Steinbeck‘in ‘Bir Numaralı Evde Olanlar’ diye çok hoş bir hikayesi var.
O evde oturan çocuk bir çiklet çiğniyor. Babası çiklet çiğnemesine kızıyor.
Tutup pencereden dışarı atıyor çikleti...
Bir süre sonra çiklet biraz büyümüş olarak evin içinde yeniden beliriyor... Adam gene pencereden atıyor... Bir zaman sonra çiklet daha büyümüş dönüyor.
Adam atıyor... Çiklet büyüyerek dönüyor. Sonunda çiklet, ev kadar büyük bir hale geliyor...
Bizim de ev kadar büyük bir çikletimiz var... Kürt sorunu.
Cumhuriyetin başından beri biz bu sorunu çözmek yerine görmemeği tercih ettiğimiz için ‘pencereden’ dışarı atıp duruyoruz.
Her seferinde de daha büyümüş olarak geri dönüyor.
Ve büyümesinde bizim hiç katkımız yokmuş gibi hem büyümesine hem geri gelmesine kızıyoruz.
Ama bugün artık görmezlikten gelinemeyecek noktaya vardı işler.
YSK, yedisi BDP’nin desteklediği 12 bağımsız adayın adaylıklarını iptal etti...
Yıllardır görmezden gelinen , son dönemlerde ise biraz da olsa barış yoluyla çözüme gidilecekmiş gibi gözüken Kürt sorunu ancak bu kadar hançerlenebilirdi doğrusu...
Bu adaletsizliğin, bu kaosun içinden nasıl çıkacağız?
Kürtler doğdukları toprakta kendi dillerini konuşmak istiyorlar, Kürt oldukları gerçeğinin kabul edilmesi için haykırıyorlar, ikinci sınıf insan muamelesi görmelerinin haksızlık olduğunu söylüyorlar...
Kim onlara bunların düzeltilmesini istiyorlar diye kızabilir?
Ne yazık ki biz... Bunu biz yapıyoruz...
Kürtlerin Kürt olduğu gerçeğini kabul edemeyen kim?
Ne yazık ki biziz... Biz onların Kürt olduğunu kabul etmiyoruz...
Yeni anayasa yapılmasının, Kürtlerin de her hürlü vatandaşlık hakkına sahip olmasının, dillerini okullarda okutabilmelerinin gerektiğinin, üzerlerindeki polis ve asker yani devlet baskısının kaldırılmasının şart olduğunun söylendiği şu günlerde...
Bu anlayıştan korkan, bu anlayışı dinamitleyen hangi ‘biz’ acaba?
Çikletin büyümesini isteyen kim?
Çiklet, pencereden bu son atılışından sonra daha da büyüyerek geri gelecek...
AK Parti, CHP, MHP ve kim varsa...YSK’nın bu kararına karşı çıkmalılar...
Kemal Kılıçdaroğlu ‘meclis olağanüstü toplanmalı’ dedi. ‘Sorunu çözmek isterseniz çözersiniz’ dedi.
Şimdi Ak Partinin hamle zamanı...
Kürtlere “Meclis’e gelmeyin dağa çıkın,” diyen zihniyetin, aslında kendisine de karşı olduğunu anlamalı Ak Parti.
Ve sorunu çözmeli.
Ak Parti açısından burada korkulacak olan, milliyetçilik duygusuyla size oy vereceklerin oylarını kaybetmek değil, adalet anlayışınıza, Allah korkusu taşıdığınıza, zulme uğrayan kim olursa olsun yanında olacağınıza inananların oyunu kaybetmek olmalı...
Kürt sorununa bu noktada çözüm için yaklaşmayan Ak Parti, barışı, adaleti, demokrasiyi dinamitleyenlerle işbirliği yapmış olur çünkü...
Zirve’nin üzerinden 4 yıl geçti
18 Nisan 2007’de Malatya’da Zirve Yayınevi’nde üç kişinin katledilişinin üzerinden dört yıl geçti.
Dün gazetelerde, o gün hayatını kaybedenlerin ölüm yıldönümlerinde anılmalarının haberleri ya yoktu ya da küçücüktü...
Üstelik de daha üç hafta önce o katliamla ilgili çok önemli gelişmelerin ortaya çıkmasına rağmen Zirve Yayınevi katliamı ve katledilenlerin ailelerinin acıları önemsenmiyordu...
Neden?
Neden bizim toplumumuzun adaletsiz bir hassasiyet ölçüsü var?
O hassasiyet neden bazılarına gösteriliyor da, bazılarına gösterilmiyor ?
Savcı Öz iyi miydi kötü müydü diye tartışan bizler, Savcı Öz’ün gitmeden hemen önce Zirve katliamıyla ilgili yaptığı soruşturmayı tartışmıyoruz...Aldırmıyoruz bile...
Böyle olursa... Birbirimizin dürüstlüğüne nasıl güveneceğiz?
- Ergenekon soruşturması kapsamında, Zirve Yayınevi katliamını azmettirdiği iddiasıyla tutuklanan emekli Albay Mehmet Ülger’in “katliamın sorumluluğunu hükümete yıkmak için” sahte istihbarat raporları hazırlattığı ortaya çıktı.
- Raporların, askeri casusluk soruşturması kapsamında Gölcük Donanma Komutanlığı’na yapılan baskında ele geçirildiği belirtilirken, Ülger ve ekibinin hayali “misyoner gruplar” kurduğu ve onlara logolar hazırladığı iddia edildi.
- Dört yıl önce üç kişinin vahşice öldürüldüğü Malatya’daki Zirve Yayınevi katliamının ardından, o dönem Malatya İl Jandarma Alay Komutanı olan Albay Mehmet Ülger, İstihbarat Binbaşı Haydar Yeşil ve İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Ruhi Abat’ın, sahte istihbarat raporları hazırlayarak üst makamlara gönderdiği anlaşıldı.
- Ülger ve ekibinin, misyonerlerle AKP arasında bağ kurabilmek için bazı hükümet ve parti yöneticileriyle, misyoner olduğu iddia edilen sahte isimler arasında akrabalık bağı kurdukları ve bunları ıslak imzalı sahte raporlara geçirdikleri belirlendi.
- “Ortadoğu Hıristiyan Birliği” ve “Kürdistan Kiliseler Birliği” gibi hayali misyoner gruplar uydurup, sahte logolar hazırlayan Ülger ve ekibinin, raporlarında bu grupların çalışmaları hakkında bilgi verdikleri de ortaya çıktı.
Ve bu toplum, üzerinden dört yıl geçen bu katliamı bu yeni belgelere rağmen unutmuş gözüküyor...
Sizce neden oluyor bu?
Bu Kale “son” olsun!
Yarattıkları tartışmaları çoğu zaman şov ağırlıklı bulsam da fırsat buldukça Kanaltürk’te yayınlanan Son Kale programını izliyorum.
Geçen hafta Reha Muhtar, programın bitmesine daha saatler olmasına rağmen programı bitirmişti. Çünkü Erman Toroğlu Ahmet Çakar ve Reha Muhtar’ın arasında kim soru soracak kavgası çıkmıştı.
Bir dönem spor röportajları yaptığım için üçünü de yakından tanıyorum. Dolayısıyla bu hafta pazartesi günü yani olaylı programdan sonraki ilk programa daha farklı bir merakla baktım:
- 50 yaşını aşmış, yıllardır yayın dünyasında olan bu üç adam, bakalım yine çocuklar gibi kavga edecekler miydi?
- Yoksa yaptıkları hatanın farkına varıp seyircilerden özür mü dileyeceklerdi?
Sonuç tam bir hayalkırıklığı benim için. Seyrederken utandım.
Reha Muhtar, Tolunay Kafkas‘a soru sormak isteyen Ercan Saatçi‘ye söz verdi diye Ahmet Çakar masaları yumrukladı.
Erman Toroğlu, şu an bile kulağımda çınlayacak kadar kaba bir ses tonuyla nara attı neredeyse.
Reha Muhtar, “Burası hergele meydanı değil” dedi. Ve yine yayın kesildi, yine program tamamlanamadı.
Seyircisine aldırmayan bir programın seyircisi olmanın sıkıntısı yanında, yakından tanıdığım bu üç adamın düştüğü durum canımı acıttı.
Telefon edip ‘lütfen yapmayın, çok kötü gözüküyorsunuz’ demek istedim.
- Reha Muhtar: Yılların televizyoncusu, sayfa komşum iki haftadır krizi iyi idare edemiyor. Çakar ve Toroğlu‘nun artık kontrolden çıkan öfkelerini ve tatsız üsluplarını anlamak çok zor. Ama benim Reha Muhtar’dan beklediğim, “Yayını sabote etmek, izleyiciler karşısında rezil olmak istiyorsanız buyrun!” demesiydi onlara. Hatta Çakar ile Toroğlu stüdyodan ayrılsa bile programa devam etmesiydi. Biz Ercan Saatçi’yi ve Tolunay’ı izliyorduk çünkü. Yapamadığına göre bilmediğimiz birşeyler olmalı. Yoksa yapardı.
- Ahmet Çakar: Özel hayatında son derece tonton bir adam aslında. Fazla güven telkin etmez bazen, çok heyecanla savunduğu bir konunun beş dakika sonra tersini söyleyebilir. Ama Çakar, hayatının hiçbir döneminde kendini bu kadar acıklı bir hale düşürmemişti doğrusu. Dışardan çok net belli oluyor, son iki programdır kavgayı Ahmet Çakar başlatıyor. Hangi etkiyle böyle kontrolsüz davranıyor bilmiyorum. Ama yanlış bir uslup ve taktikle davranıyor. Onun için çok üzüldüm.
- Erman Toroğlu: Bu üçlü içinde en eski onu tanırım. Eskiden Şansal Büyüka’nın markajı altında iki ayda bir pot kırardı. Şimdi Büyüka olmadan, koskocaman bir pot haline dönüştü. Erman Hoca’nın seviyeyle ilgili kaygısı zaten azdı, artık hiç kalmadı galiba. Bunun için Son Kale‘ye bakmaya gerek yok. Kendisi için “Andropoza girdi” diyen Yeşim Salkım‘a verdiği cevap çok tatsızdı. Evli, yeni doğum yapmış bir hanıma “Gelsin yanıma, hastalığı beraber çözelim” şeklinde yaptığı imalı yaklaşım can sıkıcıydı. Bu mudur Erman Hoca? Bu olmamalı...
Eğer spor programlarının izlenmesi isteniyorsa... Son Kale ve türevi programlarlar acilen tedavülden kalkmalı bence.
Hem seyirciye hem dostlarına kabalık yapanlar da şapkayı önüne koyup düşünmeli biraz.