Bazen bilgisayarın başına oturur ne yazsam diye düşünürsünüz...Bazen de bilgisayarın başına oturur hangisini yazsam diye düşünürsünüz...Bizim gibi ülkelerde, yani iki farklı gerçekliği olan, şifzofreni belirtileri görülen toplumlarda genellikle hangisini yazsam diye düşünürsünüz.Konular gerçekten boldur.Önemli olan, ‘yaratılmış’ gündemle mi yoksa daha saklı duran esas gündemle mi ilgilenmeyi tercih edeceğiniz.Bu kafa karışıklığı, bu konu yığını, bu kandırmaca teker teker her birimizin üstüne başına da siniyor tabii.Nasıl sinmesin ki...Bakın bizi yönetmek isteyen parti liderlerine, dinleyin dediklerini, izleyin yaptıklarını, göreceksiniz...Her birinin yanına gidip ‘seçimi kazanacaksın ama tek şart var, tutarsız ol, bir dediğin bir dediğine uymasın, bir yaptığın bir yaptığını tutmasın’ desek... Bu kadarını başaramazlardı bence...Sahadaki futbolcular gibi tam en önemli maçta, golü atıp ayakta alkışlandıkları anda rakibi yumruklayıp kırmızı kart alıyorlar...Kemal Kılıçdaroğlu’nun Zonguldak mitingini izledim dün.Çünkü CHP şu sıralar tam da dediğim gibi bir ruh hali içinde.Seçim beyannamesi alkışı hak eden önerilerle dolu ama çağ dışı bir zihniyetle Ergenekon sanığı Haberal’ı üstelik Ecevit’in memleketi Zonguldak’ta aday gösteriyor...‘Haberal onurumuzdur, Ecevit’i elinden geldiğince tedavi etmiştir’ diyor... Kafasında da Ecevit kasketi...Seçim beyannamesiyle değişmek isteğini ortaya koyan CHP, bu kabul edilemez ‘sözleri’ niye söylüyor peki?Neden mi böyle düşünüyorum?Bülent Ecevit’in Mehmet Haberal’ın hastanesinde yanlış tedavi edildiği ve bir gece yarısı Rahşan Ecevit’in onu hastaneden kaçırdığı bilinmiyor mu? Ve eve çıkan Ecevit’in hızla iyileştiği...Biliniyor...Adli Tıp, Ergenekon soruşturması kapsamında eski Başbakan Bülent Ecevit’in Başkent Üniversitesi Hastanesi’ndeki tedavi sürecine yönelik şüpheleri haklı çıkartan bir rapor hazırlamadı mı? Hazırladı...Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Dairesi tarafından hazırlanan ve 11 Şubat 2009 tarihinde mahkemeye ulaşan rapor 26 sayfa.Rapor, Ecevit’in hastalığı sürecindeki ihmali ve yetersiz tedaviyi gözler önüne sermedi mi? Serdi...1999-2002 arasında Ecevit’i tedavi eden doktorların tıbbi kayıt tutmadığı anlaşılmadı mı? Anlaşıldı...Ecevit’in kaburga kırığı tedavisinin tam, parkinson tedavisinin eksik yapıldığı belirlenmedi mi? Belirlendi...Ecevit’in, 11 gün boyunca kaldığı Başkent Üniversitesi’nde öldürülmek istendiği iddia edilmişti. Hatta ‘iş göremez’ raporu verilerek hükümet düşürülmek istenmişti.Peki nasıl oluyor da Kılıçdaroğlu, Ecevit’in memleketi Zonguldak’ta sahneye çıkıp ‘Haberal onurumuzdur’ diyor Ecevit kasketiyle?Şimdi biz beyannameye mi inanacağız mitingdeki duruma mı?Hangisi gerçek CHP?Yeni anayasa isteyen, askerliği kısaltmayı öneren, KCK davasını eleştiren, yolsuzluklara karşı çıkan CHP mi, Haberal’ı “onuru” olarak gören CHP mi?İşin garibi...Bu sorunun doğru cevabını bilen birisi olduğunu da sanmıyorum.CHP’nin yöneticileri de dahil...***Duy da şaşırma...- ÖYSM başkanı Ali Demir hâlâ istifa ‘mektubunu’ yazmadı...- Sosyal Hizmetler Ve Çocuk Esigeme Kurumu Genel Müdürü İsmail Barış Adana’da sevgi evinde kalan kimsesiz çocuğun kızgın çatalla yakıldığını doğruladı...- Ermeni ‘katliamı’nın yıldönümü olan günde şakalaştığı arkadaşının kurşunuyla ölen er Sevan Şahin Balıkçı’nın Ermeni olması...- CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Başbakan’a söylemekten son anda vazgeçtiği ‘aaa’ diye başlayan kelime ‘ayağını denk al’mış.- İstanbul Kurtuluş’a 2003’ten beri savaştan kaçan çoğunluğu Hristiyan mülteciler olan Iraklılar yerleşmiş. Küçük Bağdat deniyormuş oraya artık.- Mahkeme izniyle tam 80 bin kişinin telefonu dinleniyormuş.***Sadece YAŞ kararıyla atılanlar mı mağdur? Ya darbe mağduru askerlerRahmi Yıldırım’dan bir mail aldım.1982 yılında ordudan re’sen emekli edilmiş bir asker. Emekli aylığı olmayan bir asker emeklisi.Solcu olduğu için ordudan atılmış, işkence görmüş, hapis yatmış bir asker.Ordudan haklarında hiçbir mahkeme kararı olmadan, salt görüş ve inançlarından dolayı, Üçlü Kararname, Yüksek Disiplin Kurulu ya da Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) kararıyla ordudan çıkartılarak mağdur edilmiş askerlerden kurulu, onların hakkını arayan ADAM Platformuna (Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri) başkanlık da etmiş bir mağdur.12 Eylül döneminde ordudan uzaklaştırılan 397 subay, 176 astsubay, 447 askeri öğrenciden birisi.12 Mart 1971 darbesinden sonra 450 dolayında asker, ikili kararnameyle, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra 573 subay astsubay üçlü kararnameyle ve 447 askeri öğrenci göstermelik Yüksek Disiplin Kurulu kararıyla, 900’ü 28 Şubat 1997 sürecinde olmak üzere toplam 1543 asker YAŞ kararıyla ordudan atılmış. Rahmi Yıldırım Diyor ki “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, anayasa değişikliği için referandum kampanyasında en vurgulu propaganda söylemi olarak, darbelerle hesaplaşmaya, darbelerin açtığı yaraları sarmaya söz verdi. Erdoğan, darbelerin açtığı yaraları sarma bağlamında, mahkeme kararı olmadan inançlarından dolayı Türk Silahlı Kuvvetleri’nden çıkartılan askerlerin haklarının iade edileceğini söyledi.Mağdur askerler uzun süre oyalandıktan sonra söz konusu tasarı nihayet geçen mart ayında, sadece 28 Şubat sürecinde irtica suçlamasıyla YAŞ kararıyla ilişiği kesilen askerleri kapsayacak şekilde TBMM’ye sevk edildi. Kamuoyunun tepkisi üzerine ‘yargı denetimine kapalı idari işlem’ ifadesi tasarıya eklenerek, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin mağduru askerleri de kapsadığı savlandı.***Sonuçta tasarı, 6191 sayılı kanun olarak TBMM’den geçti ve 22 Mart 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.Her şeye karşın, geçmiş hükümetlerin hiçbir yakınlık göstermedikleri darbezede askerlere ilk kez el uzatılması dolayısıyla, yasa mağdur askerler tarafından umut ve sevinçle karşılandı.Ne ki tasarı TBMM’de yasalaşırken sergilenen ayrımcılık, şimdi yasa uygulanırken tekrarlanmaktadır. Açıklanan ilk sonuçlara göre sadece YAŞ mağdurlarının başvuruları kabul edilmekte, 12 Mart ve 12 Eylülzede askerlerin başvuruları reddedilmektedir. Milli Savunma Bakanı da, ‘Başvurularını reddederek kendilerine Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ne başvurabilme imkânı sağlıyoruz’ demekte. Ret kararı verilerek Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nde (AYİM) dava yolu açmak, mağdurlarla alay etmektir. Zira, askeri mahkemenin bu konuyla ilgili olumsuz tutumu bellidir, içtihat haline gelmiştir.”Peki, şimdi Ak Parti 12 eylül rejimiyle hesaplaşma adına çıkardığı 6191 sayılı yasanın uygulanmasında bu çifte standardı niye benimsiyor ?Rahmi Bey’in anlattığına göre Bakanlığın uygulamasından YAŞ kararıyla atılanların başvurularını kabul ediliyor ama 12 Darbesi mağdurlarınınki edilmiyor.***AK Parti, 12 Eylül’le hesaplaşma derken sadece YAŞ kararıyla atılanları mı kastediyordu gerçekten?Niye açıkça bütün mağdurlara sahip çıkmayacağını, sadece “inançları” nedeniyle atılanları koruyup, “fikirleri” nedeniyle atılanları kapının dışında bırakacağını söylemedi?Neden insanları kandırdı?Doğruyu sadece doğruyu söyleyecek bir parti lideri yok mu bu ülkede...Hep mi kandırırlar, hep mi hayal kırıklığına uğratırlar?Niye hakka, hukuka, mağdurlara bir bütün olarak sahip çıkmazlar?Kendi akılları, vicdanları, ruhları da bir bütünlüğe ulaşamadığı, parça parça kaldığı için mi?***Düşünmeden duramıyorumKahramanmaraş’taki dört kardeşin beraber intihar ettiği haberini duyduğum andan beri aklımdan çıkartamıyorum.Sürekli olarak, bir polis araştırmacılığında hikâyenin içinde dolanıyorum.Bu dört kardeşi, bu kadar planlı bir ölüme insanın kanını donduracak bir soğukkanlılıkla götüren şey sadece anne acısı olabilir mi?Anne acısını küçümsediğim için değil, insan annesini kaybetmesinin yaratacağı acıyı hafife aldığım için değil ama babalarını hiç hesaba katmayan, annelerini seven dört kardeşin aynı anda intihar etmesinin nedenini merak ettiğim için... Düşünmeden duramıyorum.Bu insanlar bunu niye yaptı? Bilmediğimiz ne var?
Dünkü Stalin’le ilgili yazımı okumuş bir dostum, sabah telefon etti.“Sence, adam öldürtmemiş lider var mıdır?” diye sordu.Biraz düşündükten sonra ben de ona sordum “Gerçekten hiç kimseyi öldürmemiş ‘büyük lider’ var mıdır yoksa adam öldürmeyene ‘büyük lider’ denmez mi? Ne dersin?”Telefonu kapadıktan sonra da düşünmeye devam ettim... Lider tam olarak kimdi gerçekten, kime gerçek lider denebilirdi?Aklıma gelen liderleri düşündüm. ‘Büyük lider’leri düşündüm.İçlerinde adam öldürmemiş biri, neredeyse yok gibiydi.Onları düşünürken aklıma üçlü isimler gelmeye başladı...Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa...Lenin, Troçki, Stalin...Robespierre, Danton, Mirabo..Onlara kaydı aklım bu sefer.Odamda üç koltuk hayâl ettim, ortalarına bodur ayaklı bir sehpa koydum. Sehpanın üzerine de, biraz kenara kaymış kristal taklidi kalın camdan bir kül tablası.Sonra o koltuklara bu üçlü adamları oturtup, konuşmalarını dinledim.Enver Paşa’yı oturttum önce koltuklardan birine. O oturunca Cemal Paşa’yla Talat Paşa “Enver’i boş bırakmaya gelmez, bir işler çevirir” diyerek hemen gelip oturdular zaten diğer koltuklara.Enver biraz sinirli, küstah, kendisinden fazlasıyla emin gözüken, oldukça genç bir adam. Sivri bıyıklarıyla hatta biraz komik bile. Sarıkamış’ta uğradığı bozgunun gizli bir utancı var üstünde sanki.Bu konuyu biraz kurcalarsak misafir olduğuna bakmaz divanı harbe yollamaya kalkar bizi.Talat Paşa daha sohbete yatkın biri. Daha zeki ama daha kaypak. Birinci Dünya Savaşı’na girmenin yararlarına inandırmaya çalışır bizi. Allahtan başaramaz.Stalin’i oturttum sonra. Hemen etrafta kim varsa kurşuna dizmek istediğini hissettim.Lenin oturdu yanına. Sözü kimseye bırakmadan konuşmaya başladı. Devrimin bir cennet yaratacağını anlattı durdu. Artık ona da inanmak zor, yıllar sonra ne olduğunu gördük çünkü. Lenin için dişlerini karıştırır, hatır hatır kaşınırmış derler. Bunu hayâl etmek biraz tuhaf oldu doğrusu.Troçki aralarında en hoşu, ahbaplığından en tat alınacak olanı ama onu da Stalin kafasına bir odun vurdurtup öldürdü...Gerçekten gelip otursalar şu koltuklara çok kavga ederlerdi.Sonra da Robespierre’i oturttum. Dürüstlüğü vahşet haline getirmiş biri o da.Acaba rüşvet mi teklif ediyorlar diye bir bardak çay bile içmezdi sanırım gelseydi.Çay ikramından bile kuşkulanıp kellemizi kesmeye kalkardı. Dürüstlük adına çok adam öldürdü çünkü. Devrimin geleceğine dair parlak nutuklar atardı ama öldürülen binlerce insandan bahsetmezdi sanırım.Danton... Alaycı. Genç. Sanki hiçbir şeye hatta devrime bile inanmıyor gibi.Yaşamayı seven biri. Çok yaşamadan da vurdular boynunu. Gelseydi, intikam için Robespierre’in gırtlağını sıkardı sanırım.Tarihte dolandıktan sonra hayâllerden sıyrılıp şimdiyi düşündüm.Sanırım artık ‘büyük lider’ tanımı çok farklı.Eskiden en çok savaşana, en çok öldürene “büyük lider” diyorlarmış, şimdi en çok insan kurtarana, en zor barışı yapana “büyük lider” diyorlar.Kürt sorununu çözemeyen, barışı gerçekleştirmeyen biri büyük lider olabilir mi Türkiye’de?Artık büyük lider olmak eskisinden zor.Neden dersiniz?Barış her zaman savaştan daha zor da ondan.Ama bence insanlık asıl ne zaman gelişecek biliyor musunuz?“Büyük lidere” ihtiyaç kalmadığı zaman.***Bu mülâkatı geçebilir miyiz?Bu haftasonu eğlenceli bir kitap okudum.‘Zeki Olduğunu Düşünüyor musun?’John Farndon hazırlamış. Oxford ve Cambridge üniversitelerine girmek isteyen öğrencilere, kabul jürisi tarafından mülakâtta sorulan sorular kitabı bu.En keskin zekâlı öğrencileri bulmak için soruluyormuş bu sorular. Çok soru var.Ben bazılarını çok sevdim:- Suç işleme oranını mimarlık yoluyla nasıl azaltabilirsin?- Sence de Hamlet biraz uzun değil mi? Bence öyle.- Dürüstlük nerede hukuka uyar?- Tarih bir sonraki savaşın önüne geçebilir mi?- Neden küresel bir devlet yok?- Bir inekte dünyadaki suyun kaçta kaçı bulunur?- Beynin en çok hoşuna giden yanı nedir?Kitap şöyle bitiyor: W. C. Fields’in bir sözüyle ‘Zekânızla hayran bırakamıyorsanız saçmalıklarınızla hayrete düşürün’Sizce biz bu mülâkatı geçebilir miydik?Ya da şöyle sorayım ‘Zeki olduğunuzu düşünüyor musunuz?’***İlk gerçek gece müzayedesiPortakal Sanat ve Kültür Evi 2 Mayıs’ta büyük bir müzayede düzenliyor.Hem Türkiye hem de dünyadan 46 eser varmış.Rafi Portakal’ın yöneteceği bu müzayedenin adı ‘Büyük Ustalardan Tablolar’Çok heyecanlı...Üstelik bu bir gece müzayedesi...Bu müzayede dünyasında tam ne demek bilmiyorum ama bana ‘önemli’ müzayede ya da çok ‘değerli’ eserler demekmiş gibi geldi.Merak edip satılacak tablolara baktım... Haklıymışım...Hatta öğrendim ki Portakal Sanat ve Kültür evinin yaptığı bu gece müzayedesi, batı ölçülerinde ilk gerçek gece müzayedesi olacakmış.Pahalı, çok değerli ve özel eserler satışa çıkıyormuş.Dün gazetede okudum açılış fiyatlarını. En pahalı eser, Hüseyin Zekai Paşa’nın Meyveli Natürmort tablosu. Yağlıboya. 3 milyon 850 bin TL açılış fiyatı var.Şeker Ahmet Paşa’nın Güller’i ikinci sıradaymış.Picasso’nun kağıt üzerine renkli kalem çalışması 110 bin, Matisse’in kara kalem çalışması 175 bin, Miro’nun deseni 132 bin, Andy Warhol’un Chocolate Bunny’si 200 bin, Buffet’nin tablosu 265 bin, Botero’nun kağıt üzerine mürekkep işi 110 bin lira açılış fiyatına sahip.İki tane de Nazım hikmet portresi varmış.Biri Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanımın yaptığı tabloymuş hatta arka tarafında da Kemal Tahir’in portresi varmış. Bursa hapishanesinden. Açılış fiyatı 10 bin lira.Ben bu müzayedeye gideceğim.Ve en çok aracıyla katılıp kendi adını açıklamayan alıcıları merak edeceğim...Filmlerde çok oluyor herhalde burada da olur...Bu arada bu müzayedeki eserler yarından itibaren bir hafta sergilenecek... Şu an hâlâ ‘bizimken’ tabloları gidip görmeye ne dersiniz?
Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim beyannamesini dinlemişsinizdir...Dinleyemediyseniz bile duymuşsunuzdur. Televizyonlar, gazeteler dün bu haberlerle doluydu. En olmadı komşularınızdan biri mutlaka söylemiştir... CHP askerliği kısaltacakmış...Kemal Kılıçdaroğlu birçok vaatte bulundu.Bir tanesi şuydu; askerliği iki aşamada 15 aydan 6 aya indirerek, savunma bütçesinde tasarruf yapacakmış CHP. Bu tasarrufu da istihdam için harcayacakmış.Savunma bütçesinde köklü bir kesinti yapacak CHP...Fatih Çekirge, CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran’a sormuş: ‘CHP bu kararı alırken acaba komutanlara sordu mu?’‘Tabii danışıldı, orgeneral düzeyinde emekli komutanlarla konuşuldu’ demiş Oran...O emekliler de Genelkurmay’la konuşmuşlar...Yani askerler, askerliği kısaltmaya, savunma bütçesinde tasarrufa ‘tamam’ demişler.Bunu duyunca insanın aklına birçok soru geliyor.Askerler gizlice CHP’ye söylediklerini neden açıkça topluma söylemiyorlar? Hükümet, askerlerin askerliğin kısaltılmasını istediğini bilmiyor mu?AKP, asker “kısaltılsın” dediği halde mi “askerliğin kısaltılmasına” karşı çıkıyor?AKP, askerden daha fazla mı askerlikten yana? Yoksa askerler, CHP’ye başka, AKP’ye başka şeyler mi söylüyor?Ve son soru: Bu ülkede neden hiçbir şey açık ve net konuşulamaz?*****Bugün 24 Nisan‘İstanbul’da sabah 4’te kapısı çalınan Ermeni aydınları, yazarları, gazetecileri, milletvekilleri gözaltına alındılar. Sayıları 220 civarındaydı... Aralarında Zohrab gibi Meclis-i Mebusan üyeleri vardı. Neden tutuklandıklarını bilmiyorlardı. Önce Merkez Hapishane’ye, Mehterhane’ye gönderildiler. Ardından bölümlere ayrılıp Ayaş, Çankırı ve Çorum’a sürüldüler. Bir süre sonra tekrar sürgüne çıkarıldılar. Bu kez amaç belliydi. Teşkilatı-ı Mahsusa harekete geçti. Çeteler, tetikçiler yolda kafilelere saldırdılar. Çok küçük bir kısmı hayatta kalabildi. Çoğu hayatını kaybetti. Talat Paşa’nın arkadaşı, Babıali baskınının İttihatçılarını evinde saklayan, 1908’in ateşli savunucusu, usta hatip milletvekili Zohrab’ın başı taşla ezildi. Tutuklama tarihi 24 Nisan 1915’ti... Ardından tehcir başladı... Ermeniler büyük felaket olarak adlandırdıkları 1915 olaylarını bu yüzden 24 Nisan’da hatırlar ve anarlar... Tabii Türk Ermenileri dışında.1915 bu toprakların, bu topraklarda yaşamış olanların ve yaşayanların ortak meselesidir... Unutmak bile önce bilmeyi gerektirir... Bildikçe arınırsınız, bildikçe kimliğinizi yeniden ve sağlam temeller üzerinde kurarsınız... Ben kendi payıma memleketimin Ermenilerinin duygularına saygı duyuyor, paylaşıyor, hepsine selam ediyorum......’ Ali Bayramoğlu böyle anlatmış 2008’de yazdığı yazıda...Üzerine tek bir satır bile eklemeye gerek duymadım.Bugün 24 Nisan...96 yıl olmuş...*****Stalin meğerse hastaymış...Sovyetler Birliği’nin eski lideri Stalin‘in doktorlarından Aleksander Miyaskinov’un günlükleri ortaya çıktı.Doktor, günlüklerinde, Stalin’in, onu acımasız ve paranoyak yapacak bir hastalığı olduğunu yazmış. Otopside ortaya çıkmış bu. Beyninde damar sertleşmesi varmış ve bu Stalin’in hareketlerini ve düşüncelerini etkiliyor olabilirmiş. ‘İyi ile kötüyü, caiz ile yasağı, dost ile düşmanı ayırt edemeyecek kadar şuurunu etkilemiş olabilir’ demiş doktor.Stalin, yaptırdığı işkenceler, kapalı kapılar ardında verdiği karanlık kararlar, toplumuna çektirdiği acılarla bilinen bir lider. Şimdi anlaşılıyor ki Stalin hasta olduğu için yapmış bütün bunları... Olabilir mi bu? Belki de olabilir... Belki de bütün diktatörler ‘çatlaktır’. Böyle bakınca, birçok insan bende “Acaba bu da çatlak mı?” kuşkusu yaratıyor.*****muhtesip.blogspot.comBurçin Aydoğdu ve Levent Çelik ismini yeni duydum. İkisi de avukat... Oysa ki hem televizyona çıkmışlar, hem röportajlar vermişler hem de internet sitelerinde, yaptıkları işlerden alıntılar olmuş.Hiçbirini görmemiştim... Bazen böyle bir kör nokta olur işte hayatta.Eğer siz de benim gibi yeni duyuyorsanız diye...Aydoğdu ve Çelik bir blog hazırlamışlar, muhtesip.blogspot.com.Muhtesip, İslam şehirlerinde çarşı ve pazar esnafını din kurallarına göre denetleyen görevli, belediye memuru demekmiş.Zabıta yani...Aydoğdu ve Çelik de sanırım bir çeşit yazı zabıtası diyorlar kendilerine...Bloglarında bazen eğlenceli bazen tuhaf, anlayamadığım bir kızgınlıkla bazen de kendilerini çok haklı hisseden bir dille köşe yazarlarının yazılarında yaptıkları hataları bulup,yazmışlar...En çok hata yapan Hıncal Uluç, Yılmaz Özdil, Güneri Cıvaoğlu, Ahmet Hakan ve Hakkı Devrim’miş.İlginç bir ilk beş değil mi?Burçin Aydoğdu ve Levent Çelik’e bu çalışmalarında ekşi sözlükçüler yardım ediyormuş.Benim dokuz hatam olduğunu bulmuşlar... Dört tanesini, tamamen canları öyle istediği için hata kabul etmişler.‘Yazısında bunu bir arkadaşının anlattığını söylemiş Sanem Altan, bence bunu babası anlatmıştır’ gibi düzeltmeler yapmışlar... Bu yazıda da bilerek ben hata yaptım.Bakalım kendilerine göre 10. hatamı bulabilecekler mi?*****Aydınlar ne yapacak?Stalin’den ve CHP’nin vaatlerinden bahsedince bir soru daha geldi aklıma...CHP’nin seçim vaatlerini destekleyen ‘aydınlar’, bunları, bu ülkenin yazarlarından biri söyleseydi, şimdi Kılıçdaroğlu’na inandıkları gibi ona inanır, desteklerler miydi sizce?Mesela bunu Orhan Pamuk geçen sene söyleseydi, ‘Askerliğin kısalması, savunma bütçesinin düşmesi lazım’ deseydi. .. Bizim CHP sever ‘ilerici’ aydınlar ne derdi?Yoksa “askerliğin kısaltılması” önerisini AKP yandaşlığı olarak mı ilan ederlerdi? Andre Gide, Arthur Koestler, İgnezio Silone... Üçü de Stalin döneminde Sovyetler yönetimini eleştiren yazılar yazıp, gördüklerini eleştirdiler...Gide, ateşli bir komünistti. Sovyetler’e gidip geldikten sonra Sovyet yönetimi aleyhine bir dizi yazı yazdı. Bunun üzerine başta Romain Roland olmak üzere birçok yazardan ağır eleştiriler aldı. Onlarla sert kalem kavgalarına girdi.Bütün dünyadaki ilerici aydınlar tarafından hainlikle itham edilmekten kurtulamadı...Arthur Koestler, sağlam bir komünistti. İspanya iç savaşına katılmış, yakalanıp idama mahkûm edilmiş, idam hücresinde başlattığı açlık grevi sırasında genç yaşta kalp hastası olmuştu. Stalin aralarında Buharin gibi Koestler’in yakın arkadaşlarının da bulunduğu birçok komünist yöneticiyi alelusül mahkemelerce yargılatıp idam ettirince... Koestler de Stalin’e karşı çıktı.Dünyanın ilerici aydınları tarafından hain ilan edildi...İgnezio Silone, efsanevi Fontamara romanının yazarı ve inanmış bir komünistti. Sovyetler’e gitti, oralarda olup biteni görünce, gördüklerini eleştirdi. Dünyanın ilerici aydınları tarafından hainlikle damgalandı.Hayatları boyunca suçlanan bu üç yazarın, yıllar önce söylediklerinin doğru olduğu 90’lı yıllarda ortaya çıktı.Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde bir proleterya diktatörlüğü değil bir bürokrasi diktatörlüğü kurulduğu, insanları baskılarla kıvrandırdığı anlaşıldı.Gide, Koestler, Silone gibi yazarlar bu gerçeği söylediklerinde ilerici aydınlar bu yazarlara niye hücum etmişti peki?Gerçeği görmeyecek kadar kör müydüler?Yoksa Stalin’e muhalefet etmenin kendilerini hain durumuna düşüreceğinden mi korktular acaba?Gorbaçov gelip bu üç yazarın yıllar önce söylediklerini söyleyince, kendi yazarlarına inanmayan ilerici aydınlar bir politikacıya seve seve inandı.Gorbaçov’un arkasına sığınıp gerçekleri söylemek onları hain olmaktan kurtardı.Gerçi Ergenekon’dan aday seçen Kılıçdaroğlu’nu Gorbaçov’a benzetmek biraz tuhaf oldu ama seçim beyannamesi konuşmasında alışkın olmadığımız bir cesaret gösterdiği için bu hikâyede bu benzetmeyi kullanabiliriz diye düşünüyorum.Kendisini -sadece Ak Parti’ye karşı olduğu için bile- ilerici aydın zanneden herkes, biz, hepimiz, yazarlara değil politikacılara inanmayı yeğledik her zaman.Bugün de olduğu gibi...Kendi aptallığımızdan ve kendi korkaklığımızdan kendi yazarlarımıza hain dedik...Artık Ergenekon sempatizanı CHP bile askerliği kısaltıyor, savunma bütçesini azaltıyor, Kürt gerçekliğinden bahsediyor...Şimdi ne yapacağız peki?Şu ünlü ‘aydın namusu’ adına... Hiç olmazsa biraz utanmayı becerebilecek miyiz?
Bugünlerde kime rastlasam ya mutsuz, ya bezgin, ya sıkkın, ya umutsuz, ya şikayetçi ya da kendini köşeye sıkışmış hissediyor.Gazetelere bakıyorum.Sayfalardan mutsuzluk fışkırıyor.Mutlu bir resim görülmüyor.Toplumumuz inanılmaz bir uyum içinde.Tarihimizde az görülmüş bir şekilde birlik ve beraberlik içinde, sınıfsız-imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz şu anda.Herkes birbirine karşı ama herkes birlikte mutsuz...Mutlu olan var mı?Hiç kimse yok.Mutlu bir azınlık bile yok.Zenginler derseniz... Onlar da dünyadaki ve Türkiye’deki değişimin hızına ayak uydurma telaşından bitap düşmüş haldeler.Peki bu büyük mutsuzluk uyumu nasıl sağlandı?Hiçbir sosyoloji kitabının açıklayamayacağı bu toplumsal uyum nasıl gerçekleşti?Bir ülkede işçi sınıfı mutsuzsa işveren mutludur.Çifçiler ayağa kalktıysa onların payını alan sanayiciler mutludur.İktidar endişeliyse muhalefet umutludur, muhalefet üzgünse iktidar seviniyordur.Ama hayır böyle olmuyor. Hiçbir kesim, hiçbir zümre, hiçbir sınıf mutlu değil.Herkes bir şeyleri kaybettiği için üzgün ama kimsenin kaybı öbürüne yaramıyor.Öyleyse ortak olarak kaybettiğimiz bir şey var. Hepimizi tedirgin eden ortak bir şikayet noktası olmalı.O değişiklik nedir?Acaba değişen dünyaya Türkiye’nin zorunlu olarak ayak uydurmaya çalışmasının yarattığı deprem mi bizi mutsuz ediyor?Dünyanın ve ona bağlı olarak Türkiye’nin değişmesi mi bizi sancılandırıyor?Toplumun yanlış kaynamış kırıklarını, şimdi hayat düzeltmeye kalktığında mı canımız yanıyor?Herkesin rolü, yeri, varolma biçimi değişiyor.Değişim lehimize olsa bile hep birlikte yeni yerimizi mi yadırgıyoruz?Niye herkes mutsuz?Edip Cansever’in sorusunu biraz değiştirerek sorarsak:“Ahmet abi, güzelim, diş değil, tırnak değil bir ülke niye kanar?”***Murat Belge ile Boğaz turuBu pazar kaçırılmayacak bir tur var İstanbul’da olanlar için Boğaziçi Kültürü Turu. Motorla, Boğaz’daki eserleri inceliyorsunuz. Kabataş’tan 10.30’da. Kişi başı 80 lira.***Demirel’in Dizinin DibiGeçtiğimiz günlerde bir çok yerde rastladım, her seferinde de üşenmedim, haberi okudum.Gece hayatının önemli ismi (gazeteler öyle yazıyor) İzzet Çapa 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile röportaj yapmış Mecmua Dergisi için.Mecmua yeni bir dergi. Henüz ikinci sayısı bu.İlk sayısında da AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik ile röportaj yapmış Çapa ama o, Ayşe Arman ve Demirel röportajları kadar ilgi görmedi nedense.Ben de merak ettim bunun nedenini...Öğrendim ki, derginin mart ayında çıkan ilk sayısı tamamen başka bir ekiple, başka bir formatla çıkmış.Demirel’li olan Nisan sayısındaki Mecmua, aslında 1. sayı sayılabilecek kadar, ilk sayıya benzemiyor. Çünkü ekibinden formata kadar herşey değişmiş dergide.Sanırım bu yüzden ilk sayı da ‘üvey’ sayı olmuş herkes için.Ekip değişince Ömer Çelik’ten Demirel’e uzanmış röportajlar. Ben de röportajı ilgiyle okudum.Eğlenceli ve iyi yapılmış bir röportajdı.İzzet Çapa, sorularını kendisi hazırlamış. Derginin yazıişlerinin hazırladıkları takviye soruları bile, kendi bakış açısına göre değiştirip öyle sormuş Demirel’e.Röportajın okumadığımız parçaları da varmış. Mesela Çapa’nın Nazlı Ilıcak ile ilgili sorduğu soru ve Demirel’in verdiği cevap röportajda yer almamış. Derginin editoryal ekibi bunu sansürlemiş. Nedenini gerçekten merak ettim.Niye Nazlı Ilıcak sorusunu koymadılar acaba?Belki de röportajın bitmiş halini Demirel’in danışmanlarına gönderdiler, ondan çıkardı. Bilemiyorum...Benim asıl itirazım başka . Çapa’nın Demirel’le çektirdiği fotoğraf.Yadırgadım biraz.Neden röportajı yapan, konuştuğu kişinin ayakları dibinde oturur ki...Bu saygı ifadesi mi?Bu tür “saygı” anlayışı bana biraz abartılı gözüktü.Bırakın “dizinin dibinde “oturmayı, Demirel’in saygıyı ne kadar hak ettiği bile kuşkulu benim açımdan.Çünkü Demirel denince aklıma, 12 Mart ve 12 Eylül’de darbe “mağduru”, 28 Şubat’ta darbe “yandaşı” olan komik şapkalı bir adam geliyor.Bir de 28 Şubat sürecinde acı çeken insanlar.Böylesine saygı gösteresim yok anlayacağınız, nerede kalmış dizinin dibinde oturmak.***Mustafa Koç’u safariye götüren adamMecmua dergisinin ilk sayısında gördüm, hayvan fotoğrafçısı Süha Derbent işadamlarına vahşi doğada safari danışmanlığı yapıyormuş.“7 ile 70 yaş arasındaki herkesi bu seyahate götürüyorum. Yemeklerde 5 yıldızlı otellerin dünya mutfağı ölçü alınıyor. Konakladığımız çadırlar 5 yıldızlı otel odası konforunda. Yerleri parke. Banyodan çalışma odasına kadar bölümleri var. 25 bin euroluk profesyonel fotoğraf ekipmanı gerekiyor. 9 günlük seyahatin fiyatı 15 bin euro. Uçuş ve içilen sıvılar hariç” diye anlatmış Derbent.Mustafa Koç, Süha Derbent’le safariye giden işadamlarından biriymiş. Tam 6 kez gidip gelmişler.Mustafa Koç’tan başka Ten Mayoları’nın sahibi Deha Orhon ve işadamları Murat Çuhadaroğlu, Ersin Pamuksüzer, Muzaffer Akpınar da Derbent’le safariye gitmiş.Mustafa Koç çektiği bu fotoğraflardan kitap yapmış.Duyduğum, paraya en yakışan macera... Bayıldım.Fotoğraf çekmek istemiyorsanız sadece hayvanları görmek için de safari yapıyormuş Süha Derbent.Bir de harika bir şey öğrendim, vahşi doğa fotoğrafçılığında kabul edilir fotoğraf, hayvanın gözündeki ifadenin göründüğü fotoğrafmış.***Bu aralar neler istiyorum:* Bu ağır ülke gündeminden sıkılıp, bilmesem bile “Ayşe’nin (Özyılmazel) kastettiği sevgilisini biliyorum” diyerek o ağır gündeme geçiş yapmak istiyorum.* Eyüp Can’ın yazdığı yanlışolog Kathryn Shulz’un ‘Being Wrong’(yanlış olma) adlı kitabını okumak istiyorum.* Fenerbahçeli Alex’i arayıp “Sen Başbakan’a aldırma, isim değiştirmek Türk vatandaşı olmanın ön koşulu değilmiş” demek ve bir de eklemek istiyorum: “Lütfen değiştireceksen bile ismin Aziz ya da Recep Tayyip olmasın.”* Şampiyonlar Ligi’nde oynanacak Barcelona-Real Madrid maçlarından birini stadda izlemek istiyorum.* Ne zaman durup dururken bir Hülya Avşar haberi görsem “Acaba ne oldu?” diye düşünüyorum. Yaptığımız bir röportajda söylediği “Magazincilere ne diyeceğimi, hangi lafın nasıl büyüyeceğini çok iyi bilirim” lafı aklıma geliyor. Hülya Avşar’a sormak istiyorum: ‘Şimdi ne oldu?’ ***TESEV’in Anayasa RaporuTESEV’in, Aralık 2010’dan beri faaliyette olan Anasaya Komisyonu’nun raporu salı günü açıklandı.“Türkiye’nin Yeni Anayasası’na Doğru” adlı bu rapor kamuoyunda bir fırtına yaratmadı.Hatırlasanıza TÜSİAD’ın sunduğu raporun çıkardığı gürültüyü. Çok merak ettim tabii... Bu farkı ne yarattı diye...TESEV bana kalırsa çok iyi bir iş çıkarmış ve ilkeyi ‘olabilirlik’ üzerine kurmuş.Kuru tartışmalar yaratacak hiçbir iri laf söylemeden, şu an olabilecek ve olması gerekenleri söyleyerek işe başlamış. Açıkçası bu fikri ve bu akıl yolunu çok sevdim.Fakat toplumumuzda ‘İtiraz etmeyeceğimiz, kavga çıkartamayacağımız bir anayasa taslağını önemsemeyiz de’ tavrı olduğu için, kamuoyunda bir rüzgar estiremedi TESEV raporu.Kavga çıkmayınca kimse birbirine ne diyor diye bakmıyor... Oysa ki çok basit ve çok çarpıcı bir şey söylüyor TESEVciler:‘82 Anayasası’nı tersine çevir, işte sana yeni anayasa.’“İdeolojisi olmayan, halkı esas alan bir anayasa olmalı” diyorlar.Lütfen internetten TESEV’in hazırladığı raporu bulup okuyun.Hemen şimdi hayata geçmese bile hiç olmazsa bir fikir verir... Bir hayat nasıl olmalı diye.
Steinbeck‘in ‘Bir Numaralı Evde Olanlar’ diye çok hoş bir hikayesi var.O evde oturan çocuk bir çiklet çiğniyor. Babası çiklet çiğnemesine kızıyor.Tutup pencereden dışarı atıyor çikleti...Bir süre sonra çiklet biraz büyümüş olarak evin içinde yeniden beliriyor... Adam gene pencereden atıyor... Bir zaman sonra çiklet daha büyümüş dönüyor.Adam atıyor... Çiklet büyüyerek dönüyor. Sonunda çiklet, ev kadar büyük bir hale geliyor...Bizim de ev kadar büyük bir çikletimiz var... Kürt sorunu.Cumhuriyetin başından beri biz bu sorunu çözmek yerine görmemeği tercih ettiğimiz için ‘pencereden’ dışarı atıp duruyoruz.Her seferinde de daha büyümüş olarak geri dönüyor.Ve büyümesinde bizim hiç katkımız yokmuş gibi hem büyümesine hem geri gelmesine kızıyoruz.Ama bugün artık görmezlikten gelinemeyecek noktaya vardı işler.YSK, yedisi BDP’nin desteklediği 12 bağımsız adayın adaylıklarını iptal etti...Yıllardır görmezden gelinen , son dönemlerde ise biraz da olsa barış yoluyla çözüme gidilecekmiş gibi gözüken Kürt sorunu ancak bu kadar hançerlenebilirdi doğrusu...Bu adaletsizliğin, bu kaosun içinden nasıl çıkacağız?Kürtler doğdukları toprakta kendi dillerini konuşmak istiyorlar, Kürt oldukları gerçeğinin kabul edilmesi için haykırıyorlar, ikinci sınıf insan muamelesi görmelerinin haksızlık olduğunu söylüyorlar...Kim onlara bunların düzeltilmesini istiyorlar diye kızabilir?Ne yazık ki biz... Bunu biz yapıyoruz...Kürtlerin Kürt olduğu gerçeğini kabul edemeyen kim?Ne yazık ki biziz... Biz onların Kürt olduğunu kabul etmiyoruz...Yeni anayasa yapılmasının, Kürtlerin de her hürlü vatandaşlık hakkına sahip olmasının, dillerini okullarda okutabilmelerinin gerektiğinin, üzerlerindeki polis ve asker yani devlet baskısının kaldırılmasının şart olduğunun söylendiği şu günlerde...Bu anlayıştan korkan, bu anlayışı dinamitleyen hangi ‘biz’ acaba?Çikletin büyümesini isteyen kim?Çiklet, pencereden bu son atılışından sonra daha da büyüyerek geri gelecek...AK Parti, CHP, MHP ve kim varsa...YSK’nın bu kararına karşı çıkmalılar...Kemal Kılıçdaroğlu ‘meclis olağanüstü toplanmalı’ dedi. ‘Sorunu çözmek isterseniz çözersiniz’ dedi.Şimdi Ak Partinin hamle zamanı...Kürtlere “Meclis’e gelmeyin dağa çıkın,” diyen zihniyetin, aslında kendisine de karşı olduğunu anlamalı Ak Parti.Ve sorunu çözmeli.Ak Parti açısından burada korkulacak olan, milliyetçilik duygusuyla size oy vereceklerin oylarını kaybetmek değil, adalet anlayışınıza, Allah korkusu taşıdığınıza, zulme uğrayan kim olursa olsun yanında olacağınıza inananların oyunu kaybetmek olmalı...Kürt sorununa bu noktada çözüm için yaklaşmayan Ak Parti, barışı, adaleti, demokrasiyi dinamitleyenlerle işbirliği yapmış olur çünkü...***Zirve’nin üzerinden 4 yıl geçti18 Nisan 2007’de Malatya’da Zirve Yayınevi’nde üç kişinin katledilişinin üzerinden dört yıl geçti.Dün gazetelerde, o gün hayatını kaybedenlerin ölüm yıldönümlerinde anılmalarının haberleri ya yoktu ya da küçücüktü...Üstelik de daha üç hafta önce o katliamla ilgili çok önemli gelişmelerin ortaya çıkmasına rağmen Zirve Yayınevi katliamı ve katledilenlerin ailelerinin acıları önemsenmiyordu...Neden?Neden bizim toplumumuzun adaletsiz bir hassasiyet ölçüsü var?O hassasiyet neden bazılarına gösteriliyor da, bazılarına gösterilmiyor ?Savcı Öz iyi miydi kötü müydü diye tartışan bizler, Savcı Öz’ün gitmeden hemen önce Zirve katliamıyla ilgili yaptığı soruşturmayı tartışmıyoruz...Aldırmıyoruz bile...Böyle olursa... Birbirimizin dürüstlüğüne nasıl güveneceğiz?- Ergenekon soruşturması kapsamında, Zirve Yayınevi katliamını azmettirdiği iddiasıyla tutuklanan emekli Albay Mehmet Ülger’in “katliamın sorumluluğunu hükümete yıkmak için” sahte istihbarat raporları hazırlattığı ortaya çıktı.- Raporların, askeri casusluk soruşturması kapsamında Gölcük Donanma Komutanlığı’na yapılan baskında ele geçirildiği belirtilirken, Ülger ve ekibinin hayali “misyoner gruplar” kurduğu ve onlara logolar hazırladığı iddia edildi.- Dört yıl önce üç kişinin vahşice öldürüldüğü Malatya’daki Zirve Yayınevi katliamının ardından, o dönem Malatya İl Jandarma Alay Komutanı olan Albay Mehmet Ülger, İstihbarat Binbaşı Haydar Yeşil ve İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Ruhi Abat’ın, sahte istihbarat raporları hazırlayarak üst makamlara gönderdiği anlaşıldı.- Ülger ve ekibinin, misyonerlerle AKP arasında bağ kurabilmek için bazı hükümet ve parti yöneticileriyle, misyoner olduğu iddia edilen sahte isimler arasında akrabalık bağı kurdukları ve bunları ıslak imzalı sahte raporlara geçirdikleri belirlendi.- “Ortadoğu Hıristiyan Birliği” ve “Kürdistan Kiliseler Birliği” gibi hayali misyoner gruplar uydurup, sahte logolar hazırlayan Ülger ve ekibinin, raporlarında bu grupların çalışmaları hakkında bilgi verdikleri de ortaya çıktı.Ve bu toplum, üzerinden dört yıl geçen bu katliamı bu yeni belgelere rağmen unutmuş gözüküyor...Sizce neden oluyor bu?***Bu Kale “son” olsun!Yarattıkları tartışmaları çoğu zaman şov ağırlıklı bulsam da fırsat buldukça Kanaltürk’te yayınlanan Son Kale programını izliyorum.Geçen hafta Reha Muhtar, programın bitmesine daha saatler olmasına rağmen programı bitirmişti. Çünkü Erman Toroğlu Ahmet Çakar ve Reha Muhtar’ın arasında kim soru soracak kavgası çıkmıştı.Bir dönem spor röportajları yaptığım için üçünü de yakından tanıyorum. Dolayısıyla bu hafta pazartesi günü yani olaylı programdan sonraki ilk programa daha farklı bir merakla baktım:- 50 yaşını aşmış, yıllardır yayın dünyasında olan bu üç adam, bakalım yine çocuklar gibi kavga edecekler miydi?- Yoksa yaptıkları hatanın farkına varıp seyircilerden özür mü dileyeceklerdi?Sonuç tam bir hayalkırıklığı benim için. Seyrederken utandım.Reha Muhtar, Tolunay Kafkas‘a soru sormak isteyen Ercan Saatçi‘ye söz verdi diye Ahmet Çakar masaları yumrukladı.Erman Toroğlu, şu an bile kulağımda çınlayacak kadar kaba bir ses tonuyla nara attı neredeyse.Reha Muhtar, “Burası hergele meydanı değil” dedi. Ve yine yayın kesildi, yine program tamamlanamadı.Seyircisine aldırmayan bir programın seyircisi olmanın sıkıntısı yanında, yakından tanıdığım bu üç adamın düştüğü durum canımı acıttı.Telefon edip ‘lütfen yapmayın, çok kötü gözüküyorsunuz’ demek istedim.- Reha Muhtar: Yılların televizyoncusu, sayfa komşum iki haftadır krizi iyi idare edemiyor. Çakar ve Toroğlu‘nun artık kontrolden çıkan öfkelerini ve tatsız üsluplarını anlamak çok zor. Ama benim Reha Muhtar’dan beklediğim, “Yayını sabote etmek, izleyiciler karşısında rezil olmak istiyorsanız buyrun!” demesiydi onlara. Hatta Çakar ile Toroğlu stüdyodan ayrılsa bile programa devam etmesiydi. Biz Ercan Saatçi’yi ve Tolunay’ı izliyorduk çünkü. Yapamadığına göre bilmediğimiz birşeyler olmalı. Yoksa yapardı.- Ahmet Çakar: Özel hayatında son derece tonton bir adam aslında. Fazla güven telkin etmez bazen, çok heyecanla savunduğu bir konunun beş dakika sonra tersini söyleyebilir. Ama Çakar, hayatının hiçbir döneminde kendini bu kadar acıklı bir hale düşürmemişti doğrusu. Dışardan çok net belli oluyor, son iki programdır kavgayı Ahmet Çakar başlatıyor. Hangi etkiyle böyle kontrolsüz davranıyor bilmiyorum. Ama yanlış bir uslup ve taktikle davranıyor. Onun için çok üzüldüm.- Erman Toroğlu: Bu üçlü içinde en eski onu tanırım. Eskiden Şansal Büyüka’nın markajı altında iki ayda bir pot kırardı. Şimdi Büyüka olmadan, koskocaman bir pot haline dönüştü. Erman Hoca’nın seviyeyle ilgili kaygısı zaten azdı, artık hiç kalmadı galiba. Bunun için Son Kale‘ye bakmaya gerek yok. Kendisi için “Andropoza girdi” diyen Yeşim Salkım‘a verdiği cevap çok tatsızdı. Evli, yeni doğum yapmış bir hanıma “Gelsin yanıma, hastalığı beraber çözelim” şeklinde yaptığı imalı yaklaşım can sıkıcıydı. Bu mudur Erman Hoca? Bu olmamalı... Eğer spor programlarının izlenmesi isteniyorsa... Son Kale ve türevi programlarlar acilen tedavülden kalkmalı bence.Hem seyirciye hem dostlarına kabalık yapanlar da şapkayı önüne koyup düşünmeli biraz.
Dün Turgut Özal‘ın 18. ölüm yıldönümüydü.15 yaşındaydım sanırım Özal bu ülkeyi değiştirmeye başladığında...Hayata karşı 15 yaşın tüm aldırmazlığına sahipken, hiç farkında olmadan da olsa şişman, tonton bir adamın bu ülkeyi yeniden yaratmaya çalıştığını fark ediyordum.Herkes bundan bahsediyordu.Herkes ona çok kızıyordu.Onun yenilikçiliğini desteklemek, onu cesur ve farklı bulmak, çevremizdeki insanların çok kızdığı bir şeydi.Hemen hemen her gün Özal ağır şekilde eleştiriliyor ve hemen hemen her gün Özal hakkında yazılar çıkıyordu.Yazanlar sövmekten, okuyucular okumaktan bıkmıyorlardı.Bu kadar sövgünün ortasında Özal için iyi bir şey söylemek ise neredeyse günahtı.Bunları çok iyi hatırlıyorum.Biraz daha büyümüştüm.Lise sonuncu sınıfa gelmiştim, üniversiteye hazırlandığım dönemdi.Özal’ın Türk ekonomisini kilitleyen karma ekonomi sistemini dağıtmaya uğraşan, Türkiye’nin kapılarını dünyaya açan, ihracatı arttıran ekonomik devrimleri yüzünden ekonomi okumaya karar vermiştim üniversitede.Devrimci bir aklı, muhafazakar bir duygu dünyası vardı.Devrimcilikle tutuculuğu birlikte barındıran ruhunun çelişkili yapısından olsa gerek, Özal birçok iyi şey yaparken birçok şeyi de eksik bıraktı.En başta hukuk sistemini düzeltemedi. Hukukun ekonomi kadar önemli olduğunu kavrayamadı.Bunu anladığında ise artık çok geç kalmıştı.Ama bu ülkeyi değişime açtı. Bu ülkede birçok yenilik yarattı. Bu ülkede toplumu dönüştüren birçok değişimi “muhafazakar” Özal’a borçluyuz.Böyle bakınca, hikaye bugün yaşadıklarımıza ne kadar benziyor, değil mi?Dün Tayyip Erdoğan’ın seçim beyannamesini anlattığı konuşmasını dinledim.Ve yine aynı şeyi düşündüm: Etkileyici bir lider...Yapması gerekenleri yapsa, bu ülkede gelmiş geçmiş en büyük lider olur.Ama Tayyip Erdoğan’ın liderliğine önce Tayyip Erdoğan karşı.Bir yanı ülkeyi değiştirmek, Türkiye’yi en büyük ülkeler arasına sokmak istiyor, bir yanı bugünkü şartlardan yararlanarak başkanlığa tırmanmayı arzuluyor.Özal’ın “hukukun” önemini kavrayamaması gibi Erdoğan da “evrenselliğin” ve evrensel değerlerin önemini kavrayamıyor.Bir yandan Avrupa Birliği’ne doğru yürümek isterken, bir yandan da milliyetçiliğin kolay taraftar toplayan sığlığına sığınıyor.Dünya liderleri arasına adını yazdırabilecek bir kapasiteye sahipken, bir türlü düzeltemediği yanlışlıkların hesabını soran Batılılara kızıp Ortadoğu’nun, demokrasinin önemine çok da aldırmayan gevşekliğinde rahatlığı arıyor.“Modernlerin tutucu, muhafazakarların değişimci” olduğu bu ülkede ben Erdoğan’ın muhafazakarlığını, değişimciliğini, dindarlığını, sahiciliğini, büyük bir lider olma ihtirasını seviyorum.Ama milliyetçiliği, “benmerkezciliği”, hiç beklenmedik yerde egemen güçlerle pazarlığa oturması, Batı kültürünü hep Hıristiyan kültürü gibi algılamaya yatkın olması, evrensel değerlerle kavgaya tutuşması da beni huzursuz ediyor.Ona, “Tarih sana büyük lider olma fırsatını sunuyor, niye ucuz hesaplarla bu fırsatı tepiyorsun” demek istiyorum.Ama biliyorum ki, benim gibilerin sesiyle onun kulağı arasında “Çankaya hayali” duruyor.Korkarım benim kızım da bir gün Erdoğan için “Büyük bir lider olacaktı ama...” diyecek.Bu hikaye de böyle sürüp gidecek.***Hüseyin Göcek ve Cesar Fernandez!Cumartesi gecesi “kıran kırana” iki maç izledim... Önce, F.Bahçe ağırlıklı bir kalabalıkla birlikte F.Bahçe-G.Antep maçı.- 45. saniyede Alex’e yapılan penaltıyı vermedi.- 20. dakikada Niang’a yapılan penaltıyı vermedi, üstüne Niang’a numara yapıyor diye sarı kart gösterdi.- Lugano’yu kesin atması lazımdı.- 13 tane sarı kart gösterilir mi? Bu adam kontrolü kaybetti, sesleri arasında.Maçtan sonra yorumculara baktım, hepsi de üç aşağı-beş yukarı aynı cümlelerle eleştirdiler hakem Hüseyin Göcek’i...Onun için üzüldüm ve “Ne yaparsan yap, Türk hakemleri Türk futbolunun gerisinde“ diye düşündüm.Sonra dünya derbisi Real Madrid-Barcelona başladı.O maçın hakemi de İspanyol Cesar Muniz Fernandez‘di... Maçın yorumcusu Rıdvan Dilmen’in ifadesine göre Fernandez, önce Barcelonalı David Villa’ya yapılan penaltıyı vermedi ve “numara yapıyor” diye Villa’ya sarı kart gösterdi. Sonra da Real Madrid 10 kişi kalmışken ve Barcelona 1-0 öndeyken olmayan bir penaltı icat ederek Real Madrid’in maçı berabere bitirmesini sağladı. Yani Barça’nın bir penaltısını vermedi, Real’e ise haketmediği bir penaltı verdi, maç 1-1 bitti.İki ayrı ülkede, iki ayrı hakem, iki ayrı maç...Hakemler benzer hataları yaptılar, maçların sonuçlarına olumsuz yönde etki ettiler, adil bir yönetim göstermediler.Birinin adı Hüseyin, ötekinin adı Cesar... Demek ki gerçekten “hakem şansı” diye bir şey var. O şans o gün yoksa, yanlış kararlar verip maçların kaderini değiştirebiliyorsunuz.Ancak Türkiye’de bu tip durumlarda komplo teorisi kurulmaya hazır bir ortam var. Hemen fısıltılar başlıyor:- Aziz Yıldırım devre arasında soyunma odasına inmiş, hakemi korkutmuş.- Mahmut Özgener, Trabzon’u şampiyon yapmak için Hüseyin Göcek’e talimat vermiş.- Antep, Trabzon’dan teşvik primi almış ...Sonra fanatik futbol seyircisi bunlara inanıyor ve güvensiz bir ortam oluşuyor. Bu ortamda futbol oynamak da, maç yönetmek de, izlemek de “sağlıksız ve zevksiz” hale geliyor.Halbuki her hakemin saçma hatalar yapabileceğini kabul etsek,bunu futbolun parçası olarak görebilsek, öküzün altında buzağı aramasak, belki de futbol heyecanlı bir oyun olarak bizi düşündüğümüzden daha çok eğlendirecek.Ne dersiniz?Futbol zevkini hakemler kadar biz yorumlayanlar da katletmiyor muyuz? ***Küçük Bir Bilgi7 bin dolara vekillik!Seçim yaklaşıyor.Şu ana kadar gördüklerim, ülkeyi gelecekle buluşturacak bir icraat yarışından çok, milletvekili olma yarışıymış gibi hissettiğim bir dönem...Herkes milletvekili olmak istiyor. Amaç sadece para mı? “Bu olamaz...” diyordum.Radikal’de okuduğum haber, fikrimi değiştirmemi sağladı doğrusu: Dünyadaki milletvekili maaşları...- Türkiye 7000 dolar, ömür boyu 6000 lira emeklilik maaşı- İtalya 9150- Avusturya 8100- Norveç 7500- İngiltere 6200 - Hollanda 5660- Belçika 5064- Danimarka 5000- Fransa 4648 - İsviçre 4200- İsveç 4200- İspanya 2312- Litvanya 820***Mucize kadın Türkiye’deDaha önce de yazmıştım, pek çok yerde de okumuştum Arianna Huffington‘ı...Kurduğu Huffington Post sitesini 315 milyon dolara AOL‘e satan kadın...Gerçekten inanılmaz bir başarı...Arianna Huffington Türkiye’ye geliyormuş...Başarılarını anlatmak için...Çok merak ediyorum, bunun için kaç lira alacak acaba Huffington?61 yaşında, kitapları olan, siyasi yorum yazılarıyla dikkat çeken, bir ara siyasete girmek istemiş ama seçimi Arnold Schwarzenegger‘e kaybetmiş Arianna Huffington, sitesini ilk kurduğunda sadece sıradan bir haber sitesiymiş bu aslında.Sonra haberden çok yazarların yorumunu öne çıkararak dikkat çeken site blog yazarlarıyla da işbirliği yaparak büyümeye başlamış.Zaten bu kadar pahalı bir satıştan sonra, “İçeriği biz sağlıyorduk” diyerek blog yazarları dava açmışlar Huffington’a.105 milyon dolarlık bir dava...Rakamlar ne inanılmaz değil mi? Sadece bir internet sitesinden bahsediyoruz.İnsan bu başarının sırrını merak ediyor doğrusu...
Size Latife Hanım’ın kardeşi, Vecihe Hanım’ın torunu Sadık Öke’nin, Fatih Bayhan’la birlikte hazırladığı “Teyzem Latife” kitabından bahsetmiştim.Kitabı okudukça sevdim, Sadık Öke’nin Latife Hanım’ı anlatırken kullandığı dilin samimiyeti hoşuma gitti.Çünkü ben de Latife Hanım’ı Atatürk’süz anlatmanın mümkün olmayacağına inananlardanım.Bu da anlatacağınız birçok şeyi ürkerek, çekinerek anlatmanıza neden olabilir, bütün kitabı yapay bir hale getirebilir. Ama Sadık Öke neredeyse buna hiç yenik düşmemiş, hatta bazı yerlerde insanı şaşırtacak kadar cesur hikâyeler anlatmış.Kitaptan çok şey öğrendim Atatürk ve Latife Hanım’la ilgili...***Latife Hanım; kendisine yazılmış mektupları, ayrıldıktan sonra özellikle bir iç hesaplaşma gibi Atatürk’le yaşadığı olayları, yazdığı notları, bütün evrakları, Paşa’nın bazı nutuklarının asıllarını, beraber yazdıkları yazıları ve daha birçok şeyi saklamış.Bunların hepsi ölümünden sonra Türk Tarih Kurumu’na bağışlanmış.O belgelerin hepsi şu an sır. Çünkü aile, toplumun henüz bu belgelere hazır olmadığını düşündüğünden, Latife Hanım’a zarar vermemek için, AİHM kararınca bu belgelerin 2074 yılına kadar açılmasını engellemiş.Latife Hanım’ın ölümünden 99 yıl sonra açılabilecek yani...“O belgelerde ‘Ben kocamla Adana’ya gittim, beni arabada soluna oturttu, bir kadına bu yapılmaz. Kadın her zaman sağda oturtulur’ ya da ‘Yeter artık çok içtin, bu ne rezalet!’ ya da ‘Hiç sevmiyorum şu arkadaşını, amma yaramaz adam, karısına ne biçim davranıyor?’ gibi her kadının kocası hakkında söyleyebileceği, ‘Bunu yapmaması gerekirdi’ gibi daha çok asker ve mahalle arkadaşlarına yönelik şeyler var.Bunlar çok normal... Ama açıldığı zaman “insan” Mustafa Kemal ortaya çıkacak diye buna tahammül edemeyen Mustafa Kemal’den geçinmeciler, kurdukları sistem çökerse kişisel çıkarları da çöker diye bu belgelerden korkuyor. Dincinin yobazı kadar lâikin yobazı da bu sistemden faydalanıyor. Bunun için Ata’nın ailesine bile zarar verirler” demiş Sadık Öke, belgeleri neden şimdi açıklamadıklarını anlatırken.***Atatürk 15 gün kaldığı Uşşakizadeler’in köşkünde evin kızı Latife ile tanışıyor ve onu beğeniyor.“Dört gece arka arkaya konuştuk” diye anlatmış Latife Hanım o günleri gazeteci Niyazi Ahmet Banoğlu’na... Latife Hanım’ın bir Türk gazetecisine verdiği tek röportajmış bu.Sadık Öke, bazı çok özel anıları da anlatıyor: “Mustafa Kemal, Latife Hanım’dan o kadar etkileniyor ki, beraber olmak istiyor. Latife Hanım bunu kabul edecek bir yapıda değil. Ancak birbirlerine ilgilerini açıkladıkları gece ilk önce Latife Hanım ilgisini açıklıyor.Latife Hanım onunla evlenebilirdi ama metresi olamazdı. Paşa, birliktelik teklifini bir adım ileri götürüp gece vakti İzmir sokaklarına çıkıp müftü bularak imam nikahı ile evlenme teklif etmiş. Latife Hanım, babası yanında olmadan bunu yapmak istemiyor.Paşa ısrar ederek beğenisinin gerçek olduğunu göstermek için Latife Hanım’ı öpmek için eğilmiş, Latife Hanım masadaki silahı alıp havaya üç el ateş etmiş. Devam ederse dördüncüyü kendisine sıkacağını, çünkü memleketin Paşa’ya ihtiyacı olduğunu söylemiş.”Atatürk’le ayrıldıktan sonra 50 yıl yaşamış Latife Hanım...Ben o 50 yılı, Mustafa Kemal’le geçirdiği 2.5 yıldan daha çok merak ediyorum. “Teyzem Latife” kitabında Sadık Öke gerçekten insanı sarsan bir açıklıkla pek çok şeyi anlatmış.Abdürrahim Tuncak... Atatürk’ün evlat edindiği çocuk...Sadık Öke şöyle anlatıyor:“Abdürrahim’in kendi anlattığına göre, 1911’de evlat edinilmiş. Oysa Zübeyde Hanım Selanik’ten 1912’de geldiğine göre, bu evlat edinme ancak İstanbul’da 1912’de olabilir. Demek Paşa, annesi İstanbul’a gelmeden bu çocuğu evlat edinmiş. Paşa’nın çocuğu olmuyor, böbreklerindeki sorunlar ve geç bir yaşta kabakulak geçirdiği için...Paşa 1907’de Selanik Ordu Merkezi’nde. Yıl olarak bakınca bu çocuğun Paşa’nın bir Selanik macerasının meyvesi olma olasılığı çok yüksek. Bizim bildiğimiz Abdürrahim, Paşa’nın oğludur. Bir ihtimal de Fikriye Hanım’dan olma oğludur.”Galiba bazı gerçekler 2074’ü beklemeyecek ortaya çıkmak için.*****Yılın en ‘zalim’ ayı NisanEn zalim aydır Nisan, çıkartırLeylakları ölü topraktan, kararBellekle arzuyu, karıştırırKasvetli kökleri bahar yağmuruyla.”T.S.Elliot’ın şiiri böyle başlar ya... Nasıl devam ettiğini bilmeden ya da nisanın neden zalim bir ay olduğu hissetmeden ne ömürler biter ama ‘En zalim aydır Nisan’ cümlesini çoğu insan bilir.Ben de bilirim.Ama bu sefer hissettim de... Nisan’ın zalimliğini.Geçen sabah, herkes daha uyurken uyandım.Gökyüzü kalın kauçuktan bir balon gibi şişmişti. Şehrin solgunlaşan ışıklarını boğarak emiyordu sanki.Kenarları hafifçe kızaran grimsi bulutlar doğmakta olan güneşi saklıyordu. Nisan sabahı durgun ve sıkıntılıydı.Fısıltılı bir yağmur başladı birden.Sokaklar sessizdi... Evler sessizdi... Yağmur sessizdi.Sadece bir fısıltı vardı... Yalnız insanları düşündüm.Evin içine baktım, kimsesizdi sanki. Eşyaların her biri diğerlerinden ayrı bir parça halinde köşelerde duruyordu.Arada bir apartmanın içinden bir ayak sesi duyuluyordu, yaklaşıyor, kapının önünden durmadan geçiyordu.Dedemim çok güzel okuduğu Kemalettin Kamu’nun şiiri geldi aklıma:Kimsesizlik dört yanımda bir duvar gibiMustaribim bu duvarın dış tarafında inandığım biri var gibiSanıyorum saçlarımı okşuyor bir elKıpırdanmak istemiyor göz kapaklarımYan odadan bir ince ses diyor gibi ‘gel’Ve hakikat bırakıyor hülyamı yarımGözlerimde parıltısı bakır bir tasınKulaklarım komşuların ayak sesindeVarsın gene bir yudum su veren olmasınBaşucumda biri bana ‘su yok’ desin de.”***Nereden aklıma düşmüştü ki yalnızlık birdenbire.Bir bahar yağmuru gerçekten mi karıştırıyordu kasvetli kökleri?Yalnızlar...Bir zamanlar gençlikleri, çocuklukları, ilk aşkları, ilk öpüşmeleri, ilk sevişmeleri...Dostları, sevgilileri, aşkları, sevinçleri, acıları, özlemleri, hayâlleri olan yalnızlar...Ilık bir yağmur fısıldayarak hep aynı cevapsız soruyu soruyordu:“Sen niye yalnızsın çocuğum? Nerede senin dostların, sevgililerin? Ne yaptın, nerede kaybettin onları?”Yalnızlık nerede, ne zaman, nasıl başlıyordu?Yalnızlığın başladığı an ile senin yalnızlığını hissettiğin an arasında neler geçiyordu?Hemen anlıyor muydun yalnızlığını yoksa anladığında yalnızlığın durgun sularına epey gömülmüş mü oluyordun?Bu yağmur, bu bulutlar, bu fısıltılı grilik...Nisan, zalim sabahlar zamanı...*****Aleviler’in eli niye CHP’ye mahkum?CHP’den milletvekili adayı olmak için bekleyen Aleviler, adaylar açıklandığında hiçbiri listede yer almayınca çok kırılmış. Aday olamayan Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız ‘Alevilerin eli mahkum, yine gidip CHP’ye verecekler’ demiş.Hiç anlamadım... Niye Aleviler’in eli mahkum?CHP’den bu kadar dışlanan Aleviler niye hâlâ kendilerini çaresiz görüyor?Bağımsız aday olsunlar...Aleviler’e bu kadar “çaresizlik” yakışmıyor.*****Haydi çocuklarımızı Liszt’e götürelim!2011 yılı tüm dünyada besteci Franz Liszt’in 200. yaşı nedeniyle etkinliklerle kutlanıyor. İstanbul’da da yarın başlayan ve 10 Mayıs’a kadar sürecek festival başlıyor:‘Liszt Piyano Haftaları...’ Resitaller Süreyya Operası, Caddebostan Kültür Merkezi ve Fulya Sanat Merkezi‘nde düzenleniyormuş, Dolmabahçe Sarayı‘ndaki konserle de bitecekmiş. Türk, Macar ve Fransız piyanistler yedi resitalde Liszt’in unutulmaz eserlerini çalacaklarmış. Klasik müzik severlere duyurulur...Bu hafta 23 Nisan’da çocukları götürmeye ne dersiniz?
Seçenekler arasında kararsız kalmanın “felaketini” anlatan “Buridan’ın eşeği” diye bilinen felsefi bir örnek vardır.Tanınmış Fransız filozofu Buridan, aç ve susuz bir eşeğin iki yanına, aynı uzaklıkta bir torba yulafla bir kova su konduğunda, eşeğin hangisini önce seçeceğine karar veremediği için öleceğini yazmıştır. “Önce suyu içeyim de yulafı sonra mı yiyeyim, yoksa önce yulafı yiyeyim de suyu sonra mı içeyim” derken eşek açlıktan ve susuzluktan ölür.Dün Başbakan’ın, bütünü olmasa da parçalara ayırdığımda birçok yeri beni rahatsız eden konuşmasını dinlerken bunu hatırladım.Seçime yaklaşıyoruz. CHP “Değişiyorum” derken, değişime bütünüyle karşı gözüküyor.AK Parti ülkeyi demokrasi anlayışı olarak yenileyebilecek güce sahipken son konuşmadan da anlıyoruz ki, bizi sanki dünyaya kapatmak ister gibi.MHP benim için çok uzun zamandır yeni bir cümlesi olmayan bir parti.BDP umut veriyor, adaylarından bunu anladık ama iktidar olması şu anda zor.Peki biz açız, biz bu ülkenin yanlışları düzelsin istiyoruz.Etrafımızda bize “eşit mesafede” uzak duran partilerden hangisine oy vereceğiz? Kimden ne bekleyeceğiz?O mu, bu mu derken Buridan’ın eşeğine döneceğiz. Ve Buridan’ın eşeği gibi açlıktan öleceğiz diye korkuyorum.***Hepimiz 12 Haziran seçiminin içine sıkışıp kaldık... Herkes bunu konuşuyor...Hatta çoğumuz kimi istemediğimizi, kime oy vermeyeceğimizi çok net biliyoruz da, kime oy vereceğimizi bulamıyoruz.Şöyle konuşmalara siz de rastlamışsınızdır:- AK Parti’ye kesinlikle oy vermeyeceğim.- Kime vereceksin?- Bilmiyorum!Ya da şu cümlelere:- CHP’ye asla vermem oyumu...- Kime vereceksin?- Bir bilsem!İnsanlar kimi seçeceklerini tam kestiremiyorlar.Tayyip Erdoğan’ı dinlerken fark ettim ki, seçime giren bir hükümet, neredeyse denizin derinliklerine inen bir denizaltı gibi demokrasiden, dünyadan, Avrupa’dan uzaklaşıyor.Hesabı, daha sonra yapmayı hesapladığı başkanlık referandumuna kendini rahatça taşıyacak bir çoğunluğu parlamentoya sokmak.Dönüyorsun, Tayyip Erdoğan’ın konuşmasını eleştiren CHP’lilere bakıyorsun, çoğunda daha önce ağzına bile almadığı bir Avrupa bilinci vuku bulmuş aniden...Ergenekoncuları aday gösterdiklerini çoktan unutmuşlar.Kimse demokrasiye, özgürlüğe, eşitliğe, barışa aldırmazsa biz kime vereceğiz oyumuzu?“Demokrasi, demokrasi” diye açlıktan ölmek istemiyorum.Buridan’ın eşeğinden bile kötü durumum.O hiç olmazsa yulaf dolu bir torbayla, su dolu bir kova arasında kararsız kalmıştı.Ben, boş bir çuvalla, boş bir kova arasında kararsızım.*****Mourinho 5-0’ın acısını çıkaracak mı?Jose Mourinho, Real Madrid’in teknik direktörü. Saha dışında da izlemeyi çok sevdiğim bir teknik adam. Futbol dünyasında çok az adama yakışacak sert, bencil, alaycı ama zeki bir uslubu var. Sadece başka takımlarla ve onların teknik adamlarıyla değil kendi kulübüyle de sorunlar yaşıyor bu ara...Real Madrid’le olan sorun için “Dış mihraklarla yaptığım bütün savaşları kazandım. Ama iç mihraklarla ne yapacağımı bilemiyorum. Gizli savaşları sevmem. Savaşacaksam bunu açık olmasını isterim” demişti Sevilla maçından sonra.O basın toplantısında Real Madrid’e meydan okumuştu. Bu savaşın iki nedeni var, bir tanesi artık tamamen ortaya çıkmıştı, takımın sportif direktörü ve basın sözcüsü Jorge Valdano ile olan görüş ayrılıkları... İkincisi de Mourinho’nun bir santrfor (Beşiktaşlı Almeida) transfer etme isteği...Tabii bütün bunların ilk yarı Barcelona’ya karşı alınan 5-0’lık mağlubiyetten sonra ortaya çıkması tesadüf değil...Real Madrid bütün bu sorunlara rağmen çok iyi, 76 puanda ama Barcelona bu sezon çok daha iyi, 84 puanı var.Kaybetmeye hiç tahammülü olmayan Mourinho’yu bu fark çok hırpalıyor sanırım...İşte bütün bu hikayeyi bilen sporseverler için bu ay hayli enteresan bir ay...Real Madrid ve Barcelona ilki yarın olmak üzere üç hafta içinde üst üste dört kere karşılaşacaklar. Yarınki, Real Madrid-Barcelona derbisi lig maçı.Ardından 20 Nisan’da Kral Kupası var... Bu iki takım kupada 21 yıl aradan sonra ilk kez karşılaşıyor. Bir de 27 Nisan ve 3 Mayıs‘ta Şampiyonlar Ligi maçları var. Barcelona Başkanı Rossel, “Bahse girerim yine 5 atarız” diye açıklama yapmış.Mourinho, “Her maç 1-0 yenileceğime bir kez 5-0 yenilirim” demiş.Şu sıra İspanyol bir futbolsever olmak isterdim doğrusu...*****El Clasico’yu izlemek için 10 sebep1. Dünya üzerindeki derbilerde “şehir” olgusu ön plandadır elbet ama El Clasico’da durum iki büyük kentin kapışması şeklindedir.2. El Clasico’yu izlerken sahadaki futbolcular 3 puanı almak için, tribündekiler de siyasi görüşlerini baskın kılmak için savaşır. Barcelona, Cumhuriyetçi Katalan milliyetçilerinin, Real Madrid de Kraliyet ailesine yakın Kastilyanlar‘ın takımıdır.3. El Clasico tarafsız bir gözle izlenmez. İster İspanyol olun ister Türk, her futbolsever elbet bir tarafı seçer ve maçın sonunda kendi tuttuğu takım galip gelmişse eğer, kendinden geçer.4. La Liga, çoğu futbol otoritesine göre dünyanın en iyi, en kaliteli futbol ligidir. Bu nedenle bu maç izlenmeye değerdir.5. Barça ve Real de La Liga’nın değişmeyen başrol oyuncularıdır.6. El Clasico’nun 22 oyuncusunun neredeyse 22’si de birer dünya yıldızıdır.7. Hem Real hem Barça, kadrolarında kendi bünyelerinden yetişmiş ve efsaneleşmiş yıldızları barındırır.8. İki kulüp arasında gerçekleşen ya da iki kulübü karşı karşıya getiren transferler her zaman yankı uyandırmıştır. (bkz: Luis Enrique),(bkz: Samuel Eto’o),(bkz: Luis Figo)9. İki kulübün statları da (Nou Camp ve Santiago Bernabeu) gerek heybetli görüntüleri gerek de seyirci kapasiteleriyle dünyanın en önemli futbol mabetleri arasındadır.10. Her El Clasico, içinde futbol tarihine geçen bir özellik barındırır.*****Öyle Bir Döver Zaman Ki...Dizi seyretmeyi seviyorum. Disiplinli olamıyorum bu konuda... Kaçırıyorum sıklıkla ama yine de seviyorum dizi seyretmeyi, onlara söylenmeyi...Diziler hakkında gazetelerde çıkan yazıları da okumayı seviyorum.Çoğu sefer onlardan çok farklı düşündüğümü anlıyorum ama bu fark hayatla ilgili başka şeyler öğretiyor bana.Fakat geçen gün Telesiyej köşesinde (Taraf) tam düşündüğümü yazdığını gördüm köşeyi hazırlayanın.Sevinçten çığlıklar attığımı söylemeliyim. Çünkü bu dizi reyting rekorları kırıyor, üzerlerine sayısız yazı yazılabilecek kadar toplumsal analiz yapılabilir ama çok az yazı yazılıyor, çok az iyi yazı yazılıyor.Telesiyej harikaydı... Üzerine cümle bile eklememe gerek gerek yok, bakın ne demiş:“Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin reytinglerine bakarsak salı akşamları bütün ülke bu diziyi seyrediyor. Bu dizi eşittir şiddet demek, uzun bir süredir. Anlaşılan o ki, bizim seyirci şiddet sahneleriyle müthiş bir katarsis (arınma) yaşıyor. Bu reyting patlaması ve neredeyse şiddetten ibaret bu dizinin bu derece rağbet görmesi, bir kısım seyirciye kendisini dışarıdan gösterdiği; şiddet arzusundan dizi üzerinden arınmasını sağladığı için midir acaba diye düşünüyor insan!Üstelik, AB denen üst gelir ve eğitim grubunun diziyi izleme oranıyla, TOTAL denen bütün grupların toplamının diziyi izleme ortalaması aynı. Konu şiddet oldu mu, sınıf farkını ortadan kaldıran müşterek bir dürtü mü var acaba? Zaten toplumun geneline baktığımızda son dönemlerde ciddi boyutta bir şiddet toplumu durumunda yaşadığımızı görüyoruz. Demek ki seyircinin bir kısmı, içinde biriktirdiklerini Ali Kaptan üzerinden, onun şiddet eylemleriyle özdeşleşerek boşaltıyor ve rahatlıyor. Sosyolojik açıdan ve toplum psikolojisi açısından AB ile TOTAL’in eşitlenmesi ciddi olarak incelenmesi gereken bir durum bence. Belki de çanlar çalmaya başladı.’Bu dizide güzel olan herşeyin üstünde tutulan bu şiddet... Neyin sonucu gerçekten?Merak etmiyor musunuz siz de benim gibi...*****Real Madrid, lakabı: Los Blancos (Beyazlar), Los Galacticos (Süper yıldızlar) Transfermarkt değeri: 515 milyon EuroBarcelona, lakabı: Katalanlar, Transfermarkt değeri: 554 milyon 100 bin Euro