem Çiçek için çok üzüldüm.Hem babasını kurtarmak isteyip, hem de babasını kurtaracak asıl cümleyi söyleyemeyecek bir durumda olmanın nasıl bir acı yarattığını kitabı okurken hissediyorsunuz çünkü.*****İşte o kitaptan satır başlarıSayfa 55... Dursun Çiçek: “5 yıldır görev yaptığım Bilgi Destek Daire Başkanlığı’ndaki görevimden, hakkımdaki soruşturmanın selameti bakımından geçici görevle başka göreve alındım. Bunu amirallerimin bana olan güvensizliği olarak yorumladım. Sahte plan haberinin yayınlandığı 12 Haziran 2009 tarihinde bile bu kadar olumsuz etkilenmemiştim.”Sayfa 65... Askeri savcılık ‘belgenin kim tarafından hazırlandığı konuları sivil yargının işi’ gerekçesiyle görevsizlik kararı verdi. Dosyayı Ergenekon soruşturmasını yürüten İstanbul özel yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi.Dursun Çiçek: “Askeri savcılığın kararına itiraz hakkımız vardı, yapmadık. Daha sonra bunu yapmadığıma çok üzüldüm. Çünkü bugün olanların sorumlusu ihbarcıları araştırmayan askeri savcıydı.”Sayfa 69... İrem Çiçek: “Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ulaşmak istedim ama bu girişimlerim sonuçsuz kaldı.”Sayfa 83... İrem Çiçek: “Askeri Savcılık, ‘belgenin ıslak imzalı aslının mevcudiyeti iddialarını doğrulayabilecek bazı delillerin elde edilmesi nedeniyle...’ diyerek takipsizlik kararını kaldırmış ve babam yargılanmaya başlamıştı. Babamın askeri savcılığın bu ifadesine de soruşturmayı yeniden açmasına da çok içerlediğini biliyorum.”Sayfa 134... İrem Çiçek: “askeri savcılık iddianamesinde 4 sayfalık eylem planını Dursun Çiçek’in hazırladığını ve cezalandırılmasını talep etti. Savcılığın iddiasına göre babam üstlerinden emir almadan kendi başına bu belgeyi hazırlamış. Amacı da TSK’yı yıpratmak.”Sayfa 142... İrem Çiçek: “İddianameyi okurken gözyaşlarımı tutamadım. 30 yıldır emek verdiği TSK’nın babama vefasızlık ettiğini görüyordum.”Sayfa 155... İrem Çiçek: “Babamın içinde fırtınalar kopuyordu. Askeri savcılığın iddialarına tek tek yanıt vermek istiyordu ama yapamıyordu. Askeri mahkeme savunmayı dinlemedi davayı bitirdi. Askeri Yargıtay dosyayı karara bağlayana kadar anayasa değişikliği yapıldı ve dosya tümüyle sivil yargının oldu.”*****Bu adamlar çok matrakİspanya’yı aldıktan sonra İspanya Kralı ona “Sen para için savaşıyorsun” diye haykırır, “Biz ise şerefimiz için.”Napolyon cevap verir, “Herkes kendisinde olmayan için savaşır.”Napolyon’un bu sözü bana insanlarla ilgili çok şey anlatır. Merak ettiğim insanların karanlık dehlizlerine elimde bu fenerle girerim çoğu zaman.Hırçınlığı, sevgisi, korkusu, kendinde olmayan neyi elde etmek için acaba diye...Zenginlerin dünyaları da bu yüzden ilgi çekici gelir bana.Hayatlarındaki hangi eksiklik insana bu kadar çok para kazanma isteği verir, hep merak ederim...Bu sırrı çözebilmek için onlarla ilgili her şeyi okurum.Bu ayki Ceo Life dergisinde patronlarla ilgili eğlenceli şeyler okudum...Mustafa Koç’un kolunda Kayıp Balık Nemo dövmesi varmış.Cem Boyner’in bir kolunda çapa üzerine oturan bir deniz kızı, diğer kolunda mitolojik tanrı Kokopeli dövmesi varmış. Babası ‘40’ında Harley motor aldın, 45’inde dövme yaptırdın, ne iş?’diye kızıyormuş.Ali Sabancı’nın evinde sadece onun yemek yapması için tasarlanmış özel mutfak bulunuyormuş. Gece yarısı birden irmik helvası yapmaya kalkıyormuş. Mutfakların bütün kapılarını geceleri o yattıktan sonra kilitleyip anahtarları saklıyorlarmış.CocaCola’nın CEO’su Muhtar Kent cebinde sayısız nazar boncuğu taşıyormuş. Bir kere bir tanesi uçakta koltuğun içine düşmüş, Kent koltuğu söktürüp boncuğunu alıp uçaktan öyle inmiş.Rahmi Koç çok iyi fıkra anlatıyormuş. Toplantılarda herkesin karikatürünü çiziyormuş. Toplantı bitimi o karikatürleri dağıtıyormuş.Amazon’un kurucusu Jeff Bezos, şirketindeki bölümlerin iki pizzayla doyacak kadar küçük olmasını istiyormuş.Apple’ın eski CEO’su Steve Jobs’un yaka kartında ‘0’ yazıyormuş. Birden önce geldiği için. Peki, bunca matrak özelliği olan bu adamlar niye para kazanabilmek için savaşıp duruyorlar?Para için değil, çünkü paraları var.Neleri yok acaba?*****Sevag’ı kim öldürdü?Batman’ın Kozlu ilçesine bağlı Gümüşgörgü Jandarma Karakolu’nda arkadaşının tüfeğinden çıkan kurşanla karnından yaralanan ve kurtarılamayarak hayatını kaybeden Sevag Şahin Balıkçı’nın ölümü benim için aydınlatılması gereken noktalarla dolu.Haberleri takip ettikçe de kuşkulanmakta haklı olduğumu görüyorum.Sevag’ın sözlüsü olayın kaza olmadığını söylüyor.Anne Ari hanım ise daha temkinli ‘Henüz bilmiyoruz’ diyor.Aile ile genç kız arasında sorunlar diye de bir haber okudum, doğru mu bilmiyorum.Annenin içini yakan acıyla ‘Ne olur bunu 24 Nisan’a bağlamayın’ derken genç kız ‘Ülkücülerden baskı görüyordu. Şikayet dilekçesi yazmıştı, onu geri aldı. Bir uzman çavuş çalınan 50 lira yüzünden Sevag’ı suçlamış ve karın boşluğuna yumruk atmıştı. Bence 24 Nisan günü konuşurlarken biri çekti vurdu’ diyor...Anneyi çok iyi anlamakla beraber, içim o genç kızın doğru söylediğini söylüyor.Hele bugüne kadar askerde ölen, intihar eden askerlerin sayısı 420’ye varmışken...

Devamını Oku